İBRAHİM KAYPAKKAYA
SEÇME YAZILAR
-II-



TÜRKİYE’DE MİLLİ MESELE
ARALIK 1971
l. Milli Meselede Şafak Revizyonizminin Tezleri:
“Feodal ağalarla ittifak kuran büyük burjuvazi, Kürt halkına karşı da milli baskı ve eritme politikası uyguladı”. (Program Taslağı, madde 10).
“Yurdumuzda yaşayan 6 milyon nüfuslu Kürt halkı burjuva ve toprak ağası iktidarların ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırdı. Amerikancı iktidarların Kürt halkını yıldırmak için giriştiği en ağır zulüm ve işkencelere göğüs gerdi. Kürt halkının demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele hızla güçlenmektedir. Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri bu mücadeleyi destekliyor. Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası iflas etmekte ve halkları devrim yolunda birleştiren bağlar sağlamlaşmaktadır” (Program Taslağı, madde 25).
“Hareketimiz, Kürt halkının kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar.
“Hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünde tayin edilmesi için çalışır.
“Hareketimiz, Türkiye’nin iki kardeş halkının demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak birleşmelerine yönelen bir siyaset izler.
“Hareketimiz, Türk ve Kürt halklarının devrimci birliği ve kardeşliğine düşmanlık güden her milliyetten gerici hakim sınıflarla ve onların bölücü politikalarıyla mücadele eder” (Program Taslağı, madde 52).
“Marksist-Leninist hareket, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının en tavizsiz savunucusudur ve aynı zamanda Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için mücadele edecektir. Bununla beraber, Marksist-Leninist hareket, Türkiye’nin iki kardeş halkının, demokratik halk cumhuriyeti içinde eşit haklara sahip olarak birleştirilmelerine yönelen bir siyaset izleyecektir” (12 Mart’tan Sonra Dünyada Ve Türkiye’de Siyasi Durum, s. 74).
“Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını tavizsiz olarak savunacağız” (agy, s. 72).“Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı [sonradan kurtuluşu], yoksul köylülere dayanan toprak devrimi mücadelesinden ve emperyalizme karşı mücadeleden koparılamaz” (agy, s. 73).
“Kürt halkına karşı yürütülen milli düşmanlık ve eritme politikası...” (Kızıl Siyasi İktidar Kurulması Meselesi Üzerine).
“Kürt halkına uygulanan milli baskılarla mücadele...” (agy).
“Kürt halkının kaderinin tayin hakkını savunmaya ısrarla devam etmeliyiz” (agy).
Eski adıyla Proleter Devrimci AYDINLIK (PDA), yeni adıyla Şafak revizyonizminin yeni dönemde, yani 26 Nisan 1971 sıkıyönetiminden beri milli meselede ileri sürdüğü tezlerin hemen hepsi bunlardır. Milli meselede sıkıyönetim öncesi izlenen çizgi üzerinde durmuyoruz. Çünkü o dönemde koyu bir Türk milliyetçiliğinin, Mihricilikten miras azgın bir hakim ulus milliyetçiliğinin hüküm sürdüğü, hareketle ilgisi olan hemen herkesin malumudur. Şimdi, milliyetçiliğin daha ince ve aldatıcı biçimleri geliştirilmiştir ki, bugün mücadele edilmesi ve çürütülmesi gereken bunlardır.
Bu tezler üzerinde duralım:
2. Milli Baskı Kime Uygulanıyor?
Şafak revizyonizmine göre milli baskı, Kürt halkına uygulanmaktadır. Bu, milli baskının ne olduğunu anlamamaktır. Milli baskı, ezen, sömüren ve hakim milletlerin hakim sınıflarının, ezilen bağımlı ve uyruk milletlere uyguladığı baskıdır. Türkiye’de milli baskı, hakim Türk milletinin hakim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt milletine, sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere uyguladığı baskıdır.
Halk ve millet aynı şeyler değildirler. Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta halli köylüleri, yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı, demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı girer. Oysa millet, hakim sınıflar da dahil, bütün sınıf ve tabakaları içine alır. “Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur” (Stalin). Aynı dili konuşan, aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dahildirler. Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır.
Halk, her tarihi dönemde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve tabakaları ifade eder. Halk, belirli bir tarihi dönemde ortaya çıkan ve sonra yokolan bir topluluk olmayıp, her tarihi dönemde mevcut olan bir topluluktur. Oysa millet, kapitalizmle birlikte, “kapitalizmin yükselme çağı”nda ortaya çıkmıştır; sosyalizmin ileri bir aşamasında yok olacaktır.
Halkın kapsamı, her devrim aşamasında değişir. Oysa milletin kapsamı, devrim aşamalarına bağlı değildir.
Bugün Kürt halkı kavramına Kürt işçileri, Kürt yoksul ve orta halli köylüleri, şehir yarı-proleterleri, şehir küçük-burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin demokratik halk devrimi saflarına katılacak olan devrimci kanadı girer. Oysa Kürt milleti kavramına, bu sınıf ve tabakalardan başka, Kürt burjuvalarının diğer bütün kesimleri ve Kürt toprak ağaları da girer. Bazı çok bilmiş akıldaneler, toprak ağalarının milletten sayılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta bunlar Kürt bölgesinde toprak ağalarının mevcut olması sebebiyle Kürtlerin henüz bir millet teşkil etmediği kerametini de yumurtluyorlar. Bu, korkunç bir demagoji ve safsatadır. Toprak ağaları aynı ortak dili konuşmuyor mu? Aynı toprak üzerinde oturmuyor mu? Aynı iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde bulunmuyor mu? Hem sonra milletler, kapitalizmin gelişmesinin son sınırına ulaşmasıyla değil, kapitalizmin şafağında ortaya çıkarlar. Kapitalizmin bir ülkeye, bir bölgeye belli ölçülerde girmesiyle ve o ülkede, o bölgede pazarları belli ölçüde birleştirmesiyle, millet olmanın diğer şartlarını bir arada taşıyan topluluklar artık millet haline gelmiş sayılırlar. Eğer öyle olmasaydı, kapitalist gelişmenin sınırlı olduğu bütün geri ülkelerdeki ve bölgelerdeki istikrarlı toplulukları milletten saymamak gerekirdi. Çin’de 1940’lara kadar oldukça kuvvetli bir feodal parçalanma mevcuttu; bu mantığa göre Çin’de daha önce milletlerin varlığını kabul etmemek gerekirdi. 1917 Devrime’ne kadar Rusya’nın geniş kırlık bölgelerinde feodalizm kuvvetle mevcuttu; bu anlayışa göre Rusya’da milletlerin varlığını kabul etmemek gerekirdi. Türkiye’de mesela, Kurtuluş Savaşı yıllarında bugünkünden çok daha kuvvetli olarak feodalizm mevcuttu; bu anlayışa göre o yıllarda Türkiye’de hiçbir milletin var olmadığını kabul etmek gerekirdi. Bugün dünyanın iktisaden geri ve ezilen bölgelerinde ve ülkelerinde, Asya’da, Afrika’da, Latin Amerika’da değişen ölçülerde feodalizm mevcuttur; bu anlayışa göre, iktisaden geri bölgelerde ve ülkelerde milletlerin varlığını kabul etmemek gerekmektedir. Kürtlerin bir millet oluşturmadığını ileri süren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. Zararlıdır çünkü, böyle bir tez, ancak ezen, sömüren ve hakim milletlerin hakim sınıflarının işine yarar. Onlar böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna, milli baskıların, imtiyazların vs... kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele suya düşmüş olur. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı suya düşmüş olur. Emperyalistlerin, geri milletleri sömürgeleştirmesi, onların içişlerine burnunu sokması, kendi kaderini tayin hakkını alçakça çiğnemesi, “onların bir millet teşkil etmediği” gerekçesiyle meşrulaştırılmış olur. Aynı şekilde, çok milletli devletlerde, hakim milletin uyruk milletler üzerindeki her türlü zulmü ve zorbalığı meşrulaştırılmış olur. Toprak ağalarının bulunması halinde milletten söz edilemeyeceğini iddia edenler, emperyalizmin ve hakim milletlerin borusunu öttürmektedirler. Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil etmediğini iddia edenler, Türk hakim sınıflarının borusunu öttürmektedirler. Bilindiği gibi Türk hakim sınıfları da Kürtlerin bir millet olmadığını iddia etmektedir. Bunlar, Türk hakim sınıflarının imtiyazlarını savunmak suretiyle çeşitli milliyetlere mensup emekçi halk kitleleri arasındaki güveni, dayanışmayı ve birliği alçakça sabote etmektedirler.
Çözülmemiş bir feodalizm şartlarında yaşayan bir topluluk, elbette millet olarak nitelendirilemez. Ama bugün dünyanın neresinde böyle bir feodalizm mevcuttur? Kapitalizm daha 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında ezilen Doğu Avrupa’nın, Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın hayatına sessizce girmiş, oralarda ulus çapında pazarları bir ölçüde birleştirerek iktisadi yaşantı birliğini sağlamış, milletlerin teşekkülüne yolaçmış bulunuyordu. Bugün millet haline gelmemiş kabile toplulukları, dünyanın bazı bölgelerinde ve çok sınırlı bir alanda mevcuttur ki, bunlar, söz edilmeye değmeyecek kadar azdır.
Özetlersek:
Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil ettiği, gözü azgın Türk şovenizmiyle karartılmamış olan herkesin kabul edeceği tartışılmayacak kadar açık bir gerçektir. Kürt işçileri, yoksul ve orta halli köylüleri, yarı-proleterleri, şehir küçük-burjuvazisi, bütün Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları Kürt milletinin kapsamına dahildirler.
Milli baskı sadece Kürt halkına değil, Türk hakim sınıflarıyla her bakımdan kaynaşmış bir avuç büyük feodal bey ve üç-beş büyük burjuva hariç, bütün Kürt milletine uygulanmaktadır. Kürt işçileri, köylüleri, şehir küçük-burjuvazisi, küçük toprak ağaları milli baskıdan acı çekmektedir.
Hatta milli baskıların esas hedefi, ezilen, bağımlı ve uyruk milletin burjuvazisidir. Çünkü hakim millete mensup kapitalistler ve toprak ağaları, ülkenin bütün zenginliklerinin ve pazarlarının rakipsiz sahibi olmak isterler. Devlet kurma imtiyazlarını ellerinde tutmak isterler. Diğer dilleri yasaklayarak, pazar için son derece gerekli olan “dil birliği”ni sağlamak isterler. Ezilen milliyete mensup burjuvazi ve toprak ağaları, bu emellerin önüne önemli bir engel olarak dikilir. Çünkü o da kendi pazarına kendisi sahip olmak, bu pazarı dilediği gibi kontrol etmek, maddi zenginlikleri ve halkın işgücünü kendisi sömürmek ister.
İki milletin burjuva ve toprak ağalarını birbirine düşüren güçlü ekonomik etkenler bunlardır; hakim millete mensup burjuva ve toprak sahiplerinin ardı arkası kesilmeyen milli baskılara girişmesi buradan gelir; milli baskıların, ezilen ulusun burjuva ve toprak ağalarına da yönelmesi buradan gelir.
Bugün faşist sıkıyönetim, Diyarbakır hapishanesini Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının sözcüsü demokrat Kürt aydınlarıyla, gençleriyle doldurmuştur(*). Bugün küçük toprak ağaları ve bir kısım Kürt din adamları da zindanlardadır. Veya zindanlara tıkılmak için aranmaktadır.
Bir avuç büyük toprak ağasına, onların yaltakçılarına ve üç-beş büyük burjuvaya gelince: Bunlar öteden beri Türk hakim sınıflarıyla ittifak kurmuşlardır. Her türlü imtiyaz, Türk hakim sınıfları gibi bunlara da açıktır. Ordu, jandarma ve polis bunların da hizmetindedir. Kemal Burkay şöyle diyor:
“Feodal beyler, eski hükümranlık iddialarını terketmişler; yani onlar, artık bazı küçük krallıkların tek hakimi olma inatçılığını bırakmışlar, buna karşılık burjuvaziyle ekonomik ve politik alanda işbirliği kurmuşlar. Ağalar, ağa-dedeler, hatta şeyhler ticaret yapıyorlar, topraklarını traktörle işletiyorlar, banka kredilerinde aslan payı onların. Encümen azası, belediye başkanı, mebus, bakan da oluyorlar. Partiler, onların avuçlarında. Şimdi ‘Kürdistan Emirliği’ davası güden bir Şeyh Sait yok; ama meclislerde grup sözcülüğü filan yapan ‘doçent şeyhler’ var... Şimdi, Dersim dağlarında hüküm ferman bir Seyit Rıza yok; ama aynı dağlardan çıkan ve önce İskenderun’a, oradan da İtalya’ya, Amerika’ya sevkedilen krom madeninin ulaşımından önemli miktarda komisyon alan bir torunu var. Ve doğulu feodalite kalıntıları şimdi bürokrasiyle rahat anlaşıyorlar; o günden bu yana kravata ve fötr şapkaya alıştılar”.
Kemal Burkay’ın belirttiği şeyler, büyük toprak ağaları ve üç-beş büyük burjuva ve bunların yaltakçıları için doğrudur ama, onun göstermek istediği gibi, bütün “feodal kalıntılar” için ve bütün Kürt burjuvazisi için asla doğru değildir. Küçük toprak ağalarının ve Kürt burjuvalarının çok büyük bir kısmı, Türk hakim sınıflarının milli baskısına maruz kalmaktadırlar. Bunlar, hatta büyük Kürt feodal beylerinin de baskısına maruz kalıyorlar. Bir avuçluk büyük toprak ağaları, küçük toprak ağalarından zorla ve baskıyla büyük haraçlar alıyor. Küçük toprak ağalarının ve Kürt burjuvazisinin, büyük feodal beylere ve bunların yaltakçılarına öfkelenmesi, işte bu iki sebebe dayanıyor. Bizzat Kemal Burkay’ın bunlara gösterdiği tepki de buradan geliyor. Kemal Burkay, “Türk burjuvalarıyla” tamamlaşan “feodal kalıntıların” dışında, homojen bir “Doğu halkı”ndan sözediyor. Bunların içine Kürt burjuvalarının ve küçük toprak ağalarının da girdiğini ustalıkla gözden saklayarak (“Doğu halkıyla şeyh, ağa, ağa-dede ve işbirlikçi burjuvalar gibi tutucu unsurlar dışındaki tüm halkı kastediyorum”). Böylece, Kürt proletaryasıyla, yarı-proletaryasıyla ve yoksul ve aşağı orta halli köylüleriyle Kürt burjuvaları ve küçük toprak ağaları arasındaki çelişki de göz ardı edilmiş oluyor. Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının kendi sınıf emelleri, proleter, yarı-proleter unsurların ve yoksul köylülerin emelleriyle bir ve aynı gibi gösterilmiş oluyor.
Şimdilik özet olarak şunu belirtelim ve geçelim: Kürt işçileriyle, yarı-proleterleriyle, yoksul ve orta köylüleriyle, şehir küçük-burjuvazisiyle birlikte Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da milli baskıya maruzdur. Ve Kürt milli hareketinin saflarını bu sınıflar teşkil ediyor. Milli baskılara karşı birleşen bu saflardaki her bir sınıfın elbette kendine has emelleri ve hedefleri de var. Biz bunlardan neyi, nereye kadar destekleyeceğimizi ilerde belirteceğiz.
Şafak revizyonistleri, milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını ileri sürmekle şu iki yanlıştan birine düşmektedir: Ya bu KÜRT HALKI ifadesi doğru olarak kullanılmakta, bütün Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları bunun içine dahil edilmemektedir; bu takdirde Kürt burjuvalarına ve küçük toprak ağalarına uygulanan milli baskı gözlerden saklanmakta; bu baskı dolaylı olarak tasvip edilmekte, böylece Türk milliyetçiliği çizgisine düşülmektedir; ya da Kürt halkı kavramına yanlış olarak bütün Kürt burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da dahil edilmektedir; bu takdirde milli baskının yanında bir de sınıfsal baskı altında olan Kürt halkı üzerindeki katmerli baskı gözlerden saklanmakta, milli hareketle sınıf hareketi, bir ve aynı şey gibi gösterilmekte, böylece Kürt milliyetçilerinin çizgisine düşülmektedir.
Ayrıca, Kürt milletinin dışında da, bir ulus teşkil etmeyen azınlık milliyetler vardır ve bunlar üzerinde de dillerini yasaklamak vb. şeklinde milli baskı uygulanmaktadır. Şafak revizyonistleri bu noktayı tamamen bir kenara bırakıyorlar.
3. Milli Baskının Amacı Nedir?
Şafak revizyonistlerine göre milli baskının amacı “Kürt halkını yıldırmak”tır. “Amerikancı iktidarlar, ağır zulüm ve işkencelere Kürt halkını yıldırmak için girişmiştir” (abç). Elbette Amerikancı iktidarların bir amacı da, Kürt halkını yıldırmaktır. Hatta onların Türk halkı ve genel olarak Türk, Kürt, Ermeni, Rum, Arap, Laz vs. vs. bütün Türkiye halkı üzerindeki baskılarının amacı da halkı yıldırmaktır. Ama milli baskının amacı bu mudur? Öyle olsaydı Kürt burjuvazisine ve küçük toprak ağalarına yapılan baskı nasıl izah edilebilirdi? Kürtçeyi yasaklamanın ne anlamı kalırdı? Eğer öyle olsaydı, Amerikancı iktidarların Türk halkına uyguladığı baskıyla Kürt halkına uyguladığı baskı arasında ne fark kalırdı? Çünkü Amerikancı iktidarlar, Türk halkını da yıldırmak istiyorlar ve bu amaçla ona da ağır zulüm ve işkencelere girişiyorlar. Sıkıyönetim mahkemeleri, yüzlerce devrimci Türk işçisiyle, köylüsüyle, aydınıyla dolu. 15-16 Haziran olaylarından sonra, yüzlerce Türk işçi, polis tarafında hunharca işkencelere uğratıldı. Toprak işgal eden Türk köylülerinin karakollarda pestili çıkarıldı. Önderler zindanlara tıkıldı. O halde Amerikancı iktidarın amacı, “KÜRT HALKINI yıldırmak”tan ibaret değildir. Bu, bütün gerici iktidarların, milliyetine bakmaksızın bütün emekçilere karşı uyguladığı politikadır. Onun ötesinde, sadece “Kürt halkı” değil, bütün Kürt milleti (bir avuç büyük feodal beyler hariç), sadece “yıldırmak” için değil, aynı zamanda daha esaslı bir amacı gerçekleştirmek için de “zulüm ve işkencelere” uğratılır. Bu amaç nedir? Bu amaç, en genel ifadesiyle ülkenin bütün pazarlarının maddi zenginliklerinin rakipsiz hakimi olmaktır. Yeni imtiyazlar edinmek, eski imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmaktır. Bunun için hakim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları, ülkenin siyasi sınırlarını muhafaza etmek yolunda, ayrı milliyetlerin yaşadığı bölgelerin ülkeden kopmasını her ne surette olursa olsun engellemek yolunda büyük çaba gösterirler. Ticaretin en geniş ölçüde gelişebilmesi için gerekli şartlardan biri de dil birliğidir. Bu amaçla hakim ulusun burjuvaları ve toprak ağaları, kendi dillerinin bütün ülkede konuşulmasını isterler ve hatta bunu zorla kabul ettirmeye çalışırlar. Stalin yoldaşın ifadesiyle “pazara kim hakim olacaktır?” Meselenin özü budur, “Milli birlik”, “devletin ülkesi ve milliyetiyle bölünmez birliği ve bütünlüğü”, “toprak bütünlüğü” şiarları, burjuvazinin ve toprak ağalarının bencil çıkarlarının, “pazar”a kayıtsız şartsız hakim olma arzularının ifadesidir.
Stalin yoldaş şunu da ilave ediyor:
“Ama iş her zaman pazarda bitmez. Mücadeleye, ‘zorbalık ve aktif savunma’ metodlarıyla hakim ulusun yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de gelir katılır... ‘Güçler’ birleşmekte ve ezilen ulus burjuvazisine karşı bir sürü kısıtlayıcı tedbirlerin uygulanması başlamaktadır, kısaca bir süre sonra soysuzlaşarak baskı biçimine bürünen tedbirler... Mücadele iktisadi alandan siyasi alana aktarılır. Gezi özgürlüğünün kısıtlanması, dilin konuşulmasına karşı çıkarılan engeller, seçim haklarının kısıtlanması, okul sayısının azaltılması, dini örf ve adetlerin uygulanmasına karşı çıkarılan engeller vb., rakibin başına yağmaya başlar. Hiç şüphe yok ki, bu gibi tedbirler hakim ulusun burjuva sınıflarının çıkarlarına yaramakla kalmaz, aynı zamanda belirli amaçlar da güder. Hakim bürokrasinin kast amaçları” (Marksizm ve Milli Mesele, s. 25).
Hakim ulusun burjuvazisinin ve toprak ağalarının “pazar” için, hakim bürokrasinin “kast amaçları” için uyguladığı milli baskılar, demokratik hakların gaspına ve kitle katliamlarına (yani jenoside=soykırıma) kadar uzanır. Türkiye’de jenosidin de birçok örnekleri vardır.
Azınlık milliyetlerin emekçilerine yapılan baskı, böylelikle katmerli bir nitelik kazanır. Birincisi, sınıfsal amaçlarla, daha çok sömürmek ve sınıf mücadelesini bastırmak için emekçilere yapılan sınıfsal baskı; ikincisi, yukarıda belirttiğimiz amaçlarla, yani milli amaçlarla azınlık milletin ve milliyetlerin hemen bütün sınıflarına uygulanan milli baskı. Komünistler, bu iki baskıyı birbirinden ayırdetmek zorundadırlar. Çünkü mesela, Kürt burjuva ve küçük toprak ağaları ikinci çeşit baskıya karşı çıkarken, birinci çeşit baskıya taraftardır. Biz ise, her iki baskıya da karşıyız. Milli baskının ortadan kalkması için, Kürt burjuva ve küçük toprak ağalarının mücadelesini destekleriz; ama öte yandan, sınıfsal baskının ortadan kalkması için onlarla da mücadele etmek zorundayız. Şafak revizyonistleri, milli baskıyla sınıfsal baskıyı bir ve aynı şey gibi göstermektedir. İki ihtimal vardır: Ya Şafak revizyonistleri halk kavramı içine Kürt burjuvazisini ve toprak ağalarını katmamakta, bu kavramı doğru olarak kullanmaktadır; o takdirde, Kürt burjuva ve küçük toprak ağalarının milli baskıya karşı mücadelesinin demokratik muhtevasını inkar etmek gibi Türk milliyetçiliğinin işine yarayacak sonuca varmaktadırlar. Ya da, Şafak revizyonistleri, yanlış olarak, Kürt burjuvazisini ve küçük toprak ağalarını da halk kavramı içinde düşünmektedir; o takdirde, Kürt burjuvazisine ve küçük toprak ağalarına karşı Kürt işçilerinin ve diğer emekçilerin mücadelesini gözardı etmekte, Kürt milliyetçiliğinin değirmenine su taşımaktadırlar. İkisinden biri! Her iki halde de, Türk ve Kürt emekçilerinin birliği baltalanmakta, mücadelesi zarar görmektedir.
Kürt halkına yapılan sınıfsal baskıyla Kürt milletine yapılan milli baskıyı birbirinden ayırmak son derece önemlidir. Yukarıda belirttiğimiz gibi, bu iki baskının mahiyetleri, biçimleri başka başka olduğu gibi, amaçları da başka başkadır. 4. Emperyalizmin Irkçılık Politikası.
Yerli Hakim Sınıfların Irkçılık Politikası:
Şafak revizyonistleri, iki farklı şeyi, emperyalizmin ırkçılık politikasıyla yerli hakim sınıfların ırkçılık politikasını birbirine karıştırmaktadır. “Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek amacını güden emperyalizmin ırkçılık politikası”ndan bahsetmektedir. Emperyalizmin, “Türkiye halklarını birbirine düşman etmek ve ezmek” istediği, bu alçak emeller için her fırsattan, her imkandan yararlanmak istediği açıktır. Ama bu emelleri için bizzat kendisinin ırkçılık politikası güttüğü, sadece saçmadır.
Türkiye’de ırkçılık politikası, yerli hakim sınıfların politikasıdır; burjuvazinin siyasi bakımdan en geri kesimlerinin ve feodalizmin politikasıdır; feodal ve feodal-burjuva eğilimidir. Bu karakterinden dolayı ırkçılık politikası, tutarlı burjuva demokratizminin bile düşmanıdır. Türkiye’de bu akımın en aşırı temsilcisi, Hitler taslağı Türkeş ve onun partisidir. AP, MGP, CHP ve benzer partilerde ırkçılık politikası, taraftarlığı çok kuvvetli olarak mevcuttur. Irkçılık politikası diğer millet ve milliyetleri, feodal sopayla ezme, sindirme, yoketme politikasıdır. Türkiye’de Kürt ulusuna ve diğer azınlık milliyetlere karşı ırkçılık politikası güdenler, işte bu feodal ve feodal-burjuva sınıflar ve onların siyasi partileri, iktidarlarıdır. Emperyalizm, menfaatlerine elverdiği yerde, bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler; menfaatlerine elvermediği yerde bu politikanın karşısına çıkabilir. Mesela Türkiye’de hakim olan, Türk hakim sınıflarını kendisine bağlamış olan ABD emperyalizminin Türk ırkçılığını körüklemekte ve desteklemekte menfaati vardır ve bu görevini(!) seve seve ve fazlasıyla yapıyor. Mesela Sovyet sosyal-emperyalizmi bugün Türkiye’ye hakim olmadığı için, Türk ırkçılığının karşısındadır, ama Pakistan’da Bangladeş ırkçılığını şahlandırmakta katiyen tereddüt etmemektedir. Türkiye’de ise yarın, bütününe sahip olamazsa, parçayı koparmak üzere ve milletlerin kendi kaderini tayin hakkını ya da ezilen milletin kurtuluş mücadelesini destekleme maskesi altında, kendi denetiminde gerici bir Kürt milliyetçiliğini ya da ırkçılığını desteklemeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur.
Emperyalizmin bizzat güttüğü ırkçılık politikası ise bambaşkadır. Faşist Hitler köpeğinin, Alman ırkının dünyada en üstün ırk olduğu, dünyaya hükmetmek için yaratıldığı zırvaları, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal-emperyalizminin güttüğü “büyük devlet şovenizmi”, dünyanın ezilen halklarını ve milliyetlerini küçümsemeleri ve onların içişlerine hayasızca burunlarını sokmaları, müdahale etmeleri; emperyalizmin ırkçılık politikasının tezahürleri işte bunlardır. Şafak revizyonistleri, sapla samanı birbirine karıştırmıştır. Türk hakim sınıflarının ırkçılık politikasını gözden saklamakla Şafak revizyonistleri kimi kurtarmak istiyor?
Irkçılık dışardan sokulan bir şey değildir, ama dışardan desteklenebilir. Irkçılığın dayandığı sosyal sınıflar ve zümreler vardır. Emperyalizm, işine geldiği zaman ve yerde bu sınıfların ırkçılık politikasını kışkırtır ve destekler. Bu sınıf ve zümreler sadece Türkler arasında değil, Kürtler arasında da vardır ve yukarda da değindiğimiz gibi hiç şüpheniz olmasın, emperyalizm, işine geldiği anda onu kışkırtmakta ve desteklemekte de hiç tereddüt etmeyecektir. Bu sebeptendir ki, ırkçılığa karşı yürütülecek mücadele, her şeyden önce bu sınıf ve zümrelere karşı mücadeledir; proletarya hareketinin en önemli görevlerinden biri, bunları emekçi halka teşhir etmektir; bunun yanında ve buna bağlı olarak, emperyalizmin bizzat güttüğü ırkçılık politikasını da teşhir etmektir; çeşitli ulusların arasındaki ırkçılığı nasıl ahlaksızca kışkırttığını ve desteklediğini de teşhir etmektir; emekçiler arasında “demokratizmin ve dünya işçi hareketinin uluslararası kültürünü” yaymaktır.
Bu nedenlerle iflas eden, iflas etmesi gereken ve tamamen iflas edecek olan sadece “emperyalizmin ırkçılık politikası” değil, emperyalizmin ve yerli gericiliğin ırkçılık politikasıdır.
Yukarıdaki harika formülasyon, sadece yerli ırkçıların işine yarar. Bir de proletaryanın mücadele bilincini karartmaya...
5. Türkiye’de Milli Baskının Şampiyonları ve Onların Suç Ortakları:
Ülkemizde milli baskının asıl şampiyonları, komprador nitelikteki Türk büyük burjuvazisi ve toprak ağaları sınıfıdır. ABD emperyalizmi, bunların milli baskı politikasını ve ırkçılık politikasını desteklemekte ve kışkırtmaktadır. Ama aynı suça, yani milli baskılara, daha sinsi ve daha ince metodlarla, milli karakter taşıyan Türk orta burjuvazisi de iştirak etmektedir. Lenin yoldaşın deyimiyle bunlar:
“Bütün siyasi meselelerde olduğu gibi diller meselesinde de [tabii milli meselenin her alanında] bir elini (açıkça) demokrasiye uzatan ve öteki elini (arkalarında) gericilere ve polis ajanlarına uzatan ikiyüzlü bezirganlar gibi davranmaktadırlar.”
Doğan Avcıoğlu’na, Ecevit’e ve bütün oportünistlerimize, M. Belli’ye, H. Kıvılcımlı’ya bakın! Lenin’in bu tanımına nasıl da uyuyorlar. Bunlar, bir yandan iktidarın elindeki feodal sopaya, bunun işe yaramayacağını ileri sürerek karşı çıkarken, öte yandan milli baskının daha ince ve kibar metodlarını tavsiye etmekten kendilerini alamıyorlar. D. Avcıoğlu feodal sopayı sımsıkı kavramış, azgın ve fanatik Türk şovenistlerinin dahi savunmaya cesaret edemediği komando zulümlerini, “Bir Komando Subayı Anlatıyor” (Devrim Gazetesi) başlıklı iğrenç tefrikayla müdafaaya kalkıştı. Bu zulmü şöyle savunuyor:
“Kadınları askerler aramaktadır. Kadınların aranmasında dedektör kullanılmaktadır. Ağaların dışında, köylülerin herkesin gözü önünde dövüldükleri doğru değildir. Soyundurma ve toplu olarak halkı yerlerde süründürme iddiaları asılsızdır. Ancak yat-kalk talimleri yaptırılmıştır. Ayrıca bazı yerlerde silahlar ve kanun kaçakları teslim edilmeyince şüpheli kişilerin, etkili bir yol olan karısının ve kendilerinin soyundurulup teşhir edileceği tehdidiyle korkutulduğu doğrudur. Fakat tehdidin ötesinde bir şey yapılmamıştır”.
D. Avcıoğlu ve benzerlerinin bu kaba şovenizmine ve iğrenç suç ortaklığına karşılık, M. Belli ve benzerleri daha gizli (ama yine de aşikar) bir Türk milliyetçiliğinin (Marksizm-Leninizmle maskelenmeye çalışılan bir milliyetçiliğin) bayrağını olanca gücüyle yüksek tutmakta ve bunu “sosyalistlerin tarihi görevi” saymaktadır. Türkeş’in ırkçı-turancı faşizminde bile “olumlu” bir yön bulan M. Belli, Kürt meselesinde şöyle diyor:
“Türkiye’de etkin topluluklar için ve özellikle Kürtler için ana dil ve kültür eğitimlerinin, merkezi, laik, devrimci bir cumhuriyet maarifi yönetiminde olmasını gerekli gördüğümüzü belirttik... Tarihi köklere dayanan Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün hangi biçimde olursa olsun baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir” (abç).
Bu, hakim millet şovenizminin ta kendisi değil midir? Sözde milliyetlerin eşitliğinden yana görünüp, gerçekte devlet kurma imtiyazını sadece Türklere tanıyarak, Kürtlerin devlet kurma hakkını “ulusal birlik”, “toprak bütünlüğü” gibi demagojik burjuva sloganları ile ortadan kaldırmak en adi bir tarzda milliyetler arasındaki eşitsizliğin ve Türk burjuvazisinin imtiyazlarının savunuculuğunu yapmak değil midir? Sosyalistler, herhangi bir ulus lehine en ufak bir imtiyaza, bir eşitsizliğe dahi karşıdırlar. Oysa Türkiye’de ulusal devlet kurma bugüne kadar bir ulusun, Türk ulusunun bir imtiyazı olagelmiştir ve durum halen de böyledir. Biz komünistler, hiçbir imtiyazı savunmadığımız gibi, bu imtiyazı da savunmayız, savunmuyoruz. Kürt milletinin devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savunuruz ve savunuyoruz. Biz bu hakka sonuna kadar saygılıyız; biz, Türklerin Kürtler üzerindeki (ve başka milliyetler üzerindeki) imtiyazlı durumlarını desteklemeyiz, biz kitlelere bu hakkı tereddütsüz tanımayı öğretiriz, devlet kurma hakkının herhangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddetmeyi öğretiriz. Lenin yoldaş şunu diyor:
“Eğer ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürmez ve onu savunmazsak, o zaman ezen ulusun sadece burjuvazisinin değil, ama feodal derebeylerinin ve despotizminin de oyununa gelmiş oluruz.”
Bizim milli karakterdeki orta burjuvalarımız ve sosyal oportünistlerimiz, bir yandan imtiyazlara karşıymış gibi bir poz takınırken, öte yandan ve sinsice Türk burjuvazisi lehine mevcut imtiyazlara dört elle ve kıskançlıkla sarılıyorlar. Bu ikiyüzlü bezirganlar, bir ellerini (açıkça) demokrasiye uzatırken, öteki ellerini (arkalarında) gericilere ve polis ajanlarına, azgın ve fanatik Türkeş milliyetçiliğine, feodal ırkçılığa uzatıyorlar, onlarla suç ortaklığı yapıyorlar.
Milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığı ne kadar yanlışsa, milli baskıyı sadece komprador burjuva ve toprak ağaları iktidarının uyguladığı da o kadar yanlıştır. Milli karakterdeki Türk orta burjuvaları ve onların temsilcileri (Doğan Avcıoğlular, İlhan Selçuklar, onların izinde yürüyen bilumum Türk milliyetçileri), bunlardan en ufak bir farkı olmayan oportünistlerimiz (M. Belli, H. Kıvılcımlı, Aren-Boran oportünistleri ve daha sinsi olan Şafak revizyonistleri) milli baskının uygulanmasında Türk komprador burjuvazisinin ve toprak ağalarının suç ortaklarıdır. Bunların sinsi milliyetçiliğiyle de mücadele edilmeden, Türk işçileri ve emekçileri üzerinde, bu milliyetçiliğin izleri de silinmeden çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasında, karşılıklı güven, birlik ve dayanışma sağlanamaz.
6. “Halk Hareketi” ve Milli Hareket:
Milli baskının sadece Kürt halkına uygulandığını, milli baskının amacının Kürt halkını yıldırmak olduğunu iddia eden Şafak revizyonistleri, milli baskılara karşı gelişen Kürt milli hareketini de, halk hareketi olarak görmektedir. “Kürt halkı, ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı mücadele bayrağını kaldırmıştır”. “Kürt halkının, demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için giriştiği mücadele...” Oysa halk hareketiyle milli hareket bambaşka şeylerdir. Halk hareketi, her tarihi dönemde, ezilen kitlelerin, kendilerini ezen yukarıdaki sınıflara karşı, hem kısmi talepler uğruna, hem de bizzat yönetici sınıfları devirmek için giriştikleri mücadelenin adıdır. Halk hareketi, ezilen kitlelerin sınıf hareketidir. Tarihin ilk dönemlerinden beri halk hareketleri vardır. Halk hareketleri, emperyalizm çağında ve “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği” çağımızda proletaryanın bilinçli önderliğiyle birleşmekte, kitlelerin sömürüden ve zulümden kesin kurtuluşuna doğru ilerlemektedir. Oysa milli hareket, birinci olarak, sınırları belli bir tarihi alana yerleşmiştir. Lenin yoldaşın işaret ettiği gibi Batı Avrupa’da milli hareketler, aşağı yukarı 1789 ile 1871 arasında, oldukça belli bir dönemi kapsar. “İşte bu dönem, milli hareketler ve milli devletlerin kuruluş dönemidir”. Doğu Avrupa’da ve Asya’da ise milli hareketler, ancak 1905 yılında başlamıştır.
İkinci olarak, milli hareketlerin tabii eğilimi, milli devletlerin kurulması yönündedir. 1789-1871 döneminin sonuna doğru Batı Avrupa, yerleşik bir burjuva devletler sistemine dönüşmüştür; ve bu devletler (İrlanda hariç) kural olarak, milli bütünlüğü olan devletlerdir (Lenin). Doğu Avrupa’da ve Asya’da 1905’lerde başlayan milli hareketlerin tabii eğilimi de, yine milli devletlerin kurulması yönündedir.
“Rusya’da, İran’da, Türkiye’de, Çin’de devrimler, Balkan savaşları... Doğu’da bizim dönemimizin dünya olayları zincirini bunlar teşkil eder. Ve bu olaylar zincirinde milli bağımsızlığa ve milli bütünlüğe sahip devletler kurma yönünde (abç), koca bir dizi (altını çizen Lenin) burjuva-demokratik milli hareketin belirdiğini görmemek için insan kör olmalıdır...” (Lenin).
Niçin, milli hareketlerin tabii eğilimi milli devletlerin kurulması yönündedir? Çünkü, milli hareketler kapitalizmin gelişmesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Ve kapitalizmin ihtiyaçlarını karşılamaya yönelmiştir.
“Bütün dünyada kapitalizmin feodal düzene karşı nihai zaferinin sağlandığı dönem, milli hareketleri de birlikte getirmiştir. Meta üretiminin tam bir zafer kazanabilmesi için, burjuvazi, iç pazarı ele geçirmek zorundadır. Bundan başka, siyasi düzeyde birleşmiş, halkı tek dil konuşan topraklara ihtiyaç vardır: Bu topraklar üzerinde o dilin gelişip edebiyatta yer etmesini önleyen bütün engeller ortadan kaldırılmış olmalıdır. Dil, insanlar arasında en önemli ilişki aracıdır. Dil birliği ve dilin hiçbir engelle karşılaşmadan gelişmesi, çağdaş kapitalizmin gerektirdiği çapta gerçekten serbest ve yaygın bir ticaret için; halkın ayrı sınıflarda serbestçe ve yaygın olarak gruplaşması için; ve nihayet pazarla büyük ya da küçük her bir mülk sahibi arasında ve satıcıyla alıcı arasında sıkı bir bağın kurulabilmesi için en önemli şartlardır”.
“Dolayısıyla her milli hareketin tabii eğilimi, milli devletlerin kurulması yönündedir. Çağdaş kapitalizmin ihtiyaçlarını en iyi bu devletler karşılar. En köklü ekonomik etkenler bu yönde işler ve o yüzden bütün Batı Avrupa için, hatta bütün medeni dünya için milli devlet, kapitalist dönemin tipik ve normal devletidir.”
“Karışık milletlerden meydana gelen devletler (milli devletlerden ayrı olarak çok milletli devletler diye bilinen devletler), ‘her zaman’ iç yapıları şu ya da bu nedenlerle anormal ya da az gelişmiş (geri) devletlerdir.” (Lenin, UKTH)
Üçüncü olarak, milli hareket “özünde her zaman burjuvazisinin damgasını taşımakta ve her şeyden önce burjuvazi için yararlı, onun tarafından özlenilir bir hareket olmaktadır” (Stalin).
Stalin yoldaş şöyle demektedir:
“Her yandan sıkıştırılan ezilen ulusun burjuvazisi, tabii harekete geçer. Kendi halkına hitap eder ve kendi özel davasını bütün halkın davasıymış gibi göstererek bütün avazıyla ‘vatan’ diye bağırmaya başlar. Kendi ‘vatandaşları’ arasında, ‘vatan’ için bir ordu toplar ve ‘halk’ bu çağrılara her zaman kayıtsız kalmaz. Burjuvazinin bayrağı çevresinde toplanır. Yukarıdan gelen baskı onu da ezer ve hoşnutsuzluğuna sebep olur.
“Ve işte ulusal hareket böyle başlar. Ulusal hareketin gücü, bu harekete ulusun geniş tabakalarının, proletarya ile köylülerin katılma derecesiyle orantılıdır”.
Stalin yoldaş, ulusal harekete, işçilerin ve köylülerin hangi şartlar altında katıldıklarını tahlil ettikten ve “bilinçli proletaryanın denenmiş olan kendi bayrağı vardır ve onun, burjuvazinin bayrağı altında safa girmesinin gereği olmaz” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Yukarıdaki söylediklerimizden çıkan açık sonuç şudur ki, yükselen kapitalizm şartlarında ulusal savaş, burjuva sınıflar arasındaki bir savaştır. Bazen burjuvazi ulusal harekete proletaryayı da sürükleyebilmekte ve o zaman ulusal hareket görünüşte [altını çizen Stalin], ama yalnız görünüşte, bir ‘genel halk hareketi’ karakteri kazanmaktadır. Ama bu hareket özünde [altını çizen Stalin] her zaman burjuvazinin damgasını taşımakta ve her şeyden önce burjuvazi için yararlı ve onun tarafından özlenilir bir hareket olmaktadır” (Stalin, Marksizm ve Milli Mesele, s. 24-25-26). Stalin yoldaşın da hemen eklediği gibi “bundan, proletaryanın, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı savaşmaması gerektiği sonucu asla çıkarılmamalıdır.” Hayır, bundan çıkarılacak sonuç, halk hareketi ile milli hareketin bir ve aynı şey olmadığıdır.
Özetlersek, halk hareketi, ezilen ve sömürülen yığınların sınıf hareketidir. Ve özünde, her zaman ezilen kitlelerin damgasını taşımaktadır; her tarihi dönemde vardır; ve bugün halk hareketleri, sınıf bilinçli proletaryanın önderliğiyle birleşerek, demokratik halk devrimleriyle ve sosyalist devrimlerle kitlelerin nihai kurtuluşlarını gerçekleştirmeye yönelmiştir.
Milli hareketler, yükselen kapitalizm şartlarında ortaya çıkmıştır. Batı’da 1789 ile 1871 arasında bir belli tarihi dönemi kapsar; Doğu Avrupa’da ve Asya’da 1905’lerden sonra başlamıştır ve halen yer yer devam etmektedir; milli hareketler özünde her zaman burjuvazinin damgasını taşımaktadır ve her milli hareketin tabii eğilimi, kapitalizmin ihtiyaçlarına en iyi cevap veren milli bütünlüğü olan devletlerin kurulması yönündedir.
Bugün Türkiye Kürdistanı’nda “hızla güçlenmekte” olan hareket, hem Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının başını çektiği Kürt milli hareketidir, hem de ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve köylülerinin, gittikçe komünist bir önderlikle birleşme istidadı gösteren sınıf hareketi yani, halk hareketidir. Birincisi, sadece Türk hakim sınıflarının milli baskılarını ortadan kaldırmaya ve aynı zamanda Kürt burjuvazisinin ve toprak ağalarının “iç pazarı” ele geçirmesi amacına yöneldiği halde; ikincisi hem Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının sömürü ve baskısına, hem de milli baskıya, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı yönelmiştir. Şafak revizyonistleri, karakteri ve amaçları yönünden birbirinden tamamen farklı bu iki hareketi, “halk hareketi” adı altında bir ve aynı şey gibi göstermektedir.
7. Doğu Avrupa ve Asya’da Milli Hareketlerin Gelişmesi:
Doğu Avrupa’da ve Asya’da milli hareketlerin, ancak 1905’lerde başlamış olduğunu ve bu hareketlerin tabii eğiliminin de, milli devletlerin kurulması yönünde olduğunu belirttik. Doğu Avrupa’da ve Asya’da milli hareketlerin başladığı dönem, emperyalizmin teşekkülü, ticaretin uluslararası bir nitelik kazanmasıyla, milletlerarası sermayeyle, milletlerarası işçi sınıfı arasındaki çelişkinin ön plana çıktığı dönemdir.
1905’lerden İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına kadar geçen süre içinde, Doğu Avrupa’da ve Asya’da milli devletler (bir kısmında çok milletli devletler) teşekkül etmiş, sömürgeler, genel olarak sözde bağımsız hale gelmişlerdir. Gerçekteyse, bağımlılığın yeni bir biçimi yaygınlık kazanmış, sömürge ülkelerin yerini, yarı-sömürge ülkeler almıştır.
1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, bütün dünyada burjuva önderliğinde eski tip devrimler dönemini kapamış, proletarya önderliğinde yeni-demokratik devrimler dönemini ve sosyalist devrimler dönemini açmış bulunuyordu. Burjuvazi, bütün dünyada halk hareketlerinden korkar hale gelmiştir. Bu yüzden, Doğu Avrupa’da ve Asya’da milli hareketler, sömürge yapıyı yarı-sömürge yapıyla değiştirmekten ileri gidemediler; yarı-feodal yapıyı ise olduğu gibi muhafaza ettiler. Burjuvazi ve toprak ağaları sınıfları ittifak kurarak emperyalizmle işbirliğine giriştiler.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Çin’de yeni-demokratik devrimin başarıya ulaşması, Doğu Avrupa ülkelerinde proletarya önderliğinde anti-faşist halk cephelerinin iktidarı ele geçirmesi, bunların demokratik halk diktatörlüğünden, durmaksızın proletarya diktatörlüğüne ve sosyalizmin inşasına geçmeleri, emperyalizmin gerilemesi, bütün bunlar, geri ülkelerdeki burjuvaziyi devrimden daha çok korkar hale getirmiştir.
Emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği bu yeni dönemde milli hareketlerin durumu şudur:
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde milli ve demokratik devrimin tamamlanması görevi, yani emperyalizmin ve feodalizmin tamamen ve kesinlikle tasfiyesi görevi, artık proletaryanın sınıf hareketinin omuzlarındadır. Burjuvazi, artık kendisinin tarihi görevleri olan bu görevleri başaracak güçte ve yetenekte değildir. Sadece milli burjuvazinin bir kanadı, devrimci kanadı, proletarya önderliğindeki birleşik halk cephesinde bir müttefik olarak yer alabilir. O da durmaksızın yalpalayarak, bocalayarak. Çağımız için genel, yaygın ve tipik olan durum budur.
Öte yandan, hâlâ devam eden az miktardaki eski sömürgelerde ve çok milletli devletlerde ezilen, bağımlı ve uyruk milletlerin burjuvaları ve bir kısım toprak ağaları, milli baskılara karşı ve milli devletler kurma amacı ile milli hareketlere girişmektedirler. Gerek sömürgelerdeki ve gerekse uyruk milletlerdeki bu milli hareketler, eski dönemin çağımıza devrettiği, yaygın olmayan ve çağımızı karakterize etmeyen ama yine de Marksist-Leninistlerin ele almak zorunda oldukları birer vakıadırlar. Bu iki tip ulusta da milli hareketlerin doğal gelişme eğilimi, milli devletlerin kurulması yönündedir. Kesin bir şey varsa, o da, bu milli hareketlerin ilerici ve demokratik bir muhteva taşıdığıdır. Ama öte yandan, kesin bir başka şey de, buralardaki milli hareketlerin ister ayrı bir devlet kurmakla sonuçlansın, ister başka şekillerde sonuçlansın, milli ve demokratik devrimi tamamlayamayacağıdır. Bu uluslarda da emperyalizmi ve feodalizmi silip süpürmek görevi, yine proletaryanın sınıf hareketinin omuzlarındadır. Bu iki tip ulusta da proletarya hareketi, bir yandan milli ve demokratik devrimi tamamlama görevinin kendi omuzlarında olduğunu bilmeli, öte yandan da burjuva milli hareketinin ilerici ve demokratik muhtevasını desteklemelidir.
Türkiye bugün çok milletli devletlerden biridir. Ve Türkiye’de sadece Kürtler bir ulus teşkil ederler. Bu bakımdan da, Türkiye komünistleri açısından, milli meselenin esasını (tamamını değil) Kürt meselesi teşkil eder. Şimdi, Kürt milli hareketinin gelişmesine göz atalım.
8. Kürt Milli Hareketi:
Türkiye’de milli hareketler henüz yeni ve sadece Kürt hareketinden ibaret de değildir. Daha Osmanlı toplumu çökmeden önce başlamış ve bugüne kadar devam edegelmiştir. Bulgarlar, Yunanlılar, Macarlar, Arnavutlar, Kürtler, Ermeniler, Araplar, Yugoslavlar, Romenler... Osmanlı devletinde hakim ulus olan Türk ulusuna karşı defalarca ayaklanmışlar, tarih, Kürt hareketinin dışındaki milli hareketleri belli bir çözüme bağlamıştır. Bugün Türkiye sınırları içinde hâlâ bir çözüme bağlanmamış olan milli hareket, Kürt hareketidir. Türkiye’de milli hareketin tabii eğilimi de, daima milli bütünlüğü olan devletlerin kurulması yönünde olmuştur. 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında Doğu Avrupa’nın ve Asya’nın hayatına sessizce giren kapitalizm, bu bölgelerde milli hareketleri depreştirmiştir. Türkiye sınırları içindeki diğer milliyetler meta üretiminin ve kapitalizmin gelişmesi ölçüsünde Türkiye’den koparak ayrı milli devletler içinde (veya çok milletli devletler içinde) örgütlenmişlerdir. 1915’de ve 1919-20’de kitle halinde katledilen ve topraklarından sürülen Ermenilerin hareketi müstesna.
Lozan Antlaşması, Kürtleri çeşitli devletler arasında parçaladı. Emperyalistler ve yeni Türk hükümeti, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını çiğneyerek, Kürt milletinin kendi eğilimini ve isteğini hiçe sayarak, sınırları pazarlıkla tesbit ettiler.
Böylece Kürdistan bölgesi İran, Irak ve Türkiye arasında bölündü.
Burada bir noktayı daha belirtelim: Kürdistan’ın Lozan Antlaşmasıyla kendi kaderini tayin hakkı çiğnenerek parçalanması, elbette tarihi bir haksızlıktır. Ve Lenin yoldaşın bir başka vesileyle söylediği gibi, haksızlığı durmadan protesto etmek ve bütün hakim sınıfları bu konuda ayıplamak, komünist partilerin görevidir. Ama böyle bir haksızlığın düzeltilmesini programına koymak akılsızlık olur. Çünkü bugünün meselesi olma niteliğini çoktan kaybetmiş bir sürü tarihi haksızlık örnekleri vardır. “Sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemekte devam eden bir tarihi haksızlık” olmadıkları sürece, komünist partiler bunların düzeltilmesini sağlamak gibi, işçi sınıfının dikkatini temel meselelerden uzaklaştırıcı bir tutuma giremezler. Yukarıda işaret ettiğimiz tarihi haksızlık, artık günün meselesi olma niteliğini çoktan yitirmiştir, “sosyal gelişmeyi ve sınıf mücadelesini doğrudan doğruya kösteklemek” gibi bir mahiyet taşımamaktadır. Bu nedenle komünistler, onun düzeltilmesini istemek akılsızlığını ve basiretsizliğini gösteremezler. Bu noktayı belirtmemizin sebebi, Program Taslağı üzerindeki tartışmalarda bir arkadaşın Kürdistan bölgesinin birleştirilmesini programa koymak yolundaki isteğidir. Türkiye’de komünist hareket ancak Türkiye sınırları içindeki milli meseleyi en iyi, en doğru çözüme bağlamakla yükümlüdür. Irak ve İran’daki komünist partileri de, milli meseleyi kendi ülkeleri açısından en doğru çözüme kavuştururlarsa, sözkonusu tarihi haksızlığın hiçbir değeri ve önemi kalmayacaktır. Bütün Kürdistan’ın birleştirilmesini programımıza koymamız, bir de şu açıdan sakattır: Bu, bizim tayin edeceğimiz bir şey değildir. Kürt milletinin kendisinin tayin edeceği bir şeydir. Biz, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını savunuruz. Bu hakkı kullanıp kullanmayacağını veya ne yönde kullanacağını Kürt milletinin kendisine bırakırız. Bu nokta üzerinde ilerde tekrar duracağımızdan, geçiyoruz.
Türkiye’nin Lozan Antlaşmasıyla tespit edilen sınırları içinde de Kürt milli hareketi devam etmiştir. Zaman zaman ayaklanmalar olmuştur. Bunların en önemlileri 1925 Şeyh Sait İsyanı, 1928 Ağrı İsyanı, 1930 Zilan İsyanı ve 1938 Dersim İsyanıdır. Bu hareketlerin “milli” karakterlerinin yanında, bir de feodal karakterleri vardır: O zamana kadar kendi başlarına hükümran olan feodal beyler, merkezi otoritenin bu hükümranlığı tehdit etmeye başlaması üzerine, bu otoriteyle çatışmışlardır. Feodal beyleri merkezi otoriteye başkaldırmaya iten esaslı etken budur. Kürt burjuvazisinin “kendi” iç pazarına hakim olma arzusu ile feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık arzusu, Türk hakim sınıflarının elinde tuttuğu merkezi otoriteye karşı birleşmiştir. Köylü kitlelerinin geniş ölçüde bu hareketlere katılmalarının sebebi ise, amansız milli baskılardır. Stalin yoldaşın belirttiği gibi, milli baskı politikası:
“Halkın geniş tabakalarının dikkatini, sosyal meselelerden ulusal meselelere, proletaryanın ve burjuvazinin ‘ortak’ meselelerine doğru çevirir. Bu da, ‘çıkarlar harmonisi’ yalanını yaymak için proletaryanın [ve köylülerin] sınıf çıkarlarını örtbas etmek için, işçileri [ve köylüleri] manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli ortamı yaratır”.
Bütün bu sebepler feodal Kürt beylerini, genç Kürt burjuvalarını ve aydınlarını, Kürt köylülerini, yeni devletin hakimi olan Türk burjuvalarına, toprak ağalarına ve onlarla beraber hareket eden hakim bürokrasiye karşı birleştirdi. Yeni devletin hakimleri olan Türk burjuvaları ve toprak ağaları, her alanda ırkçılığı yaymaya ve diriltmeye girişmişlerdi. Tarihi yeni baştan kaleme alarak, bütün milletlerin Türklerden olduğu gibi ırkçı ve saçma bir teori icat etmişlerdi. Bütün dillerin kaynağı da Türkçeydi(!). Güneş Dil Teorisi bunu ispatlamak için uyduruldu. Türkler efendi milletti (gerçekte “efendi” olanlar, Türk hakim sınıflarıydı): Azınlıklar ona itaate mecburdu. Türkçeden başka dil konuşmak yasaktı. Azınlık milliyetlerin bütün demokratik hakları gaspedilmişti. Onlara her türlü eziyet ve hakaret mübahtı. Kürt olanlara aşağılayıcı sıfatlar takılıyordu. Türk işçi ve köylüleri arasında bir Türk şovenizmi yaratılmaya çalışılıyordu ve bunda az çok da başarılı olunmuştu. Bütün ülke çapında uygulanan “örfi idareler”, Doğu’da katmerli bir şekil alıyordu. Kürt bölgesi sık sık “askeri yasak bölge” ilan ediliyordu vs. vs... Bütün bunların, hakim millet şovenizmine bir tepki olarak, ezilen ulus milliyetçiliğini güçlendirmesi kaçınılmazdır. Kürt köylülerini, kendi milliyetinden burjuvaların ve feodal beylerin safına itmesi kaçınılmazdır. Büyük çoğunluğu Türkçe dahi bilmeyen Kürt halkı, özellikle Kürt köylüleri, kendilerini bir sömürge valisi gibi ezen, zulmeden, aşağılayan bu yeni idarenin memurlarına, doğal olarak şiddetli bir tepki gösteriyordu. Köylülerin bu haklı tepkisi zorunlu olarak feodal Kürt beylerinin ve Kürt burjuvalarının tepkisiyle birleşti. Kürt isyanları böyle doğdu. Komünistler bu isyanların zulme, milletleri ezme politikasına, eşitsizliğe, imtiyazlara karşı yönelen ilerici ve demokratik yanını destekler; ama feodal beylerin kendi başlarına hükümranlık sağlamak istemesine veya burjuvazinin kendi üstünlükleri uğruna mücadelesine de karşı çıkarlar; hiçbir milletin burjuva ve toprak ağaları sınıfının imtiyazını ve üstünlüğünü savunmazlar. O dönemlerde TKP yanlış bir politika izlediği için, Türk hakim sınıflarının milli baskı politikasını kayıtsız şartsız destekledi. Kürt köylülerinin milli baskılara duyduğu kuvvetli ve haklı tepkiyi proletarya önderliğiyle birleştirmek yerine, Türk burjuva ve toprak ağalarının peşine takıldı, böylece de iki milliyetten emekçi halkın birliğine büyük zarar verdi. Kürt emekçileri arasında Türk işçilerine ve köylülerine karşı güvensizlik tohumları saçtı.
Kürt isyanlarının yeni Türk devleti tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını feodalizme karşı yönelmiş “ilerici”, “devrimci” bir hareket diye alkışlayanlar, sadece ve sadece iflah olmaz hakim ulus milliyetçileridir. Böyleleri, yeni Türk devletinin sadece feodal Kürt beylerine saldırmadığını, çoluk-çocuk, kadın-erkek bütün Kürt halkına da vahşice saldırdığını, onbinlerce köylüyü katlettiğini görmezlikten geliyorlar. Böyleleri, yeni Türk devletinin bu katliamları yaparken, kendisine karşı çıkmayan feodal beylere candan dostluk gösterdiğini, bunlara destek olduğunu ve bunları güçlendirdiğini unutuyorlar. Böyleleri, Kürt köylülerini ayaklanmaya iten sebeplerle Kürt feodal beylerini ayaklanmaya iten sebep arasındaki son derece önemli farklılığı görmezlikten geliyorlar. Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hakim sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona “komünistler” var. Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup savunulmayacağını tartışacağız. Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu şartlarda bir komünist hareketin tutumunun nasıl olması gerekir? Birinci olarak, Türk hakim sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani ayrı bir devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek. Bu, pratikte dışarıdan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna benzer bir yolla bizzat Kürt milleti tarafından verilmesi anlamına gelir. Kürt hareketini bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında kendisinin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele eder ve Türk hakim sınıflarının bastırma, ezme, müdahale politikasını kitlelere teşhir eder, ona karşı aktif olarak savaşırdı. İkincisi, İngiliz emperyalizminin milliyetleri birbirine düşürme politikasını, bunu her milliyetten emekçi halka, bunların birliğine verdiği zararı kitlelere teşhir eder, İngiliz emperyalizminin müdahale, içişlere burnunu sokma politikasıyla aktif olarak savaşırdı. Üçüncüsü, Kürt ulusunun ayrılmasını, “bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar”, bizzat ayrılmayı destekleme veya desteklememe yolunda bir karara varırdı. Eğer ayrılmamayı proletaryanın sınıf menfaatlerine uygun buluyorsa, Kürt işçileri ve köylüleri arasında bunun propagandasını yapardı; özellikle Kürt komünistleri, kendi halkı arasında birleşmenin propagandasını yapardı ve milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, mollaların, şeyhlerin, vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele ederdi. Buna rağmen Kürt ulusu ayrılma yönünde karar verirse, Türk komünistleri buna razı olur, ayrılma isteğinin karşısına zor çıkarma eğilimleriyle kesinlikle mücadele ederdi. Kürt komünistleri ise Kürt işçi ve emekçileri arasında “birleşme”nin propagandasını yapmaya, emperyalist müdahaleyle mücadeleye; Kürt feodal beyleriyle, şeyhlerle, mollalarla, burjuvazinin milliyetçi amaçlarıyla mücadeleye devam ederdi.
Eğer komünist hareket, Kürt ulusunun ayrılmasının proletaryanın sınıf menfaatleri açısından faydalı olacağına karar verirse, mesela ayrılma halinde Kürt bölgesinde devrim imkanı artacaksa, o takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu; hem Türk işçi ve emekçileri arasında, hem de Kürt işçi ve emekçileri arasında ayrılmanın propagandasını yapardı. Her iki halde de, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt işçi ve emekçileri arasında sıcak ve samimi bağlar doğardı. Kürt halkı, Türk halkına ve komünistlere büyük bir güven ve dostluk duygusu beslerdi. Halkların birliği pekişir, devrimin başarısı daha da kolaylaşırdı.
İngiliz emperyalizminin, Şeyh Sait hareketinde parmağı olduğunu iddia ederek Türk hükümetinin, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını çiğnemesini, kitle katliamlarına girişmesini vs. haklı ve ilerici göstermeye çalışanlar, bir kere daha tekrarlayalım, iflah olmaz Türk şovenistleridir. Bugün, Amerikancı faşist generaller çetesinin en köpekçe savunucusu ve tayin edilmemiş akıl hocası Metin Toker’in de, o gün Kürt ulusuna reva görülen katliamları haklı çıkarmak için “İngiliz emperyalizmi parmağı” isnadına sarılması, ibret vericidir. Faşist iktidarların bile açıkça savunma cesareti gösteremedikleri komando zulümlerini alçakça savunmaya yeltenen Doğan Avcıoğlu’nun da aynı iddiaya sarılması, yine ibret vericidir. Bir milletin kendi kaderini tayin hakkı, emperyalizme alet oldukları veya olabilecekleri iddiasıyla kısıtlanamaz veya ortadan kaldırılamaz; böyle bir iddiayla bir milletin “ezilmesi ve gadre uğraması” savunulamaz. Kaldı ki, sözkonusu dönemde bizzat Türk hükümeti, İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle işbirliği halindedir. Proletaryanın milli meseledeki temel şiarı, her şart altında aynıdır:
“Bir millet ya da bir dil için imtiyaza hayır! Bir milli azınlığın en ufak bir ölçüde dahi olsa ezilmesine ya da gadre uğramasına hayır!” (Lenin).
Devam edelim:
Türk hakim sınıflarının milli baskıları günümüze kadar sürüp gelmiştir. Ve hâlâ devam etmektedir. Buna paralel olarak Kürt milli hareketi de süregelmiştir. Ve hâlâ devam etmektedir. Şu farkla ki, bir kısım Kürt feodal beyleri, Türk hakim sınıflarının safına geçmiştir. Sayıları son derece sınırlı bazı Kürt büyük burjuvaları, Türk hakim sınıflarının safına geçmiştir. Kürt burjuvazisi bir hayli güçlenmiş ve Kürt milli hareketi üzerindeki feodal etki nispeten zayıflamıştır. Bugün Kürt milli hareketinin başını, bir hayli güçlenmiş olan Kürt burjuvaları, bunların ideolojisini benimseyen aydınlar ve küçük toprak ağaları çekmektedir. Bunun yanında, Kürt işçi ve köylüleri de, Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının nüfuzundan geçmişe nispetle biraz daha sıyrılmış bulunuyor. Kürt işçileri, yoksul köylüleri ve aydınları arasında Marksist-Leninist fikirler kök salmaya başlamıştır ve hızla yayılmaktadır. Bu şartlar altında, Türkiye komünistlerinin Kürt milli hareketi karşısındaki tutumları ne olmalıdır? Şimdi bu noktaya geçiyoruz ve bu konuda Şafak revizyonistlerinin yanlış ve halkların birliğine zarar veren çizgilerini de sergileyeceğiz.
9. Kürt Milli Hareketinin Demokratik Muhtevası:
Kürt milli hareketi genel bir demokratik muhteva taşır. Çünkü bir yönüyle ezen ulusun hakim sınıflarının zulmüne, zorbalığına, imtiyazlarına, bencil çıkarlarına karşı yönelmiştir. Milli baskının kaldırılması, milliyetler arasında eşitliğin sağlanması, hakim ulusun hakim sınıflarının imtiyazlarının kaldırılması, dil üzerindeki yasaklamaların ve sınırlamaların son bulması, her alanda uluslar arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğinin tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici taleplerdir.
Stalin yoldaş şöyle diyor:
“Gezi özgürlüğünün kısıtlanmalarından, seçim haklarından yoksun bırakılmalarından, ulusal dilin kullanılmasına karşı ileri sürülen engellerden, okul sayısının azaltılmasından ve başka baskı tedbirlerinden, işçiler, burjuvazi kadar, hatta daha da fazla acı çekmektedirler. Böyle bir durumun etkisi, ancak bağımlı ulusların proletaryasının manevi güçlerinin serbestçe gelişmesini frenler. Toplantılarda ve kongrelerde, ana dilini konuşmasına izin verilmezken, okulları kapatılırken, Tatar ya da Yahudi işçinin tam olarak geliştiğinden ciddiyetle söz edilemez”.
Yine Stalin yoldaşın şu sözlerini bir kere daha okuyalım:
“Milliyetçi baskı politikası, halkın geniş tabakalarının dikkatini, sosyal meselelerden, sınıf mücadelesi meselelerinden ulusal meselelere, proletaryanın ve burjuvazinin ‘ortak’ meselelerine çevirir. Bu da, ‘çıkarlar harmonisi’ yalanını yaymak için, proletaryanın sınıf çıkarlarını örtbas etmek için, işçileri manevi bakımdan köleleştirmek için elverişli ortamı yaratır. Ve böylece bütün ulusların işçileri arasında birliği kurma görevi karşısında ciddi bir engel dikilmiş olur”.
Hatta milli baskı politikası, bağımlı ulusları ezmekle de yetinmiyor, çok kere ulusları birbirine karşı kışkırtma politikasına dönüşüyor. Böylece, çeşitli milliyetlere mensup emekçiler arasında kin ve düşmanlık tohumları ekilmiş oluyor. İşçileri ve emekçileri böylece “bölen” ve birbirlerine düşüren hakim ulusun hakim sınıfları, daha kolay hükmetme imkanına kavuşuyor. Ezilen ulusun milli hareketi, bir yönüyle de hakim ulusun milli baskı politikasına yöneldiği içindir ki, çeşitli milliyetlere mensup işçiler ve emekçiler arasında birliğin sağlanmasına, ezilen ulusun işçilerinin ve emekçilerinin manevi güçlerinin serbestçe gelişmesine ve bunu engelleyen kösteklerin kaldırılmasına hizmet eder.
Lenin yoldaş, şunu belirtiyor:
“...Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel demokratik muhteva taşır ve bizim, ulusal imtiyazları sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırdeder... kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu muhtevadır”.
Fakat hiçbir milli harekette, o milletin burjuvazisinin ve toprak ağalarının talebi, milli baskının kaldırılması ve milliyetlerin eşitliği talebiyle sınırlı kalamaz. Şimdi bu noktaya gelelim:
10. Kürt Milli Hareketi İçinde, Burjuvazinin ve Küçük
Toprak Ağalarının Milliyetçiliği Güçlendirmeyi Hedef
Alan “Olumlu” Eylemi:
Genel olarak her milli harekette ve özel olarak Kürt milli hareketinde, burjuvazinin asıl amacı kendi üstünlüklerini sağlamaktır. Pazara hakim olmaktır; bölgesindeki maddi zenginlikleri vs... kendi tekeline almaktır. Kendi lehine eşitsizlik ve imtiyazlar sağlamak, kendi ulusal gelişmesini garantiye almaktır. Burjuvazi ve milli harekete katıldığı ölçüde toprak ağaları, kendi lehine eşitsizlik, kendi lehine imtiyaz isterler. Başka milletlerin demokratik haklarını kendi lehine gaspetmek ister. Kendinden daha zayıf ve güçsüz olanlara milli baskı uygulamak ister. Milletlerin proleterlerini ulusal çitlerle birbirinden ayırmak, kendi milliyetinden olan proleterlerin ve diğer emekçilerin, kendi milliyetçi emellerini kayıtsız şartsız desteklemesini sağlamak ister. Proletaryanın ve demokratizmin uluslarası kültürü yerine, kendi ulusal kültürünü geçirmek, ulusal kültürünü (yani hakim olan burjuva kültürünü) geliştirmek, proletaryayı ve emekçileri ulusal kültürle beslemek ve kendi sınıf emellerini kayıtsız şartsız destekçileri haline getirmek ister. Burjuvazi ve toprak ağaları zorla özümleme dışındaki, milliyetlerin kaynaşması yönündeki tarihi eğilime, yani kendiliğinden özümlemeye direnir; ulusal farklılıkların kendiliğinden silinmesine direnir; bir devlet içindeki her milliyetten proleterlerin aynı örgütler içinde birleşmesine direnir; proleterleri milliyetlerine göre birbirinden ayırmak, kendi milliyetinden olan proleterleri sınıf örgütleri yerine “milli örgütler” içinde ve kendi sınıf amaçları doğrultusunda birleştirmek ister.
Bugün, Kürt milli hareketi içinde genel demokratik muhtevanın yanında yukarıdakilere benzer milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan gerici emelleri görmemek mümkün değildir. Bu emeller, Kürt milli hareketinin başını çeken burjuvazinin ve toprak ağalarının emelleridir.
Şafak revizyonistleri, Kürt milli hareketi içindeki burjuvazinin ve toprak ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan “olumlu” eylemini tamamen bir yana bırakmıştır. Şafak revizyonistlerine göre Türkiye Kürdistanı’nda gelişen hareket, ilerici ve gerici yanlarıyla bir milli hareket değil, “milli baskı ve eritme politikasına karşı” “demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderlerini tayin(!) için” yürütülen tamamen ilerici bir halk hareketidir. Böylece Şafak revizyonistleri, Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının milliyetçi ve anti-proleter emellerine ve çabalarına destek olmakta, Kürt proletaryasını ve emekçilerini, Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının peşine takarak, iki halkın birliğini baltalamaktadır. Şafak revizyonizminin Türk milliyetçisi çizgisi, Kürt milliyetçiliğiyle uzlaşmıştır.
Özetlersek, her milli harekette olduğu gibi Kürt milli hareketinin de iki niteliği vardır:
Birincisi, Türk burjuva ve toprak ağalarının milli baskılarına, imtiyazlarına, devlet kurma imtiyazına, zulmüne ve zorbalığına karşı yönelmiş, genel demokratik muhteva.
İkincisi, Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye, böylece Kürt burjuva ve toprak ağalarının üstünlük ve imtiyazlarını gerçekleştirmeye yönelen gerici muhteva.
11. Sınıf Bilinçli Türkiye Proletaryasının Kürt Milli
Hareketi Karşısındaki Tutumu Ne Olmalıdır?
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, milliyeti ne olursa olsun bilinçli Türkiye proletaryası, burjuva milliyetçiliğinin bayrağı altında yer almayacaktır. Stalin yoldaşın ifadesiyle:
“Bilinçli proletaryanın denenmiş olan kendi bayrağı vardır ve onun, burjuvazinin bayrağı altında safa girmesinin gereği olamaz.”
İkinci olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, işçi ve köylü yığınlarını kendi bayrağı etrafında toplamaya çalışacak, bütün emekçi sınıfların sınıf mücadelesine önderlik edecektir. Türkiye devletini kendine temel alarak, Türkiye içindeki bütün uluslardan işçileri ve emekçileri ortak sınıf örgütleri içinde birleştirecektir.
Üçüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketinin Türk hakim sınıflarının zulmüne, zorbalığına ve imtiyazlarına yönelen, her türlü milli baskının kalkmasını ve milletlerin eşitliğini hedef alan genel demokratik muhtevasını kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir. Diğer ezilen milliyetlerin aynı yöndeki hareketlerini kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleyecektir.
Dördüncü olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir.
Meselenin daha iyi kavranabilmesi için, Lenin yoldaştan geniş aktarmalar yapmamızı okuyucuların hoş göreceğini umarız.
Lenin yoldaş şöyle diyor:
“Milliyet ilkesi, burjuva toplumunda, tarihi bakımdan kaçınılmaz ve zorunlu bir ilkedir ve bu toplumu ele alan bir Marksist, milli hareketlerin tarihi meşruiyetini kesin olarak kabul eder. Ama bu kabul edişin burjuva milliyetçiliğinin savunma biçimini almaması için o, milli hareketlerde ilerici olarak ne varsa (abç) ancak onu desteklemekle yetinmelidir; öyle ki, proleter bilinci, burjuva ideoloji tarafından karartılmış olmasın.
“Feodal uyuşukluktan çıkan yığınların uyanışı, ilerici bir şeydir, nasıl ki bu yığınların halkın egemenliği uğruna, ulusun egemenliği uğruna her türlü ulusal baskıya karşı mücadelesi de ilerici bir şeyse, Marksistin en kararlı ve en tutarlı demokratizmi, milli meselenin bütün yönlerinde, mutlak savunma görevi, buradan gelmektedir. BU ÖZELLİKLE OLUMSUZ BİR GÖREVDİR (abç). Proletarya, milliyetçiliği desteklerken aşırı davranışlara gidemez. Çünkü daha ilerde, milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef tutan burjuvazinin olumlu eylemi başlar.
“Her türlü feodal boyunduruğu kırmak, uluslara karşı her türlü baskıya, uluslardan biri ya da dillerden biri için her türlü imtiyaza karşı çıkmak, demokratik bir güç olarak proletaryanın mutlak görevidir, milli kavgalarla karartılan ve geciktirilen proleter sınıfının mücadelesinin mutlak çıkarınadır. Ama kesin olarak sınırlandırılmış olan ve sınırları belli tarihi bir alana yerleştirilmiş bulunan çerçevenin ötesinde burjuva milliyetçiliğine yardım etmek proletaryaya ihanet ve burjuvazinin saflarına geçmek olur. Burada çok kere çok ince olan bir sınır vardır...
“Ulusal boyunduruğa karşı mücadele mi? Evet, elbette. Her türlü ulusal gelişme için, genel olarak “ulusal kültür” için mücadele mi? Elbette ki hayır...
“Burjuva milliyetçiliğinin ilkesi, genel olarak, milliyetin gelişmesidir (abç), burjuva milliyetçiliğinin tekelci karakteri buradan gelir. Sonu olmayan ulusal kavgalar buradan doğar. Proletarya ise herhangi bir ulusun ulusal gelişimini savunmak şöyle dursun, yığınları bu gibi hayallere karşı uyarır (abç), kapitalist değişim için en geniş özgürlüğü savunur ve zorla özümleme ya da imtiyazlara dayanan özümleme dışında, ulusların özümlenmesini olumlu karşılar...
“...Proletarya, burjuva milliyetçiliğinin gelişmesine destek olamaz; tersine o, ulusal farklılıkların silinmesine ve uluslararası engellerin yıkılmasına, milliyetler arasındaki bağları sağlamlaştıran her şeye, ulusların birbirleriyle kaynaşmasına yardım eden her şeye destek olur. Başka türlü davranmak, gerici milliyetçi küçük-burjuvazinin yanında yer almak olur.” (UKTH)
Yine Lenin başka bir yerde şunları söylüyor:
“...Burjuvazi, her zaman kendi ulusal taleplerini ön plana sürer. Bunları kesinlikle ileri sürer. Ama proletarya için bu talepler, sınıf mücadelesinin çıkarlarına bağlıdır. Teorik bakımdan, belirli bir ulusun başka bir ulustan ayrılmasının ya da bu ulusun bir başka ulusla eşitliğinin, burjuva-demokratik devrimi tamamlayıp tamamlayamayacağını önceden kestirmek imkansızdır. Her iki halde de proletarya için önemli olan şey, kendi sınıfının gelişmesini garantiye almaktır. Burjuvazi için önemli olan şey, bu gelişmeyi baltalamak ve “kendi” ulusunun amaçlarını proletaryanınkilerden öne almaktır. Onun için proletarya, kendi kaderini tayin etme hakkının tanınması isteğinin, deyim uygun düşerse, olumsuz yönüyle yetinir ve hiçbir ulusa, başka bir ulusun sırtından üstünlükler garanti etmeye, bu konuda taahhütlerde bulunmaya kalkışmaz.
“Bu, pek ‘pratik’ bir davranış olmayabilir; ama gerçekte bu, mümkün olan çözümlerin en demokratik olanının başarılması için, en iyi garantidir. Proletarya sadece bu garantilerin gereğini duymaktadır, her ulusun burjuvazisi ise, başka ulusların durumu ne olursa olsun (başka ulusların zararına olsa da), kendi çıkarlarının teminat altına alınmasını ister”. Lenin devam ediyor:
“Ezilen ulusların burjuvazisi, taleplerinin ‘pratik’ olduğu iddiasıyla proletaryayı, özlemlerini kayıtsız şartsız desteklemeye çağıracaktır...
“Proletarya, bu çeşit pratikliğin karşısındadır. Proletarya, eşitliği ve ulusal devlet kurma hakkı eşitliğini tanırken, bütün ulusların proleterlerinin birliğine pek büyük değer verir ve her ulusal talebi, her ulusun ayrılma hakkını işçilerin sınıf mücadelesi açısından değerlendirir...
..........................
“... İşçiler için önemli olan, iki akımın ilkelerini ayırdetmektir. Eğer ezilen ulusun burjuvazisi, ezen burjuvaziye karşı savaşırsa, biz, her zaman ve her durumda, herkesten daha kararlı olarak bu savaştan yanayız. Çünkü biz zulmün en amansız ve en tutarlı düşmanlarıyız. Ama ezilen ulusun burjuvazisi, kendi öz burjuva şoven milliyetçiliğinin çıkarlarını savunuyorsa, biz ona karşıyız. Ezen ulusun imtiyazlarına ve zulmüne karşı savaşırız, ama ezilen ulusun kendisi için imtiyazlar sağlama yolunda çabalarına destek olmayız.
“Eğer ulusların ayrılma hakkı sloganını ileri sürmez ve onu savunmazsak, o zaman ezen ulusun sadece burjuvazisinin değil, ama feodal derebeylerinin ve despotizminin de oyununa gelmiş oluruz...
“... Her ezilen ulusun burjuva milliyetçiliği, zulme karşı yönelmiş olan genel bir demokratik muhteva taşır ve bizim ulusal imtiyazlar sağlama eğiliminden bunu kesin olarak ayırdederek... kayıtsız şartsız desteklediğimiz işte bu muhtevadır...
..........................
“... Mücadelemizde belirli bir devleti kendimize temel olarak alıyoruz; o belirli devlet içindeki bütün ülkelerden [uluslardan olmalı -İ.K.-] işçileri birleştiriyoruz; biz hiçbir özel ulusal gelişme yolunu savunamayız, biz bütün mümkün olan yollardan sınıf hedefimize doğru yürüyoruz.
“Ama biz, her türlü burjuva milliyetçiliğine karşı savaşmazsak, bütün ulusların işçileri arasında eşitlik uğruna mücadele etmezsek, o hedefe doğru yol alamayız...
“... Her türlü devlet imtiyazına ve ulusal imtiyazlara karşı ve bütün ulusların kendi ulusal devletlerini kurmada hak eşitliği uğruna günlük ve bilinçlendirme ve propaganda görevini... Bu görev, (şu anda) milli meselede başlıca görevimizdir; çünkü biz demokrasinin ve bütün ulusların proleterlerinin eşit olarak ittifakının çıkarlarını ancak böyle savunabiliriz.
............................
“İşçi sınıfının ve onun kapitalizme karşı mücadelesinin çıkarları, bütün uluslar işçilerinin tam dayanışmasını ve en sıkı birliğini gerektirmektedir; bu çıkarlar her milliyetten burjuvazinin şoven politikasına karşı şiddetle karşı koymayı emreder. Onun için Sosyal-Demokratlar [komünistler -İ.K.-], eğer ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını yani ezilen ulusun ayrılma hakkını reddederlerse ya da ezilen ulusların burjuvazilerinin bütün ulusal isteklerini desteklerse, proletaryanın siyasi çizgisine karşı gelmiş olurlar ve işçileri burjuvazinin politikasına boyun eğmeye yöneltirler. Ücretli işçinin, Rus olmayan burjuvazi değil de, başlıca Rus burjuvazisi tarafından sömürülmesi ya da Yahudi burjuvazisi değil de, Polonya burjuvazisi tarafından sömürülmesi vb. hiç de önemli değildir. Sınıf çıkarlarını anlayan ücretli işçi, Rus kapitalistlerinin devlet imtiyazlarına olduğu kadar, Polonyalı ya da Ukraynalı kapitalistlerin, devlet imtiyazlarına kavuştukları zaman, dünya yüzünde cenneti kuracakları yolunda vaadleri karşısında da kayıtsızdır...
“Her iki durumda da işçiler sömürüleceklerdir. Ve sömürüye karşı başarıyla mücadele edebilmek için, proletarya her türlü milliyetçilikten arınmış olmalıdır; o, eğer deyim uygun düşerse, çeşitli ulusların burjuvazileri arasında üstünlük uğruna süregelmekte olan mücadelede mutlak olarak tarafsız kalmalıdır. Eğer, herhangi bir ulusun proletaryası, ‘kendi’ milli burjuvazisinin imtiyazlarını en hafif şekilde de olsa desteklerse, bu kaçınılmaz olarak, öteki ulusun proletaryası arasında güvensizlik yaratacaktır; işçilerin uluslararası sınıf dayanışmasını zayıflatacak, onları bölecektir ve böyle bir duruma sevinecek olan, ancak burjuvazi olacaktır ve...”
Tekrar edelim:
Kürt milli hareketi, ezilen bir ulusun, hakim bir ulusun hakim sınıflarına karşı mücadelesi olarak ilericidir ve demokratik bir muhteva taşır. Biz bu demokratik muhtevayı kesinlikle ve kayıtsız şartsız destekleriz. Türk burjuvazisi ve toprak ağaları lehine her türlü imtiyazlara ve eşitsizliğe karşı (devlet kurma hakkı imtiyazı da dahil) kararlı ve amansız olarak mücadele ederiz. Kürt milli hareketinin bu yoldaki taleplerini de kayıtsız şartsız destekleriz.
Fakat öte yandan, Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının gerici ve milliyetçi emellerine karşı da mücadele ederiz. Türk hakim sınıfları lehine her türlü eşitsizliğe ve imtiyaza, milli azınlıklara yönelen her türlü baskı ve zulme karşı mücadele ederken; milli azınlığın burjuva ve toprak ağalarının milliyetçi emelleriyle de mücadele edilmezse, bu kez bir başka milliyetçilik, Kürt milliyetçiliği güçlendirilir; Kürt proletaryasının sınıf bilinci, burjuva milliyetçiliğinin sisleriyle karartılır; Kürt işçileri ve köylüleri milliyetçiliğin kucağına itilir; Kürt işçi ve emekçileriyle Türk işçi ve emekçileri arasındaki birlik ve dayanışma baltalanır. Şafak revizyonistleri, içinde farklı unsurların yer aldığı Kürt milli hareketini, homojen bir “Kürt halkı” hareketi olarak takdim etmekle, bu hareketi bir bütün olarak ve tamamen ilerici göstermekle, nereye kadar ve hangi bakımlardan ilerici olduğunu, nereden sonra ve hangi bakımlardan burjuvazinin ve toprak ağalarının gerici emellerinin başladığını göstermemekle (daha doğrusu bunlar arasında bir ayırım yapmamakla), yukarıdaki tam da toprak ağalarının ve burjuvazinin işine yarayacak sonuca varıyor. Böylece, genel olarak Türkiye proletaryası ve özel olarak Kürt proletaryası aleyhine, Kürt burjuva ve toprak ağalarına taviz veriyor! Yarın, Kürt burjuva ve toprak ağalarının “olumlu eylemi” daha kuvvetle kendini hissettirdiği zaman Şafak revizyonistlerinin ne yapacağını merak etmekteyiz. Ama ne yapacakları daha bugünden bellidir! Türk milliyetçilerinin saflarına kayıtsız şartsız iltihak edeceklerdir.
Şu noktayı da belirtelim: Komünistler, ezilen bir milletin milliyetçiliğiyle hakim bir milletin milliyetçiliği arasında, küçük bir milletin milliyetçiliğiyle büyük bir milletin milliyetçiliği arasında daima ve mutlak bir ayırım yaparlar.
Lenin yoldaş bu konuda şunları söylüyor:
“Bu ikinci tür milliyetçilik konusunda [küçük bir milletin milliyetçiliği] bizim; bir büyük milletin fertlerinin tarihi pratikte öteden beri yapmadığımız zorbalık kalmamıştır. Üstelik biz hiç farkında olmadan zorbalık yapar, ona buna hakaret ederiz...
“İşte bunun içindir ki hakim ya da, denildiği gibi ‘büyük’ milletlerin (yalnız zorbalıkta büyük, yalnız kabadayılar olarak büyüktürler oysa) enternasyonalciliği, milletlerin eşitliğini biçimde gözetmek olmamalı sadece, hatta hakim milletin, büyük milletin sessizliği olmalıdır. Böylece, pratikte var olan eşitsizliğe karşı bir denge sağlanmış olacaktır. Kim bunu anlamıyorsa, milli mesele karşısında gerçek proleter tutumunu kavramamış demektir; hayat görüşü hâlâ esasta küçük-burjuvadır ve bu nedenle mutlaka burjuva hayat görüşüne kayacaktır”.
Lenin yoldaş şöyle devam ediyor:
“... Milli haksızlık kadar proleter sınıf dayanışmasının gelişmesini ve güçlenmesini geciktiren hiçbir şey yoktur; bir milletin ‘gocunan’ fertleri her şeyden çok, eşitlik konusunda ve sırf ihmalden ötürü ya da latife olsun diye dahi olsa bu eşitliğin çiğnenmesi, kendi proleter yoldaşlarınca çiğnenmesi konusunda hassastırlar. İşte bunun içindir ki, milli azınlıklara taviz verme ve hoşgörüyle davranma hususunda yetersiz kalmaktansa, aşırı gitmek daha iyidir” (Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 383-384).
Şafak revizyonistlerinin yaptığı, Lenin yoldaşın savunduğu şey midir? Hayır, asla! Şafak revizyonistleri, bugün esas olarak Türk milliyetçisi bir çizgi izliyorlar, Türk hakim sınıflarının imtiyazlarını savunuyorlar; ileride göreceğimiz gibi Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını alçakça ve bir yığın demagojiyle çiğniyorlar; Türk şovenizminin temsilcilerini kendilerine bayrak ediyorlar. Onların yaptığı şey, Lenin yoldaşın savunduğu şeyden tamamen farklıdır. Onlar, bir yandan hakim millet milliyetçisi bir çizgi izlerken, öte yandan da Kürt işçi ve emekçileriyle Kürt burjuva ve toprak ağaları arasındaki çizgiyi siliyor, Kürt burjuva ve toprak ağalarının görüş açısında yer alıyor. Bu, hakim ulus milliyetçiliğine karşı, milli azınlıklara taviz verme ve hoşgörüyle davranmada aşırı gitme değil; hakim millet milliyetçisinin azınlık milletin işçi ve emekçilerine karşı, azınlık milletin sömürücü sınıflarının milliyetçi emellerini desteklemedir.
Bir başka nokta da şudur: Şafak revizyonistleri, “Kürt halkının” “ağır milli baskı ve eritme politikasına karşı”, “demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için” mücadele ettiğini söylemektedir.
Kürt halkının kendi kaderini tayin için mücadele etmesi demek, Kürt halkının, hakim sınıfları devirerek demokratik halk iktidarını kurmak için mücadele etmesi demektir. Çünkü, halk kendi kaderini ancak devrim yaparak tayin edebilir. Milli meselenin ele alındığı bir yazıda, Kürt halkının devrim için mücadele ettiğini söylemek, doğrusu çok kıvrak bir zeka gerektirir(!). Eğer Kürt milleti kastediliyorsa, o zaman Şafak revizyonistleri şunu söylemiş oluyorlar: Kürt milleti ayrılmak için mücadele etmektedir. Çünkü, bugünkü zoraki birlik şartlarında Kürt halkının kendi kaderini tayin için (dikkat edilsin, tayin hakkı için değil) mücadele etmesi, sadece ve sadece ayrılmak için mücadele etmesi anlamına gelir.
Her milli hareketin genel eğiliminin, milli bütünlüğü olan devletler kurulması yönünde olduğunu, meta üretiminin ve kapitalizmin ihtiyaçlarını en iyi bu devletlerin karşıladığını, en güçlü ekonomik etkenlerin bu yönde işlediğini daha önce belirtmiştik. Kürt milli hareketinin genel eğilimi de, elbette milli bütünlüğü olan bir devlet kurulması yönündedir. Fakat genel eğilimi başka şeydir, bir milli hareketin formüle ettiği somut istekler başka şeydir. Somut istekler, bu genel eğilime aykırı düşmezler. Fakat her milli hareket bu genel eğilimi, yani ayrı bir devlet kurmayı kendisine somut hedef olarak da seçmeyebilir. Bu durumu etkileyen sayısız faktörler vardır. Devlet çapındaki ve uluslararası plandaki kuvvet ilişkileri, ülke içinde değişik milliyetlere bağlı burjuvaların ve toprak ağalarının menfaat hesapları, milli baskının karakteri, taktik endişeler vb..., bir milli hareketin formüle ettiği somut hedefleri, bütün bu faktörler tayin eder. Bu nedenle, her yerde milli hareketlerin genel eğilimi, ulusal bütünlüğü olan devletler kurma yönünde olduğu halde, milli hareketlerin formüle ettiği somut talepler başka başka olur.
Sözü Stalin yoldaşa bırakalım:
“Besbelli ki ulusal hareketin muhtevası, her yerde aynı olamaz! Bu muhteva, hareketin formüle ettiği değişik taleplere bağlıdır. İrlanda’da hareket bir tarım karakterine bürünür; Bohemya’da ‘dil’ karakterine bürünür; bir yerde insan haklarında eşitlik, vicdan özgürlüğü istenir; bir başka yerde ‘kendinden’ memurlar ya da kendinden bir meclis uğruna savaşılır.”
Türkiye’de Kürt milli hareketi, henüz ayrılma talebini açıkça formüle etmiş değildir. Bugün Kürt milli hareketinin açıkça formüle ettiği talepler, Kürtçe’nin okuma, yazma ve konuşmada serbest bırakılması, radyoda Kürtçe yayınlar yapılması, “milli kültür”ün (gerçekte Kürt burjuva ve toprak ağalarının kültürünün) serbestçe yayılmasını köstekleyen engellerin kaldırılması, asimilasyon politikasına son verilmesi, Kürtçe eğitim yapan okulların olması, kendi kaderini tayin hakkının tanınması vb...dir. Yukarıda saydığımız çeşitli nedenler, Kürt milli hareketinin bizzat ayrılma talebini açıkça formüle etmesine engel olmaktadır; Kürt halkının değil ama, “Kürt milletinin kendi kaderini tayin için” mücadele ettiğini söylemek, bu sebeple hiç değilse bugün doğru değildir. Biz bunu söylerken, Kürt burjuva ve küçük toprak ağaları arasındaki güçlü ayrılma arzusunu da gözden uzak tutmuyoruz. Fakat bu istek, milli hareketin açık bir talebi haline gelmemiştir diyoruz. Bugün mesela Kuzey İrlanda’daki milli hareket, bizzat ayrılma talebini açıkça formüle etmiştir. Mesela geçmişte Türkiye’de Kürt milli hareketi, bizzat ayrılma talebiyle ortaya çıkmıştır vs... Bugün Kürt milli hareketinin ayrılmayı açıkça formüle etmemiş olması, yarın da etmeyeceği anlamına gelmez. Fakat iki ulusun burjuva ve toprak ağaları sınıfları arasında çeşitli uzlaşmalar da mümkündür; bunu da aklımızdan çıkarmayalım. Nitekim Irak’ta Barzani hareketi kısmi bir özerklikle yetinmiştir. Ayrıca Kürt milli hareketinin bir kanadı ayrılmayı savunurken, bir başka kanadı aksini de savunabilir. Bu nedenlerle henüz dereyi görmeden paçayı sıvamayalım. 12. Türk İşçi ve Köylüleri üzerindeki Hakim Ulus
Milliyetçiliğinin etkilerini İnkar Etmeyelim:
Şafak revizyonistleri, “Kürt halkının(!) mücadelesini [“milli baskı ve eritme politikasına karşı” mücadeleyi, “demokratik haklar, milliyetlerin eşitliği ve kendi kaderini tayin için” mücadeleyi] Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri destekliyor” diyorlar (abç).
Burada somut gerçek, süslü cümlelere feda edilmiştir. Önce bir kere şu hatayı düzeltelim: “Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri” bir yana, Türkiye’nin sınıf bilinçli proletaryası dahi “kendi kaderini tayin için” mücadeleyi (tayin hakkı için mücadeleyi değil) her şart altında desteklemez; ayrılmayı ancak her somut durumda proletaryanın sosyalizm için yürüttüğü mücadelenin menfaatine uygun düştüğü zaman destekler, değilse, Kürt milletinin ayrılma isteğine saygı gösterir ve ayrılmalarına razı olur, ama ayrılmayı aktif olarak desteklemez. Bu noktaya ileride gene döneceğiz.
Öte yandan, “Türkiye’nin bütün işçi ve köylüleri”nin bugün Kürt milletinin en haklı ve ileri isteklerini dahi desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, sadece arzu edilen bir şeydir ama, ne yapalım ki, gerçek değildir. Türk işçi ve köylülerinin bilinçleri, Türk hakim sınıfları tarafından milliyetçilik ideolojisiyle geniş ölçüde karartılmıştır. Hakim ulus milliyetçiliği, değil köylülerin, proleterlerin en ileri unsurlarının bile gözlerini az çok karartmıştır. Yani özellikle Türk komünistlerinin önünde Türk milliyetçiliğini yıkmak görevi, işçi ve köylüleri burjuva milliyetçiliğinin her türlü kalıntılarından temizlemek görevi vardır. Bu görevi ihmale veya önemsememeye yol açacak her tespit, sınıf mücadelesi açısından sadece zararlıdır. Lenin yoldaşın Rusya için söylediği şu sözler, bizim için de aynı ölçüde geçerlidir:
“Şimdi bile ve herhalde daha uzun bir zaman için, proleter demokrasisi (ona tavizde bulunmak anlamında değil, onunla mücadele etmek anlamında), Rus köylüsünün şoven milliyetçiliğini hesaba katmak zorundadır” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 127).
Şafak revizyonistleri bu gerçeği hesaba katmamakta, komünist hareketin Türk milliyetçiliğiyle mücadele etmek görevini unutturmaktadırlar.
13. Halkın Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Ulusun Kendi Kaderini Tayin Hakkı:
Şafak revizyonistleri, Marksizm-Leninizmin milli meseleyle ilgili en temel ilkelerini tahrif etmiş ve içinden çıkılmaz hale getirmişlerdir. En temel ilkelerden biri olan “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” ilkesini, “halkın kendi kaderini tayin hakkı” şeklinde tahrif etmişlerdir. “Halkın kendi kaderini tayin hakkı” ile “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”, tamamen farklı şeylerdir. Birincisi, halkın iktidarda bulunan gerici sınıfları devirmesi, iktidarı ele geçirmesi, devletin hakimi olması, yani kısacası devrim yapması hakkı anlamına geldiği halde, ikincisi, milletin ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Şafak revizyonistleri Kürt halkının devrim yapma hakkını tanıdıklarını ilan ediyorlar(!). Ve milli meseleyi de böylece halletmiş oluyorlar(!). Bravo doğrusu.
İbret verici olan şudur ki, halkın kendi kaderini tayin hakkı formülasyonu, bir zamanlar Buharin tarafından Lenin yoldaşa karşı savunulmuş ve Lenin yoldaş tarafından da eleştirilmiştir. Lenin yoldaşın Buharin’e cevabını aktaralım:
“Milli mesele hakkında da aynı şeyi söylemek zorundayım. Burada da yoldaş Buharin, olmasını istediği şeyi olanla karıştırmıştır. Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını tanımamalıyız diyor. Bir millet, proletarya ile birlikte burjuvazi demektir. Biz proleterler, hor gördüğümüz burjuvaziye kendi kaderini tayin hakkını niçin tanıyalım? Bu iki şey birbiriyle mutlak surette bağdaşmaz! Müsaadenizle, bugün fiilen varolanla bağdaşır. Bunu yokederseniz, sonuç sırf hayal olur (abç).
.........................................
“... ‘Ben yalnız emekçi sınıfların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak istiyorum’ diyor yoldaş Buharin. Bu demektir ki, sen Rusya’dan başka hiçbir ülkede başarılmamış olan bir şeyi tanımak istiyorsun. Gülünç şey” (RKP-B 8. Kongresine Sunulan Parti Programı Üzerine Rapordan, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 277 - 278).
Bugün Türkiye’de “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı”nı, kendi ifadesiyle “ısrarla” savunan Şafak revizyonistleri, sadece “gülünç” olmuyorlar, aynı zamanda korkunç bir hakim ulus milliyetçiliğinin de en usta teorisyenleri oluyorlar. Bugün Türkiye’de devlet kurma hakkı, hakim Türk ulusunun bir imtiyazıdır. Kürt ulusunun ayrı bir devlet kurma hakkı zorla elinden alınmıştır. Komünistler hiçbir ulusal imtiyazı savunmazlar. Milletler arasında mutlak eşitliği savunurlar; kapitalizm şartlarında milletler arasında mutlak eşitliğin olamayacağını elbette bilirler; ama buna rağmen yine de teoride de kalsa çeşitli milliyetten işçilerin ve emekçilerin birliğini sağlamak için, her türlü milli imtiyaza ve eşitsizliğe karşı çıkarlar; olabildiği kadar en tutarlı, en geniş, en ileri demokratizmden yana çıkarlar. Şafak revizyonistleri ne yapıyorlar? Kürt halkına devrim yapma hakkını bahşederek(!) Kürt milletinin devlet kurma hakkını ortadan kaldırıyorlar. Hakim Türk ulusunun devlet kurma imtiyazını alçakça ve sinsice savunma yolunu tutuyorlar. “Gülünç” olanın yanında “korkunç” olan şey budur!
14. “Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı”, Ayrı Bir
Devlet Kurma Hakkından Başka Bir Şey Değildir:
Şafak revizyonistleri, “... kendi kaderini tayin ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkı” demek suretiyle, “kendi kaderini tayin hakkını”, ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey olarak görüyorlar. Yukarıdaki ifade ancak şu şekilde doğru olurdu: “... kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrı bir devlet kurma hakkını...”. Çünkü kendi kaderini tayin hakkı zaten ayrı bir devlet kurma hakkıdır.
Kendi kaderini tayin hakkının ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey olmadığını Lenin yoldaş defalarca belirtmiştir:
“Ulusların siyasi kaderlerini kendilerinin tayin etmesi meselesinin yani (abç) bunların tamamen özgür ve demokratik yoldan ayrılmaları ve bağımsız devlet kurmaları meselesinin çözüme bağlanması...” (Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı, s. 12).
“Demek ki, eğer biz ulusların kendi kaderlerini tayin etmesi kavramının anlamını hukuki tanımlamalarla cambazlıklar yaparak ya da soyut tanımlamalar ‘icat ederek’ değil de, ulusal hareketlerin tarihi ve iktisadi şartlarını inceleyerek öğrenmek istiyorsak, varacağımız sonuç, kaçınılmaz olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin etmesinin, o ulusların yabancı ulusal bütünlerden siyasi bakımdan ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet kurmaları anlamına geldiği sonucudur” (abç).
“Daha aşağıda, ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, devlet olarak ayrı varlık hakkından başka bir anlamda kullanmanın niçin yanlış olacağının (abç) başka sebeplerini de göreceğiz” (age, s. 55).
“... Marksistlerin programındaki ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri’ ilkesi, tarihi-iktisadi bakımdan, siyasi kaderlerini tayin etme, siyasi bağımsızlık, ulusal bir devletin kurulmasından başka bir anlama gelemez...” (abç) (age, s. 59).
“... Ulusların siyasi kaderlerini tayin etmeleri hakkının, ayrılma ve bağımsız bir ulusal devlet kurma hakkından başka bir anlama gelemeyeceği...” (age, s. 86).
“Boşanma serbetliğini savunan bir kimseyi, aile bağlarını yıkmak istemekle suçlamak ne kadar ahmakça ve ne kadar ikiyüzlüce bir davranışsa, ulusların kendi kaderlerini tayin etme özgürlüğünü savunanları da yani ayrılma özgürlüğünü savunanları da [abç], ayrılmayı teşvikle suçlamak, o ölçüde ahmakça ve ikiyüzlü bir davranıştır... Kapitalist devlette, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkını, yani ulusların ayrılma hakkını [abç] reddetmek, egemen ulusun imtiyazlarını ve demokratik metodlara karşı polis yönetim metodlarını savunmaya eşittir” (age, s. 87 - 88).
“... Sosyal-Demokratlar, eğer ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını, yani ezilen ulusun ayrılma hakkını [abç] reddederlerse...” (age, s. 89).
“İlk önce şunu belirtelim ki, ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı’ konusunda Rus Sosyal-Demokrat literatürü ve ne kadar yetersiz olursa olsun, bu literatür, gene de sözkonusu hakkın, ulusların ayrılma hakkı anlamına geldiğini açıkça ifade eder” [abç] (age, s. 114).
“Okuyucu, programı kabul eden Partinin İkinci Kongresinde, ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının ‘ancak’ ayrılma hakkı anlamına geldiği (abç) konusunda iki ayrı görüş bulunmadığını görecektir” (age, s. 118).
“Genel olarak Marksizmin teorisi bakımından ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı meselesi hiçbir zorluk arzetmez. 1896 Londra kararlarına, ya da ulusların kendi kaderini tayin etme hakkının sadece ayrılma hakkı anlamına geldiği gerçeğine... [abç] ciddi olarak kimse karşı gelemez” (age, s. 125).
“... Her türlü burjuva milliyetçiliğine karşı ve özellikle Rus milliyetçiliğine karşı mücadele etmek, sadece genel olarak bütün ulusların tam hak eşitliğini tanımakla yetinmemek, fakat aynı zamanda bağımsız devlet kurmada da hak eşitliğini, yani ulusların kendi kaderlerini tayin etmede, ayrılmada hak eşitliğini [abç] tanımak...” (age, s. 128).
“Partinin Birinci Kongresi’nin (1898) kararlarından mekanik olarak devralınan -ki bu kongre de, bunu Uluslararası Sosyalist Kongresinin kararlarından ariyet olarak almıştı- bu karar tartışmalardan da anlaşıldığı gibi 1903 Kongresinde tıpkı Sosyalist Enternasyonal’in anladığı biçimde yorumlanmıştır, yani ulusların kendi siyasi kaderlerini tayin etme hakkının, ulusların siyasi bağımsızlık doğrultusunda kendi kaderlerini tayin etme hakkı olarak. Böylece, toprağını ayırma hakkı anlamını taşıyan ulusların kendi kaderini tayin etmeleri formülü [abç], belirli bir devlet organizması içinde bu devletten ayrılmayan ya da ayrılma isteğinde olmayan milliyetlerle ulusal ilişkilerin düzenlenmesi meselesini kapsamaz” (age, s. 129, Naşata Raboçaya Gazeta’dan VI. Kossovski’den aktaran Lenin).
“Besbelli ki Bay VI. Kossovski, 1903 İkinci Kongresinin tutanaklarını elinin altında bulundurmaktadır ve ulusların kendi kaderini tayin etme teriminin gerçek (ve biricik anlamını) [abç] pek iyi anlamaktadır” (Lenin, age, s. 129). Lenin’in bu, itiraza meydan vermeyecek kadar açık ifadelerine rağmen, hâlâ kavramları allak bullak etmenin sebebi nedir? Marksist literatürü böylesine içinden çıkılmaz bir hale sokmak, bir çorbaya çevirmek, büyük bir kabiliyet ister doğrusu!
Bir yandan milletin kendi kaderini tayin hakkı kaşla göz arasında halkın kendi kaderini tayin hakkına dönüştürülüyor (halkın kendi kaderini tayininin, halkın devrim yapmasından başka bir anlama gelmediğini gördük, çünkü halkın ayrı bir devlet kurma hakkını kazanması ancak gericileri devirmekle mümkündür), öte yandan kendi kaderini tayin hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkından başka bir şey sayılıyor.
Kavramların gerçek anlamını yerine koyarsak Şafak revizyonistleri şunu demiş oluyorlar:
“Hareketimiz, Kürt halkının [devrim] ve isterse ayrı bir devlet kurma hakkını tanıdığını açıklar!”.
İşte bir Marksist-Leninist hareketin milli meseleye getirdiği şahane çözüm(!). Bu çözümün(!), hakim Türk ulusunun mevcut devlet kurma imtiyazını savunmaktan başka bir anlama gelmediği açıktır.
15. “Kendi Kaderini Tayin”. “Kendi Kaderini Tayin Hakkı”.
“Kendi kaderini tayin” ile “kendi kaderini tayin hakkı” farklı şeylerdir. “Kendi kaderini tayin” veya “kendi kaderini tayin etme” ayrılma, ayrı bir devlet kurma anlamına gelir. Oysa, “kendi kaderini tayin hakkı” biraz önce de işaret ettiğimiz gibi ayrılma hakkı, ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Komünistlerin her şart altında ve kayıtsız şartsız savundukları şey, “kendi kaderini tayin hakkı” yani ayrı bir devlet kurma hakkı’dır. “Kendi kaderini tayin hakkı” ile “kendi kaderini tayin” veya başka bir deyişle “ayrı bir devlet kurma hakkı” ile “ayrı bir devlet kurma” asla birbirine karıştırılmamalıdır. Komünistler birincisini her şart altında savundukları halde ikincisini şartlara bağlı olarak savunurlar. Lenin yoldaşın ifadesiyle, komünist hareket bu ikinci sorunu, “her özel meselede somut olarak, bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder”. Lenin yoldaş, “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı, boşanma hakkına benzetir. Boşanma hakkı her şart altında ve kayıtsız şartsız savunulduğu halde, bizzat boşanma meselesi, bilindiği gibi bazı şartlarda savunulur, bazı şartlarda ise savunulmaz. Boşanma hakkını tanımadan, ailenin birliği nasıl zoraki bir birlik olursa, “kendi kaderini tayin hakkı” tanınmadan da, milliyetlerin birliği zoraki bir birlik olur. Karşılıklı güvene, gönüllülüğe dayanan bir birlik olmaz. Karşılıklı düşmanlığa, ve cebire dayanan, kof ve çürük bir birlik olur. Komünistler, böyle bir birliği savunamazlar; her milliyetten emekçi halk arasında karşılıklı güvene, dostluğa, gönüllülüğe dayanan sağlam bir birlik olmasını isterler ve savunurlar. Yine komünistler, genel olarak büyük devletler halinde örgütlenmiş olmayı, küçük küçük devletler halinde örgütlenmiş olmaya tercih ederler. Çünkü geniş bir alana kurulmuş büyük devletler, sınıf mücadelesi açısından, geniş çapta üretim yapılması açısından ve sosyalizmin inşası açısından daha elverişli şartlara sahiptir. Fakat komünistler, belirttiğimiz gibi, büyük devletler halinde örgütlenmenin, milliyetler üzerinde baskıya ve zora dayanmasına kesinlikle karşıdırlar. Milliyetler arasındaki birlik, gönüllülüğe ve karşılıklı güvene dayanan bir birlik olmalıdır. İşte, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını, kayıtsız şartsız savunma görevi buradan gelir. Peki, böyle önemli bir prensip meselesinde Şafak revizyonistlerinin tutumu nedir? Halkın devrim yapma hakkını (!) savunmak, milletlerin kendi kaderini tayin hakkını çiğnemek. Üstelik, “Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı, yoksul köylülere dayanan toprak devrimi mücadelesinden ve emperyalizme karşı mücadeleden koparılamaz” diyerek kendi kaderini tayin hakkını da şartlara bağlıyorlar. Unutmayın ki, bu saçma cümle, Şafak revizyonistlerinin milli meseleye getirdiği çözümdür(!). Revizyonistler, eleştiriler üzerine “kendi kaderini tayin hakkı”nın yerine, “kurtuluşu” sözcüğünü geçirmek zorunda kalmışlardır ama bu, onların milli meselede hakim ulus milliyetçiliğini savunmaya devam etmelerine asla engel değildir ve zaten engel olmamıştır.
Şafak revizyonistleri şöyle diyorlar:
“Hareketimiz... Kürt halkının kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünden tayin edilmesi [abç] için çalışır.”
Neresinden baksanız yanlışlarla dolu bir ifade! Bir kere daha tekrarlayalım ki, her şeyden önce “Kürt halkının” değil, “Kürt milletinin” denmesi gerekir. Çünkü, Kürt halkının kendi kaderini tayin etmesi meselesi, milli meseleyle ilgili bir şey değildir, tartıştığımız konuyla alakası olmayan bir şeydir. Ayrıca Kürt halkı kendi kaderini tayin ederse, bu elbette “Kürt işçi ve köylülerinin menfaatleri yönünde” olur. Başka bir yönde olması imkansızdır, çünkü bir halkın kendi kaderini tayin etmesi, o halkın kendi devrimci devletini kurması demektir. Bir halk, kendi devrimci devletini kuracak, yani kaderini tayin edecek ve bu, “işçilerin ve köylülerin menfaati yönünde” olmayabilecek(!). Bu düpedüz saçmalamaktır. “Kürt halkının kaderinin... tayin edilmesi” deniliyor. Bu ifade, bir başka yönden daha sakattır. “Kaderinin... tayin edilmesi” değil, “kendi kaderini kendisinin tayin etmesi”. Besbelli ki, “Kürt halkının kaderinin... tayin edilmesi” ifadesi, “tayin etme” işinin, dışarıdan yapılması anlamını taşır. Kendi dışındaki bir gücün, Kürt halkının kaderini çizmesi anlamına gelir. Şafak revizyonistleri, milli meseleyi arap saçına çevirmişlerdir. “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramında ilerici olan, devrimci olan, doğru olan ne varsa hepsinin ırzına geçmişlerdir. Bu kavramı, akıl almaz çarpıtmalarla hakim ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının işine yarayacak bir şekle sokmuşlardır.
Yukarıdaki ifadede, “halk” sözcüğü yerine “millet” sözcüğü konmuş olsaydı, ifade yine de şu iki sakatlığı devam ettirirdi: Cümle, “hareketimiz, Kürt [milletinin] kaderinin Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde tayin edilmesi için çalışır” şekline girerdi ki, bu takdirde de yine, birinci olarak Kürt milletinin kaderinin tayini işi, kendisi eliyle değil de, “hareketimiz”(!) eliyle yapılmış olurdu. Böylece, milli meseleden en önemli şey, milletin kendi kaderini tayin hakkı, milletin elinden alınmış, bu temel ilke alçakça çiğnenmiş olurdu. Yukarıdaki cümle şu anlama gelirdi: “Hareketimiz”, “Kürt işçi ve köylülerinin menfaati yönünde” ayrı bir Kürt milli devletinin kurulması için çalışır. Besbelli ki bu ifade, devlet kurma hakkını milletin elinden alıp “hareketimiz” denilen şeyin eline vermektedir. İkinci olarak, bir komünist hareket, bir milli devlet kurulup kurulmaması meselesini asla programa almaz; ayrı bir milli devlet kurulması konusunda asla peşin hüküm vermez. Komünist hareket, yukarıda da belirttiğimiz gibi, “milletin kendi kaderini tayin hakkının” garantisini verir ve bunu programına koyar. Ayrılıp ayrılmama meselesinde somut şartlara göre bir karara varır.
Şafak revizyonistleri, sonuç itibarıyla, genel olarak milletin kendi kaderini tayin hakkını, özel olarak da Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını fiilen yoketmişlerdir. Bunu yokettiniz mi de, “ulusların eşitliği” prensibinden geriye kocaman bir sıfır kalır; elinizi hakim ulusun sadece burjuvazisine değil, polis şeflerine, faşist generallerine de dostça uzatmış olursunuz.
16. Türkiye’nin Sınıf Bilinçli Proletaryası, Kürt Milletinin
Ayrılmasını Ne Zaman Destekler, Ne Zaman Desteklemez?
Hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurması meselesine devrimin gelişmesi, güçlenmesi açısından bakar. Eğer Kürt milletinin ayrı bir devlet kurması, Türkiye Kürdistanı’nda proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesi ve başarıya ulaşması imkanını artıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası bizzat ayrılmayı destekleyecektir. Eğer ayrılma, Türkiye Kürdistanı’nda proletarya önderliğinde demokratik halk devriminin gelişmesini ve başarıya ulaşmasını geciktirecekse, zorlaştıracaksa, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir. Ülkemizde gelişen komünist hareketin Kürdistan’da köylüler arasında hızla kök saldığını, toprak devrimi mücadelesinin hızla gelişip yayıldığını, devrimci hareketin Kürdistan bölgesinde, Batı bölgesine nispetle daha hızlı geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında Kürt bölgesinin Türkiye sınırları içinde kalması, bu bölgede sadece hakim Türk ulusunun burjuva ve toprak ağalarının devletinin çıkardığı engellerle devrimin kösteklenmesine vs... yol açacaktır. Veya Kürt bölgesinde çeşitli alanlarda Kızıl siyasi iktidarların doğduğunu düşünelim ve Batı’da devrimin çok daha yavaş bir tempoyla geliştiğini düşünelim. Bu şartlar altında yine, Türk hakim sınıflarının ve bunların devletinin baskısı, Doğu’da gelişen devrimi geciktirecek, köstekleyecektir. Bu takdirde Doğu’nun ayrılması, devrimin gelişmesini hızlandıracak, güçlendirecektir. Bu durum, Batı ve Doğu’daki devrimin gelişmesini de hızlandırarak, Ortadoğu’nun diğer ülkelerindeki devrimin gelişmesini de elbette etkileyip hızlandıracaktır. Böyle bir durumda, hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası Kürt milletinin ayrılmasını, Kürdistan’da hızla gelişen devrimin daha hızlı gelişme imkanlarına kavuşmasını ister ve savunur.
Öte yandan, eğer Türkiye’nin diğer bölgelerinde devrim daha hızla gelişiyorsa, Kürt bölgesindeki gelişme daha yavaşsa, Kürdistan’ın ayrılması, bu bölgede devrimin gelişmesini daha da yavaşlatacaksa, feodal beylerin, şeyhlerin, mollaların vs... hakimiyetini güçlendirecekse, Doğu’daki devrimci mücadele, Batı’nın desteğinden mahrum kalarak zayıf düşecekse, bu takdirde hangi milliyetten olursa olsun, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir. Eğer Türkiye’de devrim başarıya ulaştıktan sonra Kürt burjuvazisinin önderliğinde bir ayrılma hareketi başgösterirse, hangi milliyetten olursa olsun sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ayrılmayı desteklemeyecektir vs...
Bu söylediğimiz şeyler, elbette faraziyeye dayanmaktadır. Fakat komünist hareketin hangi şartlarda ayrılmayı savunacağını, hangi şartlarda ayrılmanın aleyhinde bir tutum takınacağını kavramak bakımından, bu faraziyeler üzerinde durmanın da büyük faydaları vardır. Ayrıca bu faraziyeler gerçeğe aykırı, olması imkansız şeyler de değil, gerçeğe uygun, olması mümkün şeylerdir.

17. Kürt Milleti Ayrılmaya Karar Verirse, Sınıf Bilinçli
Türkiye Proletaryası Nasıl Davranacaktır?
Ayrılma halinde iki durum sözkonusu olabilir:
Birincisi, ayrılmanın, yukarıda belirttiğimiz gibi devrimin gelişmesini olumlu yönde etkilemesi durumudur ki, bu takdirde mesele basittir. Her milliyetten sınıf bilinçli Türkiye proletaryası, ayrılmayı kesinlikle savunur ve destekler.
İkincisi, ayrılmanın, devrimin gelişmesini olumsuz yönde etkilemesi durumudur. Böyle bir durum varsa ve buna rağmen Kürt milleti ayrılmak istiyorsa, sınıf bilinçli Türkiye proletaryası ne yapacaktır? Sözlü tartışmalarda bu soruya Şafak revizyonistlerinin verdiği cevap şudur: Zor kullanmak dahil, her metoda başvurarak ayrılmayı engellemek. Aynı soruya hareketimizin verdiği cevap şudur: Komünistler böyle bir durumda zor kullanmayı kesinlikle reddederler. Kürt işçileri ve emekçileri arasında “birleşme” lehinde propaganda yürütmekle birlikte, ayrılma isteğinin önüne asla zor çıkarmazlar. “Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nı tanımak, bir millet bu hakkı kullanmak, yani ayrılmak istediği zaman, onun karşısına asla engel ve güçlük çıkarmamak demektir. Komünistler, Kürt milletinin ayrı bir devlet kurup kurmayacağı kararını tamamen ve kesinlikle Kürt milletine bırakır. Kürt milleti isterse ayrı bir devlet kurar, istemezse kurmaz. Buna karar verecek olan başkaları değil, Kürt milletidir. Komünistler, bir milletin ayrılma isteğinin önüne kendileri asla engel çıkarmayacağı gibi, burjuva ve toprak ağalarının hükümetinin engel çıkarma, zor kullanma girişimleriyle de aktif olarak mücadele eder. Her türlü dış müdahaleye karşı mücadele eder. Eğer Kürt proletaryası ve emekçileri ayrılmanın devrimi zayıflatacağının bilincinde ise, o zaten birleşmek yolunda elinden geleni yapacaktır; bilincinde değilse, onun adına dışarıdan müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Dışarıdan müdahale, zor kullanma, ayrılma isteğinin önüne engel çıkarma hangi gerekçeyle olursa olsun, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”na bir tecavüzdür. Böyle bir tecavüz, işçilerin ve emekçilerin birliğini baltalar, birbirine güvenini sarsar, milli düşmanlıkları körükler, sonuç olarak, uzun vadede proletaryanın davasına büyük zararlar verir.
Sovyetler Birliği’nde devrim başarıya ulaştıktan sonra (31 Aralık 1917’de) Finlerin ayrılmak istemesi üzerine Bolşevikler, hiç tereddüt etmeden ayrılmaya razı olmuşlardır. Eğer Finler ayrılmasaydı ve Finlandiya SSCB içinde bir halk cumhuriyeti olarak örgütlenseydi, bu elbette daha iyi bir şeydi. Ama Fin ulusu ayrılmak istiyordu. Bu durumda ya ayrılmaya razı olmak, ya da isteği zorla bastırmak gibi son derece zararlı bir yol tutmak gerekiyordu. Bolşevikler ayrılmaya razı oldular, ayrılma isteğinin önüne en küçük ölçüde bile olsa hiçbir engel çıkarmadılar. Bu tutum gerek Fin halkının, gerekse Sovyetler Birliği’ndeki devrimin menfaatine olmuştur. Bu tutum, Fin işçi ve köylülerinin Sovyet proletaryasına güvenini sağlamlaştırmıştır. Sovyetler Birliği’nde iç savaşın devam ettiği 1918-1920 yılında emperyalistlerin, Sovyetler Birliği’ne Finlandiya üzerinden saldırma planları, Fin halkının direnişiyle karşılaşmıştır. Eğer Fin ulusunun ayrılma isteğine rağmen ayrılma engellenseydi, bu tutum, iki ülke halkı arasında köklü bir düşmanlık doğururdu sadece.
“Smolni’de” diyor Lenin yoldaş,
“Fin burjuvazisinin cellat rolündeki temsilcisi Svinhufvud’a -Rusçası “domuz kafalı” demektir- kararnameyi uzattığım zamanki sahneyi çok iyi hatırlıyorum. Dostça elimi sıktı, birbirimize karşılıklı iltifatlar ettik. Ne tatsız bir işti! Ama yapılması gerekiyordu; çünkü o sırada burjuvazi Moskofların, şovenlerin, Büyük Rusların Finleri ezmek istediği iddiasıyla halkı, emekçi halkı aldatmaktaydı. Bunu yapmak zorundaydık” (Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 278-279).
Lenin yoldaşın Fin meselesindeki tutumu son derece öğretici bir örnektir. Şafak revizyonistlerinin tutumu, Lenin yoldaşın tutumuna taban tabana zıttır. Bizim tutumumuz, Lenin yoldaşın tutumuyla tam bir uygunluk halindedir.
18. “Bölücülük” Demagojisi:
Şafak revizyonistleri, “hareketimiz, Türk ve Kürt halklarının devrimci birlik ve kardeşliğine düşmanlık güden her milliyetten hakim sınıflarla ve onların bölücü politikasıyla [abç] mücadele eder” diyorlar.
Bunların “bölücü politika” tabiri, Türk hakim sınıflarının şoven milliyetçilerinin ve feodallerin siyasi sözlüğünden ödünç alınmıştır. Hakim sınıflar, kendi milliyetçi politikalarına karşı çıkan herkese “bölücü” damgasını yapıştırıyorlar. Sadece ayrılmak isteyen Kürtlere değil, ayrılma hakkını savunan, milli baskılara şu veya bu ölçüde karşı çıkan herkese “bölücü” diyorlar. Bölücülüğün Türkiye’de taşıdığı anlam, “toprakların bölünmesi”, “devletin birliğinin ve bütünlüğünün bölünmesi”dir. Bu anlamda Türk hakim sınıflarının ve hatta siyasi bakımdan biraz daha ileri olmakla birlikte, bir elini (açıkça) demokrasiye, öbür elini (arkadan) hakim sınıflara uzatan orta burjuvazinin “bölücü” olduğunu söylemek, sadece komik olur. Ne bölücülüğü? Bunlar, “bölücülüğün” amansız düşmanlarıdırlar. Baksanıza, sabah akşam “bölücülüğe” küfrediyorlar. Bunlar ne pahasına olursa olsun, devletin ve toprakların bölünmemesinden, birliğinden yanadırlar! Yani Kürt milletinin ve bütün azınlık milliyetlerin zorla Türkiye Devleti sınırları içinde tutulmasından yanadırlar. Komünistler ise böyle bir “birliğe” karşıdır; komünistler her milliyetten işçilerin ve emekçilerin birliğini savunurlar. Toprakların ayrılmamasını veya bir tek devlet halinde örgütlenmeyi devrimin menfaatleriyle bağdaştığı zaman savunurlar (ve bunu savunurken bile, esas olarak işçilerin ve emekçilerin birliğini hedef alırlar); bağdaşmadığı zaman ise, toprakların ve devletin bölünmesini, ayrılmasını savunurlar. “Toprakların birliği,” veya “devletin birliği” şiarı, hakim ulusun burjuvalarının ve toprak ağalarının şiarıdır. Komünistler “her milliyetten işçilerin ve emekçilerin birliği” şiarıyla, “toprakların ve devletin birliği” şiarını kesin olarak ve kalın çizgilerle ayırdetmek zorundadırlar. Meseleyi böyle koymak yerine, hakim ulusun burjuva ve toprak ağalarının ağzıyla “bölücülüğe” saldırmak, sadece kafaları bulandırır ve Türk hakim sınıflarının işini kolaylaştırır. “Bölücülük” kavramına, gerçekte onun taşımadığı bir anlam atfederek, “asıl bölücüler onlardır”! gibi, korkunç derecede demagojik bir üslupla milli haksızlıklara karşı çıkılamaz. İşçi-Köylü gazetesinde “Kimdir Bölücü?” başlığı altında, böyle bir demagoji ve safsata yığını arasında, Kürt milletinin “ayrılma hakkı”nın nasıl güme getirildiği, hakim sınıfların “devletin ve toprakların birliği” şiarına nasıl sinsice sahip çıkıldığı hâlâ hatırlardadır. Şafak revizyonistleri, hakim sınıfların ağzıyla “bölücü politika”ya saldırarak, gerçekte dolaylı yoldan “toprakların ve devletin birliği”ni savunmaktadır; yani devletin resmi görüşünü benimsemektedir. Hangi milliyetten olursa olsun sınıf bilinçli proletaryanın şiarı da şudur:
“Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin [ve ezilen halklarının] birleşmesi” (Lenin).
19. Şafak Revizyonizmi, M. Kemal ve İ. İnönü’nün
Hakim Ulus Milliyetçiliğini Kendisine Dayanak Yapıyor:
Şafak revizyonistleri, tarihte Kürt ulusuna ve diğer azınlık milliyetlere yapılan milli baskıları tasvip ediyor. M. Kemal’in Sivas Kongresi’nde, “Türkiye’de Kürtler ve Türkler yaşar” demesini alkışlıyor. İsmet İnönü’nün Lozan’da, “ben Türklerin ve Kürtlerin temsilcisiyim” demiş olmasını hararetle karşılıyor ve bunları kendisine dayanak yapıyor. Türk hakim sınıflarına sanki şöyle sesleniyor: Bakın, Kürtlerin varlığını Atatürk ve İnönü de tanıdı. Bizim yaptığımız budur! Bunda kızacak ne var?
Revizyonist hainler, bir milletin varlığını tanımakla, milli meseleyi hallettiklerini sanıyorlar (hatta onlar, henüz Kürt milletinin varlığını da değil, Kürt halkının varlığını tanıyorlar(!) ). Komünistler, milli meselede her milliyetin ve dilin mutlak eşitliğini savunurlar; milliyetler ve diller arasındaki her türlü eşitsizliğe, imtiyaza karşı çıkarlar. Devlet kurma konusunda da milliyetlerin eşitliğini isterler. “Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkı”nı kayıtsız şartsız savunmaları buradan gelir. Oysa, burjuvazi her fırsatta kendi milliyeti lehine eşitsizlik ister, imtiyaz ister, diğer milletlerin en tabii haklarını çiğner vs... Hakim milletin burjuvazisi, başka milletlerin varlığını tanıyabilir, hatta mecbur kaldığı zaman ona bazı haklar da verebilir. Irak’taki Arap burjuvazisi gibi. Ama her fırsatta bu hakları çiğner, her fırsatta başka milliyetleri ezmek ister. Komünistlerle burjuvaziyi ayıran, azınlık milliyetlerin varlığını tanıyıp tanımamak değildir.
Kaldı ki, M. Kemal, Sivas Kongresi’nde merkezi otorite diye bir şeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte Kürt milletinin olası bir ayrılma hareketini engellemek istemiştir. Onların, Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer azınlık milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de milli meselede komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir. Hatta Türkiye’de en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hakim ulus milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan’da Kürtlerin de temsilcisi olduğunu iddia etmesi de, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışarıdan tayin etme alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının hakimiyet alanına, emperyalistlerle pazarlık yaparak dahil etme kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın bir biçimde tezahür etmesidir. Revizyonist hainlerin kendilerine dayanak yaptığı şey işte budur!
20. Şafak Revizyonizminin Milli Meseleyle ilgili Tezlerinin Özeti:
Şafak revizyonistleri, diğer azınlık milliyetler ve diller üzerindeki milli baskıyı gözardı ediyor. Şafak revizyonistleri, Kürt hareketini bir milli hareket olarak görmüyor; onu sadece milli baskılara karşı yönelmiş bir “halk” hareketi olarak değerlendiriyor; Kürt halkının sınıf hareketiyle, milli hareketini birbirinden ayırdedemediği gibi, Kürt milli hareketinin baskılara ve zulme karşı yönelmiş genel demokratik muhtevasıyla Kürt milliyetçiliğini güçlendirmeye yönelen gerici muhtevasını da birbirinden ayırdetmiyor, Kürt burjuva ve toprak ağalarıyla Kürt proletaryası ve emekçileri arasındaki farkı siliyor.
Şafak revizyonistleri, Türk hakim sınıflarının Kürt milletine uyguladığı milli baskı ve zulmün derin iktisadi ve siyasi sebeplerini yanlış tahlil ediyor; milli baskıyla sınıf baskısını, milli çelişkiyle sınıf çelişkisini bir ve aynı gibi gösteriyor. Şafak revizyonistleri, Türk işçi ve köylüleri üzerindeki Türk milliyetçiliğinin derin izlerini de görmezlikten gelerek, gerçeği süslü laflara feda ediyor! Türk milliyetçiliğine karşı işçiler ve köylüler arasında yürütmek zorunda olduğumuz faaliyetin önemini ortadan kaldırıyor.
Şafak revizyonistleri, “ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramını akıl almaz bir şekilde çarpıtarak, onu önce Buharinci formülasyona dönüştürerek, sonra bu Buharinci formülasyonun da ırzına geçerek, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını tamamen imkansız hale getiriyor ve ortadan kaldırıyor. Milli meseleyle ilgili kavramları altüst ediyor.
Şafak revizyonistleri, “bölücülük” demagojisiyle, sinsi bir şekilde toprakların ve devletin birliğini savunuyor.
Şafak revizyonistleri, Türkiye’de hakim ulus milliyetçiliğinin temsilcileri olan M. Kemal ve İ. İnönü’yü kendisine dayanak yapıyor; bir milletin varlığını tanımakla milli meselenin halledileceğini sanıyor.
Sonuç şudur: Şafak revizyonistlerinin milli meselede izledikleri çizgi, Türk milliyetçiliğiyle, Mihricilikten miras bir milliyetçilikle, Kürt milliyetçiliğini bağdaştırma çabasıdır. Şafak revizyonistleri, bir yandan Türk milliyetçisidir, fakat öte yandan Kürt milliyetçiliğine de dostça elini uzatmıştır. Satırlar arasında sanki şu okunuyor:
“Kürt burjuvazisi ve toprak ağaları kardeşlerimiz! Şu ayrılmak fikrini bir yana bırakın! Gelin bizimle elele verin! Bakın, size yapılan baskılara biz de karşı çıkıyoruz. Size baskı yapanlar ‘bölücüler’dir! Ama eğer ayrılmak isterseniz, siz de ‘bölücü’ olursunuz! Oysa, biz, bilirsiniz, ‘bölücülüğün’ düşmanlarıyız, vs. vs...”
Kürt milliyetçiliğine taviz veren bir Türk milliyetçiliği! İşte, milli meseleyle ilgili bütün gevezeliklerin ve şarlatanlıkların özeti!
21. Marksist-Leninist Hareketin Milli Meseleyle İlgili Görüşlerinin Özeti:
Marksist-Leninist hareket, bugün Türk hakim sınıflarının Kürt milletine ve azınlık milliyetlere uyguladığı milli baskıların en amansız ve en kararlı düşmanıdır; milli baskılara, diğer diller üzerindeki baskılara, milli imtiyazlara karşı en önde mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk burjuva ve toprak ağaları tarafından ezilen Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını, yani ayrılma ve bağımsız bir devlet meydana getirme hakkını her dönemde ve kayıtsız şartsız tanır ve savunur. Marksist-Leninist hareket, devlet kurma hakkı konusunda da imtiyaza karşıdır. Halk demokrasisinin en temel ilkeleri bunu zorunlu kılmaktadır. Aynı zamanda Türk burjuva ve toprak ağalarının Türkiye’deki azınlık milliyetlere uyguladığı şimdiye dek görülmedik milli baskılar da bunu zorunlu kılıyor. Bu aynı zamanda bizzat Türk işçilerin ve emekçilerin özgürlük mücadelesi tarafından zorunlu kılınmaktadır, çünkü onlar, Türk milliyetçiliğini yıkmazlarsa, onlar için kurtuluş imkansız olacaktır.
Ulusların kendi kaderini tayin hakkı, belli bir ulusun ayrılmasının gerekliliği ile asla karıştırılmamalıdır. Marksist-Leninist hareket, ayrılma sorununu her özel meselede somut olarak ele alır, “bir bütün olarak sosyal gelişmenin ve sosyalizm için, proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından yargılar ve tayin eder”. Marksist-Leninist hareket, tasvip etmediği bir ayrılma kararında da zor kullanmayı, engel ve güçlük çıkarmayı kesinlikle reddeder. Sınırlar, milletin kendi iradesiyle tespit edilmelidir. Bu, çeşitli milliyetlere mensup işçi ve emekçi yığınların karşılıklı güveni, sağlam dostluğu ve gönüllü birliği için zorunludur.
Marksist-Leninist hareket, genel olarak ezilen milliyetlerin ve özel olarak Kürt milletinin milli baskılara, zulme ve imtiyazlara karşı yönelmiş mücadelesini kesinlikle destekler; ezilen milletin milli hareketindeki genel demokratik muhtevayı kesinlikle destekler.
Marksist-Leninist hareket, Kürt milli hareketinin başını çeken burjuva ve küçük toprak ağalarına karşı da, Kürt proletaryasının ve emekçilerinin sınıf mücadelesini yürütür ve yönetir. Kürt burjuva ve toprak ağalarının milliyetçiliği güçlendirmeyi hedef alan eylemlerine karşı, Kürt işçi ve emekçilerini uyarır. Marksist-Leninist hareket, çeşitli milliyetlerin burjuva ve toprak ağası sınıflarının kendi üstünlükleri için giriştikleri mücadeleler karşısında kayıtsızdır.
Marksist-Leninist hareket, milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının, şeyhlerin, mollaların vb... durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında olanlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Türk hakim sınıflarıyla işbirliği yapan Kürt büyük feodal beylerinin, din adamlarının, büyük burjuvalarının, işçileri ve emekçileri bölme çabalarını, el altından Türk burjuva ve toprak ağalarıyla, bütün milliyetlerin emekçi halklarının aleyhine dalavereler yürüterek işçileri ve emekçileri uyutma çabalarını, çoğu zaman milliyetçi sloganlarla örtbas etmeye çalıştıklarını bilmektedir ve bunlara karşı mücadele eder.
Marksist-Leninist hareket, Lenin yoldaşın da işaret ettiği gibi, bütün ülkelerin ve hele ezilen ülkelerin geniş emekçi yığınları önünde bıkmadan, usanmadan siyasi bakımdan bağımsız devletler kurma maskesi altında, gerçekte iktisadi, mali ve askeri alanlarda kendilerine tamamen tabi devletler yaratan emperyalist devletlerin sistemli biçimde uyguladıkları aldatmacayı açıklar ve suçlar. Marksist-Leninist hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik örgütlerde, siyasi sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu şekilde başarılı mücadele yürütme imkanına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkanına kavuşur.
Marksist-Leninist hareket, ülkemizde her milliyetten burjuva ve küçük-burjuva oportünist partiler ve akımlar tarafından genellikle benimsenen “kültürel-milli özerklik” planını kesinlikle reddeder. Çünkü bu plan, bir tek devletin eğitim işlerinin milliyetlere göre bölünmesini önermektedir; böylece, her milliyetin işçi ve emekçilerini, o milliyetin burjuva ve toprak ağalarının kültürüne bağlamayı ve onları manevi bakımdan köleleştirmeyi hedef almaktadır. Dolayısıyla, hem demokrasi açısından, hem de proletaryanın sınıf mücadelesinin menfaatleri açısından son derece zararlıdır.
Marksist-Leninist hareketin demokratik halk diktatörlüğü sisteminde milli meseleye getireceği çözüm şudur:
Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır. Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb... temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.
Milli meseledeki temel şiarımızı bir kere daha tekrarlayalım:
“Bütün uluslar için tam hak eşitliği; ulusların kendi kaderini tayin etme hakkı; bütün ülkelerin işçilerinin [ve ezilen halkların] birleşmesi”.
NOT: Aralık 1971’de yazıldı. Revizyonizmle örgütsel ayrılıktan sonra aslına bağlı kalınarak yeniden kaleme alındı.


HAZİRAN 1972
ŞAFAK REVİZYONİZMİ İLE ARAMIZDAKİ AYRILIKLARIN KÖKENİ VE GELİŞMESİ
TİİKP (TÜRKİYE İHTİLALCİ İŞÇİ KÖYLÜ PARTİSİ) REVİZYONİZMİNİN GENEL ELEŞTİRİSİ
HAZİRAN 1972
Eski adıyla Proleter Devrimci AYDINLIK (PDA), bugünkü adıyla ŞAFAK hareketi saflarında iki kanat arasında bazen açık, bazen gizli, bazen sert biçimlere bürünerek, bazen yumuşayarak ama kesintiye uğramaksızın sürüp gelen mücadele, nihayet iki kanadın aynı örgüt içinde bir arada durmalarının artık tamamen imkansız olduğu bir noktaya geldi dayandı. Şimdi proleter kanat, revizyonist-burjuva klikle bütün bağlarını bıçakla keser gibi kesip atarak, Marksist-Leninist temeller üzerinde yeniden örgütlenmeye girişmiş bulunuyor. Fakat hareketin başına çöreklenen revizyonist kliğin marifetiyle, birçok yoldaş, iki çizgi arasındaki mücadeleden habersiz kaldı. Revizyonistler, “parti disiplini” perdesi arkasına sığınarak, iki çizgi arasındaki mücadeleyi kadrolardan gizlediler. Doğru devrimci düşünceleri, hayasızca ve alçakça bastırma yoluna gittiler. Bunda bir ölçüde de başarılı oldular. Bugün birçok yoldaş, bu “ani” ve “beklenmedik” “bölünme” karşısında şaşkına dönmüştür. Meseleleri, henüz sıfırdan başlayarak öğrenmeye çalışmaktadır. Revizyonistler, kadroların şaşkınlığından faydalanarak, bulanık suda balık avlamaya çalışıyorlar, hakkımızda bir yığın ipe sapa gelmez dedikodularla, iftira kampanyalarıyla, şahsi saldırılarla, meselenin özünü gözlerden saklamaya, pisliklerini gizlemeye, bizleri karalamaya çalışıyorlar. Onlar, elbette kendilerine yakışan mücadele yolunu -iftira, yalan, dedikodu, şahsi saldırı ve eleştirinin bayağılaştırılması yolunu- tutacaklardır ve bunda şaşılacak bir taraf yoktur.
Proleter devrimciler de elbette kendilerine yakışan yolu tutacaklardır. Meselenin özünü ön plana çıkararak, burjuva kliğin ideolojik, politik, örgütsel ve taktik çizgisini sergilemek yolunu... Buna iki bakımdan acilen ihtiyaç vardır. Birincisi, şaşkınlığa düşen militan kadrolara, iki çizgi arasındaki mücadeleyi doğru olarak kavratmak, onların Marksizm-Leninizm safında yer almasını sağlamak. İkincisi de, yeniden örgütlenmeye giriştiğimiz bu dönemde, örgütümüzün üzerine kurulacağı, doğru ideolojik, politik, örgütsel ve taktik ilkeleri tespit ederek bunlar üzerinde birlik sağlamak.
Bu nedenlerle, revizyonist kliğin öteden beri, kılıktan kılığa girerek ama özünde esaslı hiçbir değişikliğe uğratmadan devam ettirdiği ihanet çizgisini ve bu çizgi ile aramızdaki mücadelenin geçmişini kısaca özetlemeyi zorunlu görüyoruz.
REVİZYONİST KLİĞİN ORTAYA ÇIKIŞI:
AYDINLIK SOSYALİST DERGİ VE İŞÇİ-KÖYLÜ
1965 yılının sonunda ve 1966 yılının başında pasifist, parlamentarist TİP yönetici kliğiyle, askeri darbeye bel bağlayan Mihri Belli kliği arasında ortaya çıkan mücadele gittikçe şiddetlenerek devam ediyordu. Bu iki klik arasında özünde hiçbir fark yoktu. İkisi de, esasta, modern revizyonizmin “kapitalist olmayan yol” tezinde birleşiyorlardı. Tek fark, birinin seçimlere ve parlamentoya bel bağlamasına karşılık, diğerinin askeri bir darbeye umut bağlamış olmasıydı. TİP kliği, bütün hesaplarını seçimlerde alacağı oylar üzerine kuruyor, kendisine parlamento yolunun kapanacağı endişesiyle işçi sınıfımızın, yoksul köylülerin ve gençliğin aktif mücadelesine hayasızca saldırıyordu. Kasım 1967’de Türk Solu çevresinde toplanan M. Belli burjuva kliği ise, Doğan Avcıoğlu’yla kolkola, üniversite gençliğinin eylemlerini bir kaldıraç gibi kullanarak askeri darbe tezgahlamanın hesapları içindeydiler. Öte yandan M. Belli kliği, geniş emekçi kitlelerine, işçi sınıfına ve köylülere sırtını dönmüştü. Dünya komünist hareketine, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ne sırtını dönmüştü. “Cezayir sosyalizmi” safsatalarıyla işçi sınıfının, yoksul köylülerin, devrimci aydınların ve gençliğin bilincini bulandırıyor, gözüne kül serpiyordu. Reformcu bir burjuva diktatörlüğünü, proletarya iktidarı ve sosyalizm olarak yutturmaya çalışıyordu. Proletaryanın bağımsız siyasi örgütlenmesini, proletarya önderliğini reddediyordu. Tam bir hakim millet milliyetçiliği güdüyor, faşist ırkçılıkta bile “olumlu” bir yan olduğunu iddia edecek kadar alçalıyor, Türk hakim sınıflarının milli baskı politikasına suç ortaklığı ediyordu.
Gerek TİP hareketi, gerekse M. Belli hareketi sınıf muhtevası itibarıyla; milli burjuvazinin iki siyasi akımıydı. Ne var ki, suratlarına sosyalizm maskesi takmışlardı.
Bu iki akımın ipliği çoktan pazara çıktığı için, bunların üzerinde uzun uzadıya durmanın artık gereği yoktur.
Şimdiki Şafak revizyonizmi, işte bu iki burjuva kliği arasında mücadelenin sertleştiği bir ortamda, Kasım 1968’de, Aydınlık Sosyalist Dergi (ASD) ile, M. Belli’nin kuyruğundan sahneye çıktı. Her konuda M. Belli’ye sadık bir çizgi izledi. M. Belli’nin kaba-saba teorilerini ve saçmalıklarını enine boyuna geliştirdi. İşçi ve köylü edebiyatıyla M. Belli revizyonizmini süsledi. İşçi-Köylü (İ-K) gazetesinin çıkarılmış olması, M. Belli’den ayrı bir hareket olmanın ve devrimci bir çizgi izlemenin delili olarak ileri sürülmektedir. Bu, saçmalığın ta kendisidir. Bir hareketin çizgisini belirleyen şey, şöyle ya da böyle bir yayın organı çıkarmak değildir. Önemli olan, yayın organının muhtevasıdır. “Biz işçilere, köylülere eğiliyorduk”; evet ama, bir komünist gibi değil de, bir burjuva gibi... Burjuvazinin işçi ve köylülere eğilmediğini nereden çıkartıyorsunuz? Yükselen işçi, köylü hareketlerinin zorlamasıyla çıkan, İşçi-Köylü gazetesinin siyasi çizgisi de, M. Belli çizgisinin tıpkısıydı. Görevi, “işçilere ve köylülere milli bilinç [yani burjuva ideolojisi] ulaştırmak” ve “asker-sivil aydınlara işçi köylü hareketlerini tanıtmak”tı. İktidarı ele geçiren burjuva subayları, işçi ve köylülerin hareketlerinden haberdar olmalıydılar ki(!), iktidara geldikten sonra onların meselelerine de lûtfedip eğilmeliydiler! İşçi-Köylü’nün çıkarılmasına yol açan mantık, işte bu harika mantıktı! İşçi-Köylü’nün ideolojik çizgisini inceleyen herkes, bu çizginin, tamamen ve kesinlikle M. Belli’nin burjuva çizgisi olduğunu açıkça görecektir. O kadar ki, M. Belli’nin “sosyalizm yasağı”, İşçi-Köylü’ye de sinmişti ve, İşçi-Köylü’nün ilk sayılarında uzun süre “sosyalizm” kelimesini dahi kullanmaktan büyük bir titizlikle kaçınılmıştı.
Bugün, bu gerçekler, sinsi Şafak revizyonizmi tarafından, kedinin pisliğini örtmesi gibi gizlenmeye çalışılmaktadır.
REVİZYONİZMİN BİRİNCİ DEFA KILIK DEĞİŞTİRMESİ:
PROLETER DEVRİMCİ AYDINLIK (PDA)
İktisadi buhranın gittikçe derinleşmesi, hakim sınıflar arasındaki çelişmelerin şiddetlenmesi ve bunlara bağlı olarak işçi, köylü ve gençliğin şiddete dayanan eylemlerinin yükselmesi karşısında revizyonist klik, suratına yeni bir maske takarak bu eylemleri pasifleştirmeye girişti. M. Belli saflarında yeni bir çelişme ortaya çıkmıştı. Bir yanda, gençliğin kendiliğinden gelme mücadelesini temsil eden ve bu anlamda aktivizmi savunan küçük-burjuva gençlik önderleri, öbür yanda da her türlü aktif mücadeleyi reddeden pasifist burjuva unsurlar vardı. İkinci grubun başını M. Belli’yle birlikte şimdiki Şafak revizyonistleri çekiyordu. TDGF Kurultayı’nda mücadele açığa çıktı. Bilindiği gibi bir müddet sonra yayın organları da ikiye ayrıldı ve PDA dergisi çıkarıldı. O günkü adıyla PDA revizyonizmi, gençliğin kendiliğinden gelme hareketlerine tercüman olan küçük-burjuva önderlere karşı uzun müddet M. Belli’nin sağcı çizgisini savundu. PDA’nın 1. sayısında, “biz, Türk Solu’nun açtığı yoldan yürüdük”, “Türk Solu ve PDA, hareketimizin değişik ihtiyaçlarına cevap veren iki yayın organıdır” diye yazdılar. Böylece M. Belli çizgisine bağlılıklarını açıkça ilan ettiler.
M. Belli ise, bir ara ortada bir tavır takındı. Gençlik kitlesinin büyük çoğunluğunun PDA revizyonizmine cephe alması üzerine, ustaca bir manevrayla “askeri darbe” emellerine daha uygun gördüğü TDGF yöneticileri tarafında yer aldı. M. Belli’yle, tipik küçük-burjuvalar olan gençlik önderleri arasında böylece bir ittifak doğdu. Gençlik kitlesine bunlar hakim oldular. PDA revizyonist kliği, görüşlerine sadakatle sarıldığı M. Belli’nin ihanetine uğradı. Bunun üzerine görüşlerinde ufak tefek değişiklikler yapmak zorunda kaldı. Ama Mihrici öz değişmedi. Gençlik hareketleri, elbette, küçük-burjuva karakterinden ötürü bir sürü zaaflar ve sakatlıklar taşıyordu! Bu tabii bir şeydi ve ancak, işçi, köylü kitleleri arasında kök salmış bir komünist partinin önderliği, gençliğin mücadelesini, geniş emekçi yığınlarının mücadelesiyle birleştirebilir ve bu zaafları ortadan kaldırabilirdi. Fakat henüz komünist bir önderlik yoktu. Çeşitli revizyonist klikler, en başta da M. Belli kliği, gençliği kendi emellerine alet etmek için, elinden gelen her şeyi yapıyor, gençlik hareketleri üzerinde etkili oluyorlardı! Gençlik hareketinin tabiatından gelen zaaflarla revizyonizmin etkisinden ileri gelen zaaflar birleşince, ülkemizin bu yiğit evlatlarının devrimci potansiyeli çıkmaz yollarda çarçur ediliyordu.
PDA kliği, gençliğin, gittikçe ağırlaşan faşist baskılara karşı şehitler vererek yürüttüğü militan mücadelesini dışardan seyretmekle ve ona sövmekle yetindi. Bu, onun gençlik kitlesinden tamamen kopmasına yol açtı.
Öte yandan PDA revizyonizmi, demokratik devrimin özünün toprak devrimi olduğunu reddediyordu. Köylülerin devrimci rolünü reddediyordu. Silahlı mücadeleyi, “henüz şartların elverişli olmadığı” gerekçesiyle reddediyordu. Marksist-Leninist devlet ve devrim teorilerini reddediyordu. Milletlerin kendi kaderlerini tayin hakkını reddediyordu. Burjuva milliyetçiliği devam ediyordu. Buna karşılık M. Belli’nin, “Filipin demokrasisi şartlarında proletarya partisi kurulamaz”, “demokratik devrimde proletarya önderliği zorunlu değildir”, “demokratik devrimden durmadan sosyalizme geçileceği söylenemez” şeklindeki kaba teorileri terkedilmişti. Onun dışında, M. Belli’nin Kemalizm tahlili, tarih tahlili, Türkiye’de karşı-devrim teorisi devam ettiriliyordu.
Öte yandan tam da burjuva politikacılarına yakışacak bir tavırla, mal bulmuş mağribi gibi Hikmet Kıvılcımlı revizyonistinin fikirlerine sarıldılar! Yayın organlarını ardına kadar, onun yazılarına açtılar ve Kıvılcımlı-M. Belli kırması bir ideoloji yarattılar. Korkut Boratav’ın Milliyet’in “Düşünenlerin Düşüncesi” sütununa yakışacak anti-Marksist-Leninist feodalizm tahlilleri bununla birleşti. Türkiye’de feodalizmin varlığını inkar etme noktasına vardılar.
Uluslararası planda, dünya komünist hareketiyle modern revizyonistler arasında ortacı bir tutum benimsendi. Sovyetler Birliği’nde ve Doğu Avrupa ülkelerinde revizyonistlerin iktidarı tekrar ele geçirdiği, proletarya diktatörlüğünün burjuva diktatörlüğüne dönüştüğü reddediliyordu. Hele Sovyetler Birliği’nde modern revizyonizmin sosyal-emperyalizme dönüştüğü kesinlikle reddediliyordu. Büyük Proleter Kültür Devrimi’nin tecrübeleri reddediliyordu. Hem sosyalizmle, hem de başını Sovyet revizyonist kliği’nin çektiği modern revizyonizmle dost geçinme yolu tutuluyordu. SBKP’nin ve diğer revizyonist partilerin ufak-tefek(!) hatalar işlediği kabul ediliyordu. (Kendilerinin işlediği cinsten!...) Sonradan TİİKP olarak adlandırılan burjuva kulübü bu şartlarda, bu ideolojik temel üzerinde doğdu. Bir yandan başlıca konularda modern revizyonist çizgiyi sürdüren PDA kliği, daha sonra Mao Zedung Düşüncesi’ne el attı. Bu nasıl mümkün oldu? Elbette Mao Zedung Düşüncesi’nin özünü bir kenara bırakarak...
Mao Zedung Düşüncesi’nin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde anlamı nedir? Mao Zedung yoldaş, Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisini, yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerin şartlarına uygulayarak şu sonuçlara varmıştır: Bu ülkelerde feodalizme karşı yürütülen mücadeleyle, emperyalizme karşı yürütülen mücadele birbirine kopmaz bağlarla bağlıdır. Demokratik halk devriminin özü toprak devrimidir. Toprak devrimi, proletarya önderliğinde halk savaşı yoluyla başarıya ulaşır. Halk savaşı, özünde bir köylü savaşıdır. Proletarya partisi, yoksul ve orta köylülere dayanarak köylük bölgelerde silahlı mücadeleye girişmeli, buralarda kurtarılmış alanlar yaratmalı, bu kurtarılmış alanlar uzun süreli savaş içinde genişletilerek buralardan büyük şehirler kuşatılmalı ve en sonunda büyük şehirleri de zaptetmek suretiyle ülke çapında siyasi iktidar ele geçirilmelidir. Proletarya partisi ve halk ordusu, bu uzun süreli savaş içinde adım adım inşa edilmelidir. Yine bu uzun süreli savaş içinde, feodalizme, emperyalizme ve komprador kapitalizme karşı, bütün halk sınıflarının, işçi sınıfının, köylülerin, şehir küçük-burjuvazisinin ve milli burjuvazinin birleşik cephesi gerçekleştirilmelidir. Bu birleşik cephe, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü temel ittifakı üzerine kurulabilir. Halk savaşının başarıya ulaşmasıyla ülke çapında kurulacak iktidar, bir burjuva diktatörlüğü değil, proletarya önderliğinde halk diktatörlüğüdür. Demokratik halk diktatörlüğü gerçekleştikten sonra, önderliği elinde tutan proletarya, yoksul ve aşağı-orta köylülerle birleşerek, durmaksızın proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirmeli ve sosyalizmin inşaasına girişmelidir. Mao Zedung Düşüncesi’nin, Çin Devrimi deneyinin öğrettikleri, en genel çizgileriyle bunlardır. PDA revizyonist kliği, bütün bunları reddediyordu. O sadece, Mao Zedung yoldaşın “devrimin halk kitlelerinin eseri olacağı” yolundaki doğru fikrini, silahlı mücadelenin karşısına çıkarıyor ve her silaha sarılma isteğini, “halk kitlelerinden kopmak”, “devrimin kitlelerin eseri olacağı” düşüncesini reddetmek olarak suçluyordu. Bu hain klik, Mao Zedung Düşüncesi’ne bağlılığı, Türkiye’de silahlı mücadele düşmanlığı olarak yaymıştır. “Devrimin kitlelerin eseri olacağı” konusunda bu kadar yaygara yapan PDA revizyonist kliğinin, kitle hareketleri karşısındaki tutumu da şudur: İşçi-köylü kitlelerinin kendiliğinden gelme mücadelesini göklere çıkarmak, kendiliğinden gelme mücadelenin önünde secdeye varmak! İşçi ve köylü kitlelerini, emekliye emekliye arkasından izlemek!.. Oysa, halk yığınları ve özellikle köylüler, silahlı iktidar mücadelesi için, dinamik, kararlı, tutarlı, doğru yolda ilerleyen bir komünist önderliğe muhtaçtır ve onların asıl eksiği budur. Silahlı halk savaşına girişmek için, objektif şartlar son derece elverişlidir. İşçi ve köylü yığınlarının kendiliğinden gelme mücadelesi çığ gibi büyüyor ve yer yer silahlı çatışmalara kadar varıyordu. PDA revizyonizmi bu mücadelenin başına geçerek, halkın kendiliğinden gelme mücadelesiyle bilinçli siyasi mücadeleyi birleştirecek yetenekte değildi. Bu hain kliğin, silaha sarılmak isteyen halk kitlelerine önderlik etmeye ne inancı, ne hazırlığı ve ne de kabiliyeti vardı. Bu klik, her şeyden önce, silahlı mücadelenin ve devrimin dengesiz gelişeceğine, ülkenin bazı yerlerinde daha önce, bazı yerlerinde daha sonra gelişeceğine inanmıyordu; uzun süreli silahlı mücadeleye inanmıyordu. Bu klik, önündeki görevi, “devrimin sosyal ve psikolojik şartlarını hazırlamak” olarak tesbit etmişti. Bunun için, kitleleri “örgütlemek ve bilinçlendirmek” gerekiyordu! İşçiler ve köylüler geniş kitle örgütleri içinde, sendikalarda vb. teşkilatlandırılmalıydı! Örgütsel politika bundan ibaretti. “Bilinçlendirmek” için, bütün rolü kendiliğinden gelme kitle hareketlerinin şakşakçılığını yapmaktan ibaret olan İşçi-Köylü daha çok basılmalı ve dağıtılmalıydı! “Bilinçlendirme” görevi bundan ibaretti. Ayrıca kısmi reform talepleriyle kitle mitingleri, yürüyüşler, grevler vb. düzenlenmeliydi. Sınıf mücadelesinden sadece bunu anlıyorlardı. İhtilalci bir örgütlenmenin ve silahlı mücadelenin yerine legalizm, reformizm, salt barışçı mücadele biçimleri geçirilmişti. Gerçekte kitle mitingleri, yürüyüşler, grevler düzenlemek, işçi ve köylü sendikaları kurmak vb. de lafta kaldı (bunlar, silahlı mücadeleye hizmet etmek ve ihtilalci bir örgütlenmenin parçası olmak şartıyla elbette reddedilemezler). Kitlelerin kendi inisiyatifleriyle giriştikleri hareketlere sonradan gidilerek gazete satıldı ve bu olayların haberleri gazeteye yazıldı o kadar... Çoğu zaman kitlelerin devrimci öfkesi, “aman ha, bütün ülke çapında, işçileri ve köylüleri örgütleyip bilinçlendirmeden harekete geçmeye kalkmayın! Bu, maceracılık olur” mantığıyla pasifize edildi. Bu revizyonist klik, DİSK gibi, TÜTÜS gibi, reformist burjuva sendikalarıyla tamamen uzlaştı ve yayın organlarında, bunların üç-beş kuruş zam uğruna zaman zaman giriştikleri mücadeleleri göklere çıkararak, fakat onları bir kere bile eleştirmeyerek, işçi sınıfımızı ve yoksul köylülerimizi reformizmin kucağına itti.
Gerçekte, illegal faaliyet diye hiçbir şey yoktu ortada. Sözümona illegal partinin üyeleri, sabahtan akşama kadar dergide gazete satışına ve dağıtımına nezaret etmekle, dünyanın ve Türkiye’nin siyasi meseleleri üzerine gevezelik etmekle meşguldüler! Bu burjuva baylar, oturdukları sıcak köşelerinde dünya politikasına kendilerinin yön verdiğini sanacak kadar da aptal ve gururluydular.
Yazı kurulları, redaksiyon komiteleri, bir yığın büro! Buna bir de TİP’i ele geçirme politikasını ekleyin, işte örgütlenmenin bel kemiğini bunlar teşkil ediyordu. Bu örgütlenme ile, hakim sınıfların iktidarını devirmek bir yana, çam bile devrilemezdi.
Sonu gelmez bürokrasi ve kırtasiye faaliyeti içinde, üniversitelerdeki gerici saldırılarından ve iktidarın ağırlaşan zulmünden kaçan burjuva bay ve bayanlarla yapılan “devrim” tartışmaları, eğitim toplantıları arasında, günler geçip gidiyordu.
Eldeki kadroların pek azı profesyoneldi. Çoğu kadrolar, kendi özel işlerini, burjuva hayat tarzlarını devam ettiriyorlardı, artan zamanlarında da eğitim toplantılarına ve gazete satışlarına katılıyorlardı. Bizzat pratik faaliyetin içeriği, genellikle burjuva kadroları hareketin saflarında topluyordu. Faaliyet bu kadrolarla yürütüldüğü müddetçe de yepyeni, dinamik, devrimci bir faaliyete girişmek büsbütün imkansız hale geliyordu.
Bu burjuva kliği, gerici saldırılar karşısında başı sıkıştıkça “devrimci güçbirliği” çığlıkları atıyordu. CHP ile, doğal senatörlerle, TİP ile, DİSK ile ve diğer reformcu burjuva örgütleriyle güçbirliği kurmayı “cephe” politikasının temeli yaparak, Mihrici Dev-Güç maskaralığını diriltmeye çalışıyordu. “Silahımız devrimci güçbirliğimizdir”(*) diye manşet atarak, halkın üç silahından ikisi, parti ve halk ordusu bir kenara itiliyordu ve üstelik, halkın birleşik cephesi yerine, “güçbirliği” adında ne olduğu belirsiz bir şey geçiriliyordu. Bu bir maskaralıktı, çünkü doğru yolda ilerleyen bir komünist partisi, bu partinin önderliğinde halkın silahlı kuvvetlerinin inşası bir yana bırakılarak, burjuvaziyle istikrarlı bir ittifak kurmak boş bir hayaldir. Ancak belli somut meselelerde geçici ve kısmi anlaşmalar mümkün olabilir.
Güçbirliği adına yapılan bütün gevezeliklerin sonucu, zaman zaman ortak imzalı bildiriler yayınlamaktan bir adım ileri gidememiştir. Kaldı ki, bu bile, proletarya ile milli burjuvazi arasında bir anlaşma değildir. Çeşitli burjuva ve küçük-burjuva kliklerinin kendi aralarındaki anlaşmalardan ibarettir. PDA revizyonistleri, bu yoldaki başarıları(!) yayın organlarında abartarak reklam ettiler. Devrimci gençliğin, gerici zorbalığa karşı, kendini savunmak için giriştiği mücadeleyi, “güçbirliğini kundaklamak” olarak niteledi.
Bütün bu revizyonist çizginin sonucu şu oldu: İşçi ve köylü yığınlarının kesinlikle gerisinde kalmak ve yığınlarla hiçbir ciddi bağ kuramamak! Devrimci gençlikten tamamen kopmak ve tecrit olmak! Ankara, İstanbul ve İzmir’de birkaç legal yayın organı etrafında kapanıp kalmak! Amatör faaliyetin sınırını aşamamak! Gerici saldırıların azgınlaşması karşısında kendini reformist burjuvazinin kollarına atmak!
15-16 HAZİRAN BÜYÜK İŞÇİ DİRENİŞİ, İKİ ÇİZGİ ARASINDAKİ MÜCADELENİN ŞEKİLLENMESİ VE PDA REVİZYONİZMİNİN BİR KERE DAHA KILIK DEĞİŞTİRMESİ
İşçi sınıfımızın kendiliğinden gelme mücadelesi 15-16 Haziran’da doruğuna ulaştı. İşçiler bütün burjuva ve küçük burjuva revizyonist kliklerini tepeleyip geçtiler. 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi ve arkasından gelen sıkıyönetim, bazı kadroların bilincinde önemli bir sıçrama yarattı. Bu arkadaşlar, işçi hareketinden ve onu izleyen zor mücadele günlerinden önemli dersler çıkardılar.
İşçi hareketi, birinci olarak, devrimin şiddete dayanacağını, bunun zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Aybar-Aren oportünizmine ve bütün pasifist, parlamentarist görüşlere ağır bir darbe indirdi.
İkinci olarak, işçi hareketi, burjuva devlet teorilerine ağır bir darbe indirdi. Halkın kurtuluşunu hakim sınıfların ordusundan beklemenin ne derece ahmakça bir hayal olduğunu gözler önüne serdi. Çünkü işçi direnişi tanklarla, süngülerle, sıkıyönetimle bastırılmıştı. Süngülerin gölgesine sığınan patronlar, sıkıyönetim makamlarıyla birlikte yüzlerce işçiyi işten atmışlardı. Yüzlerce devrimci işçi ve aydın, sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı. Bütün bunlar M. Belli’nin, D. Avcıoğlu’nun ve H. Kıvılcımlı’nın cuntacı hayallerinin ve anti-Marksist-Leninist devlet ve ordu tahlillerinin saçmalığını ortaya çıkardı.
Üçüncüsü, 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, gerçek kahramanın kitleler olduğunu bir kere daha gösterdi. Ve bir avuç seçkin aydın grubuna dayanarak devrim yapmayı hayal eden bireyci küçük-burjuva akımlarına ağır bir darbe indirdi.
Dördüncüsü, 15-16 Haziran direnişinin bastırılması, devrimin ilk başlarda şehirlerde başarıya ulaşamayacağını, şehirlerde zaman zaman ortaya çıkacak işçi ayaklanmalarının kırlık bölgelere çekilmediği takdirde bastırılmaya mahkum olduğunu gösterdi. PDA kliğinin belirsiz bir gelecekte, şehirlerde genel ayaklanma ile iktidarı ele geçirme hayallerine ağır bir darbe indirdi.
Beşincisi, 15-16 Haziran’dan sonra gelen ve üç ay süren sıkıyönetim, en zor şartlarda dahi mücadeleye devam etmenin ancak gerçekten devrimci bir örgütlenmeyle, kanundışı bir temel atarak ve çalışmaları bu temel üzerine inşa ederek mümkün olabileceğini gösterdi. Legaliteye bel bağlamanın, revizyonist örgütlenmenin, şiddetlenen sınıf mücadelesi şartlarında halkımıza zarar vermekten başka bir işe yaramayacağını gösterdi.
Altıncısı, 15-16 Haziran Direnişi, ülkemizde devrimin objektif şartlarının ne kadar olgunlaştığının somut bir delili oldu.
Büyük işçi direnişine katılan, sıkıyönetim şartlarında mücadeleyi devam ettiren, kitleler arasında çalışma pratiği olan bir kısım kadrolar, büyük işçi hareketinden gereken dersi çıkarttılar. Geçmişte izlenen çizginin sağcı ve teslimiyetçi bir çizgi olduğunu, revizyonist bir çizgi olduğunu kavradılar. Fakat bu mücadeleyi uzaktan izleyen, kitleleri tanımayan bir kısım burjuva unsurlar, işçi hareketinden gereken dersi çıkartamadılar. Hatta yanlış dersler çıkarttılar. Kolay başarı umuduna kapıldılar. Böylece PDA saflarında yeni bir çelişme doğdu.
Hareketin tepesine çöreklenmiş olan burjuva unsurlar, geçmiş sağcı çizgiyi tamamen terkederek doğru bir çizgide hareketi inşa etmek yerine, bazı konularda ufak-tefek değişiklikler yaparak suratlarını yeni bir maske ile gizlemeye çalıştılar.
İki çizgi arasındaki mücadele, önce kendisini geleceğin değerlendirilmesi noktasında ortaya koydu. Burjuva unsurlar, bir süre sonra sıkıyönetimin kalkacağını ve eski “demokratik”(!) ortama dönüleceğini ileri sürdüler. Özellikle A. N. bu görüşün şampiyonluğunu yapıyordu. Marksist-Leninist kadrolar, sıkıyönetim kalksa bile, faşizan baskıların artmakta devam edeceğini; çünkü, iktisadi ve siyasi buhranın ortadan kalkmak bir yana, her geçen gün şiddetini daha da artırdığını, nispi istikrar dönemleri olsa bile, bunun geçici ve kısa süreli olacağını savundu. Revizyonistlerin tahlillerinin sonucu şuydu: Sıkıyönetimle biraz sarsılan eski sağcı pratik faaliyeti yeniden restore etmek. Marksist-Leninist kadrolar ise eski faaliyetin tümüyle ve kökten değiştirilmesi, sıkıyönetimin bizi nispeten içine ittiği kanundışı örgütlenme ve mücadele yolunda yürünmesi gerektiği düşüncesindeydiler.
15-16 Haziran işçi direnişini takip eden sıkıyönetim günlerinde gerçekten de eski dergicilik faaliyetini aşan, az çok kendi kuvvetimize dayanan, az çok ihtilalci ve illegal bir faaliyete girişmiştik; daha doğrusu şartların zorlamasıyla, özellikle İstanbul’da böyle bir faaliyete itilmiştik. Bu faaliyetin de elbette bir yığın zaafı, yanlışı, eksiği vardı. Kadrolar seferber edilmemişti. İllegal çalışmada bir yığın acemilikler yapılıyordu. Örgütlenmede belli bir perspektif yoktu. Mücadele, toprak devrimi mücadelesine tabi değildi vs... Ama, bütün bu çok önemli zaaflara rağmen ilk defa olarak kanundışı bir örgütlenme ve mücadele yolu tutulmuştu. Bu, her şeye rağmen iyi bir şeydi ve eski yoldan ayrılıp, bütün zaafları da bilinçli bir çabayla altederek, bu yolda ilerlemek gerekirdi. Fakat öyle olmadı. Sıkıyönetimin biraz gevşemesiyle birlikte illegal faaliyet de gevşedi. Gizli çalışan gruplar açığa çıktı. Sonra bunlar İşçi-Köylü büroları şeklinde iyice meşrulaştı. Bütün kadrolar dergiye döndü ve tam bu sırada “Sosyalist Kurultay” şiarı atıldı. Bütün itirazlara rağmen, haftalık derginin yeniden yayınlanması kararı alındı. Oysa, aylık PDA ve onbeş günlük İşçi-Köylü, bütün kadroları yutuyordu. Yine tam bu sırada, “İşçi-Köylü çalışma komiteleri kuralım” şiarı atıldı.
Bunlar, elbette tesadüfi şeyler değildi. Bunlar, burjuva sınıf içgüdüsünün ve burjuva sınıf tavrının, şartları elverişli görür görmez kendini ortaya koymasıydı. Bu şiarlar ve kararlar yanlıştı; çünkü bunlarla, gerçekten de, sıkıyönetimle biraz sarsılan eski çalışmalara yeniden dönülmüştü. Daha uzun müddet “demokratik ortamın” devam edeceği yanlış varsayımına dayanılıyordu. Bu varsayım doğru olsaydı bile, yukarıdaki şiar ve kararlar yine yanlış olurdu; çünkü, her dönemde ve her şart altında proletarya kanundışı bir temel atmak, diğer her türlü örgütlenme ve çalışmayı bunun üzerine bina etmek zorundadır. Silahlı mücadele şartlarının iyice olgunlaştığı ve buna paralel olarak hakim sınıfların faşizan tedbirlerini artırdıkları şartlarda yukarıdaki şiar ve kararlar büsbütün yanlış olurdu.
Revizyonistler, legal bir partinin sayısız faydalar sağlayacağını söylüyordu! Sayısız faydaların başında da yine legal bir yayın organı olan, yani hakim sınıfların müsadesiyle çıkan İşçi-Köylü gazetesinin dağıtımı ve satışı geliyordu. Revizyonizmin başı olan bay A.Z., o günlerde bir tartışmada aynen şöyle demişti: “Eğer legal bir parti kurmazsak, bir ay sonra İşçi-Köylü’yü çıkaramayız.” Bu bay, İşçi-Köylü’yü ilelebet çıkaracağını mı sanıyordu?
Bütün revizyonist klikleri bir araya toplayacak olan “Sosyalist Kurultay”, her derdin devası olmuştu. Proletarya hareketinin (!) örgütlenme problemini çözecekti! Bütün “proleter çevreleri” (bu baylar kendileri gibi reformist-revizyonist kliklere artık bu ismi veriyorlardı) birleştirerek Türkiye çapında devrimci hareketi dağınıklıktan kurtaracaktı! Ülke çapında örgütlenmeyi sağlayarak “halk savaşı”nın ön şartlarını(!) yaratacaktı. Oysa, halk savaşına hazırlanmanın bir tek yolu vardı: O da önder kadroların önemli bir kısmını köylük bölgelere göndermek, köylüleri silahlı mücadele için gerilla örgütleri içinde teşkilatlamak, illegal örgütlenmenin ve faaliyetin diğer bütün biçimlerini ve her türlü legal faaliyeti köylük bölgelerdeki silahlı mücadeleye tabi kılmak, Sosyalist Kurultay gibi saçmalıklarla zaten mevcut olan legalizmi iyice perçinlemek değil.
Sosyalist Kurultay, eğer mümkün olsaydı, bir ihanet kurultayı olurdu. Çünkü sadece, iyice azgınlaşan faşist saldırganların kabaran iştahlarına bütün kadroları tabakta meyve sunar gibi sunmaya yarardı. Silahlı mücadelenin ön şartlarını yaratmaya veya ona önderlik etmeye değil.
Kaldı ki, Sosyalist Kurultay sloganı aynı zamanda boş bir hayaldi. Azgınlaşan gerici saldırılar, çeşitli revizyonist klikleri iyice birbirine düşürmüştü. Devrimci işçi, köylü ve aydın kadrolar, bu klikler arasında şaşkınlık içinde bocalayıp duruyordu. Devrimci kadroları doğru bir çizgi etrafında birleştirmek ve revizyonizmi tecrit etmek, Sosyalist Kurultay gibi bir tartışma toplantısında sağlanamazdı. Bu tür tartışma toplantıları o günlerde sık sık oluyordu ve çekişmeleri kızıştırmaktan ileri gitmiyordu. Ancak Marksist-Leninist temeller üzerine kurulmuş sağlam bir çekirdeğin yönettiği devrimci bir pratik ve bu pratikle bir arada yürütülen ideolojik mücadele devrimci kadroları toparlayabilir, revizyonizmi tecrit edebilirdi. Ve bu da bir anda değil, nispeten uzun bir mücadele sürecinde mümkün olurdu. Sosyalist Kurultay’ın mümkün olmayacağı pratikte de görüldü. Sadece revizyonist klikler arasında barış isteyen ilkesiz ve pasifist unsurların iştahını kabarttı, o kadar.
Yeniden legal bir haftalık dergi çıkarmak niçin gerekliydi? Sosyalist Kurultay çağrılarını daha sık tekrarlamak için! Kadrolar, mevcut iki legal yayın organını bile güçlükle çıkarabildikleri için, revizyonistler, sonradan aylık dergiyi haftalığa çevirmek zorunda kaldılar.
İşçi-Köylü çalışma komitelerinin görevi, dergi ve gazeteyi okumak, eleştirmek ve bunlara yazı yazmaktı ve başka bir şey değildi. “Her İşçi-Köylü çalışma komitesi, bir yazı kurulu gibi çalışmalı” (abç) deniyordu. Yani her türlü faaliyet, legal yayıncılık faaliyetini güçlendirmeyi hedef alıyordu.
Yayınevi faaliyetinden artan birkaç kadroyu, dergiye gösterişli köy çalışma raporları yazmak için, köylere göndermiş olmayı, “köy çalışmalarını esas almak” diye yutturmaya çalıştılar. Köy çalışması, geçici ve legal bir propaganda ve anket çalışmasından ibaretti. Yine de bu çalışmalara katılan kadroların önemli bir kısmı zamanla revizyonist yönetici kliğe cephe almıştır ve almaktadır.
İşçiler arasındaki çalışmanın esasını da gazete satışı ve dağıtımı teşkil ediyordu. Reformist DİSK ve ona bağlı sendikalar, kayıtsız şartsız destekleniyordu. Bu politikaya karşı çıkanlar, sekterlikle itham ediliyordu. İşçi sınıfının kendiliğinden gelme mücadelesi yine gerisinden izleniyordu. Belli ve kesinleşmiş bir örgütlenme planı, politikası ve faaliyeti yoktu. Gelişme vaadeden işçileri profesyonel siyasi faaliyete çekmek asla düşünülmüyordu. Amatör çalışma esastı. Bugün çalışmalara katılan öğrenciler, yarın derslerine dönüyor, çalışmanın bütün ürünleri ve bütün ilişkiler onunla birlikte gidiyordu. İstikrarsız ve amatör çalışma sebebiyle birçok işçi ve köylü devrimciyle kurulan ilişkiler koptu.
Revizyonist klik, daha önce belirttiğimiz sebeplerle gençlikten de tecrit olmuştu.
Burjuva önderlik, tecrit olmuşluktan kurtulmak, sağcı pratiği gizlemek için keskin sloganlar haykırmaya, M. Belli revizyonizmine karşı Marksizm-Leninizm’in en ilkel gerçeklerini döne dolaşa tekrarlamaya başladı. Palavra edebiyatı aldı yürüdü. Halk savaşı gevezelikleri göğe çıktı.
PDA revizyonizminin yeni maskesi buydu.
Sağcı pratiği örtbas etmek için yaygarası yapılan halk savaşı ve keskin sloganlar, ne gibi bir örgütlenmeyle hayata uygulanacaktı? Yazı kurullarıyla mı? İşçi-Köylü çalışma komiteleriyle mi? Çeviri ve bilmem ne bürolarıyla mı? Burjuva entelektüellerin tepesine çöreklendiği “parti” de, bu legal yayınevi faaliyetine hizmet etmekten başka bir işe yaramıyordu.
Burjuva önderlik devlet, ordu ve sıkıyönetimin sınıf muhtevası gibi Marksizm-Leninizm’in alfabesi olan konularda eski sağcı görüşlerini terketmişti. Revizyonistler alçak sesle ve utangaç bir dille modern revizyonizme çatmaya da başlamışlardı. Yavaş yavaş Sovyet sosyal-emperyalizmi tabirine de kendilerini alıştırmışlardı. İktidarın halk savaşı yoluyla parça parça ve kırlardan şehirlere doğru alınacağını da sözde kabul etmiş göründüler. Fakat bu değişme bile oportünistçe ve sahtekarca oldu. Sanki öteden beri aynı şeyleri savunuyormuş gibi pişkin bir tavırla özeleştiriye yan çizdiler.
Öte yandan, Mao Zedung Düşüncesi’yle Kıvılcımlı düşüncesini birbiriyle bağdaştırmaya, bu ikisinin birbiriyle çelişmediğini, aksine, Kıvılcımlı düşüncesi’nin Mao Zedung Düşüncesi’nin Türkiye şartlarına uygulanması olduğunu ispatlamaya giriştiler. Kıvılcımlı’nın Mao Zedung Düşüncesi’ni 1967’den beri kavramış olduğunu ileri sürdüler ve buna delil olarak onun, Stalin’e küfreden, Büyük Proleter Kültür Devrimi’ni asla anlamadığını gösteren “Kızıl Bekçiler” yazısını PDA’da reklam ettiler. Revizyonist Vatan Partisi deneyini, Marksizm-Leninizm cilasıyla kurtarmak için canfeda bir çaba gösterdiler, (Bak: PDA, “Vatan Partisi Tüzük ve Programı’nın Eleştirisi” s. 24). Kıvılcımlı’nın kulaklarına fısıldadığı, “Sosyalist Kurultay” masalını cümle aleme Mao Zedung damgasıyla okumaya kalktılar. Onunla beraber haykırdılar: “Anarşi Yok, Büyük Derleniş!” Dergide, Kıvılcımlı’yı okuma ve kavrama kampanyası açtılar. Onun, “dünyanın en büyük Marksist-Leninist’lerinden biri” olduğunu ilan edecek kadar gülünçleştiler. Öte yandan, Türkiye’de feodalizmin mevcudiyetini ve dolayısıyla toprak devrimini inkara varan Boratavcı saçmalıkları savunmaya devam ettiler. Kıvılcımlı’nın feodalizmi ve köylülerin devrimci rolünü inkar eden tezleriyle Boratav’ın feodalizmin % 5 olduğu tezi birbirini tamamlıyordu.
Baş çelişmenin önce hakim sınıflarla halk arasında olduğunu savundular. Sonra, “Emperyalizm, Üretim Tarzı ve Baş Çelişme” adlı suni mantık ve idealizm şaheseriyle bu fikirden vazgeçtiler. Baş çelişmenin, “feodalizmle halk yığınları” arasında olduğunu sözde benimsediler. Sözde diyoruz, çünkü, meselenin özünü kavramamışlardı (bunu ilerde göreceğiz).
Devrimin temel gücünün işçi sınıfı ve köylüler olduğunu ileri sürerek, Türkiye’nin özel durumu üzerinde şarlatanlık ettiler ve böylece demokratik devrimin özünü kavramadıklarını gösterdiler. Bu orta yolcu tezlerin şampiyonluğunu da Bay R.T. yapıyordu. Bugün de, ileride göreceğimiz gibi, devrimin temel gücü konusunda bir açıklığa kavuşmuş değildirler.
Özel olarak Kemalizm konusunda ve genel olarak Türkiye tarihinin değerlendirilmesi konusunda, milli cephe konusunda Mihrici görüşlerini devam ettirdiler.
Revizyonistler, sıkıştırıldıkları noktada bir adım geri atmak zorunda kalıyorlardı. Fakat doğru düşünceyi benimsemek zorunda kaldığı zaman da, bunu sadece lafta benimsiyordu.
Mesela, köylerde çalışmanın esas olduğunu söyleyip şehirlerdeki bürokratik faaliyetlerine devam ediyorlardı. Gizli çalışmanın esas olduğunu söyleyip legalizm batağında kulaç atıyorlardı. Silahlı mücadelenin esas olduğunu söyleyip her türlü silahlı mücadele isteğini boğmaya çalışıyorlar, “Guevaracılık” olarak damgalıyorlardı. Halk savaşının esas olduğunu söyleyip, “askeri darbe” kışkırtıcılığı yapıyorlardı.
Bu iğrenç burjuvalar, bir yandan “evet, silahlı halk savaşı esastır” dedikten sonra, öte yandan “amma”yı bastırıyorlar, bin dereden su getirerek “Sosyalist Kurultay”ı, legal yayınevi faaliyetini, pasifizmi ve teslimiyetçiliği, Mao Zedung Düşüncesi’yle, halk savaşı çizgisiyle bağdaştırmaya çalışıyorlardı.
Şubat 1971 Genelgesi
Şubat 1971’de partililere bir genelge yayınlandı. Bu genelgede aynı ikiyüzlü tutum devam ettirilmektedir. “Merkez Komitesi, köylük alanlardaki mücadeleyi şehirlerdeki mücadeleden tecrit eden, ikisi arasına duvar çeken, ikisi arasındaki diyalektik bütünlüğü kavramayan metafizik burjuva anlayışını mahkum eder”. Bu alçaklar, köylerde esaslı hiçbir faaliyet yokken, bütün çalışma Ankara, İstanbul ve İzmir’e tıkanıp kalmışken, “köylerdeki çalışmanın esas, şehirlerdeki çalışmanın tâli” olmasını isteyen kadrolar hakkında böylesine mahkumiyet kararları kestiler.
Aynı genelgede, Lenin yoldaşın, “partilerin kendilerini illegal çalışmayla sınırlamamaları” (abç) yolundaki son derece doğru öğretisini, kendilerinin tamamen legal dergicilik faaliyetlerini desteklemek için kullandılar. Büyük Marksist-Leninist pozlara bürünerek, “Merkez Komitesi, bu devrimci ilkelerin ışığında halkımıza Mao Zedung Düşüncesi’ni ulaştıran yayın organlarımızı güçlendirmenin (abç) önemini bütün parti teşkilatına duyurmayı gerekli görmüştür”, diyerek, gerçekte legalizmi güçlendirme kararı aldılar.
Aynı genelge, Marksist-Leninist kanadın, “devrimin köylerden şehirlere doğru gelişeceği”, “iktidarın parça parça alınacağı” yolundaki Çin Devrimi deneyinin yarı-sömürge, yarı-feodal ülkeler devrimcilerine öğrettiği dersleri savunmalarını da, “kopyacı eğilim” olarak mahkum(!) ediyordu. Revizyonist bayların “askeri darbe” teşvikçiliğiyle “halk savaşını” bağdaştırma(!) çizgisini, “kumaşı başka bir ülkenin modeline göre değil, kendi ülkemiz için kesmek” diye niteliyor ve övüyordu.
M. Belli, D. Avcıoğlu ve H. Kıvılcımlı askeri darbeye bel bağladıklarını açıkça ilan ediyorlardı. Bu bakımdan onlar, PDA revizyonistlerinden daha samimi sayılmalıdırlar. PDA revizyonistleri aynı şeyi çok daha sinsice yapıyordu.
Söz konusu genelgeyi inceleyelim:
1) “Faşist diktatörlük hevesleri artmaktadır”.
2) “Buna karşı reformcu burjuvazi askeri darbe yoluyla veya parlamenter yoldan iktidarı ele geçirme çabalarını yoğunlaştırıyor”.
3) “İktidarı ele geçirdiği an (abç), faşizmin en zayıf anıdır”.
4) “Faşist kuvvetler daha bütün kilit mevkileri kazanmadan (yani iktidarı ele geçirdiği anda) onlara karşı halk mukavemetini teşkilatlamalı ve harekete geçirmeliyiz” (altını çizen yazar).
5) “Anında harekete geçmeye,... süratli davranmaya hazır olalım” (abç).
6) “Çelişmelerin en keskin olduğu yerlerde, en bilinçli yığınlar içinde (açy) tutuşturacağımız mukavemet ateşi...”.
7) “Demokratik burjuvazi dahil bütün anti-faşist kuvvetlerin cesaretini kamçılar ve demokratik güçleri harekete geçirebilir” (abç).
8) “Reformcu burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi halinde, partimizin davranışı, emperyalizme en sadık, en gerici, en şoven düşmanlara karşı halk yığınlarını harekete geçirmek, halkın somut taleplerini devrimci propaganda ile birleştirmek olacaktır” (abç).
Tezler bunlar.
Bu tezler, o sıralarda geliştirilen faşizm ve faşizme karşı mücadele teorilerinin bir parçasıdır. Burada özel olarak belirtmek istediğimiz şey, askeri darbe teşvikçiliği meselesidir.
Yukarıdaki tezler, birinci olarak anti-feodal, anti-emperyalist mücadele ile anti-faşist mücadeleyi birbirinden tamamen koparmıştır. Anti-faşist mücadele, şehirlerde yürütülecek anlık bir mücadele olarak görülmektedir. “Çelişmelerin en keskin olduğu yerler”den kasıt Ankara, İstanbul, İzmir’dir. Çünkü, faşizmin iktidara bu şehirlerde tezgahlayacağı bir darbe yoluyla geleceği düşünülmektedir. “En bilinçli yığınlar”dan kasıt, öğrenci gençlik kitlesi, işçiler ve aydınlardır. Demek ki, anti-faşist mücadele, kırlardan şehirlere doğru gelişecek ve temel gücünü köylülerin teşkil edeceği toprak devrimi mücadelesinden tamamen başka bir şeydir; faşist darbeye karşı, şehirlerde girişilecek bir karşı-darbe hareketidir.
Bu tezler ikinci olarak, anti-faşist mücadeleyle iktidar mücadelesini birbirinden koparmıştır. Anti-faşist mücadelenin bir iktidar programı olması gerekir ki, tezlerde bunlardan bahsedilmemektedir. Revizyonist baylar, şu iki şıktan birini düşünüyorlar: Ya faşist diktatörlük, ya da reformcu burjuvazinin diktatörlüğü. Demek ki, burjuva bayların anti-faşist iktidar programları gerçekte bir reformcu burjuva iktidarıdır. Bütün hesaplarını, yukarıdaki iki ihtimal üzerine kurmaktadırlar. “Anında harekete geçmek”, “halk mukavemetini teşkilatlamak ve harekete geçirmek” palavralarının bir tek amacı vardır: “Demokratik burjuvazi dahil, bütün anti-faşist kuvvetlerin cesaretini kamçılamak” ve “demokratik güçleri harekete geçirmek”! Bu suretle “reformcu burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi” sağlanacaktır. Ve “reformcu burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi halinde” de, reformcu burjuvazi ile birlikte “emperyalizme en sadık, en gerici, en şoven düşmanlara karşı” mücadele edilecektir. İktidarı elinde tutan reformcu burjuvaziye karşı da, “devrimci propaganda ile birleştirilerek”, “halkın somut talepleri” savunulacaktır.
PDA’nın Ocak 1971 tarihli sayısında, “anti-faşist mücadelenin amacı devrimci iktidarı kurmak değildir” diye yazmışlardır (s. 186). Bugün Türkiye’de devrimci iktidar, işçi sınıfının, köylülerin, şehir küçük-burjuvazisinin ve milli burjuvazinin devrimci kanadının, işçi sınıfı önderliğindeki müşterek iktidarı olabilir. Anti-faşist mücadelenin amacı bu olmadığına göre, reformcu burjuvaziyi iktidara getirmektir. İşte, burjuva bayların iğrenç bir ikiyüzlülükle gizlemeye çalıştıkları gerçek niyetleri budur. Bu niyeti ele veren başka deliller de vardır. “Faşizme Karşı Silaha Sarılmaya Hazır Olalım” başlıklı İşçi-Köylü sayısının özellikle subay evlerine atılması istenmiştir. Ve ilk defa bu sayı Harbiyelilere satılmıştır. Yine reformcu bir askeri darbe ihtimalinin iyice arttığı bir sırada, reformcu burjuvaziye sunulan bir program mahiyetinde olan acil talepler listesi yayınlanmıştır.
PDA revizyonizminin zaten reformcu burjuvaziden başka dayanacağı bir kuvvet de yoktur. Faşizmi altetmek bir yana, artan faşist baskılar karşısında kendi varlığını korumaktan bile acizdir o. Revizyonist kliğin bağımsız bir gücü yoktur. Dayanacağı silahlı kuvvetleri yoktur. Köylüler arasında çalışması yoktur. Şehirde, işçiler arasında amatörce bir çalışması var, fakat işçiler üzerinde hiçbir etkisi yoktur. İşçi sınıfımıza reformist ve faşist sendikalar hakimdir. Öğrenci gençlikten daha önce tecrit olunduğunu belirttik. O halde, hangi örgütlenme ile ve kim harekete geçirilecek? Bu şartlarda “silaha sarılalım” çağrısı tamamen bir palavracılık değil de nedir? Bu soru kendisine yöneltildiğinde bay A. Z. “bizim dışımızda da faşizme karşı mücadele edecek güçler vardır. Biz en ileri devrimciler olarak onlara doğru yolu göstermekle yükümlüyüz” demiştir. Yani “hadi gayret aslanlar, silaha sarılın ve bizi tehdit eden faşizmi altedin” diye reformcu burjuvaziyi “cesaretlendirmek” “yükümlülüğü”! Askeri darbeye çanak tutmak “yükümlülüğü”!
Kendi kuvvetlerine dayanmak yerine, burjuvaziye dayanmak değil de nedir bu?
Dimitrov’un adını ağızlarından düşürmeyen bu sahtekarlara, O’nun şu sözlerini bir kere daha dikkatli olarak okumalarını tavsiye ederiz.
“Bu politik buhranın gittikçe keskinleşmesiyle ortaya çıkan ve derhal çözümlenmesi gereken büyük mesele, iktidar meselesidir. Bulgaristan’da iktidar kime aittir: Kapitalist azınlığa mı, yoksa geniş emekçi halk çoğunluğuna mı? Başka bir deyişle halkın ve ülkenin kaderini kim tayin etmeli, politik gelişmeleri kim yönlendirmelidir: Kapitalist sınıf mı, yoksa emekçi halk mı?” (altını çizen Dimitrov), (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 17).
Dimitrov yoldaş, “politik ve toplumsal meselelerin çözümü, son tahlilde, gerçek ihtiyaçlara ve o anda çatışan politik güçlerin gerçek kuvvet dengesine bağlıdır” dedikten sonra şöyle devam ediyor:
“Mevcut politik buhranın iki çözüm yolu vardır: Kapitalist çözüm veya kitlelerin gösterdiği halkçı çözüm yolu. Bugün bu iki yoldan ayrı orta bir yol yoktur ve olamaz” (a.ç. Dimitrov), (age, s. 18).
“Ancak, bu kapitalist çözüm yolunun halk ve ülke için sayısız kötülüklerle; özgürlüğe, bağımsızlığa ve barışa karşı yönelmiş dış tehlikelerle dolu askeri veya faşist bir diktatörlüğe yolaçması kaçınılmazdır” (a.ç.D.). “Diğer çözüm yolu olan politik buhranın halkçı (a.ç.D.) çözümü, iktidarın, kendisinin ve ülkesinin kaderini tayin edecek yönetme hakkına sahip emekçi halka, büyük halk çoğunluğuna devredilmesi demektir” (abç) (age, s. 19).
Dimitrov yoldaşın kastettiği şey bir anti-faşist halk cephesi iktidarıdır. Ve yazının devamında bunu açıkça belirtmektedir.
Dimitrov yoldaş, “Faşist Saldırı ve Emekçi Sınıfın Faşizme Karşı Savaşı Açısından Üçüncü Enternasyonalin Ödevleri” adlı raporunda, reformcu burjuvazinin hükümeti olan “sosyal demokrat hükümet”le “birleşik cephe hükümeti”ni kesin olarak birbirinden ayırmaktadır!.
“Aslında ‘emekçi hükümeti’ terimini kullanmak doğru değildir. Biz burada kendilerine genellikle ‘emekçi (ya da işçi) hükümeti’ adını veren bütün sosyal demokrat hükümetlerden kesinlikle değişik politik nitelikte olan, değişik ilkeleri bulunan, birleşik cephe hükümeti (a.ç.D.) tabirini kullanmak istiyoruz. Sosyal-demokrat hükümet, kapitalist düzenin korunması için burjuvazi ile sınıf işbirliği yapma aracıdır. Halbuki birleşik cephe hükümeti, bütün emekçilerin çıkarları için, devrimci proletaryanın öncüleriyle bütün öteki anti-faşist partilerin işbirliği yapmalarını sağlayan araçtır. Bu, gericiliğe ve faşizme karşı savaş hükümetidir. İkisi arasında köklü bir ayrılık bulunduğu ortadadır” (age, s. 129).
Başka bir yazısında Dimitrov yoldaş şöyle demektedir:
“Proletarya... burjuva diktatörlüğünü doğrudan doğruya yıkmayı başaramadan, yalnızca faşizmi bastırmak ve altetmekle mi yetinecektir? Burjuva diktatörlüğünün yıkılmaması halinde bir birleşik cephenin ya da halk cephesi hükümetinin kurulmasını reddetmek, bağışlanmaz bir dargörüşlülük ve gevşek devrimci politika olur” (age, s. 165).
Yani Dimitrov yoldaş faşizmin bastırılmasını ve altedilmesini yeterli görmüyor. Bizzat faşizmin sosyal dayanağı olan sınıfın (Avrupa’da burjuvazinin, bizde komprador burjuvazi ve toprak ağalarının) devrilmesini ve yerine birleşik cephe hükümetinin kurulmasını da gerekli görüyor.
Dimitrov yoldaş, aynı yazının bir başka yerinde,
“Proletarya iktidarının kurulması yolunda birleşik cephe hükümetinin kaçınılmaz bir aşama olduğunu düşünmek yanlış olacaktır... Faşist ülkelerde hiçbir geçiş aşaması olmayacağını ve faşizmin kesinlikle hemen proletarya iktidarına yol açacağını ileri süren eski görüş kadar bu görüş de yanlıştır” diyor (a.ç.D.). Bu sözler elbette proletarya devriminin gündemde olduğu Avrupa ülkeleri içindir. Türkiye’de anti-emperyalist ve anti-feodal birleşik cephe hükümeti, faşizmin mevcudiyetine bağlı olmaksızın, proletarya iktidarının kurulması yolunda “kaçınılmaz bir aşama”dır. Faşizmin mevcudiyeti halinde bu hükümet aynı zamanda anti-faşist bir mahiyet taşır.
Dimitrov yoldaştan aktardığımız pasajları özetleyelim:
1- Anti-faşist mücadele, aynı zamanda iktidarın kime ait olacağı mücadelesidir.
2- Faşizm ile politik buhran birbirine bağlantılıdır. Politik buhranı hakim sınıflar faşizme kayarak çözmek ister.
3- Politik buhranın ikinci çözüm yolu, iktidarın anti-faşist birleşik cephenin eline geçmesidir. Üçüncü bir yol yoktur.
4- Anti-faşist halk cephesi hükümetiyle reformcu burjuvazi (Avrupa’da sosyal-demokratlar bizde milli karakterdeki orta burjuvazi) hükümeti tamamen farklı şeylerdir. Birincisi faşizme ve gericiliğe karşı savaş aracıdır. İkincisi kapitalist düzenin korunması için, gericilerle sınıf işbirliği yapma aracıdır.
Dimitrov yoldaşın faşizm öğretilerini hatırlayanlar, birleşik cephe içinde sosyal-demokrasinin sağ kanadının yeri olmadığını da bilirler.
Bütün bunlardan, ülkemiz açısından çıkaracağımız dersler şunlardır:
Birincisi, Türkiye’de anti-feodal, anti-emperyalist cephenin sınıf muhtevasıyla anti-faşist cephenin sınıf muhtevası aynıdır: İşçiler, köylüler, şehir küçük burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu sınıflar arasında birleşik cepheyi gerçekleştirme mücadelesi, aynı zamanda bizim şartlarımızda anti-faşist cepheyi gerçekleştirme mücadelesidir.
Revizyonist önderlik anti-faşist mücadeleyi, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadelenin karşısına koymakla Dimitrov yoldaşın öğretilerini tahrif etmiştir. Birleşik cephenin gerçekleşmesini kösteklemiştir. Böylece faşizmin ekmeğine yağ sürmüştür.
İkincisi, Türkiye’de anti-faşist iktidar mücadelesi aynı zamanda anti-emperyalist ve anti-feodal iktidar mücadelesidir. Dimitrov yoldaş, “faşist diktatörlük veya reformcu burjuva diktatörlüğü” şıklarından birini değil, “faşist diktatörlük veya anti-faşist birleşik cephe iktidarı” şıklarından birini -ikincisini- tercih ediyor.
Revizyonist önderlik, anti-faşist mücadele bayrağı altında gerçekte bir reformcu burjuva iktidarı tezgahlamaya çalışmakla Dimitrov yoldaşın öğretisini bir kere daha tahrif etmiştir. Gericilerle işbirliğinin aracı olan bir hükümeti, faşizme ve gericiliğe karşı savaş hükümetinin yerine geçirmek istemiştir.
Yukarıdan beri özetlediğimiz tüm noktalarda -Sosyalist Kurultay, legal yayın faaliyetinin esas olması, İşçi-Köylü çalışma komiteleri ve bürolar şeklinde örgütlenme, köy çalışmasının tâli tutulması, silahlı mücadelenin durmaksızın kösteklenmesi, illegal faaliyetin ikinci plana itilmesi, burjuva demokrasisine bel bağlanması, baş çelişmenin ve temel gücün yanlış tespit edilmesi, feodalizmi ve toprak devrimini inkara varan Boratavcı görüşlerin savunulması, Kıvılcımlıcılık, Mihrici Dev-Güç anlayışının ve Kemalizm görüşünün benimsenmesi, anti-Marksist-Leninist faşizm teorilerinin piyasaya sürülmesi, askeri darbecilikle halk savaşının bağdaştırılmaya çalışılması... ve benzeri konularda, yani devrimci mücadelemizin en temel, en önemli bütün sorunları üzerinde- burjuva önderlikle Marksist-Leninist kanat arasında sürekli bir mücadele olmuştur.
İki çizgi arasındaki mücadele sıkıyönetimden iki hafta önce, 10-12 Nisan arasında yapılan toplantıda, devrimci mücadelenin bütün önemli meseleleri üzerinde, bir kere daha cereyan etti.
Nisan Toplantısı
Toplantının gündemi, hareketin o güne kadarki çizgisinin özeleştirisi, Sosyalist Kurultay ve yayın organları meselesiydi.
Özeleştiri konusunda geçmişi etraflı bir şekilde tahlil ederek, PDA revizyonizminin durmadan kılık değiştirdiğine işaret ettik, samimi davranılmadığına işaret ettik (bak: “Özeleştiride Cesur ve Samimi Olalım”). Etraflı, esaslı ve samimi bir özeleştiriyle geçmişteki revizyonist pisliklerin süpürülüp atılmasını istedik. Revizyonistler, sistemli bir şekilde geçmişteki hataları savundular. İşçi-Köylü çalışma komitesi ve İşçi-Köylü büroları şeklinde örgütlenmenin doğru olduğunu söylediler. Köylerdeki geçici anket çalışmasını, köylere ağırlık vermek olarak nitelediler. Erdost’a karşı Boratav’ın görüşlerini savunmanın devrimci(!) bir tutum olduğunu iddia ettiler. Partiyi ve halk ordusunu, halkın bu iki silahını içermeyen “silahımız devrimci güçbirliğidir” şiarının doğru olduğunu söylediler (devrimci güçbirliği, ileride üzerinde duracağımız gibi, halkın birleşik cephesi de değildi). İşçiler arasındaki amatör, perspektiften yoksun ve devrimci olmayan çalışmayı, reformist sendikaların kayıtsız şartsız desteklenmesini, bütün bunları savundular. Hatta gerçekleri tahrif etmekte, o güne kadar yürütülen çalışmaların illegaliteyi esas aldığını söyleyecek kadar ileri gittiler.
Bu sahtekar burjuva kliği, Kıvılcımlı’nın Mao Zedung yoldaşa açıkça küfretmesi, kendilerine saldırması ve Marksist-Leninist kanadın sürekli eleştirileri karşısında, Kıvılcımlı’nın elini bırakmak zorunda kalmışlardı. Toplantıda, “Kıvılcımlı’yı zaten hiçbir zaman benimsemediklerini, onu kazanma tavrı takındıklarını”, gözlerimizin içine baka baka, hayasızca savundular. Hatta devrimci dürüstlükten nasibini almayan bay A.N.
Kıvılcımlı’ya karşı daha çok mücadele etmiş olmakla övündü. Oysa Kıvılcımlı revizyonistine bir köpek sadakatıyla bağlı olanların başında bu bay geliyordu. Daha önce Kıvılcımlı’yı eleştirenleri “burnu büyük sekterlikle” itham ettikleri halde, bu kez “daha az mücadele etmiş olmakla” kötülemeye yeltendiler.
Geçmişte M. Belli’nin kuyruğunda yürümüş olmalarını şöyle izah ettiler: O dönemde TİP hareketine karşı M. Belli çizgisi komünizmi(!) temsil ediyordu. M. Belli sonradan Türk Solu’nun çizgisinden sapmıştır. Yani baylarımız çömezliğini yaptıkları yıllarda M. Belli komünistti(!).
Bunların sahtekarlığının delili kocaman üç cildi dolduran Türk Solu dergileridir. Özeleştiri konusundaki samimiyetsizlikleri, onları M. Belli savunuculuğunu yapmaya kadar götürüyordu.
Daha önce bir kısmını ele aldığımız “faşizm ve faşizme karşı mücadele” teorileri üzerinde de tartışmalar oldu. Revizyonist kliğin teorisi özet olarak şuydu:
1- Türkiye’de faşizm, tekelci sermayenin diktatörlüğüdür (PDA, sayı, 27, s. 177-178...).
2- Faşizm, iktidarı gerici askeri darbe yoluyla ele geçirecektir (agy).
3- Faşist diktatörlük, parlamentoyla asla bağdaşmaz. “Faşizm, burjuvazinin bizzat parlamenter düzeni kaldırması demektir” (agy).
4- Anti-faşist mücadele, esas olarak şehirlerde güçbirlikleri kurularak yürütülmelidir. “Silahımız devrimci güçbirliğidir”.
5- Faşizm iktidarı aldığı an, proleter devrimcileri “demokratik burjuvazi dahil bütün anti-faşist kuvvetlerin cesaretini kamçılamalı” ve “demokratik güçleri harekete geçirmelidir” (Şubat 1971 Genelgesi).
6- “Anti-faşist mücadelenin amacı, devrimci iktidarı kurmak değildir” (PDA, sayı: 27).
7- “Reformcu burjuvazinin iktidarı ele geçirmesi halinde” görev, gericilerle mücadele ve reformcu burjuvaziye karşı halkın somut taleplerini, işçi-köylü iktidarını savunmaktır (Şubat 1971 Genelgesi).
8- Eğer faşizm gelirse köylerde çalışma imkanımız da kalmaz. Acil görevimiz faşizm tehlikesini savuşturmaktır. “Bütün ilerici ve demokratik güçler: Faşizme karşı demokratik güçbirliğini bir an evvel gerçekleştirmeliyiz. Var gücümüzle tekelci burjuvaziye yüklenmeli, faşizmi tecrit... etmeliyiz. ...bütün anti-faşist güçlerle birleşelim. Faşizme karşı dişe-diş mücadele edelim. Önümüzdeki acil siyasi görevler bunlardır” (abç). Faşizm tehlikesi savuşturulmadan toprak devrimi için köylülerin silahlı mücadelesi örgütlenemez (Şubat 1971 Genelgesi).
9- Faşizm tehlikesi savuşturulduktan sonra gelecek bir reformcu burjuva iktidarı, köylük bölgelerde çalışma imkanını artıracaktır. “Öyle dönemler olabilir ki, şehirlere ağırlık verilebilir ve bu, köylerdeki çalışmayı diyalektik olarak etkiler” (bu, Bay A.Z’nin ağzından eksik etmediği bir cümleydi ve şehirlerde tezgahlanacak bir askeri darbenin köylerde çalışma imkanını artıracağı anlamına geliyordu).
8. ve 9. maddelerde ileri sürülen görüşleri ispatlamak için İran örneği veriliyordu. İran’da eğer faşizmin gelmesi önlenseydi bugün köylerde toprak devrimi mücadelesi daha kolay olurdu, deniyordu.
Neresinden baksak bir yığın zırvalıklarla dolu bir teoridir bu.
Önce faşizmin ülkemizde sınıf muhtevası yanlış tespit edilmiştir. Faşizm, herhangi bir emperyalist ülkede olduğu gibi tekelci burjuvazinin diktatörlüğü değildir; Türkiye’de ve Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde faşizm, komprador büyük burjuvazinin ve toprak ağalarının diktatörlüğüdür. Baylar Kıvılcımlıcı ve Boratavcı anlayışları icabı, toprak ağalarını tamamen bir kenara bırakmışlardı. Ayrıca, tekelci burjuvazinin komprador niteliğini de bir kenara bırakarak emperyalist ülkelerle yarı-sömürge ülkeler arasındaki son derece önemli ayrım çizgisini silmişlerdi. Bunun tabii sonucu da elbette anti-faşist mücadeleyi, şehirlerde, tekelci burjuvaziye karşı yürütülecek bir mücadele olarak görmek ve köylülerin anti-faşist mücadeledeki rolünü inkar etmekti (veya en azından küçümsemekti. Revizyonist klik zaman zaman köylülerden de bahsediyordu fakat köylülerin anti-faşist mücadeledeki rolünü küçümsüyordu).
Bu baylar, toprak ağalarının varlığını öylesine unutmuşlardı ki, CHP’de ve hatta AP’de toprak ağalarının bulunduğunu dahi inkar ediyorlardı. “CHP, bünyesinde, tekelci burjuvazinin bazı kesim ve temsilcileriyle, büyümek isteyen orta burjuvazinin sanayici kesimini toplamaktadır.” (PDA, sayı: 27, s. 182).
“Adalet Partisi iktidarı, Demirel ve onun çevresinde toplanan klik, esas olarak tekelci burjuvazinin menfaatlerinin savunucusudur” (agy. s. 184).
Toprak ağalarının iktidara ortak olduğu da reddediliyordu. “Mevcut tekelci sermaye oligarşisi iktidardadır...” (agy, s. 183).
İkincisi, faşizmin iktidara askeri darbe yoluyla geleceği düşünülüyordu ki, bu da son derece sığ bir görüştü. Faşizm iktidara askeri darbe yoluyla gelebileceği gibi başka yollarla da gelebilirdi. Nitekim Türkiye’de 12 Mart Muhtırası yoluyla geldi. İtalya’da Mussolini, iktidarı aşağıdan yukarıya doğru bir darbe yoluyla ele geçirmişti. “Yahya Han Formülü”, faşizmin iktidara gelişinin bir başka örneğidir. Yunanistan’da iktidardaki parti bir askeri darbeyle bütün muhalefeti ezdi ve faşizmi gerçekleştirdi. Faşizmin iktidarı ele geçirmesi, her ülkenin özgül şartlarına ve zamana göre değişir. Komünistlerin görevi ülkelerindeki özgül şartları doğru bir şekilde tahlil etmektir. PDA revizyonistleri, gerici askeri darbeden başka bir yol düşünmedikleri için, 12 Mart Muhtırası karşısında aptallaştılar. “Reformcu burjuvazi ağır basmış görünüyor” diye alkışladılar (PDA, sayı 34, s. 4). Faşizmin iktidara gelişi konusundaki bu sığ anlayış, tabii olarak anti-faşist mücadeleyi de bir karşı darbe (reformcu burjuvazinin askeri darbesi) olarak görüyordu.
Üçüncüsü, faşist diktatörlüğün parlamento ile asla bağdaşmayacağını yaydılar. Oysa, bugün en koyu faşizmin iktidarda olduğu bir yığın ülkede, mesela Endonezya’da, Güney Vietnam’da, Pakistan’da, Hindistan’da, İran’da, İspanya’da... parlamento mevcuttur. Faşist klikler parlamentoyu feshetmek yerine hem bu ülkedeki halk kitlelerini aldatmak bakımından, hem de dünya demokratik kamuoyunu aldatmak bakımından parlamentoyu faşizmin aleti haline getirmeyi menfaatlerine daha uygun görüyorlar. Nitekim Türkiye’de de faşizm parlamenter maskelidir. Parlamentonun fonksiyonu, faşist generaller çetesinin süngüsünün işaretine göre parmak kaldırmaktan ibarettir. AP, DP, MGP ve CHP’nin “ortanın göbekçisi” takımı, bütün bu faşist klikler bir yandan yapılan devrimci katliamlarını, her türlü demokratik hakların ortadan kaldırılmasını olanca güçleriyle desteklerken, öte yandan parlamentonun muhafazasını istemektedirler. Hatta AP, DP, MGP faşist klikleri, faşist generaller çetesinin zorbalıklarını yetersiz bulmakta, “Daha fazla! Daha fazla!” diye avaz avaz bağırmaktadırlar. Buna rağmen parlamentoyu da titizlikle korumak istiyorlar.
Faşizmin, parlamentoyu da ortadan kaldıran daha azgın biçimlerinin varlığını reddetmiyoruz. Faşizmi parlamentoyla asla bağdaşmaz bir yönetim olarak görmenin ne derece saçma, dünya ve Türkiye gerçeklerine aykırı, kitleleri ve kadroları aldatıcı bir anlayış olduğuna işaret ediyoruz. Faşizmin varlığını anlamak için parlamentonun mevcut olup olmadığına bakmak yetmez; nasıl bir parlamentonun mevcut olduğuna da bakmak gerekir. Faşizmi süsleyen bir parlamento mu, burjuva anlamda demokratik bir parlamento mu?
Dimitrov yoldaş, parlamentonun faşizmi süsleyen biçimlerini, başka bir deyişle faşizmin parlamenter maskeli biçimlerini çok önceden göstermiştir:
“Tarihsel, toplumsal ve ekonomik koşullar, ulusal özellikler, hatta bir ülkenin uluslararası durumu, faşizmin ve faşist diktatörlüğün değişik ülkelerde değişik biçimlerde gelişmesine yol açmaktadır. Faşizmin geniş bir kitle dayanağı bulamadığı ve faşist burjuva kampın çeşitli grupları arasındaki mücadelenin keskin olduğu birtakım ülkelerde bu rejim, öncelikle parlamentoyu feshetme yoluna gitmez. Sosyal-demokrat partiler de dahil olmak üzere öteki burjuva partilerinin biraz meşruiyet elde etmelerine göz yumar. Başka ülkelerde eğer yönetici burjuvazi erken bir devrimin patlak vermesinden korkuyorsa, faşizmin sınırlandırılmamış olan siyasi tekelini kurar. Bunu ya hemen, ya da rakip parti ve gruplara karşı terör yönetimini ve kan kusturmayı artırarak yapar. Kendi durumu özellikle açıklığa kavuşunca bu durum faşizmin, kendi temelini genişletmesini ve sınıfsal yapısını değiştirmeksizin açık terörist diktatoryayı kaba ve uydurma bir parlamentarizmle birleştirmesini engellemez” (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 60).
PDA revizyonistleri faşizmle parlamentonun varlığının asla bağdaşamayacağı fikrini kafalarına öylesine yerleştirmişlerdir ki, bunların anti-faşizm anlayışları, her türlü parlamentonun -bu parlamento isterse faşizmin maskesi olsun- savunuculuğu haline gelmiştir.
“Burjuvazinin parlamenter diktatörlüğü altında emekçi yığınlar, gençlik ve aydınlar her şeye rağmen (abç) bazı sınırlı hak ve hürriyetlere sahiptir” (PDA agy).
O halde “herşeye rağmen” -faşizmin oyuncağı ve peçesi de olsa- parlamento savunuculuğu yapmak lazım(!). Bu anlayış, bazı şartlarda, kişiyi faşist kliklerle aynı noktaya getiriverir. Nitekim PDA revizyonizmi faşizmi maskeleyen parlamentonun savunuculuğunu yapmakta AP, MGP ve DP faşist klikleriyle birleşivermiştir.
Revizyonist önderlik bizi şu iki şıktan birini seçmeye zorluyordu: Ya parlamentosuz bir faşist diktatörlük, ya da parlamentonun var olduğu bir diktatörlük (bu, isterse parlamenter maskeli bir faşist diktatörlük olsun; ki Türkiye’de başından beri odur).
Komünistler, ister parlamenter maskeli olsun, ister bu maskeyi de bir kenara fırlatsın, faşist diktatörlüğün bütün biçimlerine karşı, en geniş burjuva demokrasisini savunurlar. Burjuva anlamda da olsa, en demokratik bir seçim sistemiyle seçilen bir parlamentoyu, proletaryanın serbest örgütlenme hakkını vb. faşist diktatörlüğe karşı savunurlar. Çünkü böyle bir diktatörlük, faşist bir diktatörlüğe kıyasla proletaryanın nihai hedefine ulaşması bakımından daha elverişli şartlar yaratır.
Fakat burjuva parlamentosu “kitleler için vadesini doldurduğunda”, komünistler, en demokratik olanını bile kaldırıp bir kenara fırlatırlar.
Bizim burjuva baylar, aynı yazıda, DP’yi ve o zaman CHP’nin başında bulunan İnönücü kliği parlamentonun korunmasından yana oldukları için -bunun nasıl bir parlamento olduğuna bakmadan- anti-faşist ve ilerici saymaktadırlar.
“Banka kredilerinin dağıtımında üvey evlat muamelesi gördükleri için AP’den soğuyan taşra bayileri, komisyoncuları ve tüccarları, bina ve arsa spekülâsyonculuğuyla zenginleşen vurguncu unsurlar DP çevresinde toplanmaktadır. Bu kanat şimdi iktisadi menfaatleri tekelci burjuvazi ile çeliştiği(!) için parlamentarist bir görünüm taşımaktadır”.
“CHP ile faşizmi tezgahlayan tekelci sermaye çevreleri arasında önemli çelişmeler vardır. CHP yöneticileri esas olarak parlamenter biçimlerin korunmasından yanadırlar” (agy, s. 182).
Oysa daha sonra gördük ki, faşizmin uygulayıcısı olan birinci ve ikinci Erim hükümetleri, CHP’nin İnönücü kliğinin hakim olduğu hükümetlerdi. Ve DP, bütün faşist zorbalıkların en baş destekçisi oldu.
Yine bizim burjuva baylar, AP’nin “askeri bir diktatörlük” tezgahlayacağını ve parlamentoyu feshedeceğini düşünüyorlardı. Oysa gördük ki AP, bütün faşist zorbalıkları sevinç çığlıkları atarak desteklediği halde, parlamentonun muhafazasını savundu. PDA revizyonistleri, parlamenter maskeli faşist diktatörlükle demokratik burjuva diktatörlüğünü ayırdedemediği için parlamenter maskeli faşist diktatörlüğün savunucusu durumuna düşmüştür.
Türkiye’de parlamento başından beri toprak ağaları ve komprador büyük burjuvazinin faşist ve yarı-faşist diktatörlüklerinin maskesi olmuştur. Ülkemiz, gerçek anlamda bir burjuva demokrasisini hiçbir zaman yaşamamıştır; bunun bazı kırıntılarını tatmıştır sadece. Hem tek parti döneminde, hem de çok partili dönemde bu böyledir. Bugün de durum değişik değildir. AP hükümetleri döneminde yarı-faşist bir idare mevcuttu. İktisadi ve siyasi buhran, hakim sınıfları faşist zorbalıkları artırmaya zorladı. Adım adım faşizm ilerledi. Sıkıyönetim, bu gelişmenin tabii sonucu ve biraz daha ileri bir aşaması oldu. Yani burjuva demokrasisinden faşizme değil, faşizmin daha ehven bir biçiminden daha koyu bir biçimine geçildi; ama parlamenter maske muhafaza edilerek. PDA revizyonistlerine göre, parlamento mevcut olduğuna göre, bugünkü sistemin faşizm olmaması gerekir. Fakat o, bu kez de bugünkü sıkıyönetim idaresini faşist baskı ve zorbalığın en son biçimi ve sınırı olarak görmekte, halkı ve kadroları bu şekilde aldatmaya çalışmaktadır.
Faşizm, şartlara göre parlamentoyu muhafaza ederek veya tasfiye ederek, çok daha koyulaşabilir, çok daha barbarlaşabilir. Bunu önlemenin yolu, faşist diktatörlüğün daha koyu biçimlerine karşı, daha ehven biçimlerinin muhafazasını savunmak değildir. Şartları müsait görür görmez, gericilikle işbirliği aracı olan bir reformcu burjuva iktidarını savunmak da değildir. Faşizmin bütün biçim ve derecelerine karşı, anti-faşist halk cephesi iktidarını savunmak, bunun için mücadele etmek ve bu iktidarı gerçekleştirmektir. Bu hedef aynı zamanda anti-feodal ve anti-emperyalist mücadelenin, yani demokratik halk devriminin de hedefidir. Ülkemizin bugünkü şartlarında özü toprak devrimi olan demokratik halk devrimi mücadelesi, aynı zamanda anti-faşist bir karakter taşır. Feodalizm ve emperyalizmle birlikte faşizmin de kökünü kazıyacak olan mücadele, proletaryanın önderliğinde, temel gücünü köylülerin teşkil edeceği silahlı halk savaşıdır. Emperyalizme ve feodalizme karşı olduğu gibi faşizme karşı da halkın üç silahı vardır: Parti, halk ordusu, halkın birleşik cephesi. Halk bütün düşmanlarını; feodalizmi, komprador büyük burjuvaziyi, emperyalizmi ve faşizmi bu üç silahla yenecektir.
Nihayet PDA kliğinin anti-faşist mücadele anlayışı, halk savaşı mücadelesini sürekli olarak kösteklemektedir. “Anti-faşist mücadelenin amacı devrimci iktidarı kurmak değil”se, ya faşizmin daha ehven biçimlerinin savunuculuğunu yapmak ya da reformcu burjuva iktidarının savunuculuğunu yapmaktır. PDA revizyonizminin, şartları bir askeri darbeye müsait gördüğü zaman ikincisini, bunu mümkün görmediği zamanlarda da birincisini savunduğuna daha önce işaret ettik. Ne birinci durumda, ne de ikinci durumda faşizm tehlikesi savuşturulamayacağı için “acil mesele, faşizm tehlikesini savuşturmaktır. Toprak devrimi daha sonra gelir” anlayışı, pratikte şu sonuca yol açmaktadır: Toprak devrimini gerçekleştirmek amacıyla köylülerin silahlı mücadelesinin örgütlenmesi, yani halk savaşının örgütlenmesi belirsiz bir geleceğe ertelenmektedir. İşçi sınıfının tarihi rolü, bir reformcu burjuva iktidarını teşvik etmek ve desteklemek derekesine indirilmektedir.
Faşizm tehlikesi, niçin geçici bir tehlike değildir? Çünkü birincisi, Türkiye gibi yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde zayıf ve güçsüz burjuvazi halkın mücadelesini daima kanla ve zorbalıkla bastırmaya ve bu şekilde ayakta kalmaya çalışır. Yani burjuvazinin zayıf ve güçsüz oluşu onu faşizme iter. İkincisi, toprak ağalarının mevcudiyeti burjuva demokrasisine feodal bir karakter verir. İktidara ortak olan toprak ağaları, “feodal demokrasi”nin kanunu olan sopayı ve cebiri, burjuva özgürlüklerinin yerine geçirmek için sürekli bir çaba harcarlar. Türkiye’de “demokrasinin” taa başından beri faşizan ve feodal bir karakter taşımasının sebepleri bunlardır. Dimitrov yoldaş “burjuvazinin, bir takım özel tarihsel, ekonomik ve politik sebeplerle elinde olmadan faşizme süreklenmesi gerçeği”nin, “Balkan ülkeleri ve Macaristan’da... daha fazla geçerli” olmasının “temel sebeplerini”, bu ülkelerde, “burjuva demokratik devriminin henüz tamamlanmamış” olması ve bu ülkelerin “emperyalizmin birer yarı-sömürgesi durumunda” bulunmasına bağlıyor. Yani feodalizmin mevcudiyetine ve burjuvazinin zayıf ve güçsüz olmasına bağlıyor (Faşizme Karşı Birleşik Cephe, s. 36-37).
Üçüncü olarak, emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği çağımızda gericiler buhrandan buhrana sürüklenmekte, can çekişmekte, yok olmaktadırlar. Yok olmanın eşiğindeki emperyalistler ve gericiler dünyanın her köşesindeki zorbalıklarını ve saldırganlıklarını artırmakta, her yerde faşizmi tezgahlamaya çalışmaktadır. Bu üç sebepten, bugünkü düzenin temelleri yıkılmadan, faşizmin sosyal dayanağı olan sınıfların iktidarı çökertilmeden faşizm tehlikesi savuşturulamaz. Faşizmin soluğunu kesecek mücadele de ancak ve esas olarak, iktidarı halk sınıflarının eline geçirmesini sağlayacak olan proletarya önderliğindeki halk savaşı mücadelesi olabilir.
Nisan Toplantısı’nda, PDA’nın anti-Marksist-Leninist faşizm ve faşizme karşı mücadele teorileri, halk savaşını erteleme noktasından eleştirildi. “Önce faşizmi savuşturalım, sonra köylük bölgelerde halk savaşına girişiriz” anlayışı mahkum edildi. Bay A.Z. bizi faşizmi mukadder görmekle itham etti. Biz, Türkiye’ye, komprador burjuvazinin ve toprak ağaları sınıfının demokrasi getireceğine veya onların diktatörlüğü altında burjuva anlamda bile demokrasinin mevcut olabileceğine, hele günümüz şartlarında asla inanmıyoruz. Ancak faşizmin değişik tonları mümkün olabilir, öyle de olmaktadır. Komünistler, kitleleri, faşizmin değişik tonları arasında seçme yapmaya zorlamazlar. Öte yandan, faşizmin koyulaşmasını önlemenin çaresi de yine şehirlerde reformcu burjuvaziye kuyruk olmak değil, proletarya önderliğinde halk savaşına girişmektir.
Revizyonist baylar, başka konularda olduğu gibi faşizm konusunda da sakat tutumlarında ısrar ettiler.
Öte yandan, göstermelik bir özeleştiri yaptılar. “Bazı gruplarda eğitim toplantıları düzenli yapılmamış, proleterleşme -yani büyük çoğunluğu burjuva olan kadroları proleterleştirme(!)- meselesi yeterince kavranmamış, dergilerdeki redaksiyon hataları düzeltilmemiş...” Bu gibi son derece tali meseleler ön plana çıkarıldı.
Revizyonizme karşı mücadele eden proleter devrimcilerine saldırmaktan da geri kalmadılar. Onları, “şehir çalışmasını tamamen reddetmekle”, “legal faaliyeti tamamen reddetmekle”, “silahlı mücadele dışındaki mücadele biçimlerini tamamen reddetmekle” itham ettiler. Oysa Marksist-Leninistler, yukarıdaki saçma görüşleri savunan bir grup burjuva ile kendi aralarına gereken çizgiyi çoktan çekmişlerdi. Gerçeğe dayanmayan ithamlar üzerine, Marksist-Leninistler görüşlerini on bir ilke halinde özetleyip toplantıya sundular. Ve bunların herkesçe benimsenip benimsenmediğinin oylamayla tespit edilmesini istediler. Revizyonistlerin, “izaha muhtaç olduğu” gerekçesiyle oylanmasını engelledikleri bu ilkeleri aktarmakla yetiniyoruz.
1- Köylük bölgelerdeki faaliyet esas, şehirlerdeki faaliyet talidir.
2- Silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
3- İllegal faaliyet esas, legal faaliyet talidir.
4- Ülke çapında düşman bizden güçlü olduğu müddetçe stratejik savunma esastır.
5- Stratejik savunma içinde taktik saldırılar esas, taktik savunma talidir.
6- Bu dönemde köylerde, silahlı mücadele içinde gerilla mücadelesi esas, diğer mücadele biçimleri talidir.
7- Şehirlerde (büyük şehirlerde), stratejik savunma döneminde, kuvvet biriktirmek ve fırsat kollamak esas, ayaklanmalar düzenlemek talidir.
8- Örgütlenmede parti örgütlenmesi esas, diğer örgütlenmeler talidir.
9- Diğer örgütlenmeler içinde silahlı mücadele örgütleri esastır.
10- Kendi kuvvetlerimize dayanmak esas, müttefiklere dayanmak talidir.
11- Ülkemizde silahlı mücadele şartları vardır.
Sosyalist Kurultay
Sosyalist Kurultay çorbası, Nisan Toplantısı’nda bir kere daha pişirilip sürüldü önümüze. Marksist-Leninistler, mevcut legalizmi daha da güçlendireceği, silahlı mücadele şartlarının mevcut olduğu bir ortamda bu mücadeleyi ertelemeye yarayacağı, kadroları artan faşist baskılara yem edeceği, ayrıca proletarya partisinin örgütlenme problemine bu şekilde çözüm getirilemeyeceği, üstelik kurultayın boş bir hayal olduğu gerekçesiyle karşı çıktılar. Önder kadroların önemli bir kısmının derhal seçilmiş köylük bölgelere gönderilmesini, bunların köylüler arasında, gerilla birimleri örgütleyerek silahlı mücadeleye girişmesini, diğer örgütlenmelerin bu mücadelenin seyri içinde ve bunu destekleyecek biçimde ele alınmasını istediler. Sosyalist Kurultayla legal bir parti örgütlemenin, legal imkanlardan faydalanmak olmayacağını, legalizme batmak olacağını, halihazırda hiçbir ciddi illegal örgütlenme ve faaliyet olmadığını belirttiler.
Revizyonistlerin iddiaları şuydu: Silahlı mücadelenin başlaması için ülke çapında örgütlenmek lazımdır! “Bir kıvılcım bütün bir bozkırı tutuşturur” amma “bozkırın da kuru olması lazımdır”(!) Ülke çapında teşkilatlanma ve bozkırı kurutma problemini, bir çırpıda, Sosyalist Kurultay halledecekti(!). Ve silahlı mücadele için son derece elverişli şartlar yaratacaktı(!). Bütün bu görüşlerin şampiyonluğunu Bay B.Y. yapıyordu. Bu fikirler daha önce sözlü tartışmalarda da defalarca ileri sürülmüştü. Bu görüşler toplantı tutanaklarına da geçti. Fakat tutanaklar elimizde bulunmadığı için dipnot göstermek mümkün olmuyor. Hatta, “ülke çapında örgütlenmeden silahlı mücadele başlatılamaz, aksini savunmak Guevaracılıktır” anlayışını haklı çıkarmak için, B.Y. haini, Mao Zedung’un “Çin’de Kızıl Siyasi İktidar Nasıl Yaşayabilir?” yazısındaki “sağlam bir parti örgütü” şartını, “ülke çapında teşkilatlanmış bir parti” olarak tahrif etmişti. O zaman ve hatta yakın zamana kadar bu baylar, kızıl siyasi iktidarın yaşaması şartlarıyla silahlı mücadelenin başlaması şartlarını bir ve aynı şey olarak görüyorlardı. Bunun için Mao Zedung yoldaşın “sağlam bir parti örgütü” şartını, “ülke çapında teşkilatlanmış bir parti” haline sokarak, silahlı mücadelenin başlatılmasını da, bu şarta bağlamış oluyorlardı. Böylece ülkenin dengesiz iktisadi, sosyal ve siyasi yapısının bir sonucu olarak devrimin yani silahlı mücadelenin de dengesiz gelişeceği, ülkenin bazı bölgelerinde daha önce, bazı bölgelerinde daha sonra gelişeceği tezi, bu doğru tez reddediliyordu.
Yayın Organları Meselesi
Legal yayın organlarının çıkmasının zorunlu olup olmadığı, yapılan tartışmaların sonunda oylamaya sunuldu. Marksist-Leninistler, PDA’nın çıkarılmaması, İşçi-Köylü’nün bir süre daha çıkabileceği yolunda oy kullandılar. Ayrıca, derhal illegal bir yayın organının hazırlıklarına girişilmesini savundular. PDA gibi bir ideolojik-politik yayın organı, İşçi-Köylü gibi kitle gazetesinden çok daha lüzumlu ve hatta zorunlu değil miydi? Öyleydi. Gerçekte, o şartlarda, İşçi-Köylü’den vazgeçmek, kısa ve öz yazıların yer aldığı ideolojik-politik aylık bir yayın organı çıkarmak çok daha doğruydu. Böylece, hem legal imkanlar müsaade ettiği sürece bundan en iyi şekilde faydalanılmış olur, hem de kadroların önemli bir kısmının köylük bölgelere, köylülerin arasına gönderilmesi mümkün olurdu. Fakat biz, azınlıkta olduğumuz ve oylarımız sonucu değiştiremeyeceği için, oylarımızı, revizyonist kliğin sağcı çizgisinin sembolü haline gelmiş olan PDA’ya bir muhalefet işareti olarak kullanmayı daha doğru bulduk.
Revizyonistler, sözkonusu toplantıda, yani sıkıyönetimden iki hafta önce, Sosyalist Kurultay ve legal yayıncılığı güçlendirme kararı alarak ihanetlerini doruğuna vardırdılar. Ne var ki, onların, proleter çizgisine karşı kazandıkları bu zafer(!) uzun sürmedi. İki hafta sonra gelen sıkıyönetim, dergi ve gazeteyi kapattı. Gerici Sosyalist Kurultay hayalini çöp tenekesine fırlatıp attı. Böylece yeni bir döneme girildi. Yeni dönemde sinsi PDA revizyonizmi de sırtına acem kumaşından yeni bir giysi geçirdi. Yani bir kere daha kılık değiştirdi.
Yeni döneme geçmeden önce eski dönemin bir yadigarı olan “Tasfiyeciler” meselesi üzerinde de duralım.
“Tasfiyeciler” Meselesi
PDA revizyonizmine karşı giriştiğimiz mücadelede bazı “yol arkadaşları” sonradan hem teoride, hem de pratikte bizden ayrılarak her türlü mücadeleye yan çizdiler. Bu kavga kaçağı alçaklar, belli bir dönemde PDA revizyonizminden daha tehlikeli bir hale geldiler. Şehirlerdeki mücadeleyi tamamen reddettiler. Legal faaliyeti ilke olarak reddettiler. Somut şartların somut tahlili ilkesini yani Marksizm’in özünü reddettiler. Böylece PDA revizyonizminin ekmeğine yağ sürdüler. Ona, sağcı hatalarını haklı çıkarması için demagoji imkanı sağladılar. Bu darkafalı, pasifist ve yüreksiz burjuvalar, daha sonra Marks’ı, Engels’i, Lenin’i, Stalin’i okumanın gereksiz ve hatta zararlı entelektüel bir çaba olduğunu iddia edecek kadar alçaldılar. Merkeziyetçi bir proletarya partisi örgütlemenin faşizm şartlarında zararlı olacağını savunacak kadar gülünçleştiler. Hakim sınıfların baskı ve zorbalıklarının iyice şiddetlendiği bir dönemde, “şimdiki görevimiz dağılmak ve kendimizi unutturmaktır”, diyecek kadar hainleştiler. PDA revizyonizmi ile mücadeleyi terkettikleri gibi, hakim sınıflarla mücadeleyi de terkettiler. Zaten kendileri daha da adi revizyonistler olup çıktılar. Evlerine, okullarına, kendi rahat köşelerine döndüler. Bunların ihanet teorileri birçok burjuva unsurun imdadına yetişti. Bu unsurlar, kızışan sınıf mücadelesini terketmek için yukarıdaki teorilere dört elle sarıldılar. Fakat bu arada bazı militan arkadaşların da kafasını bulandırdılar. Onları sıkıyönetimin bulanık havasından faydalanarak kendi peşlerine taktılar, pasifleştirdiler, mücadeleden kopardılar. Bunların başını çeken S.U. ve L.U. hainleri ile bağlarımızı Nisan Toplantısı’ndan önce kopardık. PDA revizyonizminin güvenilir adamı T.N. haini ise, önceleri PDA revizyonizmine bizimle birlikte karşı çıktığı halde, sonradan onunla uzlaştı. Nisan Toplantısı’nda, Sosyalist Kurultayın toplanması, legal bir partinin kurulması ve legal yayın organlarının güçlendirilmesi yolunda oy kullanarak PDA revizyonizmine iltihak etti. Sıkıyönetimin ilan edilmesiyle birlikte de ortadan kayboldu.
Şimdi PDA revizyonistleri bizi, bu kişilerle birlikte hareket etmiş olmakla suçluyor. Onların zırva teorilerini bize de maletmeye çalışıyor. Bu, sahtekarlığın daniskasıdır. Çünkü birincisi, “Tasfiyeciler” saflarında ilk başta bizimle beraber hareket edenler olduğu gibi son ana kadar PDA revizyonizmine dahil olanlar ve sürekli olarak ortada yalpalayanlar da vardı. İkincisi, biz bu kişilerin yanlış fikir ve tutumlarına asla katılmadık. Fakat, ilk başta PDA revizyonizmi ile mücadeleyi daha önemli gördüğümüz için bunlara karşı uzlaşmaz bir mücadele açmayı da doğru bulmadık. Hem, bu şahıslar, zırva teorilerini bir anda değil, zamanla geliştirdiler. PDA revizyonizminin sağ çizgisine karşı, bazı noktalarda bunlarla aramızda kurulan birlik, bunları aksi yönde aynı ölçüde sakat teori ve pratikleri ortaya çıktıkça ayrılığa dönüştü. Bir açının iki kolu arasındaki mesafe başlangıçta çok küçük olduğu halde, başlangıçtan uzaklaştıkça nasıl büyüyorsa, bunlarla bizim aramızdaki mesafe de, bunlar kendi doğrultularında yol aldıkları ölçüde, öyle büyüdü. Bunların alçaklıklarını, hainliklerini, pasifist, darkafalı, idealist burjuvalar olduklarını suratlarına çarptık.
Şimdi, PDA revizyonistleri bu gerçekleri küllemeye çalışıyor. Bizim savunmadığımız ve katılmadığımız görüş ve tutumları bize de malederek bir yandan kendilerinin geçmişteki kesin sağcı çizgilerinin lehine sonuçlar çıkarmak, öte yandan da bizim şimdiki eleştirilerimizi zayıf düşürmek istiyor. Bu tilki kurnazlığı ancak burjuva baylarımızı yaralar, bizi değil.
Sözkonusu sapmayı doğuran etkenlere gelelim. Bu etkenlerden birisi ve tayin edici olanı, kavga kaçaklarının sınıfsal nitelikleridir. Bunların çoğu, köken ve yaşayış tarzı itibarıyla burjuvadır. Sınıf mücadelesinden kopuk, işçi ve köylü kitlelerine yabancı, özünü hiçbir zaman kavrayamadıkları kitapları cümle cümle ezberleyerek yetişmiş entelektüel beylerdir. Sınıf mücadelesinin sertleşmesi karşısında bunların mücadele meydanını terketmeleri çok doğaldır. Dökülmelerine teorik bir kılıf geçirmek ihtiyacı ile de yukarıda kısaca sıraladığımız zırvaları ileri sürmüşlerdir.
Bay A.Z, bu dökülmelerin İstanbul’da olması sebebiyle sonuçtan bizi sorumlu tutuyor. “Bölücülüğün özellikle bu hataların işlendiği yerde çıkması çok uyarıcıdır. Burada İstanbul yönetiminin hataları büyüktür” diyor (bak: “Tasfiyeciler”le ilgili metin). Hayır bay revizyonist! Dökülenler sadece bunlar değildir! Şöyle bir etrafına bakarsan görürsün! Ankara’da da seni izleyen yığınla adam sıkıyönetimle birlikte mücadeleyi tamamen terketmedi mi? Eğitim toplantılarına katılan yüzlerce kişiden kaç kişi var etrafında? Üstelik İstanbul’da dökülenlerin bir kısmı da, son ana kadar senin safında değiller miydi?
O halde, bu kadar insan sıkıyönetimle birlikte niçin mücadele meydanından kaçtı? Çünkü bunlar, burjuva hayat tarzını terketmeyi gerektirmeyen legal dergicilik faaliyetinin kendi etrafına topladığı burjuva unsurlardı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bizzat eylemin muhtevası, bunları kendi çevresine toplamıştı. Sıkıyönetim, kağıttan şatoya benzeyen faaliyeti bir çırpıda yerle bir edince, bunların fonksiyonu da sona erdi. Burjuva unsurlar, kavga kaçaklıklarına İstanbul’da teorik bir kılıf geçirdikleri halde, Ankara’dakiler, “ben mücadelede okum” diye ayrılmışlarsa, ne fark eder? Meselenin özü, revizyonist çizginin etrafında topladığı burjuva unsurların sıkıyönetimle birlikte kavga meydanından tüymesidir! Size gelince revizyonist baylar, siz bu tüyme işini daha başka türlü ve daha sinsice yaptınız. İleride onun üzerinde de duracağız.
Özellikle İstanbul’da ortaya çıkan, sözkonusu sapmanın birinci ve tayin edici sebebi bunların burjuva sınıf niteliğidir, dedik. Bunların ortaya çıkmasına elverişli bir ortam yaratan dış sebep ise PDA revizyonizmidir. Sözkonusu sapma, PDA’nın çizgisine bir tepki olarak, bu çizginin bir cezası olarak doğmuştur. Dikkat edilirse, kavga kaçağı bayların sapması, hemen her konuda, PDA revizyonizminin içinde bulunduğu sapmanın tam aksi yöndedir. Hiçbir iftira bu gerçeği değiştiremez.
26 NİSAN 1971 SIKIYÖNETİMİ VE ÖRGÜTSEL AYRILIK
Marksist-Leninistler, burjuva önderliğin iflah olmayacağına sıkıyönetimden birkaç ay önce kanaat getirmişlerdi. Fakat burjuva önderliği tecrit etmek, militan kadroları Marksist-Leninist ilkeler etrafında toplamak için henüz yeterli bir mücadele verilmemişti. Ayrıca proleter devrimciler, düşüncelerini pratiğe uygulamak için gerekli çalışma imkanını henüz bulamamışlardı. Hem burjuva önderliğe karşı doğru ilkeler etrafında mücadeleyi sürdürmek, hem de doğru ilkelerin pratiğe uygulanması için çalışmak gerekiyordu. Marksist-Leninist kadrolar da, revizyonizme karşı mücadelenin ve pratik faaliyetin içinden çıkacaktı. Sıkıyönetim, eski çalışma tarzını yerle bir etmişti. Bu darbe bazı kadroların aklını başına getirebilir, burjuva önderliğin revizyonist çizgisini kavramalarına hizmet edebilirdi. Bu amaçlarla Marksist-Leninistler, burjuva önderliğe karşı mücadeleyi özeleştiri noktasında yoğunlaştırdılar. Büyük zararları pratikte görülen geçmiş çizginin etraflı ve samimi bir özeleştiri ile terkedilmesini istediler. İçine girdiğimiz yeni dönemde aynı sağcı çizginin izlenmeyeceğinin tek garantisi böyle bir özeleştiri olabilirdi.
Burjuva önderlik sürekli olarak, özeleştiri yapılacağı ve buna hazırlanıldığı vaadiyle kadroları oyaladı. Fakat yapılan sözlü tartışmalarda özeleştiri yapmaya asla niyetleri olmadığı ortaya çıktı. Geçmişin bütün pisliklerine kıskançlıkla sarılıyorlardı. Mesela bir tartışmada A.Z, Sosyalist Kurultayı hararetle savunarak şöyle dedi: “Eğer siz sabote etmeseydiniz, Sosyalist Kurultay başarıya ulaşır ve son derece de faydalı olurdu.” Bunu söylediği günlerde TİP dahi kapatılmıştı veya kapatılmak üzereydi; faal elemanları hapishanelere doldurulmuştu.
Burjuva önderlik, sıkıyönetimden yenilen darbenin bütün sorumluluğunu da Marksist-Leninist kadrolara yüklemeye kalkıştı.
Ayrıca bunlar, yeni çıkan yayınlarda eski ideolojik ve politik çizgiyi yeni şartlara uydurarak devam ettiriyorlardı.
Pratik faaliyet yine eskisi gibi sağcı ve teslimiyetçi bir rota izliyordu; şu farkla ki, nispeten illegaldi ve ağırlık şehirlerde kalmakla birlikte faaliyet nispeten köylere kaydırılmıştı. Yani PDA revizyonizmi, kendini yeni şartlara uydurarak Şafak revizyonizmi haline dönüşmüştü.
Yapılan sözlü ve yazılı eleştiriler burjuva önderliği çileden çıkarıyordu. Onlar bu eleştirilerden gereken dersleri çıkarmadılar. Eleştirileri düşmanca karşıladılar, bastırma yoluna gittiler, kadrolardan gizlediler (yazılı eleştiriler için bak: “Tasfiyeciler”le ilgili mektup, Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Doğru Kavrayalım, DABK Şubat 1972 Kararı).
Marksist-Leninistlerin hakim olduğu Doğu Anadolu Bölge Komitesi (DABK)’nin Şubat Kararı, burjuva önderliği iyice telaşa düşürdü. Derhal eleştiriyi toplatma kararı aldılar. Alelacele bu eleştiriye cevap teşkil eden bir genelge yayınladılar.
İkiyüzlülük ve Oportünizm Örneği Bir Genelge
Bu genelge, yeni bir ikiyüzlülük ve oportünizm örneğiydi. Burjuva önderlik, ilke ve istikrar namına bir şey tanımadan çeşitli düşünceler arasında yılan gibi kıvrılıp duruyordu. Söz konusu genelgeyle Marksist-Leninistlerin o güne kadar sürekli olarak savunduğu, fakat kabul ettiremediği birçok şeyi kabul etmiş görünüyorlardı. Üstelik bunları başından beri savunuyormuş gibi yavuz hırsız pozları takınıyorlardı. Marksist-Leninistlere “hizipçilik”, “mevki düşkünlüğü”, “Troçkist’lik” çamurları fırlatıyorlardı.
Bu genelge, ikiyüzlülük ve oportünizm örneğiydi; çünkü o, genelgedeki birçok doğru düşünce satır satır Marksist-Leninistlerin eleştirisinden alınmıştı. Eğer bunları samimi olarak benimsemiş olsalardı, bir kere Marksist-Leninist arkadaşlara saldırmamaları, onların eleştirilerinden memnun olmaları gerekirdi. Çünkü, mesela bu genelgenin inkara yeltendiği hataların bir kısmını içinde taşıyan cuntacı Şubat 1971 Genelgesi, yine bu genelgede kadrolara tavsiye ediliyordu. Diğer yayınlardaki bu genelgeye aykırı düşen bütün fikirler hâlâ doğru diye savunuluyordu. Eğer samimi olsalardı, diğer yayınlardaki pisliklere sarılmamaları, onları özeleştiriyle düzeltmeleri gerekirdi. Ne birincisini, ne de ikincisini yapmadıklarına göre, o genelgeyi çıkarmaktaki amaçları eleştiriyi boğmak, revizyonizmlerini iyice maskelemekti.
Yeni ve daha sinsi bir revizyonist çizgi izlemek zorunda kalmışlardı. Çünkü DABK Kararı’nı okuyan bazı kadrolar bunu hararetle karşılamışlar ve içinde bulundukları çıkmazdan kurtuluş yolu olarak görmüşlerdi. Burjuva önderliğin çömezi bay CX (A.N.) ile onun bölgesindeki kadrolar arasında şiddetli tartışmalar çıkmıştı. Bölgedeki faaliyet bu şahsın bürokratik, kırtasiyeci ve pasif önderliği yüzünden ihtilalci yoksul köylülerden kopmak tehlikesiyle karşı karşıya idi. Bölgedeki kadrolar, bu şahsı ve onun şahsında burjuva önderliğin sağcı çizgisini eleştirdiler. Kendileri de hatalı kararlara katılmış oldukları için özeleştiri yaptılar.
Burjuva önderliği, alelacele yukarıdaki genelgeyi yayınlamaya zorlayan etken işte buydu. Bay A.N’nin bölgesindeki olaylar başka bir bölgede de tekrarlanabilirdi. Onlar, oportünizm ve ikiyüzlülük belgesi olan genelgeyle işte bunu önlemeye çalıştılar.
Baylar! Kıvırtmacada, ikiyüzlülükte, sahtekarlıkta parmak ısırtacak kadar ustasınız! Ama sizin bu ustalığınız proletarya saflarında on para etmez! Siz bu maharetlerinizi gidip burjuva ve toprak ağaları partilerinde gösterirseniz, emin olun onlar sizi hararetle bağırlarına basacaklardır. Kabiliyetlerinizi boşu boşuna harcamayın! Bir an evvel değerinizi takdir edecek olanların yanına koşun! Parlak başarılar, büyük zaferler sizi bekliyor!
Son genelge oportünist inkarcılığının ve ikiyüzlülüğün yanında, öteden beri devam ettirilen bazı yanlışları savunmaya da devam ediyor. Bugün ikide bir gözümüze doğru uzattıkları genelgenin mahiyeti budur.
“Hizipçi” ve “Bölücü” Olan Kimdir?
Hizipçi ve bölücü olanlar, revizyonist çizgide ısrar edenlerdir. Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler, düzeltmemekte ısrar edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, samimiyetle özeleştiri yapmak yerine, sadece çok sıkıştıkları zaman, revizyonist özü yeni bir biçimle kamufle edenlerdir. Hizipçi olanlar, kendilerine eleştiri yönelten kadrolardan örgütün imkanlarını esirgeyenler, kendilerine yağcılık ve dalkavukluk yapanlara bütün imkanları sergileyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içinde körükörüne itaati, dalkavukluğu, sırt sıvazlamayı teşvik edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerine gelince her şeyi iyi, başkalarına gelince her şeyi kötü gösterenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, örgüt içi eleştiriyi bastırmaya çalışanlardır. Kendilerine yönelen eleştirileri kadrolardan gizleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, kendilerini eleştiren kadroları iğrenç bir iftira ve dedikodu kampanyası ile yıpratmaya, diğer kadroların gözünden düşürmeye, tecrit etmeye çalışanlardır. Hizipçi ve bölücü olanlar, eleştiri mekanizmasını işleten kadrolar aleyhine sinsi planlar hazırlayanlardır. Bu gibi kadrolara silahlı komplolar düzenleyenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar, hem demokrasi hem de merkeziyetçilik ilkesini çiğneyerek kendilerine en aşırı demokrasiyi, Marksist-Leninistlere de en aşırı merkeziyetçiliği uygulamak isteyenlerdir. Burjuva önderlik, bütün bu özellikleriyle hizipçiliğin ve bölücülüğün en tipik örneklerini vermiştir.
Mesela onlar, Marksist-Leninist arkadaşlardan birinin çalıştığı bir bölgede yakalanmalar olması üzerine “rezalet”, “kepazelik” diye yaygarayı koparırken, kendi çömezlerinin sorumlu olduğu bölgedeki yakalanmalar üzerine, “pek bir şey yoktur, hem, devrim inişli çıkışlıdır” diye çömezlerini kurtarmaya çalışmışlardır. Mesela onlar, Marksist-Leninistlerin üçbin lira istemesi üzerine, “şehirlerdeki aydınların aidatına bel bağlamayalım” diye yaygara yaparken, kendi çömezlerine, bir seferde otuz beş bin lirayı göndermekte hiç tereddüt etmemişlerdir.
Mesela onlar, Marksist-Leninist kadroları tasfiye için sinsi planlar hazırlamışlar, örgütsel ayrılık kesinleştikten sonra da, bu hizipçi faaliyetlerini “zaten atılacaklardı” diye ağızlarından kaçırmışlardır.
Mesela onlar, 26 Mart 1972 tarihinde “birliği korumak için”(!) tartışmaya çağırdıkları iki arkadaşa, haince bir silahlı komplo düzenleyecek kadar alçalmışlardır.
Onlar, hizipçiliğin ve bölücülüğün sayısız örneklerini vermişlerdir. Bugün masum pozlara bürünerek kendilerinin sonuna kadar iyi niyetli(!) davrandıklarına, bölünmeye engel olmak(!) için ellerinden geleni yaptıklarına, ama bizlerin hizipçilikte ve bölücülükte(!) ısrar ettiğine kadroları inandırmaya çalışıyorlar. Birlik üzerine dramatik nutuklar atıyorlar. Bizlere küfürler yağdırıyorlar. Bütün bunlar, kendilerinin hizipçiliğin ve bölücülüğün en alçakçasını, ikiyüzlülüğün, sahtekarlığın, ihanetin en âlasını yaptıklarını kadroların gözünden saklamak içindir. Bütün bunlar, suçluluğun verdiği telaştandır.
İflah olmaz burjuvaların hakim olduğu partilerde, Marksist-Leninistlerin kendi aralarında birleşerek bunlara karşı mücadele etmeleri hizipçilik değildir. Tarihi bir görevdir. Proletaryaya ve emekçi halka karşı vazgeçilmez bir yükümlülüktür. Hizipçi olanlar, iflah olmaz burjuvalardır. Çünkü bunlar, kendi küçük kliklerinin menfaati adına proletaryanın ve emekçi halkın menfaatlerine sırtlarını çevirmişlerdir. Çünkü bunlar, kendi küçük kliklerinin menfaati adına proletaryanın ve emekçi halkın birliğini baltalamışlardır. Halkın menfaati ile partinin menfaati çeliştiği zaman Marksist-Leninistler, halkın menfaatinden yana çıkarlar. Bu hizipçilik değildir. Partinin menfaati adına, halkın menfaatlerinin karşısında yer almak, işte budur hizipçilik.
Marksist-Leninistler, halkın menfaati ile, partinin menfaatinin aynılaşmasını istiyorlardı. Bu da ancak, burjuva önderliğin partiyi soktuğu teslimiyet ve ihanet yolundan onu ayırmakla mümkündü. Burjuva önderliği eleştiri ve ikna yoluyla düzeltmek imkansız olduğuna göre yapılacak şey, iflah olmazları tecrit etmek, ihanete giden yollarında yalnız başlarına bırakmak, partiyi ve kadroları devrim yolunda birleştirmektir. Kim ki bu çabayı hizipçilik olarak niteler, o kimse, “birlik” adına, halka ihanet yolunda yürümeyi mübah görüyor demektir. Evet, biz birlik istiyoruz, en yüce amacımızdır bu. Ama nasıl bir birlik? Proletaryaya ve emekçi halka ihanet yolunda bir “birlik” mi? Biz böyle bir “birlik”te yokuz. Böyle bir “birlik” ne kadar bölünürse, o kadar iyidir. İhanetin elebaşıları ne kadar tecrit edilirlerse, o kadar iyidir. Böyle bir “birlik”i baltaladığımız için revizyonist klik bizi “bölücülük”le itham ediyorsa, biz böyle bir “bölücülük”ü severek kabulleniriz. Proletaryaya ve halka hizmet yolunda bir birlik mi? Biz böyle bir birliği candan arzuluyoruz. Bu birliği baltalayanların en amansız düşmanlarıyız. Burjuva önderliğe karşı yürüttüğümüz mücadelenin bir sebebi de, onun böyle bir birliği sürekli olarak baltalamasıdır; revizyonizm yolunda, yani halka ihanet yolunda bir “birlik” istemesidir.
Örgütsel ayrılığın kesinleştiği son tartışma toplantısında burjuva önderlik, Marksist-Leninistler’den “hizipçilik yaptıkları” için özeleştiri istedi. Marksist-Leninistler, revizyonizme karşı mücadele ettikleri için özeleştiri yapmazlar. Tersine revizyonizme karşı mücadele etmedikleri veya yeterince mücadele etmedikleri veya revizyonist hatalara düştükleri zaman özeleştiri yaparlar. Burjuva önderliğin özeleştiri isteği bu sebeple reddedildi. Hizipçilik suçlamaları da reddedildi.
Burjuva önderlik, ileride toplanacak kongre sonuçlarına Marksist-Leninistlerin kayıtsız şartsız itaat etmeye söz vermelerini istedi. Proletarya partilerinde böyle bir şeyin tartışması bile yapılamaz. Fakat bizde revizyonizm partinin başına çöreklenmişti. Bu revizyonist burjuva unsurlar, kongre delegelerini de hizipçi bir tutumla tesbit etmişlerdi. Delegelerin, hemen hepsi kendileri ve çömezleriydi. Marksist-Leninistler’den bir veya iki kişi kongreye katılabilecekti. Onlar, bu hizipçi tutumun değiştirilmesini istediler. Kongreye kendi teklif edecekleri isimlerin de katılmasını istediler. Bu şartla kongre sonuçlarına kayıtsız şartsız razı olacaklarını belirttiler. Teklifleri reddedildi. Kongreden Marksist-Leninistler’in beklediği fayda şuydu: Devrimci düşünceyi bütün kadrolara ulaştırmak, duruma göre ya iflah olmaz revizyonist önderliği tasfiye edip devrimci bir önderlik kurmak, ya da saflara kazanılan kadrolarla yeni bir örgütlenmeye gitmek. Çünkü kesin çizgilerle birbirinden ayrılmış iki ayrı ideoloji ve politika aynı teşkilat çatısı altında barış içinde bir arada yaşayamazdı. Ya biri hakim olacaktı, ya diğeri. Sapma içinde olanlar dostça eleştiri ve ikna yoluyla düzeltilemediği takdirde, yani iflah olmaz oportünistler olduklarını davranışlarıyla ispatladıkları takdirde, halka hizmetin bir tek yolu kalır: O da örgüt içi iktidarı iflah olmazlardan almak, bunları örgütten temizlemek. Bu, proletarya ile burjuvazi arasında bir iktidar mücadelesidir. Bu hakkı burjuvaziye tanıyıp proletaryaya tanımayanlar, açık veya gizli halk düşmanlarıdırlar.
Kongre, Marksist-Leninistler için hiçbir fayda sağlamayacaktı. Burjuva önderlik revizyonist çizgisini, daha şimdiden sağladığı çoğunluğa dayanarak, kongre kararı haline getirecekti. Marksist-Leninistler kuru gürültücü çoğunluğun oyları karşısında düşüncelerini ifade etmek imkanını bile bulamayacaklardı. Düşüncelerini ifade etmeleri halinde de bunlar dört duvar arasında boğulup kalacaktı.
Ayrıca Marksist-Leninistler’e örgüt içinde hayat hakkı kalmamıştı. Her türlü eleştiri imkanlarını ellerinden almak, bu eleştirilerin kadrolara ulaşmaması için her çareye başvurmak, onlar aleyhine sinsi tertipler planlamak, demokratik-merkeziyetçiliğin hem demokrasi, hem de merkeziyetçilik ilkelerini çiğnemek, revizyonist önderliğin sanatı haline gelmişti. Parti disiplini denilen şey, artık proletarya düşüncesi üzerinde bir burjuva disiplini idi.
Bu şartlar altında örgüt içinde kalarak mücadeleye devam etmek hem imkansız, hem de faydasızdı. Proletaryaya ve halka hizmetin yolu artık revizyonist klikten örgütsel olarak da ayrılmaktı. Marksist-Leninistler de öyle yaptılar. Burjuva disiplinini reddettiler. Ona karşı cepheden mücadele etmeye karar verdiler.
Bize “bölücü ve hizipçi” diyen burjuva baylar! Siz önce kendinizin iflah olmaz revizyonistler olmadığınızı ispatlayın. Sizin parti disiplini dediğiniz şeyin, proletaryanın ve emekçi halkın menfaatleriyle çelişmediğini ispatlayın! Bunu ispatlayamadığınız müddetçe bölücülük ve hizipçilik isnatlarınız birer kuru iftira olmaktan ileri gidemeyecek, sizler de adi iftiracılar olarak kalacaksınız.
İşte meydan, buyurun!
ŞAFAK REVİZYONİZMİ İLE AYRILDIĞIMIZ BAŞLICA NOKTALAR
Şafak revizyonizmi ile ayrıldığımız bazı teorik ve pratik meseleleri derli toplu ifade ettiği ve ayrıca uzun tartışmalara yolaçtığı için DABK’nin Şubat Kararı’nı aynen aktarıyoruz.
DABK Şubat Kararı
7-8 Şubat 1972 tarihleri arasında toplanan DABK, aşağıdaki kararları almıştır.
1- Genel olarak dünyada ve özel olarak Türkiye’de objektif şartlar devrime son derece elverişlidir. Emperyalizm ve gericiler, bütün dünyada buhrandan buhrana sürüklenmekte, bunun sonucu olarak, işçi sınıfı ve bütün devrimci halklara karşı azgınca saldırılara girişmekte, işçi sınıfı ve devrimci halklar ise, Türkiye halkları da dahil, her geçen gün daha büyük kitleler halinde hışımla ayağa kalkmakta, gerici şiddete devrimci şiddetle karşı koymaktadır. Asya’nın, Afrika’nın, Latin Amerika’nın birçok ezilen halkları işçi sınıfı önderliğinde silahlı mücadele yürütmektedir.
2- Ülkemizde de işçilerin, yoksul köylülerin ve diğer devrimci sınıf ve tabakaların mücadelesi son yıllarda hızla büyümüş, gittikçe şiddetlenmiş ve yer yer silahlı çatışmalara kadar varmıştır. Şimdi işçi sınıfımızın ve yoksul köylülerimizin büyük çoğunluğu, kurtuluşlarının ancak silahlı mücadeleyle olacağını kavramış durumdadır. Bugün kırlık bölgelerde köylü kitlelerinin başına geçip silahlı mücadeleyi örgütlemeyen ve kararlı, tutarlı, azimli bir şekilde yürütmeyen bir komünist hareket, komünist sıfatına layık olamaz ve devrimci kitlelerden tecrit olur. Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor.
3- Bu şartlarda, hareketimiz, kararlı ve cesur bir şekilde köylü kitlelerinin başına geçip onları silahlı gerilla mücadelesi için seferber edeceği yerde, eskiden beri taşıdığı sağ hataları, bunlara yeni şartlara uygun yeni bir biçim vererek, devam ettirmektedir. Dergideki legal eğitim çalışmalarının yerini, bu imkan ortadan kalktığı için, bu sefer gizli ve yarı-gizli yürütülen eğitim faaliyeti almakta ve bu, gittikçe sistemleşme göstermektedir. Silahlı mücadelenin ise, eskiden olduğu gibi, yine sadece sözü edilmektedir. Gizli okuma faaliyeti, silahlı mücadeleye hizmet eden, onu geliştiren, güçlendiren bir faaliyet olarak değil, onu gerileten, köstekleyen, sekteye uğratan, o yoldaki girişimleri engelleyen bir faaliyet olarak gelişmektedir. Çünkü eğitim grupları, bir silahlı mücadele yürütecek organlar olmadıkları gibi, hantal ve yarı-legal yapıları dolayısıyla, silahlı mücadelenin başlamasıyla birlikte gelişecek karşı-devrimci saldırılar altında varlığını sürdürecek durumda da değildirler. O zaman bunların dağılacağı endişesi, silahlı mücadeleyi erteleme şeklinde sağ bir hataya yol açmaktadır. Böylece kendi önümüze kendi ellerimizle dikenli teller örmekteyiz. İlerde ya bu dikenli telleri çiğneyip geçeceğiz, ya da bunların arkasında hapsolacağız.
4- Öte yandan bu sağ hata, silahlı mücadeleyi belirsiz bir geleceğe erteleme hatası, yeni kanıtlarla desteklenmekte ve güçlendirilmektedir. Silahlı mücadeleyi başlatmak için, “ülke çapında örgütlenmek gerektiği”, “önce bütün bozkırı kurutmak, ondan sonra tutuşturmak” gerektiği, bu cinsten gerici kanıtlardır. Bunlar hem partinin, hem de ordunun silahlı mücadele içinde inşa olacağı, gelişip büyüyeceği, çelikleşebileceği tezinin inkarıdır. Silahlı mücadele içinde gelişmeyen bir örgütlenme, bugün kof bir örgütlenme olur, birkaç gerici darbe ile yıkılmaya mahkumdur. Yine bu kanıtlar, devrimin dengesiz gelişeceği, ülkenin bazı yerlerinde daha önce, bazı yerlerinde daha sonra gelişeceği, iktidarın parça parça alınacağı tezinin üstü kapalı bir inkarıdır. Ayrıca bu kanıtlar, ülkenin bazı kırlık bölgelerinde başlayan silahlı mücadelenin, bozkırların diğer bölgelerini kurutmadaki muazzam rolünün inkarıdır.
Kitleler içinde kök salmış, demir disiplinli, subjektivizmden, revizyonizmden ve oportünizmden arınmış, özeleştiriyi uygulayan çelik gibi bir parti, silahlı savaş içinde gelişecek güçlenecektir. Böylece bayatı atıp tazeyi alacak ve burjuva unsurlardan arınacaktır. Halkın en ileri unsurlarını, komünist önderleri ve militanları böylece bağrında toplayacaktır.
Halkın silahlı kuvvetleri, küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye, düzensiz gerilla birliklerinden düzenli ordu birliklerine doğru, silahlı mücadeleyle birlikte gelişecektir. Mao Zedung yoldaş bu konuda şunları söylüyor:
“Partimiz, devrimci savaşlar boyunca gelişmiş, sağlamlaşmış ve Bolşevikleşmiştir. Silahlı mücadele olmasaydı bugünkü Komünist Partimiz de olamazdı. Bütün parti yoldaşları kanımızla ödediğimiz bu tecrübeyi hiçbir zaman unutmamalıdırlar.”
5- Barışçı eğitim çalışması ve okumak için örgütlenme, kadro politikası konusunda da kendisini gösteriyor. Militan mahalli kadroların her türlü gerici bağlarını koparıp bunları profesyonel mücadeleye çekmek yerine, onların gerici bağlarıyla uzlaşılıyor. Bu gibi kadrolar köreltiliyor, enerjileri söndürülüyor. “Hele bekle”, “şu kitabı da oku”, “bilmem kimle ilişki kur” ve buna benzer tavsiyelerle, sınıf mücadelesinden kopuk laf ebeleri yetiştirilmeye çalışılıyor. Oysa, son sıkıyönetim bu gibi kadroların yüzde doksanını ıskartaya çıkardı. Sonuç olarak, ne bu kadrolar yeterince gelişiyor, ne de hareketimizin kadro ihtiyacı karşılanabiliyor.
6- “Halkın birleşik cephesi” konusunda da eski sağcı, teslimiyetçi anlayış hâlâ devam etmektedir. Halkın birleşik cephesi, proletarya önderliğindeki işçi-köylü temel ittifakı üzerine ve bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidar kurulmadan gerçekleşemez. Aksini savunmak, “kendi kuvvetlerine dayanmak, bağımsızlığı muhafaza etmek ve inisiyatifi elde bulundurmak” yerine, burjuvaziye bel bağlamak, bağımsızlığı kaybetmek ve inisiyatifi gericilere bırakmaktır. Kızıl siyasi iktidarın ülkemizde doğması için bugün eksik olan şey, “doğru bir çizgi izleyen güçlü bir parti” ve “oldukça güçlü bir kızıl ordu”dur. Ülkemizin çeşitli kırlık bölgelerinde kızıl siyasi iktidar için diğer bütün şartlar -ki bunlar kuvvetli bir kitle temeli, kendi kendine yeterli ekonomik kaynaklar ve askeri harekata elverişli arazidir- mevcuttur. Bu bakımdan, bugün başlıca ve esas görevimiz, partinin ve ordunun silahlı mücadele içinde, inşa edilmesidir.
7- “Savaşmak, başarısızlığa uğramak, gene savaşmak yeniden başarısızlığa uğramak, zafere ulaşana kadar böyle davranmak, işte halkın mantığı budur... Bu Marksist bir kanundur. Rus halkının devrimi bu kanunu izlemiştir ve Çin halkı’nın devrimi de bu kanunu izlemektedir”.
Türkiye halklarının devrimi de bu kanunu izleyecektir. Saflarımızda, hiç başarısızlığa uğramadan, burnumuz dahi kanamadan zafere ulaşmak anlayışı öteden beri mevcuttur ve hâlâ da etkisini sürdürmektedir. “Önce ülke çapında örgütlenelim, sonra silahlı mücadeleye girişelim”, yoksa başarısızlığa uğrarız; “önce bozkırı kurutalım sonra tutuşturalım”, yoksa başarısızlığa uğrarız, yolundaki görüşlerin bir sebebi de bu anlayıştır. Bu anlayış, hareketimizi durmadan sağa çekmekte, pasifliğin, hareketsizliğin, durgunluğun, sürekli olarak barışçı mücadele metodlarının ön plana çıkarılmasının ideolojik kaynağını teşkil etmektedir. Halk savaşının uzun, çetin, zor bir mücadele olması, sözde çok tekrarlandığı halde gerçekte kavranmamıştır, bu aynı zamanda bir sürü yenilgilerden ve başarısızlıklardan da geçmek demektir. Biz, birinci olarak hata yapmamaya ve hatalardan ileri gelen başarısızlıklara uğramamaya çalışmalıyız; ikinci olarak başarısızlıklara uğramaktan korkmamalı, bunu göze almalıyız; üçüncü olarak da her başarısızlıktan gereken dersleri çıkarmasını bilmeliyiz. Başarısızlığa düşeriz endişesiyle aktif mücadeleden kaçınmak, pasif bir tutumdur.
8- Devrim kitlelerin eseri olacaktır. Bu doğru, “bütün kitleler yanımızda yer almadan silahlı mücadeleye başlanamaz” şeklindeki sağcı bir görüşü haklı çıkarmadığı ve çıkarmayacağı gibi, devrimci mücadeleye katılan her ferdin devrimin anlamını, önemini ve bütün sonuçlarını tümüyle kavramış olması ve “muhtemel bütün sonuçlarını göze alması” anlamına da gelmez, Lenin bu anlayışı “kakavanlıkla” suçladıktan sonra şöyle devam ediyor:
“Bir yanda ordu bir yerde safa girecek ve, ‘biz sosyalizm istiyoruz’ diyecek, öte yanda bir başka ordu safa girecek, ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyecek ve bu, sosyal devrim olacak!”
Bu, sosyal devrimi imkansız hale getirmektir. Yine Lenin devrime katılanların birçoğunun küçük-burjuva önyargılarını, gerici hayallerini de birlikte getireceklerini, bunsuz devrim olmayacağını ve bunların devrimden sonra da hemen ortadan kalkmayacağını söylüyor. 1905 devrimine, Japon parası alanların, bir kısım maceraperestlerin vb. nin de katıldığını, ne var ki hepsinin farklı nedenlerle, fakat aynı ortak hedefe saldırdıklarını belirtiyor. Proletaryanın öncüsünün rolü, bütün bu muhtelif unsurları birleştirmek, ortak hedefe karşı saldırılarını yöneltmektir diyor. Saflarımızda ise, peşimizde mücadeleye katılan her ferdin sosyalizmi bilmesi, devrimin amaçlarını, sonuçlarını bütünüyle kavraması ve benimsemesi, “bütün muhtemel sonuçlara başından razı olması gerektiği” şeklinde, tam da Lenin’in eleştirdiği şekilde, sosyal devrimi imkansız hale getiren bir “kitle çizgisi” anlayışı mevcuttur ve bu “ihtilâlci” değil, ihtilâli “köstekleyici” bir çizgidir ve “yaşamamalı” yaşatılmamalıdır.
9- Acil görevlerimiz şunlardan ibaret olmalıdır: Kuvvetli bir kitle temeline, kendine yeterli ekonomik kaynaklara ve askeri harekata elverişli bir araziye sahip önemli kırlık bölgeler seçilmeli, en değerli profesyonel partili kadrolar, bunların en çoğu bu bölgelerde seferber edilmelidir. Bu bölgelerde örgütlenmede kavranacak halka ta başından silahlı mücadele örgütlerinin, yani gerilla birimlerinin teşkili olmalıdır. Eğer gerekliyse çok kısa bir propaganda ve ajitasyon faaliyetinden sonra derhal gerilla eylemlerine girişilmelidir. Örgütlenmenin bütün diğer biçimleri, illegal okuma grupları, yayınları basan, ulaştıran ve dağıtan hücreler vs. vs... gerilla faaliyetinin seyri içinde onun ihtiyaçlarına cevap verecek, onu destekleyecek, güçlendirecek şekilde ele alınmalıdır. Bu amaçla seçilmiş bölgelerdeki en ileri unsurlar, derhal her türlü gerici bağlarından koparılmalı, profesyonel faaliyetin içine çekilmelidir. Şehirlerdeki ileri işçiler ve önder kadrolar (işe yaramayan, mütereddit, kendisi öndere muhtaç, ayakbağı olan geri ve tecrübesiz unsurlar değil), bunların büyük çoğunluğu köylük bölgelere, köylülerin silahlı mücadelesini örgütlemeye gönderilmelidir. Hareketin her türlü imkanları bu yolda seferber edilmelidir.
10- Bu toplantı, özetlediğimiz sağ hatalara, bütün partili yoldaşların ve Merkez Komitesi’nin dikkatini çeker. DABK’ın altındaki komiteler ve diğer yoldaşlar, faaliyetlerini bu toplantının kararları ışığında gözden geçirmeli, hatalara karşı amansız bir savaş açmalı, onları yenmeli, doğru yolda kararlı, cesur, inatçı ve uygun adımlarla ilerlemelidir. Halkımız bizden bunu bekliyor.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, Şafak revizyonistleri yukarıdaki eleştirilerin önemli bir kısmını, bu karara cevap teşkil eden genelgede kabullenmiş göründüler. Öte yandan da bu genelge ile çelişen bütün yayınların doğru olduğunu iddia ediyorlar. “Bizim ideolojik ve politik çizgimizi, Şafak gazeteleri, Şafak yayınları, Parti genelgeleri ve diğer makaleler temsil etmektedir” diyorlar. O halde, biz de Şafak revizyonizmini eleştirirken bütün bu yayınlara dayanmak hakkına sahibiz.
1) Şafak Revizyonizmi Geçmişteki Sağ Çizgiyi Bütünüyle
Savunuyor.
Şafak revizyonistleri, TİP ile M. Belli klikleri arasındaki mücadeleyi, bu iki revizyonist klik arasındaki mücadeleyi, oportünistlerle proleter devrimciler(!) arasındaki mücadele olarak görüyor. Şafak revizyonistlerine göre, M. Belli TİP’e karşı proleter devrimci çizgiyi temsil etmiştir (bak: “Yurdumuz Türkiye Faşist Zulmü Altında Yarı-Bağımlı, Yarı-Feodal Bir Ülkedir”, s. 6-7-8). Burjuva önderlik, böylece kendi Mihrici geçmişini temize çıkarmaya çalışmaktadır.
Aynı broşür, daha sonraki dönemlerde izlenen sağ çizgiyi de bütünüyle doğru ve haklı bir çizgi olarak sunuyor. Aynı şeyler sözlü olarak da savunuluyor.
Anlaşılan şudur ki, Şafak revizyonizmi geçmişten en ufak bir ders çıkarmış değildir. Geçmişin sağcı ve teslimiyetçi çizgisine binlerce bağla bağlıdır. Aynı şeyleri şartları müsait görür görmez tekrar savunmaya hazırdır.
Demek oluyor ki, Şafak revizyonizmi, M. Belli’nin kapitalist olmayan yol teorisiyle proleter devrimciliğinin bağdaşabileceğini sanıyor. M. Belli’nin hakim millet milliyetçiliğini doğru ve devrimci kabul ediyor. Onun sınıflar üstü ordu ve devlet teorilerini devrimci sayıyor. Gençliğin mücadelesini cunta emellerine alet etme çabalarını proleter devrimciliği olarak görüyor. Köylülerin devrimci rolünü reddetmesini, halk savaşını reddetmesini, proletarya partisini reddetmesini, Sovyet sosyal-emperyalizmini sosyalizm olarak alkışlamasını proleter devrimciliğine aykırı bulmuyor.
Geçmişteki legalizmi, amatörlüğü, burjuva kuyrukçuluğunu, köylük bölgelerdeki faaliyeti küçümsemeyi, her aktif eyleme düşmanlık güden pasifist tutumu, reformist sendikaları kayıtsız şartsız desteklemeyi, kendiliğinden gelme kitle eylemlerini arkadan izlemeyi, Boratavcılığı, toprak devrimini ve halk savaşını reddetmeyi, Kıvılcımlı çömezliğini... hepsini proleter devrimciliğinin tabii gereği saymaktadır(!).
Şafak revizyonizmi, anti-Marksist-Leninist faşizm tahlillerini ve faşizme karşı mücadele taktiklerini(!), “tamamen doğruydu ve bugün de aynen geçerlidir” diye övmektedir (adı geçen broşür, s. 14).
Şafak revizyonizmi, Sosyalist Kurultay ve legal parti girişimini de doğru bulmaktadır. Bay A.Z’nin Sosyalist Kurultayı nasıl hararetle savunduğuna daha önce işaret ettik. Bay B.Y de, örgütsel ayrılığın kesinleştiği tartışmada, “Sosyalist Kurultay girişimi doğruydu, aynı şartlara tekrar dönülürse bu şiar tekrar atılabilir ve legal bir parti kurulabilir” demiştir. Bay L.R. de, bunlarla aynı fikirdedir. Başka bir tartışmada bay A.N. daha da ileri giderek, sıkıyönetim öncesi şartlara dönülmesi halinde legal bir partinin kurulabileceğini ve hatta bu partinin meclise de girebileceğini savunmuştur. Sıkıyönetim öncesi şartlar bilindiği gibi devrim dalgasının kabardığı, buna paralel olarak faşizan baskıların da gemi azıya aldığı şartlardır. Yani silahlı mücadele için son derece elverişli şartlardır. Bize saldırmaya çalışan bir paçavrada Sosyalist Kurultay maskaralığı şöyle savunuluyor:
“Sosyalist Kurultay... devrimcileri, mahalli kadroları Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi temelinde toplamak gayesiyle yapılmıştır. İşçi sınıfının ve devrimcilerin birlik istedikleri bir dönemde bu birliği sağlamak için...”
Birinci cümle şöyle olsaydı çok daha doğru olurdu: “Sosyalist Kurultay devrimcileri, mahalli kadroları...” legalizm batağında toplamak ve boğmak gayesiyle yapılmıştır. İkinci cümle baştan sona saçmadır. İşçi sınıfı ve devrimciler, hangi dönemde birlik istemezler ki? Böyle bir gerekçeye dayanarak “Sosyalist Kurultay”ı savunmaya kalkışmak, onu hiç savunmamakla birdir. Madem ki Sosyalist Kurultay ve legal parti girişimini hâlâ doğru buluyorsunuz, o halde şu iddiaların aksini ispatlayınız. 1) Sosyalist Kurultay, legalizm çamuruna batmaktır. 2) Sosyalist Kurultay, oportünist klikler arasında bir barış çağrısıdır. 3) Sosyalist Kurultay yoluyla devrimciler arasında bir birlik asla sağlanamaz. 4) Sosyalist Kurultay, silahlı mücadelenin önüne dikilen bir settir. 5) Kadroları faşizmin kabaran iştahına tabakta meyve sunar gibi sunmaktır. Yani ihanettir. 6) Sıkıyönetimden iki hafta önce Sosyalist Kurultay kararını almak, en hafif tabiriyle uzak görüşlülükten yoksunluktur.
Bütün bunlardan Şafak revizyonizmi hesabına çıkarılacak sonuçlar şunlardır: Birincisi, Şafak revizyonizmi, bugün hâlâ sıkıyönetim öncesi hastalıklarının mikroplarını bünyesinde taşımaktadır. Yani mikroplar vücuttan sürülüp atılmamıştır. Elverişli şartları görür görmez bunların tekrar faaliyete geçmesi ve vücudu eski hastalıkların tümüyle sakatlaması kaçınılmazdır.
İkincisi, Şafak revizyonizmi, Marksist-Leninist partilerin temel prensiplerinden biri olan özeleştiri ilkesini hayasızca çiğnemiştir. Bir partinin kendi hatalarına karşı takındığı tavır, o partinin proletarya davasına bağlılığının ölçüsüdür. Şafak revizyonistleri, hatalarını kıskançlıkla savunarak kendi küçük kliklerinin menfaatlerini halkın menfaatlerinden üstün tuttuklarını, halka karşı sorumluluk duymadıklarını, halkın davasını ciddiye almadıklarını, geniş işçi yığınlarının partisi değil, küçük bir menfaat şebekesinin partisi olduklarını bir kere daha belgelemişlerdir. Böyle partilerin akibeti yıkılmak ve yok olmaktır.
2. Şafak Revizyonistlerinin Örgütsel Politikası, İşçileri ve
Köylüleri Eğitim Grupları Şeklinde örgütlemektir.
Eskiden dergide yürütülen legal eğitim çalışmaları bu kez yarı-gizli olarak, işçiler ve köylüler arasında yürütülmeye başlanmıştır. İşçileri ve köylüleri eğitim grupları halinde örgütleyerek, sınıf mücadelesinden kopuk entelektüeller yetiştirmeye girişmişlerdir. Eğitim grupları, silahlı mücadele organları olamayacağı gibi, silahlı mücadeleye girişilmesi halinde artan gerici baskılar karşısında varlıklarını koruyacak güçten de yoksundurlar. Bu nedenle, bu grupların dağılacağı endişesi, silahlı mücadeleyi sürekli olarak kösteklemiştir.
“Eğitim grupları bir yandan halkımızın ileri unsurlarının, sempatizanların, geri bilinçli işçilerin Marksist-Leninist eğitimlerini sağlayacak öte yandan da, ihtilalci mücadelemizin gerektirdiği pratik görevleri yerine getireceklerdir.”
İşte, revizyonizmin yeni şartlardaki örgütlenme politikası budur! Silahlı mücadeleyi durmaksızın erteleyen anlayışın örgütsel alandaki tezahürü budur.
Marksist-Leninistler bu gerici örgütlenme politikasını eleştirerek şunu savundular. Örgütlenmedeki kavrayacağımız halka, parti önderliğinde, gerilla birimleri örgütlemektir. Diğer bütün grup ve hücreler, gerilla eyleminin seyri içinde ve onu destekleyecek, geliştirecek şekilde ele alınmalıdır. Ve herkes, hareketin ihtiyaçlarına ve kendi yeteneklerine uygun düşecek tarzda ve mutlaka belli görevler etrafında örgütlenmelidir. Herkesin, her işi yaptığı ihtisaslaşmaya dayanmayan örgütlenme, Leninist örgütlenme ilkelerine aykırıdır. Böyle örgütler, muazzam kuru gürültü çıkarmaktan başka bir işe yaramazlar. İşte eğitim grupları, silahlı mücadeleyi köstekleyen hantal ve pasifist karakterinin yanında, bu özelliği de taşımaktadır: “Diğer yandan da, ihtilalci mücadelemizin gerektirdiği pratik görevleri yerine getireceklerdir.”
Bu eleştiriler karşısında, Şafak revizyonistleri bir kıvırtmaca yaparak şöyle yazdılar: “‘Okuma grubu’ ve ‘eğitim grubu’ gibi isimler bırakılmalıdır. Çünkü bu şekilde adlandırmalar geri bilinç uyandırabilir”(!). Ve “eğitim grupları” isminin yerine, “köylü komiteleri” ismini geçirdiler. Burjuva baylar, bir şeyin ismini değiştirince, o şeyin mahiyetinin de değişeceğini sanıyorlar. Özü değiştirmek yerine biçimi değiştirmek! İşte Şafak revizyonizminin başından beri izlediği politika budur.
Bu revizyonist kliğin bazı mensupları ise tam da burjuvalara yakışacak mekanik bir kafayla şu sıralamayı yapıyorlar.
“Önce eğitim grupları kurulmalı, bu gruplara katılanlar, Marksizm-Leninizm’i genel hatlarıyla kavramalı, polise karşı mücadele tecrübesi edinmeli, bu gruplar içinde denenmeli ve ancak bütün bunlardan sonra layık görülenler gerilla grupları içinde örgütlenmeli”.
Pes doğrusu! Neresinden baksanız saçma bir teori. Eğer bu teoriye uymak icap ederse, sınıf düşmanlarına karşı saçından tırnağına kadar kinle dolu yoksul köylüleri, parti önderliğini ve örgüt disiplinini kabul ederek silahlı mücadeleye katılmayı isteyen köylüleri, “olmaz, önce Marksizm-Leninizm’i öğrenin, polise karşı tecrübe kazanın!” diye göğüslerinden geri itmek gerekecektir. Okuma yazma bilmeyen, feodalizmin uyuşturduğu yüzbinlerce köylü, ağalara, beylere ve merkezi otoriteye karşı silaha sarılmak isterse, hemen ellerinden silahlarını almak, terbiyesizliklerinden dolayı(!) yanaklarına birkaç tokat yapıştırmak, sonra da yakalarından kavrayıp eğitim gruplarına götürmek gerekecektir. Yukarıdaki teorinin gerici mahiyeti apaçıktır. Üstelik barışçı eğitim çalışması yoluyla, yıllarca sonra pek az köylü yetiştirilmiş olacaktır. Bunların bir kısmı da döküleceğine göre, geriye gerilla gruplarına katılacak çok az kişi kalır. Bu, silahlı mücadeleyi imkansız hale getirmek değil de nedir? Bu, silaha sarılmak isteyen köylülerin önüne dikilerek, onların öfkesini yatıştırmak, kinlerini törpülemek ve onları pasifleştirmek değil de nedir?
Kaldı ki, eğitim grupları içinde başarılı ve iyi görünen bir kişinin silahlı mücadelede mutlaka işe yarayacağı da söylenemez. Yani eğitim grupları içinde deneme, doğru bir deneme metodu da değildir. Hatta genel olarak eğitim gruplarında okumuş yazmış varlıklı köylüler, aydın unsurlar, öğretmenler vs. ön plana çıkmakta, yoksul köylüler başarısız olmaktadır.
Bu sağcı, bürokratik, hantal ve pasifist örgütlenme politikasını reddettiğimiz için, bizim “devrimci kitle çalışmasına lüzum yoktur” dediğimizi söylüyorlar. Devrimci kitle çalışmasından, böylece, varlıklı köylülerle ve okur-yazar takımıyla, sınıf mücadelesinden kopuk, entelektüel gevezelikler yapmayı anladıklarını öğrenmiş oluyoruz. Evet, biz böyle bir devrimci kitle çalışmasına(!) lüzum yoktur diyoruz.
Bu sahtekarlar sürüsü, bizim, “siyasi çalışma bütün çalışmaların can damarıdır” ilkesini reddettiğimizi de ileri sürüyorlar. Hayır! Biz, sınıf mücadelesinden kopuk entelektüel gevezeliği reddediyoruz. İdeolojik ve politik çalışma pratik mücadeleye bağlı olmalı, ona hizmet etmeli ve onun yolunu aydınlatmalıdır diyoruz. İdeolojik ve politik eğitimin belli bir sınırı ve sonu yoktur. Her görev grubu, her hücre, her gerilla müfrezesi bir yandan kendi alanındaki pratik faaliyeti yürütmeli, öte yandan da sürekli bir eğitime tâbi tutulmalıdır. Ve bu eğitim, demokratik devrimin başarısından sonra da, proletarya diktatörlüğü altında da, sosyalizmin inşaasında da devam edecektir. Sırf eğitim için eğitim olmaz. Burjuva bayların kaba mekanik mantıkları bunu kavrayamayabilir ama, doğrusu budur. 3. Şafak Revizyonistleri Ne Olduğu Belirsiz “Köylü
Komiteleri”ni Her Derdin Devası Haline Getiriyor.
“Hazine toprakları köylülere dağıtılacak veya köylü komitelerinin denetiminde halk çiftlikleri haline getirilecektir” (Program Taslağı).
“Her köyde köylülerin mücadelesini yönetecek köylü komitelerini kurmalıyız” (Toprak Devrimi Programı).
“Toprak Devrimi Programının uygulanması ve dağıtım işini köylü komiteleri yürütecektir. Toprak işçileri, yoksul köylüler ve orta halli köylüler her köyde köylü komitelerini seçimle kuracaklardır... Ormanlar, göller, sular, meralar köylü komitelerinin yönetimine geçecektir...”
“Köylü komiteleri” köy parti komiteleri midir, silahlı mücadele organları mıdır, okuma grupları mıdır, yayın dağıtım grupları mıdır? Belli değil.
Revizyonistler, görüldüğü gibi köylüler arasındaki bütün örgütlenme sorunlarını “köylü komiteleri” vasıtasıyla bir çırpıda hallediveriyorlar(!).
Bu şunu gösteriyor ki, Şafak revizyonistleri, köylülerin nasıl örgütleneceği konusunda zır cahildirler. Devrimimizin bu en önemli meselesinde tam bir acz içindedirler ve acınacak haldedirler.
Marksist-Leninistlerin köylüler arasında örgütlenme politikası açıktır. Her köyde, köy parti komiteleri örgütlemek. Yine her köyde, partili ve partisiz devrimci yoksul köylülerden, üretime bağlı silahlı mücadele müfrezeleri yani köylü milisleri örgütlemek. Köy parti komitesine bağlı partili ve partisiz unsurlardan, silahlı mücadeleye hizmet edecek, çeşitli görev grup ve hücreleri örgütlemek. Ayrıca, köy esasına bağlı olmayan, bölgedeki parti komitesine bağlı profesyonel gerilla birlikleri örgütlemek. Bütün bu örgütleme faaliyetinin amacı yoksul köylüler ve tarım işçileri arasında partiyi ve halk silahlı kuvvetlerini inşa etmektir. Bu inşa barış içinde değil, silahlı mücadele içinde olacaktır. Ve parti örgütünün köylüleri örgütlemede kavrayacağı halka, gerilla birliklerini ve köy milislerini örgütlemektir. Köylü iktidar organları apayrı bir şeydir ve bu günün meselesi değildir.
Burjuva baylar, bizi Guevaracılık’la, fokoculukla, THKP-THKC, THKO takipçiliği ile itham ediyorlar. Bunu ispatlamak için bizim örgütlenme planımız ile, onlarınki arasında bir benzerlik göstermeleri gereklidir. Eğer bunu yapamazlarsa, alçak iftiracılar olarak kalacaklardır ve suratlarına tükürmeye hakkımız olacaktır.
4. Şafak Revizyonistleri, Silahlı Mücadeleyi Başlatmak
İçin Ülke Çapında Örgütlenmeyi ve Bütün Kitlelere
Kumanda Eder Hale Gelmeyi Şart Koşuyor.
Revizyonist kliğin elebaşlarından bay B.Y.’in Çin Devrimi deneyini özetleyen bir yazıda, Mao Zedung yoldaşın kızıl siyasi iktidarın yaşaması için ileri sürdüğü “sağlam bir parti örgütü” şartını, “ülke çapında örgütlenmiş bir parti” diye tahrif ettiğine daha önce işaret ettik. Burjuva önderlik, kızıl siyasi iktidarın varolması şartlarıyla silahlı mücadelenin başlatılması şartlarını bir ve aynı şey olarak gördüğü için, yukarıdaki tahrifatı, silahlı mücadelenin başlatılması isteğinin önüne bir engel olarak dikiyordu.
“Ülke çapında örgütlenmeden silahlı mücadele başlatılamaz” tezinin Nisan Toplantısı’nda, üstüne basa basa tekrar savunulduğunu da belirttik.
Silahlı mücadelenin başlatılmasını yıllarca geriye atan bu sağcı ve pasifist anlayışın son belgesi de “Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine” başlıklı yazıdır.
Yazı, bu sağcı ve pasifist anlayışı haklı çıkarmak için bir yığın zırvalıkla, tahrifatla, çelişkilerle doldurulmuştur. Şöyle denilmektedir:
“Devrimci hareketin ülke çapında yükselmesi”
“... Mao Zedung yoldaş kızıl siyasi iktidarın dayanabilmesinin, devrim hareketinin ülke çapında gelişmekte olmasına da bağlı olduğunu belirtiyor...”
“Burada özellikle üzerinde duracağımız bir konu, devrimin yükselişinin ülke çapında olmasıdır. Bazı arkadaşlar, komünist hareketi dağıtıp üç-beş köyde adeta fare deliğine girercesine yapılacak çalışmalarla devrimin başarılacağını hayal ettiler. Oysa ülke çapında sesini duyurabilen bir siyasi akımın varlığı şarttır. Bu ancak proletaryanın siyasi partisi olabilir... Partinin inkarı, ülke çapında mücadelenin birleştirilmesi ve tek bir hedefe yöneltilmesi gereğinin inkar edilmesi demektir. Birbirinden kopuk üç-beş aydının başlatacağı silahlı mücadeleyi halkın kendiliğinden izleyeceğini sanıyorlar... Devrimci hareketin ülke çapında olması, ülkenin her yerinde çalışması ve her bölgeye aynı ağırlığı vermesi değildir. Bütün ülke halkına siyasi parti olarak varlığını duyurması ve göstermesi ve ülke çapında devrimci iktidarı kurma hedefine yönelmesidir. Mesela, şehirlerdeki mücadele ile desteklenmeyen bir köylü hareketi bastırılmaya mahkumdur. Mesela, Doğu bölgesindeki bir köylü isyanı, bir proletarya partisi önderliğinde, Ege ve Çukurova köylülerinin mücadelesiyle, başlıca sanayi şehirlerimizdeki işçi sınıfımızın hareketiyle desteklenmiyorsa, kızıl siyasi iktidarı yaşatamaz. Çünkü ancak ülke çapında yükselen bir devrimci hareket, gerici iktidarı ve onun temel kuvveti olan orduyu parçalar ve zaafa uğratır...
“Sonuç olarak diyebiliriz ki, kızıl siyasi iktidar, mevzi olarak yürütülen bir siyasi mücadeleyle değil, proletarya partisinin ülke çapında birleştirdiği ve yönettiği bir mücadeleyle kurulabilir ve yaşayabilir”.
Bu yazıda:
1- Mao Zedung yoldaşın “kızıl siyasi iktidarın varolması” şartlarından biri olarak ileri sürdüğü, “devrimci durumun (abç) ülke çapında yükselmesi” şartı, “devrimci hareketin (abç) ülke çapında yükselmesi” şeklinde bilerek tahrif edilmiştir.
2- “Devrimci hareketin ülke çapında yükselmesi” ifadesi, ikinci bir kere daha tahrif edilerek, “komünist partinin ülke çapında örgütlenmesi” şekline sokulmuştur. Bilindiği gibi, “devrimci hareket” teriminin kavramı proletaryanın dışındaki halk sınıflarının siyasi hareketleriyle kendiliğinden gelme kitle eylemlerini de kapsar.
3- “Ülke çapında örgütlenme” konusunda birbiriyle çelişen görüşler ileri sürülmüştür. “Ülke çapında örgütlenme”, hem “ülkenin her yerinde çalışma değil”dir, “ülke çapında sesini duyurmak”, “bütün ülke halkına varlığını duyurmak ve göstermek ve ülke çapında devrimci iktidarı kurma hedefine yönelmek”tir, şeklinde saçma bir tez icat edilmiştir (abç); hem de verilen örneklerle, “ülke çapında örgütlenme” ile gerçekte ülkenin her yerinde örgütlenmek fikri ifade edilmiştir.
4- “Ülke çapında örgütlenme ve bütün kitlelere kumanda eder hale gelme” şartı, hem silahlı mücadelenin başlatılmasının şartı olarak, hem de kızıl siyasi iktidarın varolması şartı olarak ileri sürülmüştür. Böylece Mao Zedung yoldaşın “kızıl siyasi iktidarın varolması” konusundaki öğretisi bir kere daha tahrif edilmiştir. Bütün bu tahrifatın, çelişkilerle dolu saçma ve uyduruk teorilerin bir tek amacı vardır: O da, “ülke çapında teşkilatlanmadan silahlı mücadelenin başlatılmayacağı” şeklindeki sağcı görüşü Mao Zedung yoldaşa da dayanarak(!) haklı çıkarmaya çalışmak. Mao Zedung yoldaş, komünist parti ülke çapında örgütlenmeden kızıl siyasi iktidar varolamaz dediğine(!) göre, kızıl siyasi iktidarın varolması şartıyla silahlı mücadelenin başlatılması şartı da aynı olduğuna göre, demek ki, komünist parti ülke çapında örgütlenmeden silahlı mücadeleye de başlanamaz(!); mantık budur. Oysa Mao Zedung yoldaşın dediği bambaşka bir şeydir: O “kızıl siyasi iktidarın varolmasının şartlarından biri de, ülke çapındaki devrimci durumun yükselmeye devam etmesidir” diyor.
Birinci ve ikinci maddede belirttiğimiz tahrifat açıktır. Üçüncü ve dördüncü maddelerdeki tahrifat ve uyduruk teoriler üzerinde duralım. Ülke Çapında Örgütlenmek Nedir?
“Ülke çapında örgütlenme”nin, Marksist-Leninistlerce bir tek anlamı vardır: O da ülkenin her yanında veya hemen her yanında, il il, ilçe ilçe örgütlenmektir. Mesela RSDİP, falan tarihte şu şu illerde teşkilatlıydı, falan tarihte de şu şu illerde teşkilatlandı, denir. Mesela TKP, ancak filan filan yerlerde teşkilatlanabildi denir, vb.
Revizyonizmin başı olan kişi, bu kadar açık olan gerçeği bile bozabilmektedir. “Ülke çapında örgütlenme”, “ülkenin her yerinde çalışmak değildir”, “ülke çapında sesini duyurmaktır”, “bütün ülke halkına varlığını duyurmak ve göstermek ve ülke çapında devrimci iktidarı kurma hedefine yönelmektir.”
Bu o kadar saçma bir teoridir ki, bu mantıkla, beş-on kişinin biraraya gelip ortak bir bildiri yayınlaması halinde, bunları da ülke çapında örgütlü saymak gerekir. Çünkü yerine göre bir tek bildiri bile ülke çapında ve hatta bazan dünya çapında “sesini duyurmaya” veya “varlığını duyurmaya” yeter. Ayrıca, nerede, ne kadar örgütlenmiş olursa olsun, her parti “ülke çapında siyasi iktidarı kurma hedefine yönelmiş”tir (abç). Zaten hemen hiçbir parti, başka bir hedefe yönelmez.
Bir parti, beş-on kişiden de ibaret olsa, kurulduğu andan itibaren, “ülke çapında siyasi iktidarı kurma hedefine yönelir”. Bayımız, bir partinin başka hangi hedefe yönelebileceğini düşünüyor ki?
Yukarıdaki tarife göre, Türkiye’deki “varlığını duyurmuş ve göstermiş olan” bütün gruplar, dört buçuk milyonluk soygunu yapan küçük grup da dahil, ülke çapında teşkilatlıdır(!). Zaten, bay A.N. bu saçma teoriyi desteklemek için, sözkonusu yazının kaleme alındığı tarihte, “Şafak hareketinin ülke çapında teşkilatlı olduğunu” iddia edecek kadar zırvalamıştır. Revizyonizm, böylesine gülünçleşiyor ve zavallılaşıyor.
Revizyonistler, şimdi bu saçmalıklarının altından şöyle sıyrılmaya çalışıyorlar: “THKP ve benzerlerinin sesi, polisin istediği şekilde duyulmuştur”. Diyelim ki, THKP’nin ve benzerlerinin sesi, polisin istediği şekilde duyulmuştur, bu neyi değiştirir? Biz THKP’nin ülke çapında örgütlenip örgütlenmediğini değil, genel olarak bir partinin ülke çapında örgütlenmesinin ne demek olduğunu tartışıyoruz. Hatta bu partinin devrimci mi, gerici mi olduğu da tartışma konusunun dışındadır. Çünkü ülke çapında örgütlenmenin anlamı her parti için aynıdır.
Fakat revizyonistler kendi söylediklerine kendileri de inanmıyorlar. Ne kadar demagojik kılıflar uydurmaya çalışırlarsa çalışsınlar, gerçekte ülke çapında örgütlenmeyle ülkenin her yerinde örgütlenmeyi kastettiklerini gizlemiyorlar. “Partinin inkarı, ülke çapında mücadelenin birleştirilmesi ve tek bir hedefe yöneltilmesi gereğinin inkar edilmesi demektir.” Bu cümleyle, ülkenin her yanında örgütlenmiş olmayı, bizzat parti kavramının içinde gördükleri ortaya çıkıyor. “Ülke çapında mücadelenin birleştirilmesi”, ancak ülkenin her yanında örgütlenmek ile ve kitlelere kumanda etmekle mümkündür; partinin inkarı, bunun da inkarı ise, bizzat parti kavramı, ülkenin her yanında örgütlenmeyi ve kitlelere kumanda etmeyi içeriyor demektir. Bu görüş de en az, yukarıdaki teori kadar saçmadır. Çünkü, bu görüş, partinin nispeten uzun bir mücadele süreci içinde ülkenin her köşesine yayılacağının ve kitlelere kumanda eder hale geleceğinin inkarıdır.
Öte yandan verilen şu örneklere bakın:
“Mesela, şehirlerdeki mücadeleyle desteklenmeyen bir köylü hareketi bastırılmaya mahkumdur. Mesela Doğu bölgesindeki bir köylü isyanı, bir proletarya partisi önderliğinde, Ege ve Çukurova köylülerinin mücadelesiyle başlıca sanayi şehirlerindeki (abç) işçi sınıfımızın mücadelesiyle desteklenmiyorsa, kızıl siyasi iktidarı yaşatamaz. Çünkü ancak ülke çapında yükselen bir devrimci hareket, gerici iktidarı ve onun temel kuvveti olan orduyu parçalar ve zaafa uğratır...”
Bu ifadelerin demagojiye gelir yanı yoktur. Bir köylü hareketinin bastırılmaması için, şehirlerdeki mücadeleyle desteklenmesi gerekiyorsa, parti şehirlerde örgütlenmiş olmalı ve üstelik şehirlerdeki mücadeleye kumanda etmelidir. Yine Doğu bölgesindeki bir köylü isyanının başarıya ulaşabilmesi için, Ege ve Çukurova köylerinde ve başlıca sanayi şehirlerinde örgütlenmiş olmalı, köylü ve işçi kitlelerine kumanda etmelidir. Bu mantık silsilesinin vardığı sonuç bellidir: Herhangi bir köylü hareketinin başarısı için, bütün şehirlerde, başlıca sanayi şehirlerinde ve diğer köylük bölgelerde örgütlenmek ve kitlelere kumanda eder hale gelmek gerekir. “Ancak (abç), ülke çapında yükselen bir devrimci hareket, gerici iktidarı ve onun temel kuvveti olan orduyu parçalar, zaafa uğratır”sa, ülkenin her köşesinde örgütlenmek ve kitlelere kumanda eder hale gelmek gerekir.
Revizyonizmin başı olan kişi, ne kadar kıvırtmaya ve açığa çıkmamaya çalışırsa çalışsın, “ülke çapında örgütlenmek” ifadesiyle, ülkenin her yerinde veya hemen her yerinde örgütlenmeyi ve kitlelere kumanda eder hale gelmeyi kastediyor. Hatta, biraz önce de belirttiğimiz gibi, bu anlamı, bizzat parti kavramının içinde görüyor ve böylece, partinin, nispeten uzun bir mücadele süreci içinde ülkenin her yanına yayılacağını ve kitlelere kumanda eder hale geleceğini reddediyor. Partiyi en mükemmel haliyle düşünüyor ve böylece diyalektik gelişme kanunlarını da çiğniyor. Bu suçlama üzerine, revizyonistlerden bazıları öfkeyle ayağa fırlayıp, parmaklarını gözümüze doğru uzatarak, “biz, partinin mücadeleler içinde inşa edileceğini de yazdık” diye haykıracaklar ve delil zikretmeye kalkışacaklar. Peki, baylar, bu neyi gösterir? Sizin doğru yolda olduğunuzu mu? Hayır! Sadece, tutarsızlıklar içerisinde bocaladığınızı, birbirine zıt düşünceler arasında eğilip büküldüğünüzü, doğruyu eğriden ayırdedemediğinizi... gösterir.
“Ülke çapında örgütlenmek”, “ülke çapında sesini duyurmak”tır cinsinden saçmalıkların, aslında yazarı tarafından da benimsenmeyen bu uyduruk teorinin ortaya atılmasının sebebi nedir peki? Şudur: “Ülke çapında örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden silahlı mücadele başlatılamaz” şeklindeki sağcı ve pasifist çizgiyi haklı çıkarma çabasıdır. Böylece, “biz ülke çapında örgütlenme ile, bunu değil de, şunu kastettik” diye, silahlı mücadeleyi yıllarca sonraya erteleyen sağcı teorinin sorumluluğundan paçalarını kurtarmış olacaklardır. Yani revizyonizmin başı olan bu kişi, Marksist-Leninistlerin bu noktada yoğunlaşan saldırıları karşısında, kendisine ve çömezlerine bir kaçış köprüsü hazırlamak istemiştir. Fakat görüyorsunuz ki, bu köprü son derece çürük bir köprüdür. Bu köprüden geçmeye çalışan bir kişi, her kim olursa olsun, revizyonizmin batağına yuvarlanmaya mahkumdur. Biraz sonra göreceğimiz gibi, bay A.Z. de, bu köprünün çürüklüğünü farketmiş ve ondan vazgeçmiştir.
Dördüncü noktaya gelelim: “Ülke çapında örgütlenme ve kitlelere kumanda eder hale gelme” şartı, hem silahlı mücadeleyi başlatmanın şartı olarak, hem de kızıl siyasi iktidarın varolmasının şartı olarak ileri sürülmüştür dedik. Yazıda, “birbirinden kopuk üç beş aydının başlatacağı silahlı mücadeleyi halkın kendiliğinden izleyeceğini sanıyorlar” deniliyor. Revizyonist baylarımızın burada tartıştığı mesele nedir? Silahlı mücadelenin başlatılması değil mi? Evet, birbirinden kopuk üç-beş aydının başlatacağı silahlı mücadeleyi halk kendiliğinden izlemez. Silahlı mücadeleyi başlatanların birbirinden kopuk olması ve üç-beş aydın olması da doğru birşey değildir. Ama revizyonist baylarımızın üzerinde durdukları nokta bu değildir. Onlar, en kötü karşı düşünceyi, biraz da karikatürize ederek ileri sürüyorlar ve buradan, kendilerinin tam zıt yöndeki sakat teorilerini haklı çıkarmaya çalışıyorlar. Ve cümleden de anlaşıldığı gibi, doğrudan doğruya “silahlı mücadelenin başlatılması” meselesini tartışma konusu yapıyorlar.
Yazıda, “şehirlerdeki mücadele ile desteklenmeyen bir köylü hareketi bastırılmaya mahkumdur” (abç) deniliyor. “Bir köylü hareketi”nden kasıt nedir? Elbette silahlı köylü mücadelesidir. O halde, şehirlerde örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden “bir köylü hareketi” yani silahlı köylü mücadelesi “bastırılmaya mahkumdur.” “Bastırılmaya mahkum” yani sonu başından belli bir harekete girişmek aptallık olacağına göre, şehirlerde örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden, zinhar, “bir köylü hareketi” olmamalı, böyle bir hareket yaratmaya kalkışılmamalıdır. Bu, apaçık bir şeydir.
Yazıda, “mesela, Doğu bölgesindeki bir köylü isyanı, bir proletarya partisi önderliğinde, Ege ve Çukurova köylülerinin mücadelesiyle, başlıca sanayi şehirlerimizdeki işçi sınıfımızın hareketiyle desteklenmiyorsa, bir kızıl siyasi iktidarı yaşatamaz” deniliyor. Bu, oportünizme has muğlak ifadenin anlamı şudur:
1- Revizyonistler, “bir köylü hareketi”ni, yani “silahlı köylü mücadelesi”ni sadece toptan bir köylü isyanı olarak düşünmektedir.
2- Silahlı köylü isyanının derhal bir kızıl siyasi iktidara yol açması ve onu yaşatmasını düşünmektedirler.
3- Bir köylü isyanının derhal kızıl siyasi iktidara yol açması ve onu yaşatması için de, bu isyanın diğer köylük bölgelerdeki köylülerin ve başlıca sanayi şehirlerindeki işçilerin proletarya partisi önderliğindeki mücadeleleriyle desteklenmesini şart koşmaktadırlar. “Çünkü ancak ülke çapında yükselen bir devrimci hareket, gerici iktidarı ve onun temel kuvveti olan orduyu parçalar ve zaafa uğratır...”.
Revizyonistler, kızıl siyasi iktidarın doğması için, küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye, basitten karmaşığa doğru gelişen, uzun süreli bir gerilla faaliyetini, bu faaliyet içinde halk ordusunun adım adım inşasını, gerilla birliklerinin düzenli ordu birliklerine doğru gelişmesini, gerilla savaşının hareketli savaşa doğru gelişmesini gerekli görmüyor. Hatta bunu düşünmüyor bile. Bir bölgede, kızıl siyasi iktidarın doğması için, esas olarak o bölgede toptan bir köylü isyanını şart görüyor. Böyle bir isyanın kızıl siyasi iktidarla sonuçlanması ve “kızıl siyasi iktidarı yaşatması” için de, ülkenin diğer köylük bölgelerinde örgütlenmiş olmak, başlıca sanayi şehirlerinde örgütlenmiş olmak ve bütün buralarda halkın mücadelesine kumanda eder hale gelmek lazım(!), yoksa tek bir bölgedeki “köylü isyanı”, “kızıl siyasi iktidarı yaşatamaz”(!). Öyleyse, zinhar, daha önce köylüler isyana kalkışmamalı(!) ve biz köylü isyanı yaratmaya kalkışmamalıyız(!) vs.
Öte yandan silahlı mücadeleyi başlatmak için, parti şarttır. Parti ise, bizzat “ülke çapında mücadeleyi birleştiren ve tek bir hedefe yönelten” bir şeydir. O halde, “ülke çapında mücadeleyi birleştiren ve tek bir hedefe yönelten” parti olmadan silahlı mücadele başlatılamaz. Yazar oportünist üslubuyla bunu söylüyor!
“Ülke çapında örgütlenmeden ve bütün halkın mücadelesine kumanda eder hale gelmeden” hem silahlı mücadeleye girişilemeyeceğini, hem de ona bağlı olarak, kızıl siyasi iktidarın varolamayacağını iddia eden revizyonist mantık işte böyle işliyor.
Şafak revizyonistleri, partinin ilk kuruluş yıllarında ve nispeten uzun bir süre ülke çapında örgütlenemeyeceğini ve dolayısıyla ülke çapında mücadeleyi birleştiremeyeceğini, bu niteliği, bizim şartlarımızda ancak silahlı mücadele seyri içinde kazanacağını fakat henüz bu niteliği kazanamadığı bir dönemde, ileri köylük bölgelerde silahlı mücadeleyi başlatabileceğini reddediyor.
Biz, partinin bütün ülkede örgütlenmesini ve kitlelere kumanda eder hale gelmesini elbette isteriz.
Revizyonist önderlik, yukarıdaki sağcı ve pasifist tezi uzun süre sözlü ve yazılı olarak savunduktan sonra, Marksist-Leninistlerin yönelttiği hücumlar karşısında, kendisine kaçış yolları aramaya başladı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, önce “ülke çapında örgütlenme” kavramını çarpıtarak yakasını kurtarmak istedi. Olmadı. Şimdi, “oportünizm ve ikiyüzlülük örneği olan genelge” ile yeni bir kaçış yolu buldu.
Sözkonusu genelgede; “silahlı mücadeleye girişmek için ilk önce yurt çapında bir örgütün kurulmasını beklemek, Marksist-Leninist bir tutum değildir” deniliyor. Eğer artık böyle düşünmeye başladılarsa, samimiyetle özeleştiri yapmaları gerekmez miydi? Hayır! Bir yandan bunu söylüyorlar; öte yandan, incelediğimiz yazıdaki görüşlerin tamamen doğru olduğunu iddia ediyorlar. Ne iğrenç bir sahtekarlık!
Hem bu baylara sormak isteriz; yukarıdaki cümleyle “silahlı mücadeleye girişmek için ilk önce ülke çapında sesini duyarmayı beklemek (abç), Marksist-Leninist bir tutum değildir” demek mi istiyorlar acaba?
Revizyonistler, gerçekte fikirlerini değiştirmemişlerdir. Bizi eleştirmek için yayınladıkları paçavra bunun delilidir. Bu paçavrada, bizim “mevzii” (bölgesel demek istiyorlar) bir mücadele yürütme taraftarı oduğumuzu iddia ediyorlar. Şöyle diyorlar: “Hakim sınıflar bütün güçlerini oraya seferber edeceği ve bu güç diğer yerlerdeki ve şehirlerdeki mücadeleyle parçalanmadığı için verilen mücadelenin imhasına yol açar” (abç). Bir kere biz, bölgesel bir mücadele yürütmek taraftarı değiliz, içinde bulunduğumuz şartlar böyle bir mücadeleyi zorunlu kılmaktadır. Bugün ülkenin her köşesinde örgütlenmek hem mümkün olmadığı için, hem de devrimin öncelikle gelişemeyeceği bölgelere kuvvetlerimizi dağıtmak faydadan ziyade zarar getireceği için, kuvvetimizin yettiği ölçüde, devrimin öncelikle gelişeceği bölgelerde örgütlenmeyi ve silahlı mücadeleye girişmeyi savunuyoruz. Ve bunu defalarca açıkladık. Ülke çapında örgütlü olmak, silahlı mücadelenin gelişmesini elbette olumlu yönde etkiler. Örgütlenmemizin henüz ülke çapında yayılmamış olması da, elbette, silahlı mücadelenin gelişmesini olumsuz yönde etkileyecektir. Ama revizyonistlerin iddia ettiği gibi, ülke çapında örgütlenmeden silahlı mücadeleye girişmek, mutlaka, kuvvetlerimizin imhasına yol açmaz. Doğru bir politika izlemek şartıyla, örgütlenmemiz henüz çok sınırlıyken de silahlı mücadeleye girişebilir, hem güçlerimizi, hem de örgütlerimizi silahlı mücadele içinde genişletebilir, sağlamlaştırabilir, yayabiliriz. Sağlam bir örgütlenme böyle gerçekleşir. Barış içinde örgütlenme kof bir örgütlenmedir, böyle bir örgüt bütün ülkeyi de kucaklasa, halkın mücadelesine önderlik edemez, silahlı mücadeleyi yönetemez, beyaz terörün şiddetlendiği dönemde kağıttan bir şato gibi dağılır. Revizyonistler yukarıdaki ifadeleriyle, “diğer yerlerde ve şehirlerde” mücadeleye girmeden, yani diğer yerlerde ve şehirlerde de örgütlenip halkın mücadelesine kumanda eder hale gelmeden bazı ileri bölgelerde girişilecek silahlı mücadelenin imhasının kaçınılmaz olduğunu kabul ediyorlar. Tilkinin dönüp dolaşıp kürkçü dükkanına gelmesi gibi, revizyonistler de, ülke çapında örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden silahlı mücadelenin başlatılamayacağı düşüncesine gelip takılıyorlar.
Revizyonist sahtekarlar, bizim, “her yerdeki üstün profesyonel kadrolar... bir yere seferber edilmeli” dediğimizi iddia ediyor ve bu satırları da sanki biz söylemişiz gibi tırnak içine alıyor. Böyle bir şey hiçbir yerde ve hiçbir zaman söylenmemiştir. Ellerinde yazılı metinler de vardır. Görüşlerimizi dürüstçe aktarmaktan niçin korkuyorlar?
Biz, kadrolarımızın önemli bir kısmı (hepsi değil), kuvvetli kitle temeli olan, kendine yeterli beslenme kaynaklarına ve askeri harekâta elverişli araziye sahip köylük bölgelere (bir bölgeye değil) seferber edilmelidir dedik. Kaç bölgede çalışabileceğimizi, kadroların sayısı ve imkanlarımız tayin edecektir. Faal kadrolar ne kadar çoksa, seferber edileceklerin bölge sayısı da o kadar çok olur. Biz bu konuda bir sayı vermiş değiliz. Ve elbette, çalışılan bölge sayısının çok olması iyi bir şeydir. Ama bugün bütün kadroları seferber etsek, yine de ülke çapında örgütlü hale gelemeyiz ve bütün kitlelere kumanda edemeyiz. Durum böyledir diye silahlı mücadeleye başlamayacak mıyız? Mesele budur. Biz, kaç bölgeye seferber olabilmişsek, oralarda silahlı mücadeleyi başlatmalıyız diyoruz. Şafak revizyonistleri ise bütün kıvırtmacalara rağmen, döne dolaşa “ülke çapında örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden silahlı mücadele başlatılamaz” diyor ve böylece, silahlı mücadeleyi yıllarca geriye atıyor. Tartışmanın özü budur.
5. Şafak Revizyonistleri, Leninist “Devrimci Durum”
Öğretisini Tahrif Ediyorlar.
Şafak revizyonistleri “ülke çapında örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden silahlı mücadelenin başlatılamayacağı” tezini ispatlamak için, tahrifat üzerine tahrifat yapmışlardır. 1) Mao Zedung yoldaşın “kızıl siyasi iktidarın varolması” şartlarından biri olarak ileri sürdüğü “ülke çapındaki devrimci durumun yükselmesi” şartını, “devrimci hareketin ülke çapında yükselmesi” şeklinde tahrif etmişlerdir. 2) “Devrimci hareketin ülke çapında yükselmesi” ifadesi, ikinci bir kez tahrif edilerek “komünist partinin ülke çapında örgütlenmesi” şekline sokulmuştur, (bak: “Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine”). Bilindiği gibi “devrimci hareket” kavramı, proletarya dışındaki halk sınıflarının siyasi hareketleri ile, kendiliğinden gelme kitle eylemlerini de kapsar. Böylece, “ülke çapında devrimci durumun yükselmesi” şartı, kaşla göz arasında, “komünist partinin ülke çapında örgütlenmesi” haline getirilivermiştir. Üstelik, Mao Zedung yoldaşın “kızıl siyasi iktidarın varolması” şartlarından biri olarak ileri sürdüğü şeyi, bunlar, yukarıdaki tahrifata uğrattıktan sonra, hem silahlı mücadelenin başlatılması şartı, hem de kızıl siyasi iktidarın varolması şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Mao Zedung yoldaş şunu diyordu: “Ülke çapında kızıl siyasi iktidarın varolması şartlarından biri de devrimci durumun yükselmeye devam etmesidir”. Şafak revizyonistleri bu tezi şu hale getirmişlerdir. “Komünist parti ülke çapında örgütlenmeden ve bütün kitlelere kumanda eder hale gelmeden ne silahlı mücadele başlatılabilir, ne de kızıl siyasi iktidar varolabilir”. Mao Zedung Düşüncesi’ne sadakatin(!) böylesi hiç görülmemiştir herhalde? “Devrimci durum”un ne olduğunu Lenin yoldaştan okuyalım:
“Bir devrimci durum olmadan, devrimin mümkün olmayacağı, Marksistler için tartışma götürmez bir gerçektir. Ayrıca her devrimci durum da devrime götürmez. Genel olarak bir devrimci durumun belirtileri nelerdir? Şu üç önemli belirtiyi ileri sürersek, herhalde yanılmış olmayız. 1) Egemen sınıflar için değişikliğe gitmeden egemenliği sürdürmek mümkün olmazsa; ‘üst sınıflar’ arasında şu ya da bu biçimde bir buhran, egemen sınıfın politikasında, baskı altındaki sınıfların hoşnutsuzluğuna ve parlamasına sebep olacak bir çatlamaya götüren buhran ortaya çıkarsa. Bir devrimin olması için, genellikle ‘alt sınıfların eski biçimde yaşamak istememesi’ yeterli değildir. ‘Üst sınıfların eski biçimde yaşayamayacak durumda’ bulunması da gereklidir. 2) Baskı altındaki sınıfların sıkıntısı ve ihtiyacı, normalden daha öteye kadar ilerlemişse. 3) Yukarıdaki nedenlerin bir sonucu olarak, ‘barış zamanında’ kendilerinin soyulmasına hiç ses çıkarmadan razı olan, ama sıkıntılı zamanlarda hem buhranın her türlü şartları, hem de bizzat ‘üst sınıflar’ tarafından bağımsız tarihi eyleme itilen yığınların eyleminde önemli bir artış varsa.
“İradenin dışındaki... bu objektif değişikliklerin (abç)... hepsine birden devrimci durum denir. Böyle bir durum 1905’te Rusya’da ve bütün devrim dönemlerinde Batı’da vardı” (Lenin, Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky, s. 16).
Görüldüğü gibi, “devrimci durum” ile devrimci hareket bambaşka şeylerdir. Hele “komünist hareket” çok daha başka bir şeydir. “Devrimci durum” ile “komünist hareket” ifadesini birbirine karıştırmak, ancak iki şekilde mümkündür. Birincisi, Marksizm-Leninizm’in zır cahili olmak, ikincisi de alçak bir tahrifatçı olmak. Bizim burjuva baylar, hangisine dahilseler onu kendileri tespit etsinler. Bizce ikinci kategoriye dahildirler. Çünkü eleştiriler karşısında zırvalıklarını haklı çıkarmak için nasıl renkten renge giriyorlar:
“Eğer devrimci hareket (siz komünist parti anlayın), ülke çapında teşkilatlı değilse, devrimci durum ülke çapında yükselmez”. Devrimci durum, devrimin objektif şartlarıdır. Devrimci durum, tek tek grupların, partilerin, sınıfların iradesinden bağımsız, objektif bir olgudur. Bu sebeple, komünist partinin ülke çapında örgütlenmesine bağlı olmadığı gibi, varlığına da bağlı değildir. Partinin varlığı ve örgütlenme seviyesi, sadece devrimin subjektif şartlarıyla ilgilidir. Partinin varlığı ve örgütlenme seviyesi, devrimci durum üzerinde etki icra eder ama onu tayin etmez. Bunlar Marksizmin alfabesidir. Fakat Şafak revizyonistleri bu açık gerçekleri çiğniyorlar. Bir yalanın altından kalkmak için yeni yalanlara başvuran ve her yalandan sonra daha çok yalan söylemek zorunda kalan bir yalancıya ne kadar da benziyorlar. Bizi eleştirmek için kaleme alınan paçavrada, şöyle yazıyorlar: “Devrim mücadelesinin(!) ülke çapında yükselmesi cümlesindeki devrim mücadelesi yerine, bazı yerlerde ve aynı anlamda devrim hareketi denmesini istismar ediyorlar”. Gördünüz mü “düzeltme”yi? Meğer “devrimci durum” değil “devrimci mücadele” imiş! Bu, tahrifatçılık da değil, düpedüz hokkabazlıktır. Veya bataklığa saplanmış birinin can havliyle çırpınmasıdır. Baylarımız, çırpındıkça revizyonizm batağına daha da fazla batıyorlar.
6. Şafak Revizyonistleri, Silahlı Mücadeleyi Başlatmak
İçin Bütün Bozkırın Kurutulmasını Şart Koşuyorlar.
Sıkıyönetimden iki hafta önce yapılan, Nisan Toplatısı’nda, Sosyalist Kurultay girişimini haklı çıkarmak için ileri sürdükleri bu tezi, daha sonra, “Yaşasın İhtilâlci Kitle Çizgisi” adlı suni mantık, idealizm ve gevezelik şaheserinde yazılı hale de getirdiler.
“Temel işçi-köylü kitlelerinin öncü kesimleri silahlı mücadeleye hazırlanmadan ve silahlı mücadele fikri kitleler içinde belli bir yaygınlık, kazanmadan, doğru hedeflere yönelse bile, bir silahlı mücadele başlatılamaz” (abç). “Kıvılcımın bozkırı tutuşturması için bozkırın kuru olması gerekir.”
Bu ifadenin tevile ve inkara gelir yanı yoktur. Baylarımız, silahlı mücadeleyi başlatmak için bütün bozkırın kurutulmasını şart koşuyorlar. Bu, silahlı mücadeleyi yıllarca geri atmak için icat edilmiş başka bir teoridir. Bu sağcı teoriye karşı Marksist-Leninistler şunu savundular: Bozkır, kuru olan bölgelerden (bir bölgeden demiyoruz) tutuşturulmalıdır. Yani silahlı mücadele, şartların elverişli olduğu bölgelerden başlatılmalıdır ve hemen başlatılmalıdır. Bozkırın henüz kuru olmayan bölgeleri, diğer bölgelerdeki silahlı mücadelenin ateşiyle kavrulacaktır. Ve örgütümüz büyüyüp güçlendikçe, bu bölgelere de kollarını uzatacak, oralarda da silahlı mücadeleye girişecektir. Önce bütün bozkırın kurumasını beklemek sakattır. “Devrimin dengesiz gelişeceği” gerçeğine de aykırıdır. Üstelik, silahlı mücadele, barışçı propaganda ve eğitim çalışmalarından yüz kere, bin kere daha etkili olacaktır. Gerek Lenin yoldaş, gerek Mao Zedung yoldaş, silahlı mücadelenin kitlelerin bilincinde nasıl sıçramalara yol açtığını defalarca belirtmişlerdir.
Bu eleştirilerden sonra revizyonistler tükürdüklerini geri yaladılar:
“Silahlı mücadeleye girişmek için önce bütün halkın bilinçlenmesi ve örgütlenmesi gerekmez” diye yazdılar. Bukalemunlardan daha çok renk değiştiren bu burjuva sahtekarlar, yukarıdaki beyanlarında samimi midirler? Hayır, bunu sırf kendilerine yöneltilen eleştirileri boğmak için yapmışlardır. Samimi olsalardı eğer, özeleştiriyle yanlışlarını düzeltmeleri gerekirdi. Hem YİKÇ (Yaşasın İhtilâlci Kitle Çizgisi) broşüründeki ifadeyi savunmaları, hem de böyle demeleri onların samimiyetsizliğinin kanıtıdır. Öte yandan, bizim eleştirilerimizden satır satır aldıkları cümleleri, bize karşı savunmaya kalkan bu yavuz hırsızlar, bizi de, “silahlar patladı mı bütün halk kendiliğinden teşkilatlanacak” demiş olmakla suçluyorlar. Böyle bir şey hiçbir zaman, hiçbir yerde savunulmamıştır. Sadece, silahlı mücadelenin kitlelerin bilinçlenmesinde, barışçı propaganda ve eğitim çalışmasından çok daha etkili olacağı savunulmuştur. Ellerindeki yazılı eleştiri metinlerinde de bu açıkça söyleniyor. Niçin dürüstçe aktarma cesaretini göstermiyorlar?
Bütün kıvırtmacalarına rağmen revizyonistler, “bütün bozkır kurutulmadan silahlı mücadele başlatılamaz” sağcı tezini savunmaktadırlar. Ve bizim düşüncelerimizi tahrif etmeleri de, bu tezlerini haklı çıkarmak içindir. “İhtilalci mücadelemizin silahlı mücadelenin başlatılması konusundaki görüşleri, bu maceraperestlerinkinden tamamen farklı ve şöyledir” dedikten sonra aktardıkları üç paragraf ve dördüncü paragrafın birinci cümlesi, bizim kendilerine yönelttiğimiz eleştirilerden satır satır alınmıştır. Baylar o fikirleri benimsemiş olsalardı, bunca tartışmaya lüzum bile kalmazdı. Ama hayır, onlar her fırsatta bizden aktardıkları o düşünceleri alçakça çiğniyorlar. Onları, sadece depolarında yedek mal olarak bulunduruyorlar ve zaman zaman eleştirilerimizi boğmak için kullanıyorlar.
7. Şafak Revizyonistlerinin Çizgisi, “İhtilalci Kitle
Çizgisi” Değil, İhtilali Köstekleyici Bir Çizgidir.
Şafak Revizyonistleri kendilerini ileri bölgelerin halkına değil, geri bölgelerin halkına uydurmaktadırlar. Diyelim, bugün Türkiye’nin bazı kırlık bölgelerinde, köylüler silahlı mücadeleye hazırdır; başka bazı bölgelerde ise, henüz köylüler buna hazır değildir. Revizyonistlerin kitle çizgisi(!) anlayışı, geri olan bölgeye uymayı ve ileri olan bölge halkından kopmayı emrediyor. Bütün bozkırı kurutma teorisinin vardığı bir sonuç da budur.
Köylülerin silaha sarılmak için sabırsızlık gösterdiği bölgelerde ise, ileri köylülerin gerisinde kalıyor, kendilerini geri unsurlara uyduruyorlar. Silahlı mücadeleye hazır köylüleri, “önce bir Marksizm-Leninizmi öğren, sonra silahlı mücadeleye katılırsın” mantığıyla kösteklemek, elbette sonuç olarak, bunlardan kopmaya, geri unsurların seviyesine düşmeye yol açar. A köylük bölgesindeki çalışmalarda, ileri köylüleri nasıl kösteklediklerini gözlerimizle gördük. Bu hain burjuva baylar, derhal sınıf düşmanlarını imha etmek isteyen köylülerin karşısına çıktıkları için, onlardan kopmuşlardı. Geri ve pasif unsurlarla oyalanıyorlardı.
Böyle bir kitle çizgisi elbette “ihtilâlci değil”, ihtilâli köstekleyicidir. İhtilâlci kitle çizgisi şudur: Bütün bölgeler içinde en ileri bölge halkıyla birleşmek, orta bölgelerin seviyesini yükseltmek, geri bölgeleri kazanmaya çalışmak. En ileri bölgede de, en ileri unsurlarla birleşmek, aradaki unsurların seviyesini yükseltmek, geri unsurları kazanmaya çalışmak. Yani, daima en ileri kitlelerin, en başında olmak, fakat gerideki yığınlardan kopmamak, onları ileri doğru çekmek.
Şafak revizyonistlerinin yaptığı da şudur: Kendini en geri bölgenin, en geri unsurlarına uydurmak, ileri gidenleri de, ayaklarından yakalayıp geri çekmek.
8. Şafak Revizyonistleri Acil Talepler Adı Altında
Reformizmi Savunuyor.
Program Taslağı’nın 40. maddesinde şöyle deniliyor: “Hareketimiz, emperyalizmin gerilemesi, halkın demokratik haklar kazanması ve yaşama şartlarının düzelmesi yönündeki bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak...” Açıktır ki, bu anlayış, bazı şartlarda, kişiyi reformizmin en derin çukuruna batırır. Yarın, köylülerin silahlı mücadelesini boğmak için, gericiler kısmi bir toprak reformu uygulamasına girişirse, Şafak revizyonistleri bunlara destek olacaktır. Çünkü böyle bir şey, emperyalizmin -bütün mevzilerden sökülüp atılmamak amacıyla- bir adım gerilemesi olacaktır. Yaşama şartlarında kısmi bir düzelme sağlayacaktır. Hakim sınıfların, iktidarlarını tehlikede gördükleri zaman, sistemin temeline dokunmadan (onlar elbette dokunamazlar), kısmi düzeltmelere gittikleri çok görülmüştür. Tarihimizdeki köylü isyanlarının çoğu bu şekilde bastırılmıştır. Bugün Türkiye’de faşist sıkıyönetim “toprak reformu” sloganıyla ortaya çıktı ve kendini daha büyük tehlikelerden korumak için, bir parça toprak da dağıtabilir. Sovyet sosyal-emperyalizminin dümen suyunda bir gerici iktidar daha fazlasını da yapabilir. Bunlar imkansız şeyler değil, kuvvetle mümkün olan şeylerdir. Gericiler, bütünü kurtarmak için parçayı niçin feda etmesinler? Bütün imtiyazlarını, ellerindeki bütün sermaye ve servetlerini, bütün toprak ve emlâklarını kaybetmemek için, niçin bunların bir kısmını feda etmesinler? Kitlelerin bizzat bugünkü sistemi yıkmak için silaha sarıldığı şartlarda ve yerlerde, “acil talep ve ihtiyaçları savunmak” gibi gösterişli bir sloganın arkasına saklanmak, düpedüz reformist ve gerici bir tutum olur. Halkın ağzına bir parmak bal çalarak onun öfkesini yatıştırmak ve bütün arı kovanlarını kurtarmak isteyen gericilerle aynı paralele düşmek olur. Öte yandan, şehirlerde işçilerin yığın halinde ayaklanması için, silaha sarılması için vb... şartların elverişli olduğu yerlerde ve zamanlarda, işçilere “acil talep” masalları anlatmak, yine düpedüz gerici şarlatanlık olur. Kölelik sisteminin kötülüğünü kavrayıp onu yıkmak için harekete geçen kölelerin karşısına “sizin yaşama şartlarınız iyileştirilmelidir!” diye çıkmaya benzer. Bilinçli işçi, böyle çok bilmiş şarlatanları elinin tersiyle iterek “çekil be yolumuzdan!” diyecektir.
Revizyonist hainler, faşist sıkıyönetimin arifesinde, “acil talepler” demagojisiyle, kitlelerde Erim Hükümeti’nin bunları gerçekleştireceği intibağını yaratarak, sıkıyönetimin “halk dostu” çalımlarına destek olmuşlardır. Erim köpeğinin “reform kabinesi” kurulduğu zaman, “biz emekçi halkın yararına olan her türlü reformu destekleriz” diyerek, tam bir gerçek reformist gibi hareket etmişlerdir (PDA, sayı 40, s. 2). Bütün Marksizm-Leninizm cilasına rağmen, hâlâ aynı anlayış, aynı sağ çizgi devam etmektedir.
Acil talepler asla her şart altında savunulmaz ve desteklenmez. Marksist-Leninistler “acil talepleri genel politik taleplerimize ve kitleler içindeki devrimci ajitasyonumuza sıkı sıkıya bağlamak” şartıyla ve “devrimci sloganların yerine kısmi talepleri asla ön plana çıkarmamak” şartıyla, savunur ve desteklerler. Birinci olarak, “acil talep”ler genel politik taleplerimize ve devrimci ajitasyonumuza aykırı düşmemelidir. Yani kitleler, daha ileri hedefler için mücadele ederken, onlar “kısmi düzeltmeler” uğruna geriye itilmemelidir. İkinci olarak da, acil talepler için mücadele daima tali kalmalıdır, devrimci sloganların yerine bunlar geçmemelidir. Reformistlerle, devrimcileri birbirinden ayıran kıstaslar bunlardır. Bu ilkelere uygun düşmek şartıyla, komünistler, “genel olarak halkın ve özel olarak işçi sınıfının şartlarını iyi hale getirmeye yarayan talepleri” elbette savunurlar ve desteklerler.
Revizyonist reformist hainlerin yaptığı gibi her şart altında değil!
9. Şafak Revizyonistleri Ekonomizmin Aşamalı
Bilinçlendirme Teorisini Savunuyor.
Yine, Program Taslağı’nın 40. maddesinde, “Hareketimiz... bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak, yığınları mücadeleye sevkeder, bilinçlerini yükseltir ve onları silahlı mücadele saflarına kazanmaya çalışır” deniliyor.
Kitlelerin bilincinin “acil talep ve ihtiyaçları” savunarak yükseltileceği safsatası, Lenin yoldaşın deyimiyle, “eski bir türkü”, bir Ekonomizm türküsüdür. Bu türkünün güfteleri, Rusya’da 19. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında ortaya çıkan, fakat Lenin yoldaşın “Ne Yapmalı?” adlı panzehiriyle öbür dünyayı boylayan mütevvefa Rus Ekonomistlerine aittir. Bizim dostlar(!) o türküyü günümüz şartlarına adapte ederek, tekrar piyasaya sürüyorlar. Yazık! Emeklerine yazık! Çünkü bunlara artık kimsenin on para verdiği yoktur. “Yığınların mücadeleye sevkedilmesi, bilinçlerinin yükseltilmesi ve silahlı mücadele saflarına kazanılması” için, onların “acil talep ve ihtiyaçlarını” savunmak, gerçekten Ekonomizmin “aşama aşama bilinçlendirme” teorisinin ta kendisidir. Bu teorinin daha kaba biçimini revizyonistler, geçmişte şöyle savunmuşlardı: “Bize göre, kitlelerin bilinçlenmesi aşama aşama olur...” (PDA, “Proleter Devrimci Çizgi ve Bazı Yanlış Eğilimler”).
Haksızlık etmemek için, şunu da belirtelim: Ekonomistler, sırf ekonomik talepleri yani “somut talepleri” savunarak, kitleleri bilinçlendireceklerini(!) savunuyorlardı. Bizim revizyonistlerimiz, kapsamı ekonomik taleplerden biraz daha geniş olan “acil talep ve ihtiyaçları” savunarak, kitleleri bilinçlendireceklerini(!) savunuyorlar. Fakat, kendileri “ekonomik taleplerle” “acil talep ve ihtiyaçlar” arasındaki kapsam farkının da bilincinde değildirler ve birçok yerde bu iki kavramı aynı anlamda kullanıyorlar.
Kitlelerin bilinçlenmesi, ne “acil talep ve ihtiyaçlar”ın savunulmasıyla ne de “somut talepler”in savunulmasıyla olur. Kitleler ancak, bütün siyasi gerçekleri teşhir ederek, sosyal hayatın her yönünü, her alanını kapsayan geniş teşhir kampanyalarıyla bilinçlendirilebilir.
Lenin yoldaş, “Ne Yapmalı?” adlı eserinde, Ekonomistlere özgü bilinçlendirme anlayışını yerden yere çalıyor, “aşama aşama bilinçlenme teorisi, oportünist bir tutumu ifade eder” dedikten sonra biraz ileride şöyle devam ediyor:
“Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dini mezheplere zulmedilmesine karşı, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, isyan ettirici sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb... karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır. Böyle bir eylem ‘elle tutulur sonuçlar vaadetmediğinden’, ‘olumlu’ fazla bir şey sağlamadığından, ‘iktisadi mücadelenin’ onları buna ‘itmediğinden’ ötürü müdür [yani ‘acil talepler’ uğruna mücadele, onları bu ‘bilinç’ seviyesine yükseltmediğinden ötürü mü?].
“Böyle bir görüşü benimsemek, tekrar ediyoruz, hücumu gerekmediği yere yöneltmek olur, kendi burjuvaca bayağılığını ‘ya da Bernstein’cılığını’ işçi yığınlarına yüklemek olur.
“...ama sosyal demokrat işçi, devrimci işçi (ve bunların sayısı gitikçe artmaktadır) ‘elle tutulur sonuçlar vaadeden’ istekler [yani ‘acil talep ve ihtiyaçlar’] vb. uğruna mücadele konusundaki gevezelikleri öfkeyle reddedecektir. Çünkü o, bunun eski bir türkünün, rubleye bir kapik ekleme türküsünün yeni bir biçimde ifadesinden başka bir şey olmadığını anlayacaktır.”
Daha sonra Lenin, bilinçli bir işçinin ağzından bu Ekonomist baylara şu cevabı veriyor:
“... biz işçilerin kendi ‘eylemimiz’ zaten vardır. Sizin desteklemekte inat ettiğiniz elle tutulur sonuçlar vaadeden somut istekler ileri sürerek yürütülen işçi eylemi zaten vardır [tabi köylü eylemi de vardır]. Ve her günkü alelade mesleki hareketimiz içinde çoğunlukla aydınlardan hiçbir yardım görmeksizin bu somut istekleri kendimiz ileri sürmekteyiz, ama bu eylem bize yetmiyor, biz sadece ‘iktisadi’ politika lapasıyla beslenecek çocuklar değiliz. Biz ötekilerin bütün bildiklerini bilmek istiyoruz. Siyaset hayatının bütün yönlerini ayrıntılı olarak bilmek ve her siyasi olaya aktif olarak katılmak istiyoruz. Bunun için aydınların bizzat, bizim pek iyi bildiğimiz şeyleri, biraz daha az tekrarlamaları ve henüz bilmediğimiz şeyleri, fabrikadaki ‘iktisadi’ tecrübemizin bize hiçbir zaman öğretemeyeceği şeyleri, yani siyasi bilgileri biraz daha fazla vermesi gerekir, vs...” (Lenin, Ne Yapmalı). Özetleyelim: “Bütün acil talep ve ihtiyaçları savunarak, yığınların bilinçlerini yükseltmek” teorisi, tamamen Ekonomistlerin “elle tutulur sonuçlar vaadeden somut istekleri ileri sürerek” işçileri “bilinçlendirmek” ve “işçi eylemini yükseltmek” teorisinden mülhemdir ve ikisi arasında öz bakımından en ufak bir fark yoktur.
10. Şafak Revizyonistleri, Kadro Politikasında da Sağ Bir Çizgi İzliyor.
Şafak revizyonistleri, kadroların gerici bağlarıyla uzlaşıyor. İleri işçi, köylü ve aydın kadroları, bütün gerici bağlardan kopararak, onları aktif siyasi mücadelenin içine çekmek yerine, onların gerici bağlarını muhafaza ediyor.
Lenin yoldaş, “gelişme vaadeden bir işçinin, on saat fabrikada çalışmasına müsaade etmemeliyiz, onları aktif siyasi mücadelenin içine çekmeliyiz, profesyonel devrimciler haline getirmeliyiz” diyordu. Oysa Şafak revizyonistleri, tamamen ters bir yol izliyorlar. İleri işçi ve köylüleri, üretimden çekmek, profesyonel devrimciler haline getirmek yerine, elindeki az sayıda profesyonel kadroyu da orada burada işe sokuyor, amatör devrimciler haline, artan vaktini devrimci mücadeleye ayıran kişiler haline getiriyor. Bazı özel amaçlarla, profesyonel kadroların çeşitli işlere sokulabileceğini reddetmiyoruz. Ama bu, bir komünist hareketin genel politikası haline getirilemez; getirildi mi, amatörlük ve istikrarsızlık bütün faaliyete damgasını basar. Genel politika, ilerleme vaadeden herkesi, bunların mümkün olduğu kadar en çoğunu profesyonel siyasi faaliyete çekmektir.
Şafak revizyonistlerinin başı olan kişi, işçi-köylü kitleleri yerine burjuva çevreleriyle sarmaş dolaş olmasını haklı çıkarmak için, şimdi de şu ihanet teorisini icat etti: “Özel ihtilalci görevleri dolayısıyla kişi olarak kitle bağı olmayan, çelikleşmiş işçi sınıfı devrimcileri de var” (“Tasfiyeciler” yazısı). Bu bay, hangi “özel ihtilâlci görevlerin”, “kitle bağı” ile çelişeceğini düşünüyor? Hiçbir “ihtilâlci görev” yoktur ki, “kitle bağı” ile çelişsin! Tersine, her ihtilâlci görev, geniş ve kuvvetli bir “kitle bağı”na ihtiyaç gösterir. Bellidir ki, burjuva bayımız kendini temize çıkarmak için bu teoriyi icat etmiştir. Ama, bizzat kendisinin durumu, “kitle bağı” olmayan kişilerin “çelikleşmiş işçi sınıfı ihtilâlcileri” olamayacağının en kesin ve en açık delilidir. Böyleleri, olsa olsa, “çelik” değil, su katılmış “ham demir” olurlar.
11. Şafak Revizyonistleri, Devrimi İmkansız Hale Getiriyorlar. Aydınlık’lardan birinde “Bilimsel Sosyalist Devrim Anlayışı” başlıklı bir yazıda, devrime katılan her ferdin, devrimin bütün muhtemel sonuçlarını başından bilmesi, devrimin anlamını ve mahiyetini kesinlikle kavramış olması vb. şeklinde bir düşünce yer alıyordu. Aynı düşünce, sonra da devam ettirildi. Önce okuma grupları içinde, Marksizm-Leninizmi kavramış kadrolar yetiştirmek, sonra bunları silahlı gruplar içinde örgütlemek anlayışı ve çabası, yukarıdaki düşüncenin pratiğe yansımasıydı. Marksist-Leninistler, Lenin yoldaşa dayanarak, revizyonistlerin bu anlayışını eleştirdiler. Lenin yoldaş şöyle diyordu:
“Sömürgelerde ve Avrupa’da küçük milliyetlerin ayaklanmaları olmaksızın, bütün önyargılarıyla küçük-burjuvazinin bir kesiminin devrimci patlamaları olmaksızın, siyasi bilince varmamış proleter ve yarı-proleter yığınların toprak ağaları, kilise ve krallığın baskısına karşı, milli baskıya karşı hareketleri olmaksızın sosyal devrimin mümkün olabileceğini sanmak, sosyal devrimi reddetmektir. Sanki bir ordu bir yerde safa girecek ‘biz sosyalizm istiyoruz’ diyecek, bir başka ordu bir başka yerde safa girecek, ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyecek ve bu, sosyal devrim olacak! Ancak böylesine gülünç, böylesine kakavan bir görüşe sahip olanlar İrlanda ayaklanmasına ‘putsch’dur diye kara çalabilirler.
“Kim ki ‘saf’ bir sosyal devrim beklemektedir, asla muradına ermeyecektir. Böyleleri, devrimin ne olduğunu anlamamış lafta devrimcilerdir.”
Lenin yoldaş, daha sonra şöyle devam ediyor:
“1905 Rus Devrimi bir burjuva-demokratik devrimiydi. Halkın bütün hoşnutsuz sınıf, grup ve unsurlarının katıldığı bir dizi savaşı içeriyordu. Bunlar arasında en kaba önyargılara, en belirsiz, en acayip mücadele amaçlarına kendini kaptırmış yığınlar vardı; Japon parası alan küçük gruplar vardı; vurguncular, maceracılar vs. vardı. Fakat objektif olarak yığın hareketi Çarlığın belini kırıyor, demokrasiye yol açıyordu. Bu nedenle, sınıf bilincine varmış işçiler devrime önderlik ettiler.”
Lenin yoldaş, Avrupa’da da durumun farklı olmayacağını söylüyor:
“Avrupa’da sosyalist devrim, her türlü ezilen ve hoşnutsuz unsurların yığın mücadelesinin patlak vermesinden başka bir şey olamaz. Küçük-burjuvazinin ve geri işçilerin bazı kesimleri de kaçınılmaz olarak buna katılacaklardır. Bunsuz yığın mücadelesi mümkün değildir, bunsuz hiçbir devrim mümkün değildir; ve yine kaçınılmaz olarak bunlar harekete kendi önyargılarını, gerici hayallerini, zaaflarını ve yanlışlarını da getireceklerdir. Fakat, objektif olarak, sermayeye saldıracaklardır; ve devrimin bilinçli öncüsü, ileri proletarya, çeşitli renklere bürünen, ahenksiz, alaca, dış görünüşü bakımından parça bölük bu yığın mücadelesinin bu objektif doğrusunu dile getirerek, mücadeleyi birleştirip yönetme imkanını bulacak, iktidarı ele geçirecek, bankalara el koyacak, herkesin (ama farklı nedenlerle) nefret ettiği tröstleri mülksüzleştirecek ve daha başka diktatörce tedbirler alacaktır. Bunlar, tümüyle, burjuvazinin devrilmesi ve sosyalizmin zaferi olacaktır; ama, sosyalizmin zaferi kendini küçük-burjuva kalıntılarından derhal ‘arındıracak’ değildir” (Lenin, Doğuda Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 226-227).
Bizim revizyonistlerin görüşü, tam da Lenin yoldaşın söylediği gibi “böylesine gülünç, böylesine kakavan”dır. Bizim revizyonistler tam da Lenin yoldaşın söylediği gibi, “devrimin ne olduğunu anlamamış lafta devrimcilerdir”.
Bunların “gülünç” ve “kakavan” görüşlerini Lenin yoldaşın yukarıdaki satırlarını özetleyerek eleştirdiğimiz için, revizyonistler bize karşı yalan ve iftiralarla saldırıya geçtiler. Marksist-Leninistlerin şöyle dediğini iddia ediyorlar:
“İlk gerilla birliklerine katılacak olanların devrimin muhtemel sonuçlarından haberdar olmaları gereksizdir. Çeşitli sınıflara mensup insanlar, çeşitli düşüncelerle katılabilirler”.
Bu bayların eleştirisi aslında, Lenin yoldaşı hedef almaktadır. Lenin yoldaştan yapılan aktarmaları, bile bile eleştirmektedirler. Ama, devrimci dürüstlükten de zerre kadar nasipleri olmadığı için, aktarmaları bizlere maletmekte ve üstelik tahrif etmektedirler. Yukarıdaki ifade hiçbir yerde kullanılmamıştır. “Genel olarak, devrime katılacak herkesin, Marksizm-Leninizmi tamamen kavraması, devrimin muhtemel sonuçlarını bilmesi gerekir” diye bir şart koşulamayacağı, böyle bir şartın, devrimi imkansız hale getirmek olacağı söylenmiştir ki, bu tamamen doğrudur ve Lenin yoldaşın düşüncelerine uygundur.
Bu cesur(!) baylarımız bize saldırarak, Lenin yoldaşı eleştirmeye kalkıştıklarına göre, aynı “gülünç ve kakavan” görüşü devam ettiriyorlar demektir.
Gerilla gruplarına kimlerin girebileceğine gelince baylar, henüz Marksizm-Leninizmi kavramamış olsa bile, gericilere karşı içinde nefret taşıyan ve onlara karşı savaşmak isteyen, örgüt disiplinini kabul eden, gizliliğe riayet eden, yaşı ve sağlığı müsait, militan işçi, köylü, aydın, kim olursa katılabilir. Ve bunlar gerilla müfrezelerine, sizin gibi kitaplar hatmetmiş cahil entelektüellerden çok daha layıktırlar. Önemli olan, birinci olarak partinin önderliğini sağlamaktır. İkinci olarak, bu gruplara katılanların sürekli ve sistemli bir şekilde, silahlı mücadelenin seyri içinde ve ona hizmet edecek, bu mücadeleye ışık tutacak şekilde Marksist-Leninist ideolojik eğitimlerini sağlamaktır. Üçüncü olarak da savaş için işçi ve köylü yığınlarını seferber etmektir.
Size gelince, siz ki, “saf” bir sosyal devrim beklemektesiniz, asla muradınıza ermeyeceksiniz!
12. Şafak Revizyonistleri, Siyasi Mücadeleyle Silahlı Mücadeleyi Karşı Karşıya Koyuyorlar. “Siyasi Mücadele” Bayrağı Altında, Siyasi Mücadelenin Silahlı Biçimlerini Reddediyorlar. Silahlı Propaganda ve Ajitasyonu Reddediyorlar.
Partinin, köylüleri örgütlendirirken kavrayacağı halkanın, gerilla grupları olması gerektiğini, diğer her türlü grup ve hücrelerin silahlı mücadelenin ihtiyaçlarını karşılamak ve onu geliştirmek için, silahlı mücadelenin seyri içinde ele alınması gerektiğini savunduğumuz için, bizi siyasi mücadeleyi reddetmekle itham ediyorlar. Salt askeri bir bakış açısına sahip olduğumuzu söylüyorlar.
“Bunlara göre, meselenin ideolojik ve politik yönünü halkımız artık kavramış olduğundan bu halledilmiştir ve şimdi bütün mesele askeri harekâttır.”
Bize mal edilmeye çalışılan bu saçmalıklar, hiçbir yerde ve hiçbir zaman savunulmamıştır. Revizyonistler, silahlı mücadelenin esas olmasını savunmamızdan bu sonucu çıkardıklarına göre, kendilerinin silahlı mücadeleyi, siyasi mücadelenin zıddı olarak gördüklerini ele vermektedirler. Silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi birbiri ile çelişen şeyler olarak gördüklerini ele vermektedirler.
“Salt askeri” görüş açısı, savaşmak için savaşmak tutumuna sahip olanların görüş açısıdır. Biz, devrimin siyasi görevlerini yerine getirmek için savaşmak istiyoruz. Kırlık bölgelerde, parti önderliğinde halk ordusunu yaratmak, yerel ve merkezi otoriteyi adım adım parçalayarak, halkın iktidarını gerçekleştirmek için silahlı mücadeleyi savunuyoruz. Mao Zedung yoldaş şöyle diyor:
“Bazı kimseler bizim ‘savaş herşeye kadirdir’ taraflısı olduğumuzu ileri sürerek bizimle alay ediyorlar. Evet doğrudur, biz devrimci savaşın herşeye kadir olması taraflısıyız. Bu kötü değil, iyidir. Marksisttir, Rus Komünist Partisi’nin tüfekleri sosyalizmi yarattı. Biz de ortaya bir demokratik cumhuriyet çıkaracağız. Emperyalizme karşı sınıf mücadelesinin tecrübesi bize işçi sınıfı ile emekçi yığınlarının, silahlı burjuvazi ve toprak ağalarını ancak tüfek gücüyle yenebileceklerini göstermiştir. Bu anlamda bütün dünyanın ancak tüfekle değiştirilebileceğini söyleyebiliriz.”
Bunda da mı “salt askeri” bir bakış açısı var acaba? Bu baylar silahlı mücadelenin, yani savaşın, siyasi mücadelenin bir biçimi olduğunu bilmiyorlar mı? Silahlı mücadele, siyasi mücadelenin tek biçimi değildir ama bir biçimidir. “Savaş, özel vasıtalarla sürdürülen bir siyasettir” ve “en eski zamanlardan beri siyasi bir nitelik taşımayan hiçbir savaş yoktur” (Mao Zedung). Bunlar, Marksizm-Leninizmin alfabesidir.
Şafak revizyonistleri, silahlı propaganda ve ajitasyonu da reddediyorlar.
Şafak revizyonistleri, yine, silahlı mücadelenin esas olmasını istememizden, bizim kitleler arasında propaganda ve ajitasyon faaliyetini reddettiğimizi çıkarıyorlar. Demek ki bunlar, silahlı mücadelenin propaganda ve ajitasyon faaliyeti ile çeliştiğini düşünüyorlar. Hayır burjuva baylar! Silahlı mücadele ile propaganda ve ajitasyon faaliyetleri çelişmez, bunlar birbirlerinin zıddı şeyler değildir. Mao Zedung yoldaş şunu söylüyor:
“Çin’in Kızıl Ordusu devrimin siyasi görevlerini uygulamakla görevli silahlı bir gruptur ve özellikle şimdiki dönemde Kızıl Ordu sadece savaşmakla yetinmez. Düşmanların silahlı kuvvetlerini yok etmek için girişilmesi gereken savaşlardan başka, daha yığınlar arasında propaganda, yığınların örgütlenmesi, yığınların silahlanması, devrimci iktidarı yaratmak için yığınlara yapılan yardım ve hatta komünist partisinin örgütlerinin kuruluşu gibi önemli görevler de üzerine alır. Kızıl Ordu sadece savaş için savaş yapmaz, savaşı yığınlar arasında propagandayı yürütmek, yığınları örgütlemek, yığınları silahlandırmak, devrimci iktidarı ortaya getirsinler diye yığınlara yardım etmek amacıyla yapar”.
Ülkemizde de, halk ordusunun çekirdeğini teşkil edecek olan gerilla grupları, sadece savaşmakla yetinmeyeceklerdir. Aynı zamanda yığınlar arasında propaganda ve ajitasyon yapmak, yığınları örgütlendirmek ve silahlandırmak... gibi önemli görevleri de yerine getireceklerdir. Bu baylar, silahlı mücadeleyi siyasi mücadeleye karşıt gördükleri için, siyasi mücadeleyi sadece yayınevi faaliyeti olarak gördükleri için, bizi siyasi faaliyeti reddetmekle, kitle çalışmasını reddetmekle, propaganda ve ajitasyon faaliyetini reddetmekle suçluyorlar. Gerçekten, kendileri genel olarak siyasi faaliyetin ve özel olarak propaganda ve ajitasyonun sadece barışçı biçimlerini kabul ediyorlar. Siyasi mücadelenin silahlı biçimlerini ve silahlı propaganda ve ajitasyon faaliyetini reddediyorlar.
Özetlersek, biz, silahlı mücadele ile diğer mücadele biçimleri arasındaki ilişkide, silahlı mücadelenin esas, diğer mücadele biçimlerinin tali olması gerektiğini savunuyoruz. Revizyonist klik ise, bunu sözde kabul eder görünüyor. Fakat bizi diğer mücadele biçimlerini reddetmekle itham ediyor. Böylece gerçekte silahlı mücadele fikrine saldırıyor. Pratikte ise, “diğer mücadele biçimleri”nden başkasını reddediyor.
Biz silahlı mücadeleyi, genel olarak politik mücadelenin ve özel olarak propaganda ve ajitasyonun bir biçimi olarak, ele alıyoruz. Revizyonist klik ise silahlı mücadele ile siyasi mücadeleyi, propaganda ve ajitasyonu karşı karşıya koyuyor. Böylece, siyasi mücadelenin silahlı biçimlerini reddediyor. Silahlı propaganda ve ajitasyonu reddediyor.
13. Şafak Revizyonistleri Gerilla Savaşını Reddediyor.
“Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine” başlıklı tahrifat koleksiyonunda şöyle deniliyordu:
“Mesela, şehirlerdeki mücadele ile desteklenmeyen bir köylü hareketi bastırılmaya mahkumdur. Mesela Doğu bölgesindeki bir köylü isyanı bir proletarya partisi önderliğinde Ege ve Çukurova köylülerinin mücadelesi ile başlıca sanayi şehirlerimizdeki işçi sınıfımızın hareketiyle desteklenmiyorsa, kızıl siyasi iktidarı yaşatamaz” (abç).
Daha önce, oportünizme has bu muğlak ifadeden şu üç noktayı tespit etmiştik:
1) Revizyonistler, “bir köylü hareketi”ni, yani silahlı köylü mücadelesini sadece toptan bir köylü isyanı olarak düşünmektedirler.
2) Silahlı köylü isyanının derhal bir kızıl siyasi iktidara yol açmasını ve onu yaşatmasını düşünmektedirler.
3) Bir köylü isyanının derhal kızıl siyasi iktidara yol açması ve onu yaşatması için de, bu isyanın diğer köylük bölgelerdeki köylülerin ve başlıca sanayi şehirlerindeki işçilerin proletarya partisi önderliğindeki mücadelesiyle desteklenmesini şart koşmaktadırlar.
Üçüncü nokta üzerinde durduk. İkinci nokta üzerinde biraz ileride duracağız. Birinci noktaya gelelim: Revizyonistler kızıl siyasi iktidarın doğması için, küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye, basitten karmaşığa doğru gelişen uzun süreli bir gerilla faaliyetini; bu faaliyet içinde halk ordusunun adım adım inşasını, gerilla birliklerinin düzenli ordu birliklerine doğru gelişmesini, gerilla savaşının hareketli savaşa doğru gelişmesini gerekli görmüyor. Hatta bunu düşünmüyor bile. Bir bölgede kızıl siyasi iktidarın doğması için, esas olarak o bölgede toptan bir köylü isyanını şart görüyor.
Evet, silahlı köylü mücadelesinden bahsederken, daima, revizyonistlerle biz ayrı dillerle konuşmaktayız. Onların silahlı köylü mücadelesinden anladıkları, her zaman için herhangi bir köylük bölgede toptan bir köylü isyanı olmuştur. Böyle bir isyanın bir anda bastırılacağı endişesiyle de, durmaksızın, başka bölgelerde örgütlenmeden ve kitlelere kumanda eder hale gelmeden, silahlı köylü hareketine girişilmeyeceğini iddia etmişlerdir. Örgütlenmeleri de bu anlayışlarına uygundur: İleri unsurları gerilla grupları içinde örgütlemek yerine, köylüleri toptan bir isyana hazırlamak için eğitim grupları içinde örgütlemek ve eğitmek!
Revizyonist baylar bu görüşlere kendilerini öyle kaptırmışlardır ki, geçmişte de bütün hesaplarını bu hayaller üzerine kurmuşlardır. Reformcu burjuvazinin tezgahlayacağı bir askeri darbeye büyük umutlar besliyorlardı.
Darbe ile iktidarı ele geçiren burjuvazi toprak reformu vs... denemesine girişecekti. Köylüler ağaların topraklarına el koyacaklardı. Reformcu burjuvazi toprak ağalarıyla mücadele halinde olacağı için buna ses çıkarmayacaktı. Hatta, köylülerin silahlanmasına bile yardım edecekti(!). Böylece kitleler halinde ayaklanan köylüler, köylük bölgelerde, revizyonistlerin de önderliğinde iktidarı kendi ellerine alacaklardı(!). Baylar böylesine ucuz ve kolay başarı hayalleri besliyorlardı. Bu sebeple de M. Belli, H. Kıvılcımlı ve D. Avcıoğlu ile birlikte askeri bir darbeyi dört gözle bekler olmuşlardı. Hatta böyle bir darbeye ortam yaratmak için, faşizme karşı mücadele adı altında darbe teşvikçiliği teorisini geliştirmişlerdi. Bugün yine aynı anlayış, biraz daha incelmiş olarak devam ediyor. Mesela TİİKP Program Taslağı’nda, gerilla faaliyetinden tek kelime bile bahsedilmemiştir. Şafak’larda gerilla savaşı konusunda tek kelime yoktur. Silahlı mücadelenin biçiminin, bugün esas olarak gerilla savaşı olacağı düşüncesine rastlamak imkansızdır. Sadece köylü komitelerinin(?) yürüteceği ve yöneteceği, ne olduğu belirsiz bir mücadeleden söz edilmektedir.
Marksist-Leninist kanadın yönelttiği sürekli ve sistemli eleştiriler karşısında bir köşeye sıkışan revizyonizm, Marksist-Leninistlerin bir yazılı eleştirisinden satır satır aktarma yaparak kaleme aldıkları bir genelgede, lütfen çete savaşından da bahsetmişlerdir. Şafak revizyonistleri, dükkanlarında her çeşit malı bulunduran açıkgöz bir tüccar gibi davranmaktadırlar. Piyasaya sürdükleri mal müşteri bulamazsa veya malın sahteliği ortaya çıkarsa, derhal onu çekip yenisini piyasaya sürmektedirler. İşte, çete savaşını kabul etmiş görünmeleri de bu cinsten bir ihtiyat tedbiridir. Gerçekte gerilla savaşının gereğine ve önemine hiçbir zaman inanmamışlardır. Ve hâlâ da inanmamaktadırlar. Zaten yukarıya aktardığımız cümleler bunun delilidir. Marksist-Leninistler, ne ebedî olarak, ne de geçici olarak, hiçbir mücadele biçimini reddetmezler. Sadece, esas mücadele biçimleriyle tâli olanları birbirinden ayırırlar; tâli olanı, esas olana bağımlı kılarlar. Biz bugün, silahlı mücadele içinde esas mücadele biçimi olarak gerilla savaşını görüyoruz. Gerilla savaşı, zayıf bir gücün kendinden üstün bir düşmana karşı mücadele biçimidir. Aynı zamanda köylü gerilla savaşı, köylülerin sınıf mücadelesinin tabii sonucu ve en yüksek şeklidir. Köylü gerilla savaşı, yürütüldüğü bölgede, köylüleri ayaklanmaya hazırlamanın da bir vasıtasıdır. Ve en önemli vasıtalarından biridir. Gerilla savaşı ile nihai zafer kazanılamaz. Gerilla savaşı düşmanı yıpratır, zayıflatır, moralini bozar. Düşmana nihai darbeyi düzenli ordu indirecektir. Gerilla savaşı aynı zamanda düzenli orduya geçiş vasıtasıdır. Köylü isyanları, düzenli ordunun henüz doğmadığı ve doğması için de şartların elverişli olmadığı durumlarda, gerilla savaşına dönüştürülmeli; isyan eden köylüler, gerilla birlikleri halinde örgütlendirilmelidir. Düzenli birliklerin doğması için şartlar elverişliyse, ya da düzenli ordu teşkil edilmiş ise, isyan eden köylüler birlikler halinde örgütlenebilir. Ülkenin bazı bölgelerinde düzenli ordular kurulduktan sonra da, elbette gerilla savaşı devam edecektir. Ama artık gerilla savaşı asıl mücadele biçimi olmaktan çıkacaktır.
Düzenli ordu teşkil edilinceye kadar silahlı köylü mücadelesinin biçimi esas olarak gerilla savaşı olacaktır. Diğer bütün biçimleri buna tabi olacaktır. Düzenli ordu görece uzun bir mücadele sonunda, gerilla birliklerinin adım adım düzenli birliklere dönüşmesi sonucunda kurulacaktır. Revizyonist klik belirsiz bir gelecekte, bütün ülke çapında örgütlendikten, kitlelere kumanda eder hale geldikten ve bozkırı kuruttuktan sonra(!) hem düzenli orduyu, hem de buna bağlı olarak kızıl siyasi iktidarı, bir çırpıda kuruvereceğini hayal ediyor. Revizyonizmin, Mao Zedung Düşüncesi damgasını da sahtekarca yapıştırarak piyasaya sürmek istediği asıl mal budur.
14. Şafak Revizyonistleri Uzun Süreli Savaşı Reddediyor.
Program Taslağı’nın 47. maddesini ve bu maddeye yönelttiğimiz eleştiriyi özetleyerek aktarıyoruz:
“47. Demokratik halk hükümeti, hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş orduyu kaldıracak, işçi ve köylülerin genel silahlandırılmasına dayanan halk ordusunu kuvvetlendirecek...” “Ordudaki her türlü eşitsizlik, rütbe ve ünvanlar kaldırılacak...” “Askerler üzerindeki baskı ve dayak kesinlikle yasaklanacak...”
Sanki kitleler, bir anda ayaklanarak iktidara el koyacaklar, başa geçen devrim hükümeti derhal eski gerici orduyu silahlarından tecrit edip dağıtacak, bütün halkı silahlandıracak vs. Oysa, “hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş ordunun kaldırılması”, iktidar ele geçirildikten sonra ve bir anda olacak bir şey değildir. Uzun süreli halk savaşı boyunca bu gerici ordu zaten parça parça yokedilecek, imha edilecek, silahtan tecrit edilecek, vs. vs... Devrimci iktidar, bu gerici ordunun son kalıntılarını da silip süpürecektir. Program Taslağı’ndan bu anlam çıkmıyor.
“İşçi ve köylülerin genel silahlanmasına dayanan halk ordusu”! Şüphesiz ki, devrimci iktidar altında halk ordusunun gelişmesi bu yönde ilerleyecektir. Ama, ne silahlı mücadelenin başında (yani bugün), ne de demokratik devrimle iktidar ele geçirildiği zaman, halk ordusu, işçi ve köylülerin genel silahlanmasıyla oluşmayacaktır. Yani orduyla halk bir ve aynı şey haline gelmeyecektir. Bu daha ileride mümkün olacaktır. Bir yandan halk ordusu, küçükten büyüğe, zayıftan kuvvetliye doğru gelişecektir diyoruz; öte yandan halk ordusu, nasıl olup da, hatta iktidar ele geçirilmeden önce, halkın genel silahlanmasına dayanıyor ve “halk hükümeti”nin görevi onu kuvvetlendirmek oluyor? Bu, nasıl mümkündür?
Besbelli ki yazar, bütün halkın bir anda ayaklanıp silahlanacağını ve halk ordusunu teşkil edeceğini hayal ediyor.
Halk ordusunun uzun süreli bir savaş içinde adım adım inşa edilmesi gereken bizim şartlarımızda, bu ifadeler tamamen yanlıştır... Ordu ile halk, bırakalım devrim öncesini, sosyalist düzende bile bir ve aynı şey olmayacaktır. Ordu ile halk aynılaşmaya başladığı andan itibaren, ordu artık ordu olmaktan çıkmaya, devlet devlet olmaktan çıkmaya başlamış olacaktır. Yani komünizme ulaşılmış olacaktır.
“Ordudaki her türlü eşitsizliğin, rütbenin, ünvanların kaldırılmasına” gelince, sözkonusu olan halk ordusu olduğuna göre, bunlar zaten başından itibaren olmayacaktır ki, kaldırılsın. Taslak bunları var sayıyor. “Askerler üzerindeki dayak ve baskılar yasaklanacak” ifadesinde de aynı hava var.
Demek ki Taslağı kaleme alan kişi, halk ordusunun daha önce adım adım, uzun süreli savaş içinde, eşitsizlikten, rütbeden, ünvanlardan, dayak ve baskılardan uzak olarak inşa edileceğini düşünmüyor. Devrimci ordunun, gerici ordu yıkıldıktan sonra, iktidar ele geçirildikten sonra, devrimci iktidar altında kurulmasını düşünüyor. Böylece uzun süreli savaşı, bu savaş içinde halk ordusunun adım adım inşa edilmesini reddediyor.
15. Şafak Revizyonistleri Silahlı Mücadeleyi Kuşa Çeviriyor.
Mekanik burjuva kafası, suni mantık, birçok konuda olduğu gibi, silahlı mücadele konusunda da kendisini gösteriyor. Şafak revizyonistleri, halk kitlelerini terbiyeli maymun gibi, işaret ettikleri yerlere bastırarak silahlı mücadele yolunda ilerletebileceklerini sanıyorlar! Oraya basma yasak! Şuraya değme! Buna vurma! Şunu kırma! Silahlı mücadele değil, ip üzerinde cambazlık!
Revizyonist klik, “banka soymayı” (“soyma” yerine “paraya el koyma” denmeli) ilke olarak reddediyor. Bu eylemin hangi politikaya hizmet ettiğine bakmadan, bizzat eylemi reddediyor. Oysa, hem işçi sınıfı devrimcileri, hem de burjuvazinin temsilcileri nasıl yayın organı çıkarabilirse, bunun gibi burjuva devrimcileri de banka soyabilir, yerine göre işçi sınıfı temsilcileri de...
Revizyonist klik, işçi sınıfı temsilcilerinin asla banka soyamayacağını, kim yaparsa yapsın, bizzat “banka soyma”nın yanlış bir şey olduğunu iddia ediyor:
“Çünkü her şeyden önce, bu gibi eylemlerin kendileri ihtilâlci eylemler değillerdir” (YİKÇ, s. 20).
“Bu eylemler, halkın gerçek ihtiyaç ve taleplerine cevap vermemektedir. Bu gibi eylemlerin daima (abç) kitlelerden kopuk kalmaya mahkum oluşunun nedeni de budur” (age, s. 37).
“THKP-THKC ve THKO gibi örgütler... yanlış hedeflere (abç) saldırıyorlar” (age, s. 40).
“Bu gibi eylemler (abç) aslında Marksist-Leninist çalışma tarzının tam tersi olan kendiliğinden bir mücadele anlayışının ifadesidir” (age, s. 49).
“Bu gibi eylemler (abç) kitlelerin ve kadroların devrimci gücünü israf etmekte, saptırmakta, çürütmektedir.
“Banka soyma ve adam kaçırma gibi sözümona askeri eylemlerin hakim sınıflar tarafından yenilgiye uğratılmasında şaşılacak hiçbir şey yoktur. Bu durum, bu eylemlerin (abç), her bakımdan halk kitlelerinden kopuk kalmasının tabii sonucudur.
“Çünkü, bu eylemler gerçek ihtilâlci eylemler değildir. Bir ideolojiyi, küçük-burjuva siyasi çizgisini ifade etmektedir.
“Siyasi iktidar hedefine yönelmeyen; iktidarın bugünkü sahibi hakim sınıflara yönelmeyen; kitlelere gerçek düşmanlarını (abç) ve siyasi iktidar hedefini açık seçik kavratmayan eylemler...” (age, s. 75-76).
Görüldüğü gibi revizyonist kliğin önderleri, bizzat eylemi suçlamaktadırlar. Bu ifadelerin tevile gelir yanı yoktur. Açık ve kesindir! Bu baylar, iddialarında o kadar ileri gitmişlerdir ki, Lenin yoldaşı dahi tahrife girişmişlerdir. “Lenin’de banka soymak, adam kaçırmak gibi eylemlerle ihtilâl yapılabileceğini destekleyen tek kelime bulmak mümkün değildir” (age, s.19).
Lenin yoldaş, elbette ki bu eylemlerle ihtilâl yapılabileceğini söylemiyor, ama bu eylemleri ilke olarak reddetmiyor da. Hatta savunuyor. Grevlerle de ihtilâl yapılamaz ama grev reddedilebilir mi? Bu baylar, Lenin yoldaşın “Partizan Savaşı” makalesinden habersiz değillerdir. Kendilerinin çeviri listelerinde bu makalenin de adı var. Ayrıca, revizyonizmin başı olan kişi, bu makaleden, şu cümleleri aktarmıştır.
“...Marksistler, bırakalım ebedi olarak, geçici olarak dahi her hangi bir mücadele biçimini reddetmezler. Bütün mücadele biçimlerini ihtilâl yoluna bağımlı kılarlar.”
Lenin yoldaşın bu tamamen doğru cümlelerini, kendilerinin sadece legal yayıncılıktan ibaret olan faaliyetlerini haklı çıkarmak için kullanmaya yeltenen bu alçaklar, Lenin yoldaşın aynı makalede, “banka soygunları”nı desteklediğini görmemiş olabilirler mi? Lenin yoldaşı dahi tahrifte sakınca görmeyen bu baylar, Stalin yoldaşın banka soygunları düzenlediğini bilmiyor olabilirler mi? Lenin ve Stalin yoldaşlar, banka soymayı desteklemek ve yürütmekle acaba “Marksizm-Leninizme yabancı bir ideolojiyi, küçük-burjuva siyasi çizgisini” mi izlediler? Kitle çizgisine aykırı ihtilâlci olmayan bir yol mu tuttular? Kitlelerin ve kadroların devrimci gücünü mü israf ettiler, çürüttüler, saptırdılar? Onlar da böylece “yanlış hedefler”e mi saldırmış oldular? Anarşist ve kendiliğindenci bir çalışma tarzına mı kapıldılar? Revizyonistler üstü kapalı olarak bunu söylemiş olmuyorlar mı? “Banka soyma”nın halkın gerçek ihtiyacına cevap vermediğini, onun yerine sahte talepleri geçirdiğini söylüyorlar. Bu baylara soruyoruz: Silahlanmak, halkın gerçek talebi değil midir? Sahte bir talep midir? Bankalardaki paralara el koyarak silahlanmak, niçin iktidar mücadelesine hizmet etmesin? Kendilerinin, ihtilâlci mücadelenin yerine geçirdikleri “somut talepler” için mücadeleden, yani “ücretler, iş saatleri, iş güvenliği, vb...” için yürütülen mücadeleden daha direkt olarak iktidar mücadelesine hizmet etmiyor mu?
Bu baylara soruyoruz; bankerler, “iktidarın bugünkü sahibi olan yerli hakim sınıflara” dahil değil mi? Bunlara saldırmak, niçin “yanlış hedeflere” saldırmak oluyor? Yoksa, siz bunları devrimin dostu olarak mı görüyorsunuz? Bankerler, size bu iyiliğinizden dolayı ne kadar minnettar kalsalar azdır. “Adam kaçırma”ya gelince (buna düşmanları esir almak veya teslim almak demek daha doğru olur); proleter devrimcileri ilke olarak bunu da reddetmezler! Falan ya da filan soygun olayı yanlış olabileceği gibi, bazı “kaçırma” olayları da yanlış bulunabilir ama, ilke olarak, “adam kaçırmak” reddedilemez. Mesela düşman ordusunun önemli bir subayını kaçırarak esir almak, hak etmiş toprak ağalarını ve benzeri halk düşmanı zalimleri kaçırarak kurşuna dizmek vs... yanlış değil doğrudur, ihtilâlci, Marksist-Leninist çizgiye uygundur.
Yanlış olan, bizzat eylemin biçimi değildir. O eylemi yürütenlerin yani THKP-THKC ve THKO’nun bir bütün olarak ideolojileri ve politik çizgileri yanlıştır, sakattır. İktidar mücadelesinin yerini bizzat sözkonusu eylemlerin almış olması, bu eylemlerin mücadelenin bel kemiğini teşkil ediyor olması yanlıştır, sakattır.
Ülkemizde, silahlı mücadele esas olarak, köylük bölgelerde, mahalli ve merkezi otoritenin yıkılması, yerine proletarya önderliğinde köylü hakimiyetinin kurulması hedefine yönelmelidir. Bugünkü aşamada bu mücadelenin biçimi köylülerin gerilla savaşıdır. Gerilla faaliyeti, toprak ağalarının, halk düşmanı bürokratların, ihbarcıların, faizcilerin imhasını, çeşitli şekillerde cezalandırılmalarını, paralarına, silahlarına el konulmasını, karakolların basılmasını ve silahlara el konulmasını, canlı ve cansız bir yığın hedefe saldırıyı içerir. Fakat bütün saldırıların bir ortak hedefi vardır. O da, gerici otoriteyi zayıflatmak, parçalamak ve giderek yıkmak, yerine devrimci otoriteyi geçirmek! Bugün ülkemizde silahlı mücadele, esas olarak bu olmalıdır! Fakat, önce de belirttiğimiz gibi, bu mücadeleye destek olmak üzere, “banka soymak ve adam kaçırmak” eylemleri ilke olarak reddedilemez.
Revizyonist baylar şöyle diyorlar: “Yenilginin sebebi sınıfsaldır, ideolojiktir. Halk kitlelerini seferber edememek ve hakim sınıflar önünde yenik düşmek, oportünist bir küçük burjuva ideolojisi taşımanın kaçınılmaz sonucudur.” Peki baylar, başarıya ulaşan her hareket, Marksist-Leninist midir? Proletarya ideolojisi mi taşımaktadır? Bu mantıkla siz, başarıya ulaşan bir burjuva hareketi önünde secdeye inmeye hazırsınız! O hareketin çeşitli alanlarda tezahür eden ideolojisine bakmadan, sadece sonucuna bakarak Marksist-Leninist olup olmadığına karar vermek sizin gibi burjuva kafalılara çok yakışıyor.
Şu mantığa bakın!
“Halkın silahlı mücadelesi de yenilgiden geçerek çelikleşir ve düşmanı alteder. Ama öfkeli küçük-burjuva aydınlarımızın yenilgisinden tamamen farklıdır(?). Halkın mücadelesinin yenilgileri, içinde zafer tohumları taşır. Kitleler, her yenilgiden dersler çıkararak yenmesini öğrenirler. Ama küçükburjuva hareketlerinin yenilgilerinden çıkaracağımız ders, bir daha böyle hareketlere girişmemektir” (age, s. 84-85) (abç).
Saçmalamak dediğin bu kadar olur!
Bir kere, her yenilginin iki sebebi vardır. Birincisi objektif sebep: Objektif şartlar, belli bir gücün aleyhine, diğerlerinin lehine ise zayıf olan için bu şartlarda yenilgi kaçınılmazdır. İkincisi subjektif sebep: Objektif şartlar başarı kazanmaya elverişli olduğu halde, hata yapan yani dış dünyanın kanunlarını kavrayıp, düşüncesini ve davranışlarını bu kanunlara uydurmayan, yani gerçeğe aykırı davranan, yenilgiye uğrar. Hangi sınıf, grup, örgüt, kişi yenilirse yenilsin sebep yukarıdakilerden biridir veya her ikisidir. Küçük-burjuva aydınlarının yenilgisi de, işçilerin köylülerin yenilgisi de bu iki sebepten ileri gelir. Tamamen farklı olan nedir?
İkincisi, “halkın yenilgileri, içinde zafer tohumları taşır” deniliyor. Evet, ama niçin? Çünkü halk, yani işçiler ve köylüler objektif olarak yenme imkanına sahiptir; subjektif olarak, gerçeği kavradıktan ve mücadeleyi bu gerçeğe uygun olarak yürüttükten sonra, yenmemesi için sebep yoktur; işte yenilgiler, halkın gerçeği kavramasına, ona uygun düşünmesine ve hareket etmesine yardım eder.
Küçük-burjuva aydınlarına gelince; onların yalnız başlarına objektif olarak, düşmanı yenme imkanları yoktur. Ama onların yenilgileri de, gerçeklerin kavranmasına ve düşüncemizin ve davranışımızın bu gerçeklere uydurulmasına hizmet eder. Mesela, bunların yenilgilerinden şu gerçeği kavrarız: İşçiler ve köylüler, harekete geçirilmeden düşmanı yenmeye imkan yoktur. Bu anlamda, onların yenilgileri de içinde zafer tohumları taşır. Çünkü, yenilgi objektif gerçeğin kavranmasına, küçük-burjuva aydınların halkla birleşmesine yol açar.
İdealist bay bambaşka bir sonuca, bir daha banka soymamak gerektiği sonucuna varıyor! Üstelik, küçük-burjuva aydınlarını da halktan saymamak gibi, yepyeni bir teori yaratıyor.
THKO, THKP-THKC, iki küçük-burjuva akımıdır. Bunlar, kitlelerin sınıfsal mücadelesinin yerine, bir avuç öfkeli aydının komploculuğunu geçirmek istedikleri için, ideolojileri her bakımdan, proletarya ideolojisine, Marksizm-Leninizmin evrensel ilkelerine aykırı olduğu için komünist değildirler! Banka soymalarından dolayı ve başarısız oldukları için, komünist olmadıklarını söylemek, neşteri vurulmaması gereken yere vurmaktır! Çünkü bir komünist hareket de, yukarıda belirttiğimiz gibi, iktidar mücadelesini destekleyecek şekilde, banka soygunlarına girişebilir ve hatta hatalar yaptığı için veya başka sebeplerle başarısızlıklara da uğrayabilir. Ama sizin mekanik düşünmeye alışmış beyniniz, bir türlü bunu almıyor! Yine revizyonist klik, YİKÇ adlı gevezelikler ve saçmalıklar şaheserinde, şehirlerde gerilla faaliyetine girişilmesini ilke olarak reddediyor! Şehirlerde girişilecek gerilla faaliyeti kırlık bölgelerdeki toprak devrimi mücadelesine bağımlı olmalı ve onu destekleyecek biçimde yürütülmelidir. Fakat şehirlerde gerilla faaliyetini ilke olarak reddetmek, silahlı mücadeleyi kalıplara döken (a), (b), (c) diye sıralayan anlayışın ifadesidir. Ülke çapında, bir bütün olarak düşman bizden güçlü olduğu sürece, şehirlerdeki politikamız, esas olarak “kuvvet toplamak ve fırsat kollamak”tır. Ve zaman zaman ayaklanmalar düzenleyerek köylük bölgelere çekilmektir.
Bunun yanında birincisi, kırlık bölgelerdeki mücadeleye destek olmak üzere; ikincisi, gerici saldırılara karşı aktif savunma vasıtası olarak! Üçüncüsü, kuvvet biriktirme vasıtalarından biri olarak şehirlerde de gerilla eylemlerine girişilebilir ve girişilmelidir. Bu amaçlarla banka soyulabileceği gibi, yani hükümetin ve gericilerin paralarına el konulabileceği gibi, şehirlerde sınıf düşmanları da imha edilebilir; mesela, polis ajanları, faşist subaylar, işkenceci polisler, faşist teşkilatların elebaşıları, zalim patronlar ve yardakçıları, grev kırıcılar, ajan-provokatörler, ihbarcılar, devrimcileri kurşunlayanlar ve bunlara idam cezası verenler, emperyalizmin ajanları vs... kurşuna dizilebilir. Ayrıca ulaştırma ve haberleşme hatları felce uğratılabilir; cephanelikler, askeri depolar vb. soyulabilir veya sabote edilebilir; önemli evraklara el konulabilir veya bunlar imha edilebilir; hapishaneden adam kaçırılabilir, bazı askeri üslere ve karargâhlara, polis karargâhlarına, faşist teşkilatların merkezlerine sabotajlar düzenlenebilir, vs...
Revizyonist baylarımız bütün bunları reddediyorlar. Onların silahlı mücadeleyi, Lenin yoldaşın eleştirdiği ve “kakavanlıkla” itham ettiği şekilde anladıklarına, bundan daha iyi örnek olabilir mi?
Demagojiye imkan vermemek için bir kere daha tekrarlayalım: Biz, yukarıdaki eylemleri ilke olarak benimserken, toprak devrimi için köylük bölgelerde yürütülecek silahlı mücadelenin esas olması gerektiğini, şehirlerdeki mücadelenin ve diğer bütün mücadele biçimlerinin ona bağlı olması gerektiğini asla akıldan çıkarmıyoruz.
Fakat revizyonist klik, binbir dereden su getirerek durmadan kösteklediği silahlı mücadeleyi, bir de sağına soluna sınır kazıkları dikerek, iyice kuşa çeviriyor; silahlı mücadeleyi karmaşık, çok renkli, inişli çıkışlı olarak değil, kendilerinin masa başında makale yazması gibi, basit, tekdüze ve dümdüz bir şey olarak görüyor!
“Komünist hareketin belli bazı ihtiyaçlarını karşılamak gerektiğinde bu tür eylemleri yasaklamak sözkonusu olamaz”. Devrimci ahlak, istikrar ve ilke namına zerre kadar bir şey tanıdıkları yok bu revizyonist hainlerin. Bizzat eylemleri yerin dibine batırdıktan sonra şimdi de “bazı ihtiyaçları karşılamak için bu tür eylemler”in yapılabileceğini kabul etmiş gözüküyorlar. Bu konuda artık doğru düşünmeye başladıkları için mi? Hayır, (çünkü o takdirde, “Yaşasın İhtilâlci Kitle Çizgisi” denilen paçavrayı yakmaları gerekirdi)! Sadece eleştiri oklarından pek nazik vücutlarını korumak için! Üstelik şehirlerde gerilla faaliyetinin anlamını ve önemini yine de kavrayamamışlardır. Belirttiğimiz gibi, şehirlerde gerilla eylemlerinin amacı, bazı ihtiyaçları karşılamaktan da ibaret değildir. Şehirlerde girişilecek gerilla faaliyeti, köylük bölgelerdeki mücadeleye destek olarak, gerici saldırılara karşı aktif savunma vasıtası olarak ve kuvvet biriktirme araçlarından biri olarak önem taşır. Revizyonist baylar, meselenin özünü yine de kavrayamamışlardır.
16. Şafak Revizyonistleri, Başkan Mao’nun Kızıl Siyasi İktidar Öğretisini Tahrif Ediyor.
Mao Zedung yoldaş, Çin’de kızıl siyasi iktidarın varolabilmesini aşağıdaki şartlara bağlamaktadır:
1- Çin’in iktisadi bakımdan geri, yarı-sömürge bir ülke olması ve bunun sonucu olarak savaş ağaları arasında savaş olması.
2- Kuvvetli bir kitle temelinin mevcut olması.
3- Ülke çapında devrimci durumun yükselmeye devam etmesi.
4- Oldukça güçlü, düzenli bir kızıl ordu.
5- Doğru politika izleyen güçlü bir komünist partisi.
6- Kendine yeterli beslenme kaynakları.
7- Askeri harekata elverişli bir arazi.
Mao Zedung yoldaş, önceleri, Çin’de kızıl siyasi iktidarın varolabilmesinin en önemli şartı olarak beyaz rejimin savaş içinde olmasını görüyordu. Beyaz rejimin savaş içinde olmasını da, Çin’in yarı-sömürge yapısına bağlıyordu. Çünkü emperyalist ülkelerin yarı-sömürge Çin üzerinde hakimiyet için dalaşmaları, değişik emperyalist ülkelere bağlı olan savaş ağaları klikleri arasında çatışmalara ve savaşlara yolaçıyordu. Oysa, emperyalizmin doğrudan yönetimi altında olan sömürge ülkelerde, esas olarak bir tek emperyalist ülkenin hakimiyeti sözkonusu olduğu için, ülkedeki gerici klikler arasında silahlı savaşlar da olmazdı. İkinci Dünya Savaşı’nda şartlar değişti. Emperyalizm ağır bir darbe yedi. Yeni sosyalist ülkeler ortaya çıktı. Emperyalist sistemin dönemsel buhranları sıklaştı ve şiddetlendi. Uzak Doğu’da, silahlı mücadeleye giren halklar, emperyalizme ağır darbeler indirdiler, silahlı kuvvetler teşkil ettiler. Bütün bunların sonucu olarak, dünya çapında kuvvetler dengesi, emperyalizmin ve gericiliğin aleyhine tamamen değişti. Yeni şartlarda artık, sömürge ülkelerde de ülkenin kırlık bölgelerinde kurtarılmış bölgeler yaratmak, buralardan büyük şehirleri kuşatmak, uzun süreli savaşlar vererek ülke çapında iktidarı ele geçirmek mümkün hale geldi. Mao Zedung yoldaş da, bu yeni şartlara uygun olarak, kızıl siyasi iktidarın yaşamasıyla ilgili görüşünde değişiklik yaptı.
Mao Zedung yoldaşın, kızıl siyasi iktidarın yaşaması için gerekli gördüğü birinci şartı artık şöyle ifade edebiliriz:
Kızıl siyasi iktidar ister sömürge olsun, ister yarı-sömürge olsun, bütün geri ülkelerde mümkündür. Sadece emperyalist ülkelerde mümkün değildir.
Yine Mao Zedung yoldaşın Çing-Kang Dağları’ndaki Mücadele yazısından anlıyoruz ki, kızıl siyasi iktidar bir kere doğduktan sonra, doğru bir politika izlemek şartıyla, devrimci durumun nispeten gerilediği, hakim sınıflar arasında nispi bir barışın sağlandığı, yani iktisadi ve siyasi krizin yerini, nispi bir istikrarın aldığı dönemlerde de yenilgiye yolaçacak başka objektif sebepler yoksa, kızıl siyasi iktidar yaşayabilir. Mao Zedung yoldaş, Ağustos yenilgisini, devrimci durumun artık yükselmemiş olmasına bağlamıyor: Tersine, parti içindeki bazı kimselerin, istikrar döneminde, kriz döneminin taktiklerini aynen uygulamalarına bağlıyor. Yani, geçici bir süre için, devrimci durum gerilediği halde, doğru bir politika izlenseydi, yenilgi olmazdı diyor. Ve devrimci durumun yükselmeye devam ettiği dönemlerde, nispeten daha “maceracı” bir politika, devrimci durumun gerilediği dönemlerde ise toprak kazanmaktan ziyade, kurtarılmış bölgeyi sağlamlaştırma politikası güdülmesi gerektiğine işaret ediyor.
Devrimci durumun ülke çapında yükselmesi, kızıl siyasi iktidarın yaşamasını ve kurtarılmış bölgenin genişlemesini kolaylaştıracaktır. Devrimci durumun geçici olarak ve nispeten gerilemesi, “kızıl siyasi iktidarın yaşaması”nı olumsuz yönde ekileyecektir. Ama doğru bir politika izleyerek, kızıl siyasi iktidar korunabilir ve hatta genişletilebilir.
Devrimci durumun uzun süre mevcut olmaması halinde kızıl siyasi iktidar yaşayamaz. Fakat, “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere ilerlediği çağımızda” emperyalizm ve gericilik için, artık uzun süreli istikrar dönemleri hayaldir. Revizyonistler, bizi şöyle suçluyorlar: “Mao Zedung yoldaşın, devrimin(??) ülke çapında yükselmesi şartını Çing-Kang Dağları’ndaki Mücadele yazısında bıraktığını iddia ediyorlar”. Bir kere, “devrimin ülke çapında yükselmesi” değil “devrimci durumun ülke çapında yükselmesi”. İkincisi de, yukarıdaki iddia iftiradan ibarettir. Bir kere kızıl siyasi iktidar kurulduktan sonra, devrimci durumun bir süre için gerilemesine rağmen bunun olumsuz etkisine rağmen, eğer doğru bir politika izlenirse, kızıl siyasi iktidarın ayakta tutulabileceği söylendi. Bu başka bir şeydir, iddiada ileri sürülen başka bir şey.
“Kızıl siyasi iktidarın varolması” açısından ülkemizin durumu nedir?
1- Ülkemiz, yarı-sömürge ve yarı-feodal bir ülkedir. Bu açıdan ülkemizde kızıl siyasi iktidar imkanı mevcuttur.
2- Ülkemizin, her bölgesinde değil ama, birçok bölgesinde kuvvetli bir kitle temeli mevcuttur. Köylüler, son yıllarda birçok demokratik mücadelelerden geçmişler; köylük bölgelerimizde bugüne kadar görülmedik bir birikim meydana gelmiştir. Bu açıdan da kızıl siyasi iktidar için şartlar ülkemizde bugüne kadar görülmemiş ölçüde elverişlidir.
3- Devrimci durum, gerek dünya çapında gerekse ülke çapında son derece elverişlidir. Geçici ve kısa süreli istikrar dönemleri olsa bile devrimci durum esas olarak yükselmeye devam ediyor. Bu, “emperyalizmin toptan çöküşe, sosyalizmin bütün dünyada zafere doğru ilerlediği” çağımızın en bariz, en tipik özelliğidir. Kızıl siyasi iktidar için, bu bakımdan da şartlar son derece elverişlidir.
4- Kendine yeterli beslenme kaynakları, esas itibarıyla ülkemizin iktisaden geri bölgelerinde, kapitalist pazarın ayrılmaz bir parçası haline gelmemiş bölgelerinde mevcuttur. Bu bölgelerin kuşatılması, büyük şehirlerle, yani pazarlarla olan ilişkilerinin kesilmesi halinde de, üretim ve tüketim ilişkileri aksamadan devam edebilir. Oysa, büyük pazarlara sıkı sıkıya bağlı bölgelerin, yani ürünleri geniş ölçüde büyük pazarlarda satılan ve tüketim için gerekli ihtiyaç maddeleri büyük ölçüde büyük pazarlardan sağlanan bölgelerin kuşatılması, büyük şehirlerle ilişkisinin kesilmesi halinde, o bölgelerde iktisadi hayat felce uğrar, kızıl siyasi iktidar çöker.
İktisaden geri bölgelerin kendine yeterli ekonomik kaynaklara sahip olmasının yanısıra, buralar aynı zamanda merkezi otoritenin zayıf olduğu, ulaşım ve haberleşme imkanlarının kıt olduğu bölgelerdir. Mahalli feodal otorite daha ziyade bu bölgelerde hüküm sürer. Gerici iktidarın ve emperyalizmin askeri yığınakları, geniş istihbarat şebekeleri vb... büyük şehirlerde ve iktisaden gelişmiş bölgelerdedir. Devrimciler esas olarak iktisaden geri bölgelere çekilmeli, buralara dayanmalı, buraları devrimin üsleri, sağlam kaleleri haline getirmeli ve düşmanın üs edindiği iktisaden gelişmiş bölgelere ve büyük şehirlere buralardan saldırmalıdır. Bu nokta, Mao Zedung yoldaşın geliştirdiği halk savaşı teorisinin, Çin ve Vietnam deneyinin önemli bir unsurudur.Ülkemizin özellikle Doğu ve Güneydoğu bölgeleri, “kendine yeterli ekonomik kaynakları” açısından son derece elverişlidir. Diğer bazı köylük bölgelerimizde de bu şart kısmen mevcut olmakla birlikte, Doğu ve Güneydoğu bölgelerimize göre daha zayıftır.
5- “Askeri harekata elverişli arazi”. Tayin edici olmamakla birlikte kızıl siyasi iktidarın varolmasını etkileyen faktörlerden biri de budur. Ve ülkemiz, bu açıdan sonsuz imkanlarla doludur.
Bugün, Türkiye’de, kızıl siyasi iktidarın mevcut olabilmesi için eksik olan şey, “doğru bir politika izleyen güçlü bir komünist partisi” ve “düzenli kızıl ordu”dur. O halde, ülkemizde kızıl siyasi iktidarın varolması meselesini inceleyen bir komünistin varacağı sonuç şudur: Kızıl siyasi iktidarı kurmak için görevimiz, “doğru bir politika izleyen güçlü bir komünist partisi” ve “düzenli kızıl ordu” inşa etmektir. Esas olarak, kızıl siyasi iktidar için gerekli diğer şartların mevcut olduğu bölgelerde -ki bu şartlar, sağlam bir kitle temeli, yeterli beslenme kaynakları ve askeri harekata elverişli arazidir- bugünden silahlı mücadeleye girerek parti ve ordu inşa edildiği takdirde, kızıl siyasi iktidar kurulabilir. Yani, parti ve ordu, silahlı mücadele içinde inşa edilmelidir. Silahlı mücadele sürecinde, -ki bu nispeten uzun bir süreçtir- parti belli bir güce eriştiği ve halk silahlı kuvvetleri oldukça güçlü, düzenli birliklere dönüştüğü zaman, kızıl siyasi iktidar, ülkemizin bazı bölgelerinde bir gerçek haline gelecektir. Ve kızıl siyasi iktidar, bir kere gerçekleştikten sonra da, geçici ve kısmi istikrar dönemleri olsa bile, doğru bir politika izlemek şartıyla ayakta tutulabilir.
“Kızıl siyasi iktidarın, mevzi olarak yürütülen bir mücadeleyle kurulabileceğini söylüyorlar”. Marksist-Leninistler, hiçbir zaman ve hiçbir yerde böyle bir şey iddia etmediler!
Ama, Mao Zedung yoldaşın ileri sürmediği, “ülkenin her köşesinde, bütün köylerde ve şehirlerde, proletarya partisi önderliğinde mücadele yoksa, kızıl siyasi iktidar olamaz” şeklinde bir şart da ileri sürmediler. Sadece yukarıda sıralanan yedi şartın bir araya gelmesi halinde kızıl siyasi iktidarın mümkün olabileceğini söylediler.
Revizyonistler ise, Başkan Mao Zedung’un kızıl siyasi iktidar öğretisini tahrif ederek, ülkemizde kızıl siyasi iktidarın varolmasını imkansız hale getirecek şartlar ileri sürdüler. Revizyonistlerin ileri sürdüğü şartlar şunlardır:
1- Gerici rejim içinde parçalanmalar.
2- Geçmişte köylü isyanları olması.
3- Ülkenin her köşesinde, bütün köylerinde, şehirlerinde kitlelerin komünist parti önderliğinde mücadeleye girmiş olması.
4- Düzenli bir kızıl ordu.
5- Güçlü bir komünist partisi.
Revizyonistler, Mao Zedung yoldaşın kızıl siyasi iktidar öğretisini işte bu şekle soktular. Bu şartları ülkemiz açısından incelerken vardıkları sonuçlar da şunlardır:
1) Çağımızda, kızıl siyasi iktidarlar ister sömürge, ister yarı-sömürge bütün geri ülkelerde mümkündür; sadece emperyalist ülkelerde mümkün değildir demek yerine, Mao Zedung yoldaşın, “savaş ağaları arasında savaş olması” tezini, Türkiye’ye uygulamaya kalkıştılar. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan yeni durumu, Mao Zedung yoldaşın değişen duruma uygun olarak bu konuda görüşünde değişiklik yaptığını hesaba katmadılar. “Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine” başlıklı tahrifat koleksiyonunda, yazar, Türkiye’nin şartlarını, Mao Zedung yoldaşın terkettiği bu görüşe, bu görüşü de Türkiye şartlarına uydurmak için ıkınıp sıkınıyor, buram buram terler döküyor. Hem de her yarı-sömürge ülkede bulunması doğal olan çelişmeleri sıralıyor ve “beyaz rejimin savaş içinde olması” şartının Türkiye’de bu şekilde tezahür ettiğini ispatlamaya çalışıyor.
Revizyonistler, Mao Zedung yoldaşın, terkettiği şartlar üzerinde ısrar etmek ve Türkiye’yi bu şarta uydurmaya çalışmakla, ülkemizde kızıl siyasi iktidarın doğması ve yaşaması konusunda tereddüt uyandırıyorlar. Aynı tereddüdü, sadece Türkiye için değil, diğer yarı-sömürge ve özellikle sömürge ülkeler için de uyandırıyorlar.
“Mao Zedung yoldaş, bütün yarı-sömürge (ve sömürge) ülkeler için de geçerli olmak üzere şunu belirtiyordu: Kızıl siyasi iktidar şartlarından biri beyaz rejimin parçalanma ve savaş içinde olmasıdır”.
Bu ifade tamamen revizyonistlerin kendi imalatlarıdır. Çünkü Mao Zedung yoldaş, sömürge ülkelerde beyaz rejim içinde Çin’de olduğu gibi bir parçalanma veya savaşı mümkün görmüyordu. Daha sonra, sömürgelerde kızıl siyasi iktidarın mümkün hale gelmesi, bu ülkelerde beyaz rejim içinde savaşların ortaya çıkmış olması değildir. Dünya çapında emperyalizmin ve gericiliğin son derece zayıflaması ve çöküşe gitmesidir. Bu durum sömürge ülkelerde de devrimci güçler lehine son derece elverişli şartlar yaratmıştır. Ayrıca ister sömürge ister yarı-sömürge olsun, bu ülkelerde beyaz rejim tarafından kuşatılmış kızıl siyasi iktidarı mümkün kılan diğer bir özellik de, ülkenin iktisaden geri bir yapıya sahip olmasıdır. Kızıl siyasi iktidarın, çepeçevre kuşatıldığı halde ayakta durabilmesinin bir sebebi de budur. Emperyalist bir ülkede bu şartlar mevcut olmadığı için (gerici rejim içinde parçalanmalar mevcut olduğu halde) kızıl siyasi iktidar mümkün değildir. 2) Mao Zedung yoldaş, kızıl siyasi iktidarın doğduğu ve yaşadığı bölgelerin, daha önce köylü isyanlarının olduğu, köylülerin kitleler halinde demokratik devrime katıldıkları bölgeler olduğunu söylüyor. Bu şartın özü şudur: Kızıl siyasi iktidar, sağlam bir kitle temeline sahip olan bölgelerde varolabilir. Köylü hareketlerinin olduğu bölgelerde kuvvetli bir kitle temeli mevcut olduğu için buralarda kızıl iktidar varolabilmektedir. Revizyonist yazar, meselenin özünü bir yana itiyor, şekle bağlı kalıyor. Ta Selçuklular ve Osmanlılar döneminin köylü ayaklanmalarını bir tarih yazarı gibi sıralıyor, ama bu köylü hareketlerinin meydana geldiği yerlerde bugün kuvvetli bir kitle temelinin mevcut olup olmadığını, yani meselenin özünü ele bile almıyor! Revizyonistler, kızıl siyasi iktidarın doğması ve yaşaması şartlarını gerçekte kavramamışlardır. Bir sürü laf yığını arasında meselenin özünü ortadan kaldırmışlardır.
3) Revizyonistler, “devrimci durumun ülke çapında yükselmesi” şartını, önceden de işaret ettiğimiz gibi, “devrimci hareketin ülke çapında yükselmesi” haline sokmuşlardır. Daha sonra bu şartı, partinin ülkenin her yanında örgütlenmesi ve kitlelere kumanda eder hale gelmesi, bu partinin önderliğinde, ülkenin her köşesinde, bütün şehirlerde ve köylerde, bütün kitlelerin mücadeleye sokulması haline getirmişlerdir. Bu olmaksızın, kızıl siyasi iktidarın doğmasının ve yaşamasının imkansız olduğunu iddia etmişlerdir. Üstelik bu şartı, silahlı mücadelenin de başlatılması şartı olarak ileri sürmüşlerdir. Bu teori, Mao Zedung yoldaşın kızıl siyasi iktidar öğretisine, bizim burjuva bayların âcizane bir katkıları(!) olsa gerek. Veya Mao Zedung yoldaşı “düzeltiyor” olmalılar(!).
Ülke çapında örgütlenmiş olmak ve işçi köylü yığınlarına komünist partinin önderliğini kabul ettirmek, onların mücadelesini yönetir hale gelmek elbette iyi ve istenilir bir şeydir. Ve devrimin ülke çapında zafere ulaşması, ancak bunu sağladığımız zaman mümkün olacaktır. Eğer yukarıdaki şartlar mevcutsa, hem silahlı mücadele ve hem de elverişli bölgelerde kızıl siyasi iktidarın doğması ve yaşaması oldukça kolaylaşır. Fakat, ülke çapında örgütlenip bütün işçi köylü kitlelerine kumanda eder hale gelmeden kızıl siyasi iktidarın varolamayacağını söylemek, kızıl siyasi iktidarı imkansız hale getirmekle birdir. Marksist-Leninistler bugün ülke çapında örgütlü değillerdir. Bütün köylük bölgelerde ve şehirlerde işçiler ve köylüler henüz Marksist-Leninistleri izlemiyor. Fakat, silahlı mücadele içinde parti ve ordu inşa edilirse, “doğru bir politika izleyen güçlü bir parti” ve “oldukça güçlü bir kızıl ordu” inşa edilirse, henüz parti yukarıdaki en mükemmel nitelikleri kazanamadığı bir dönemde de, diğer şartların elverişli olduğu bölgelerde kızıl siyasi iktidar mümkün olabilir. Birinci olarak, kızıl siyasi iktidarın doğması ve yaşaması için, bütün köylük bölgelerde teşkilatlı olmak ve halka kumanda ediyor olmak, iyi bir şeydir ama zorunlu değildir. “Doğru politika izleyen güçlü bir parti” ve “oldukça güçlü bir düzenli ordu” inşa edilmiş se, henüz parti bütün ülkeyi ve bütün kitleleri kucaklayamadığı bir dönemde elverişli bölgelerde kızıl siyasi iktidarlar doğabilir ve yaşayabilir. İkinci olarak, bazı köylük bölgelerde kızıl siyasi iktidarın yaşaması için, bütün büyük şehirlerin desteğini almayı şart koşmak veya başlıca sanayi şehirlerinin parti önderliğindeki desteğini şart koşmak, yine kızıl siyasi iktidarı imkansız hale getirmektir. Böyle bir destek iyi bir şeydir ama zorunlu değildir. Köylüler, komünist partinin önderliğinde, sırf kendi kuvvetlerine dayanarak, kızıl siyasi iktidarı kurabilir ve yaşatabilirler; ama ülke çapında iktidarı ele geçiremezler. Revizyonist baylarımızın iddiasına göre, eğer başlıca sanayi şehirlerinin parti önderliğindeki desteği kazanılmamışsa kızıl siyasi iktidar varolamaz. Düşünün ki, başlıca sanayi şehirleri, daima ülkenin en büyük şehirleridir. Düşmanın en güçlü olduğu şehirlerdir ve devrimin son dönemlerine kadar elinde tuttuğu şehirlerdir. Gericiler buralarda, uzun süre, kesin hakimiyet sağlayabilirler ve işçi mücadelesini belli ölçülerde bastırabilirler. Böylece, köylülerin silahlı mücadelesini bu değerli destekten bir ölçüde mahrum bırakabilirler. O takdirde köylük bölgelerde kızıl siyasi iktidar kurulamayacaktır(!). İşte revizyonistlerin, kızıl siyasi iktidarı imkansız hale getiren bir tezi de budur. Gerçekte revizyonistler, ne kadar aksini söylerlerse söylesinler, beyaz rejim tarafından kuşatılmış kızıl siyasi iktidarların varolmasıyla ülke çapında iktidarın ele geçirilmesini bir ve aynı şey olarak görüyorlar. Ülke çapında iktidarın ele geçirilmesi ve kesin zaferin kazanılması için gerekli şartları, kızıl iktidar için de zorunlu sayıyorlar.
4) Revizyonistler, kızıl siyasi iktidarın varolması şartlarından biri olan “kendine yeterli beslenme kaynakları” şartını tamamen esgeçiyorlar. “Devrimci safların, geri kalmış köyleri, ileri, sağlam üsler haline getirmeleri, devrimin büyük askeri, politik, ekonomik ve kültürel kaleleri haline getirmeleri, kır bölgelerine saldırmak için şehirlerden yararlanan alçak düşmanlarla buralara dayanarak savaşmaları ve böylece uzun savaşlar yoluyla giderek devrimi tam zafere ulaştırmaları”nın şart olduğunu kavramıyorlar. Savaşı sürdürmek, devrimci güçleri geliştirmek pekiştirmek, henüz devrimin güçleri yetersizken güçlü bir düşmanla kesin savaştan kaçınmak için, iktisaden geri bölgeleri üs yapmak, buralara dayanmak şarttır. İktisaden gelişmiş bölgelerde ve büyük şehirlerde bu imkan yoktur.
Askeri harekata elverişli arazi fazla önemli olmadığı için onun üzerinde durmuyoruz. Fakat, Türkiye’de kızıl siyasi iktidarın kurulması için kavranacak halkanın partinin ve ordunun silahlı mücadele içinde inşa edilmesi olduğu, bugün Türkiye’de kızıl siyasi iktidarın varolması için, bu iki şartın eksik olduğunu, revizyonistler esgeçiyorlar. Burjuva baylar, Marksist-Leninistleri, “Çin Devrimi’nin çok kötü bir kopyacılığını yapmak”la itham ediyorlar. Kopya yapmakta kendileri kadar usta olmadığımızı kabul ediyoruz. Ama, onlar da lütfen, kızıl siyasi iktidar meselesinde sıfır numaralık bir başarı(!) göstererek sınıfta çaktıklarını kabul etsinler.
17. Şafak Revizyonistleri, Hakim Sınıfların “Devlet
Güçlüdür!” Teorisinin Gönüllü Misyonerliğini Yapıyor.
“Türkiye’nin nispeten güçlü bir merkezi devlet geleneğine sahip olması ve diğer yarı-sömürge ülkelere göre güçlü bir ordunun varlığı...” (Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine).
“Merkezi devlet teşkilatının ve hakim sınıfların ordusunun relatif güçlü olması”.
“Hakim sınıfların devletin merkezi olarak(?) ülkemizin özelliklerinden dolayı güçlü olması, bu maceraperestlerin devamlı olarak gözden kaçırmaya çalıştıkları bir gerçektir!”
Burjuva ajanlarının, dinibütün bir papaz gayretkeşliği ile misyonerliğini yapmaya giriştikleri fikirler bunlardır. Sıkıyönetim komutanlarının bildirilerinden ödünç alınmış olan bu cümleler, hem son derece yanlış, hem de kesinlikle zararlıdır. Yanlıştır çünkü, bir ordunun güçlülüğünün ölçüsü, sadece insan sayısı değildir. O ordunun silah gücü, diğer imkanları, moral gücü, kitle desteği, savaş tecrübesi ve yeteneği, saflarındaki birlik ve dayanışma, bütün bunlar, hepsi birden bir ordunun güçlülüğünün veya zayıflığının ölçüsü olabilir.
Türkiye’de gerici ordu, evet, sayı olarak kalabalıktır. Fakat silah ve cephaneleri genellikle hurdadır. Amerikan emperyalizminin artıklarıdır. Uzun süre kullanmaya asla elvermezler. Ordunun moral gücü sıfırdır; milliyetçilik aşısıyla takviye etmeye çalışmaktadırlar ama bu aşının tesiri de artık vadesini doldurmak üzeredir. Erler, astsubaylar ve küçük rütbeli subaylar genellikle inançla değil, faşist disiplinle görev yapmaktadırlar. Özellikle işçi-köylü çocuğu olan erler arasında işçilere, köylülere karşı silah kullanmama eğilimleri hızla artmaktadır. Sıkıyönetimin barbarlıkları, ordunun açıkça işçi ve köylü kitlelerine karşı, parababalarının ve toprak ağalarının koruyuculuğunu yapması, onu kitlelerden hızla koparmıştır ve koparmaktadır. Milli baskının aracı olması sebebiyle, azınlık milliyetlerden ve özellikle Kürt halkından tamamen tecrit olmuştur. Öte yandan Türkiye’de ordu, kurtuluş savaşından beri savaş yüzü görmemiştir. En yüksek rütbeli ve en tecrübeli(!) subaylar bile, masa başında ve kitaplar arasında, savaş yüzü görmeden yetişmişlerdir. Gerici ordu, en yakın zamanda, Kore’de boyunun ölçüsünü almıştır: Orada kahramanlık palavraları bir balon gibi sönmüştür. Gerici ordunun saflarında dayanışma ve birlik yoktur. Önce çeşitli gerici klikler arasında parçalanmıştır. Sonra, erlerle subaylar arasında nefrete varan bir zıtlaşma vardır. Son yıllarda ülkemizde hızla gelişen devrimci hareket, kitleleri geniş ölçüde sarsmıştır. Birçok er, askere devrimci düşünceleri kavramış olarak gitmektedir. Astsubaylar ve küçük rütbeli subaylar arasında demokratik eğilimler, gelişen devrimci hareketin etkisiyle artmaktadır vs...
Bütün bunlar ve buna benzer faktörler, gerici ordunun, revizyonizmin göstermek istediği gibi güçlü olmadığının, bütün güçlü görünüşüne rağmen, gerçekte kof olduğunun delilleridir. Bütün bunlara rağmen, gerici ordu kendiliğinden parçalanacak değildir. Onu parçalayacak olan, halk kitlelerinin aktif mücadelesi olacaktır.
Elbette, Marksist-Leninistler, düşmanı, stratejik açıdan küçümserken, taktik açıdan ciddiye alırlar. Ama revizyonist kliğin yaptığı gibi, sadece insan sayısına bakarak onun “güçlü” olduğunu ilan etmezler. İnsan sayısından çok daha önemli olan moral gücüne, kitle desteği sağlayıp sağlamadığına, saflarında birlik ve dayanışma olup olmadığına, savaş tecrübesi ve yeteneği olup olmadığına da bakarlar. Düşmanı ciddiye almak budur.
Revizyonist klik, hakim sınıfların gerici ordusunun havarileri gibi konuşuyor! Halkı “ordu güçlüdür”, “devlet güçlüdür” cinsinden faşizmin ağzına yakışacak demagojilerle korkutmaya çalışıyor.
Silahlı mücadeleyi durmaksızın kösteklemelerinin, kızıl siyasi iktidarı Türkiye açısından imkansız görmeye varan teorilerinin bir sebebi de, revizyonistlerin iliklerine işlemiş olan ordu korkusudur.
Oysa, çoğu başarısızlıkla sonuçlanan son silahlı çatışmalar bile, gerici ordu saflarında, moral çöküntüsü ve korku yaratmıştır. Askerler, mağaraları aramaya, evlere önden girmeye cesaret edememektedirler. İki kişiyi teslim almak için, koca bir askeri birliği yığmak zorunda kalmaktadırlar. Proletarya partisinin akıllı ve dirayetli önderliğindeki halkın silahlı mücadelesi, gericiler için çok daha korku verici, yıkıcı ve moral bozucu olacaktır.
Gerici ordunun gücünü alabildiğine abartmaları, revizyonist kliği, bir başka noktadan daha oportünizmin batağına sürüklüyor. Gerici ordunun parçalanmasında ve yıkılmasında, halk kitlelerinin gücüne değil de, reformcu burjuvazinin tezgahlayacağı bir askeri darbeye bel bağlamalarına yol açıyor (faşizm ve faşizme karşı mücadele meselelerini ele alırken bu nokta üzerinde durduğumuz için, burada tekrar üzerinde durmuyoruz).
18. Şafak Revizyonistleri, Şehirlerin Köylük Bölgelerden
Kuşatılması Stratejisini Geçersiz Hale Getiriyor.
Revizyonist hainler, bir yandan bu stratejiyi dil ucuyla kabul ediyorlar, öte yandan da, el altından sinsi sinsi onun önemini ve değerini küçültmeye, yıkmaya çalışıyorlar.
Bunlara göre: Şehirlerin köylük bölgelerden kuşatılması stratejisi, sadece köylülerin nüfusun çoğunluğunu oluşturuyor olmasına ve bunların feodal ve yarı-feodal sömürü ilişkileri içinde bulunmasına bağlıdır.
“Oysa, devrimin köylük alanlardan gelişmesinin sebebi, nüfusun % 70’inin oturduğu köylük bölgelerde halk ordusunun esasını oluşturan, ezilen milyonlarca köylünün varlığıdır. Bu durum, doğrudan doğruya Türkiye’nin geri bir tarım ülkesi olmasından gelmektedir.” (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum).
“Toprak devrimi esas olarak, gerici devlet otoritesinin kırlık alanlarda şehirlere oranla daha zayıf olmasından ileri gelen salt askeri (?!) bir zorunluluğun sonucu olmayıp, sosyal yapının, yani ezilen ve sömürülen halk yığınlarının büyük çoğunluğunun kırlık alanlarda feodal ve yarı-feodal sömürü ilişkileri içinde bulunmasından (abç) doğan bir strateji olduğuna göre...” (Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine).
Bir yandan, şehirlerin köylük alanlardan kuşatılması, görüldüğü gibi, köylü nüfusunun çoğunlukta olmasına bağlanıyor, öte yandan, Boratav’ın Arencilik’ten miras anti-Marksist tezleri muhafaza ediliyor.
PDA’nın bir sayısından bir gençlik komitesinin sorusuna tasviple yapılan şu aktarma ibret vericidir: “Türk toplumunun yapısı hızla değişmektedir. Eğer bu değişme bu hızla devam ederse, önümüzdeki on ya da onbeş yıl içinde kentlerde yaşayan nüfusun toplam Türkiye nüfusunun yarısının oldukça üstüne çıkması kaçınılmazdır”. Gençlik komitesi, peşinden şu soruyu soruyor: “Devrimin temel mücadele alanı ve temel gücü ne şekil alacaktır?”
Revizyonist bayların, “şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisini niçin geçersiz hale getirdikleri, bu stratejiye niçin gölge düşürdükleri anlaşılmıştır herhalde: Çünkü bunlara göre; 1) Şehirlerin köylerden kuşatılması için, köylüler nüfusun çoğunluğunu teşkil etmelidir; 2) Türkiye’de “iktisadi ve sosyal yapı hızla değişmekte”, köylü nüfusu hızla azalmaktadır.
O halde, şehirlerin köylerden kuşatılması stratejisi, Türkiye açısından tabii olarak, önemini ve geçerliliğini “hızla” kaybetmektedir. Bu baylar, gerçekte de böyle düşünüyorlar! Fakat, bu düşüncelerini savunacak cesarete ve dürüstlüğe sahip olmadıkları için, demagojinin yolunu tutuyorlar! Bizleri, “halk savaşını tek yanlı olarak köyden şehire gelişen bir olay” olarak ele almakla itham ediyorlar. Kendilerinin meseleyi “çok yanlı” olarak gördüklerini, şehirlerin de büyük önemi olduğunu, şehirlerde faaliyet göstermenin “özellikle Türkiye’de” önem taşıdığını iddia ediyorlar (bak: Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine, s. 8). Aynı iddianın Endonezya’da, katliamdan önce partinin tepesine çöreklenmiş olan revizyonist önderlik tarafından da savunulmuş olduğunu, EKP Merkez Komitesi Polit Bürosunun özeleştirisinden ibretle öğreniyoruz. Türkiye’de de şehirlerde çalışmanın özellikle önemli olduğu yolundaki bu zırvalıklarla gövdesini tamamen şehirlere yerleştirmiş, dergicilik şeklindeki sağcı ve barışçı pratiği haklı göstermeye çalışıyorlar. Şehirlerde anti-faşist mücadele bayrağı altında darbe tezgahlama çabalarını haklı göstermeye çalışıyorlar. Ve halen, ileri kadroların birçoğunun ve hareketin her türlü maddi imkanlarını şehirlere yığmalarını, kırlık bölgelere üvey evlat muamelesi yapmalarını haklı göstermeye çalışıyorlar. Bütün bunlara dayanak olan şey, yukarıda iki madde halinde özetlediğimiz sakat anlayıştır. Bu anlayışı söküp atmadıkça, onun pratikte yansıyan kaçınılmaz sonuçlarını bertaraf etmek de imkansızdır.
Revizyonistler şimdi, kendilerine yönelecek eleştirilere karşı bağışıklık aşısı yapmaya, yeni bir kıvırtmayla vaziyeti kurtarmaya çalışıyorlar: “Evet, toprak devrimi sosyal yapının tayin edeceği bir stratejidir. Fakat bunu, köylü nüfusu % 49’a düşer düşmez gerçekliğini yitirici bir esas olarak görmeyelim. İkinci durumda kalan etkenleri tamamen unutan bakış açısına düşmemeliyiz” diyorlar. Sizden başka öyle “gören” kimdir acaba? Ve sizin yukarıdaki teorileriniz devam ettikçe başka türlü görmeye imkan var mı? Köylü nüfusu % 49’a düşünce de, kırlardan şehirleri kuşatmak stratejisinin doğru olacağını düşünüyorsanız, bunun sebebini de izah etmeniz gerekmez mi? Sizin bütün teorileriniz, aksi görüşü haklı çıkarır niteliktedir. Önce bu teorileri özeleştiri ile süpürüp atmanız, sonra da “ikincil etkenler”in neler olduğunu açıklamanız gerekmez mi? Bunu yapmadıkça, ektiğiniz zararlı tohumlar meyvesini vermeye ve çevresini zehirlemeye devam edecektir.
“Şehirlerin kırlık bölgelerinden kuşatılması” stratejisi, sadece feodalizmin varlığına ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil etmesine bağlı değildir. Aynı zamanda, emperyalizmin yarı-sömürgesi veya sömürgesi olmaya bağlıdır. Emperyalizmin fiili işgali altındaki bir ülkede milli devrim (o ülkedeki köylü nüfusuna ve feodalizmin varlığına bağlı olmaksızın), esas olarak kırlardan şehirlere doğru gelişir. Çünkü işgalci emperyalist kuvvetler, öncelikle ülkenin büyük şehirlerini, ana yollarını, ana haberleşme hatlarını vb... ele geçirir; fakat geniş kırlık alanları kontrol edemez.
Yarı-sömürge ülkeler, emperyalizmin yarı işgali altında olan ülkelerdir. Bu gibi ülkelerde emperyalizm hakimiyetini, esas olarak, yerli gerici sınıflar vasıtasıyla devam ettirmekle birlikte, kendisi de onlara üsleriyle, tesisleriyle, askerleriyle, filosuyla, silah yardımıyla... çeşitli şekillerde destek oluyor. Bu nedenle yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde “şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisi, sadece feodalizmin mevcudiyetinden ve köylülerin nüfusun çoğunluğunu teşkil etmesinden değil, aynı zamanda emperyalizmin yarı işgalinden de ileri gelmektedir. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelere özgü olan şey, feodalizme karşı özü toprak devrimi olan demokratik devrimle, emperyalizme karşı milli devrimin birleşmiş olmasıdır. Feodalizmin mevcudiyet derecesi ve köylülerin genel nüfusa oranı (ki bunlar birbirine bağlı şeylerdir), demokratik devrimin programını etkiler, ama “şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisini değiştirmez.
“Emperyalizmin karnının kırlarda yumuşak olmasından çok, devrimci hareketin milyonlarca köylü sayesinde bu alanlarda güçlü olması sözkonusudur. Köylerin esas mücadele alanı olması, kırların vasfından ileri gelseydi, emperyalist ülkelerde de köylerin esas mücadele alanı olması gerekirdi.”
Bu baylar, güçlülüğü ve zayıflığı, izafi bir şey olarak değil mutlak bir şey olarak görüyorlar. Değişen bir şey olarak değil, değişmez bir şey olarak görüyorlar. “Emperyalizmin karnı kırlarda yumuşaktır” demek, aynı zamanda, kırlık bölgelerde halk daha kuvvetlidir, halkın yumruğu orada daha pektir anlamına gelir. Bu baylar, çelişmenin bir yönünü söyleyerek öbür yönünü reddediyorlar. “Devrimci hareketin milyonlarca köylü sayesinde bu alanlarda güçlü olması”nı kabul edip “emperyalizmin karnının kırlarda daha yumuşak olmasını” reddediyorlar! Oysa, birinin güçlülüğü öbürüne göredir; öbürünün zayıflığı da berikine göredir. Mutlak ve değişmez bir güçlülük, zayıflık ölçüsü yoktur.
Revizyonist baylar, yukarıdaki ifadede, emperyalist ülkelerde de, “emperyalizmin karnının kırlarda yumuşak” olduğunu farzediyorlar. Oysa emperyalist ülkelerde “emperyalizmin karnı kırlarda yumuşak” değildir. Çünkü, “yumuşaklık-peklik”, “güçlülük-zayıflık” izafi bir şeydir. Emperyalist ülkelerde karşı-devrimin gücü, şehirlerde, köylere nispetle daha fazladır, ama devrimin gücü de şehirlerde köylere nispetle daha fazladır. Ve devrimle karşı-devrimin karşılıklı kuvvet durumu, köylere nispetle, şehirlerde daha fazla devrimin lehinedir. Fakat, bu karşılıklı kuvvet durumu değişmez değildir. Şimdi ele aldığımız konu ile ilişkisi olmadığı için, bu nokta üzerinde durmuyoruz.
Özetlersek: “şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisini tayin eden şey, devrimle karşı-devrim arasındaki kuvvet ilişkisinin köylerde, şehirlere nispetle, daha fazla devrimin lehine olmasıdır. Karşı-devrim zincirinin en zayıf halkasının köylük bölgelerde olmasıdır. Dolayısıyla, devrim cephesinin köylük bölgelerde daha fazla güçlü olmasıdır. Bir ülkenin feodal ilişkileri bağrında taşıması, bu kuvvet ilişkisini şöyle etkiler: Feodalizmin mevcudiyeti, genel olarak köylü nüfusunun fazla olması ve bir bütün olarak köylü kitlesinin devrimci olması sonucunu doğurur. Bu durum, köylük bölgelerdeki kuvvet dengesini, devrimin (demokratik devrimin) lehine olarak etkiler. Ayrıca feodalizmin varlığı, sanayinin ve dolayısıyla işçi sınıfının nispeten zayıf olmasına yol açacağı için, şehirlerde kuvvet ilişkisini, devrimin aleyhine olarak etkiler. Bir ülkenin yarı-sömürge olması veya sömürge olması da, şehirlerdeki kuvvet ilişkisini devrimin aleyhine olarak etkiler. Bu iki şart, bir arada, kırlık bölgelerin esas mücadele alanı olmasını, “şehirlerin kırlardan kuşatılması” stratejisinin güdülmesini gerektirir. Feodalizmin giderek çözülmesi ve ona bağlı olarak köylü nüfusunun azalması halinde de, bu strateji geçerliliğini korur. Çünkü yarı-sömürgelik (veya sömürgelik) şartları, büyük şehirlerde kuvvet ilişkisini karşı-devrimin lehine değiştirmiştir. Meseleye diyalektik materyalist gözle, karşılıklı kuvvet ilişkileri açısından bakmak yerine, bu baylar, “köylü nüfusun çoğunlukta olması” gibi, bazı şartlarda hiçbir anlamı olmayan (mesela Çarlık Rusyası şartlarında) bir formül açısından bakıyorlar ve bu formüle uymayan durumları da reddediyorlar. Ve sonuç olarak da, kadroların kafasında, köylü nüfusunun azalması halinde, “şehirlerin köylerden kuşatılması” stratejisinin doğru olmayacağı yolunda bir kanaat uyandırıyorlar! Gençlik komitesinin sorusu, tamamıyla bu bayların ektiği tohumların ürünüdür.
Revizyonistlerin teorileri bir de şu açıdan sakattır: Dedikleri gibi, “Türk toplumunun yapısı hızlı bir değişme içinde” değildir. Bu iddia, Türkiye’de Arencilerin, dünya çapında Troçkistlerin iddiasıdır. Onlara göre emperyalizm, girdiği ülkelerde üretim güçlerini hızla geliştirir, feodalizmi çözer, işçi sınıfını güçlendirir ve sosyalist devrim şartlarını olgunlaştırır. Bu revizyonist-Troçkist iddia, köylerde çalışmanın esas alınması konusundaki tartışmalarda, şehirlere ağırlık verilmiş olmasını haklı göstermek için, temel gücün köylüler olduğunu reddetmek için, baş çelişmenin feodalizm ile halk yığınları arasında olduğunu reddetmek için, Marksist-Leninist kanada karşı, bir kanıt olarak ileri sürülmüştür. Revizyonistler, bu iddianın bazı sonuçlarından vazgeçmişlerdir ama, bizzat bu iddiadan vazgeçmemişlerdir.
19. Şafak Revizyonistleri, Devrimin Temel Gücü
Konusunda Birbiriyle Çelişen Görüşler İleri Sürüyorlar.
Yarı-sömürge yarı-feodal bir ülkede, devrimde sınıfların yer alışını Mao Zedung yoldaş şöyle sıralamıştır: “Endüstri proletaryası devrimimizin önder gücüdür. Yarı-proletarya ile küçük-burjuvazinin bütünü en yakın dostlarımızdır. Kararsızlık içinde bocalayan orta burjuvazinin sağ kanadı düşmanımız, sol kanadı da dostumuz olabilir. Ama cephemizin düzenini bozmaması için sonuncuya karşı her an tetikte olmalıyız”.
Yine Mao Zedung yoldaş, köylülüğün (yani yoksul ve orta köylülerin) devrimin temel gücü olduğunu söylemiştir. Köylülüğün devrimin temel gücü olmasının anlamı şudur: Demokratik halk devrimi, özünde bir köylü devrimidir. Feodalizme ve emperyalizme karşı mücadelenin belkemiğini, insan gücü kaynağını esas olarak köylüler teşkil eder. Demokratik halk devriminde proletarya esas olarak köylülere dayanmalıdır. Köylülüğün temel güç olması sorunu, Mao Zedung yoldaşın demokratik halk devrimi teorisinin en önemli unsurlarından biridir. Bu meseleyi kavramadan, feodalizme ve emperyalizme karşı mücadelede zafere ulaşmak imkansızdır. Böyle önemli bir konuda bizim burjuva bayların tutumu nedir? Onlar, önce, proletaryanın temel güç olduğu safsatasını yaydılar.
15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi’ni izleyen sıkıyönetim döneminde, saflarda revizyonizme karşı mücadele açılınca, revizyonistler bu konuda da sessizce manevra yaptılar ve tam da bir burjuva hokkabazlığı ile, Türkiye’nin özel şartlarından(?) dolayı, proletaryanın ve köylülerin, ikisinin birden temel güç olduğunu iddia etmeye giriştiler.
Şimdi durum nedir? Şimdi, revizyonist baylar, birçok konuda olduğu gibi, temel güç konusunda da, kesinlikten uzak, sallantılı, belirsiz, istikrarsız, ilkesiz bir tutum içindedirler. Bir yandan, bazı yayın organlarında, temel gücün köylülük olduğunu yazıyorlar. Öte yandan, başka yayınlarında, hatta aynı yayın organlarında işçilerin ve köylülerin temel güç olduğunu yazıyorlar! Yaşasın İhtilâlci Kitle Çizgisi’nden okuyalım:
“İhtilâlin temel gücü olan işçi köylü kitleleri...” (s.5).
“Devrimin temel gücü işçiler ve köylülerdir” (s. 31).
“İhtilâlin temel gücü olan işçi köylü kitleleri” (s. 35).
Bunların, devrimimizin temel gücünün köylüler olduğunu sinsice reddeden tutumları, başka şekillerde de tezahür ediyor. 10-11 Nisan Toplantısı’nda, revizyonizmin başı olan kişi, eski bir yazısında ileri sürdüğü “proletarya partisinde, proletaryanın mutlak çoğunlukta olması” tezinin doğru olduğunu iddia etti. Bu konuda, derginin bir köşesine sıkıştırılmış göstermelik bir özeleştiriyi de “haksız” diye reddetti. Şimdi, revizyonizmin başı olan kişiye göre, proletarya partisinde, işçiler mutlak çoğunlukta olmalıdır. Bu fikir devrimin temel gücü meselesiyle doğrudan doğruya ilgilidir. Devrimin temel gücünün köylüler olduğu yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, proletarya partisinde kaçınılmaz olarak köylüler çoğunluğu teşkil ederler. Bunu reddetmek, gerçekte devrimin temel gücünün köylüler olduğunu reddetmektir. Bu bayların, döne dolaşa vardıkları nokta da budur zaten! Ama sinsice! Ama ince(!) bir burjuva politikacılığının arkasına gizlenerek!
20. Şafak revizyonistleri, Baş Çelişmeyi İdealist Bir Tarzda Tespit Ediyor.
Revizyonist kliğin, “baş çelişme” konusundaki çizgisi de tam bir yılan eğrisidir. Mihri’nin kuyrukçuluğunu yaptıkları dönemde, baş çelişmeyi, emperyalizmle millet arasındaki çelişme olarak görüyorlardı. Bu millet kavramına, komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının önemli bir kısmını da dahil ediyorlardı. Daha sonra, “yerli hakim sınıflarla (!) Türkiye halkı” arasındaki çelişme, baş çelişme oldu! Ve bunu, uzun müddet Marksist-Leninist kanada karşı savundular! Bir köşeye sıkışınca, “Emperyalizm, Üretim Tarzı, Sınıflar ve Baş Çelişme” adlı idealizm, mekanik materyalizm ve suni mantık şaheseri olan yazıda, feodalizmle-halk arasındaki çelişmeyi baş çelişme olarak ilan ettiler! Fakat, revizyonizmin başı olan kişi ve onun bazı çömezleri buna uzun süre itiraz ettiler! Baş çelişmenin, yerli hakim sınıflarla halk arasında olduğunu savunmaya devam ettiler. Şimdi, onlar da, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olduğunu kabul etmiş görünüyorlar. Fakat, hâlâ meselenin özünü kavramış değillerdir! Sadece eski fikirlerini artık savunamaz hale geldikleri için ağız değiştirmişlerdir!
Program Taslağında şu satırları okuyoruz:
“Ancak bu çelişmeyi (feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme) devrimin esas halkası olarak kavrayarak, geniş işçi-köylü yığınlarını halk ordusu içinde örgütleyebilir, demokratik halk ihtilâlini başarabilir ve emperyalizmin hakimiyetini yıkabiliriz.
“Bu sebeple, bugün yurdumuzdaki belli başlı dört çelişme içinde, halk yığınları ile feodalizm arasındaki çelişme baş çelişmedir.”
Utanılacak bir fikir zavallılığı! Baylar, sebeple sonucu bile birbirinden ayırmaktan âcizdir. Feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin, “esas halka olarak kavranması” sonuçtur, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin baş çelişme olmasının sonucudur. Yoksa gösterilmek istendiği gibi baş çelişmenin sebebi değildir. Baylar, sonuçtan sebebe, sondan başa doğru yürüyorlar. Diyalektik gelişmeyi tersine çevirmeye çalışıyorlar! Bu hesapla önce devrimin kavranacak halkası budur, diye bir halka kavranacak, sonra da, “demek ki baş çelişme buymuş” denilecek! İşte bunların mantığı ve düşünme metodu!
Mao Zedung yoldaş şöyle diyor:
“Herhangi bir seyirde eğer çok sayıda çelişme varsa, bunlardan biri yönetici ve belirleyici rolü oynayan esas [baş] çelişme olur, ötekileri ise ikinci derecede ve tâli mevkidedir. Bu böyle olunca, iki ve daha fazla sayıda çelişmenin bulunduğu her karmaşık seyrin incelenmesinde, biz esas çelişmeyi var kuvvetimizle bulmak zorundayız. Bu esas çelişme bir kere kavrandı mı, bütün sorunlar kolaylıkla çözümlenebilir”.
Mao Zedung yoldaş, revizyonist bayların düşünme metodunun tam zıddını, önce baş çelişmeyi bulmak, sonra da bu çelişmeyi kavramak gerektiğini söylüyor. İşte iki mantık! “Ben bu çelişmeyi kavradığım için bu çelişme baş çelişmedir”, “bu çelişme baş çelişme olduğu için, ben bunu kavradım.” Birincisi revizyonizmin, ikincisi Marksizm-Leninizm’in mantığıdır.
Baş çelişme nedir? Çok sayıda çelişmenin mevcut olduğu herhangi bir seyirde, “yönetici ve belirleyici rolü oynayan” çelişme, baş çelişmedir. Mao Zedung yoldaş, Yeni Demokrasi kitabında, aynı anlama gelmek üzere, şunu söylüyor: “Diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra eden çelişme”, baş çelişmedir.
Bugün ülkemizde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme, “diğer çelişmelerin gelişmesini tayin ve onlar üzerinde tesir icra ettiği” için, “yönetici ve belirleyici rolü oynadığı” için baş çelişmedir.
Emek-sermaye çelişmesinin veya başka bir deyişle proletarya-burjuvazi çelişmesinin gelişmesi “feodalizmle-halk yığınları arasındaki çelişmenin” gelişmesine ve çözümüne bağlıdır; bu çelişme geliştiği ve çözüldüğü ölçüde, proletarya ve burjuvazi ortaya çıkar ve gelişir. Proletarya-burjuvazi çelişmesinin netleşmesi, keskinleşmesi ve olgunlaşması, feodalizmin, halk yığınları tarafından bütün kökleriyle silinip süpürülmesine bağlıdır. Proletaryanın feodalizme karşı mücadelede en kararlı bir şekilde ve en önde yer alması, buradan gelir. Çünkü, feodalizm kararlı ve kesin bir köylü mücadelesiyle silindiği ölçüde, burjuva-proleter çelişmesi ortaya çıkar, proleter sınıf mücadelesi için, sosyalizm için en elverişli şartlar doğar. Marksist-Leninist kesintisiz ve aşamalı devrim teorisine temel olan fikir de yine bu fikirdir.
Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişme üzerinde de “yönetici ve tayin edici” rol oynayan çelişme, yine, “feodalizmle-halk yığınları arasındaki çelişme”dir.
Emperyalizm, böyle ülkelerde, varlığını ve hakimiyetini esas olarak, feodalizme dayanarak devam ettirmektedir. Emperyalizm, feodalizmi özellikle siyasi ve ideolojik alanlarda destekleyerek ve güçlendirerek, feodal mülkiyetin ve ilişkilerin çözülmesini yavaşlatarak varlığını ve hakimiyetini sürdürür. Emperyalizmin şehirlerdeki sosyal dayanağı komprador burjuvazi, geniş köylük bölgelerdeki sosyal dayanağı ise toprak ağaları, tefeciler, faizciler, aşiret reisleri, yarı-burjuva, yarı-feodal çiftlik beyleri ve feodalizmin ideolojik dayanakları olan şeyhler, hacılar, hocalar, dedeler vs...’dir. Yani, feodal sınıf mensuplarıdır. Feodal mülkiyet, yani esas olarak toprak ağalığı çok ağır bir tempoyla çözülmekle birlikte, bunlar yine de feodal sömürü biçimlerini uzun yıllar muhafaza etmektedir. Yarıcılık, ortakçılık, kiracılığın feodal biçimi, tefecilik, faizcilik gibi yarı-feodal sömürü biçimleri devam etmektedir. Tefecilik ve faizcilik, emperyalizmin bankaları aracılığıyla pompalanmaktadır. Özellikle üstyapı alanında, feodal ilişkiler, bütün şiddetiyle devam etmektedir. Burjuva demokrasisiyle feodalizmin kırbacı daima kolkoladır. Demokrasi daima feodal bir karakter de taşımaktadır. Burjuvazinin önemli bir kısmı yarı-burjuva, yarı-feodal bir nitelik gösterir. İşte bütün bunlar, yani her türlü feodal ilişkiler, emperyalizmin dolaylı hakimiyetini kolaylaştırır, ona dayanak olur. Feodalizmin adım adım temizlenmesi, yani feodalizmle-halk yığınları arasındaki çelişmenin adım adım çözümlenmesi, emperyalizmi önemli bir dayanağından yoksun bırakır. Emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişmeyi etkiler ve bu çelişmenin de adım adım çözülmesine yol açar.
Fakat baş çelişme değişmez değildir. İçinde birden fazla çelişme taşıyan herhangi bir seyir içindeki baş çelişme, şartların değişmesiyle tali hale gelebilir, tali olan çelişme de baş çelişme halini alabilir. Mesela yarı-sömürge, yarı-feodal bir ülkenin, emperyalizmin fiili işgaline uğraması ve sömürgeleştirilmesi halinde, emperyalizmle ülke halkı arasındaki çelişme, süreci etkileyen ve tayin eden baş çelişme haline gelir. Mesela, bugün dünya çapında, ezilen ülke halklarıyla, emperyalist sistem arasındaki çelişme, dünyadaki değişme ve gelişme sürecini etkileyen ve tayin eden baş çelişmedir. Fakat, emperyalistlerin sosyalist Çin’e karşı bir saldırı savaşına girişmeleri halinde, sosyalist sistem ile emperyalist sistem arasındaki çelişme baş çelişme halini alır; çünkü artık, dünya çapındaki değişme ve gelişme sürecini etkileyen, tayin eden şey, bu çelişmedir; diğer çelişmeler tali durumdadır ve baş çelişmeye bağlıdır.
Özetlersek, revizyonist kliğin önderleri, birden fazla çelişmeler taşıyan bir süreçte bir çelişmenin baş çelişme olmasının sebebini kavrayamamışlardır. Ülkemizde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişmenin niçin baş çelişme olduğunu kavrayamamıştır; bunu, mecbur kaldığı için dil ucuyla tasdik etmektedir, fakat gerçek anlamından haberdar değildir.
21. Şafak Revizyonistleri Dev-Güç Anlayışını Devam Ettiriyor.
Revizyonistler, bir zamanlar, Mihrici Dev-Güç anlayışının bayraktarlığını yaptılar. Mihrici Dev-Güç anlayışı, proletaryanın bağımsız siyasi örgütlenmesini yani proletarya partisini reddetmek demekti; halk ordusunu reddetmek demekti; işçi-köylü ittifakını reddetmek demekti; işçi sınıfını, yoksul köylüleri ve devrimci gençliği, burjuvazinin uysal bir aleti haline getirmek demekti; bu güçleri, bir burjuva darbesi için kaldıraç olarak kullanma kurnazlığı demekti! Proleter devrimciliği(!) adına, reformcu orta burjuvazinin, hatta İnönü gibi bir kısım komprador burjuvazi ve toprak ağaları temsilcilerinin, Kadri Kaplan gibi bir kısım anti-komünist unsurların borusunu öttürmek demekti.
Dev-Güç, proletarya önderliğinde halkın birleşik cephesi olmadığı gibi, proletarya ile burjuvazi arasında zaman zaman yapılabilecek olan “geçici ve kısmi bir anlaşma” da değildi. Burjuva kuyrukçuluğu ve teslimiyetçilikti. Böyle bir ihanet girişimini, revizyonistler halkın birleşik cephesi olarak ilan ettiler. “Varsın bir kısım CHP yöneticileri ortak cepheye katılmasın diyemiyoruz, millici olan herkes katılsın(!). Sınıflararası bir ittifak olan devrimci güçbirliği (abç) almış yürümüştür” diye reklam ettiler (bak: ASD, sayı 7, s. 18). “Devrimci Güç, Kurtuluş Savaşından sonra sosyalistlerle Kemalistler arasındaki ilk somut güçbirliği hareketi olarak, tarihi önem de taşımaktadır” diye reklam ettiler (ASD, sayı, 13, s. 9).
Dev-Güç girişimi yaşamadı ve çöktü. Ama Dev-Güç zihniyeti, bir kısım kaşarlanmış revizyonistlerin kafasında yaşamaya devam etti. Devrimci kadrolar, halkın birleşik cephesinin esas olarak sınıflararası ittifak olacağını, bu ittifakın temelini işçi-köylü ittifaklarının teşkil etmesi gerektiğini kavrayınca, revizyonistler, dümen değiştirdiler: “Halkın birleşik cephesi başka şeydir, devrimci güçbirliği başka şeydir” diye, burjuva kuyrukçuluğunu ve teslimiyetçiliğini yeni bir kılıfla maskelemeye çalıştılar (bak ASD, sayı 12-14). Böylece, vadesini doldurmuş olan Mihrici Dev-Güç anlayışına gençlik aşısı yaparak, onu tekrar diriltmeye çalıştılar. Halkın üç silahını; komünist partisini, onun önderliğindeki halk silahlı kuvvetlerini ve yine parti önderliğindeki halkın birleşik cephesini bir kenara atarak, “silahımız devrimci güçbirliğidir” şiarını attılar (bak: PDA, sayı 19). Daha önce faşizm ve faşizme karşı mücadele konusunda, revizyonist kliğin icat ettiği teorileri incelerken işaret ettiğimiz gibi, “devrimci güçbirliği” şiarını, askeri darbe teşvikçiliğinin ve takipçiliğinin dayanağı yaptılar. Yani “devrimci güçbirliği”, reformcu burjuvaziyi iktidara getirmek için, ona destek ve kuyruk olmak anlamını taşıyordu.
Revizyonistler, aynı anlayışı, bugün yine devam ettiriyorlar. Anti-faşist mücadele bayrağı altında, hâlâ şehirlerde reformcu burjuvaziye kuyruk olmaya çabalıyorlar. Daha iyi anlaşılması için revizyonist kliğin zihniyetini özetleyelim: Devrimci güçbirliği (buna bazen “demokratik güçbirliği” diyorlar), faşizme karşı mücadele vasıtasıdır. Her dönemde yapılır. Devrimci güçbirliği, işçi-köylü temel ittifakına dayanmaz. Burjuva ve küçük-burjuva örgütlerle ve kişilerle yapılır.
“Güçbirliği yapmaya her zaman hazırız” (YİKÇ s. 105).
“Güçbirliği her dönemde yapılabilir. Biz güçlenmeden güçbirliği yapılamaz görüşü yanlıştır” (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum, s. 95). Halkın birleşik cephesi, anti-emperyalist ve anti-feodal mücadelenin aracıdır. “Halkın devrimci cephesi, işçi-köylü ittifakı temelinde kurulur ve gelişir.” (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum, s. 95). “Bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidar kurulmadan cephe olmaz, gibi görüşler, tek yanlı burjuva düşüncesinin kalıntısıdır ve tabiatıyla yanlıştır”. Cephe bugünden gerçekleşebilir. Çünkü, “cephe, devrimin dostlarını ve düşmanlarını doğru tespit etmeyi ifade eder. Dostu düşmanı doğru tespit etmek ve buna uygun bir siyaset izlemek, devrimin her aşamasında temel meseledir” (oportünizm ve ikiyüzlülük örneği genelgeden).
Revizyonizmin, demokratik güçbirliği ve cephe konusundaki görüşleri bunlardır:
Birinci yanlış şudur: “Faşizme karşı mücadelenin aracı”, revizyonistlerin göstermek istediği gibi, “devrimci güçbirliği” safsatası değil, “halkın birleşik cephesidir.” Yani, proletarya önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakı üzerinde kurulan, bütün devrimci sınıf ve tabakaların ittifakıdır. Dimitrov yoldaşta, anti-faşist mücadelenin, “devrimci güçbirliği” denilen, kuyrukçuluk ve teslimiyet aracıyla yürütüleceğine dair tek kelime yoktur. Dimitrov yoldaş, daima, anti-faşist halk cephesinden bahseder ve bu, proletarya önderliğindeki halk cephesinin ta kendisidir. Ve anti-faşist mücadelenin amacı, halk cephesi iktidarını gerçekleştirmektir.
İkinci yanlış şudur: Proleter devrimcilerin bir tek cephe politikası vardır; o da, proletarya önderliğinde halkın birleşik cephesidir. Ayrıca, bunun dışında demokratik güçbirliği veya devrimci güçbirliği gibi safsatalarla proletaryanın ve komünistlerin işi yoktur. Halkın birleşik cephesinden ayrı olarak bir de “devrimci güçbirliği” sloganının icat edilmesi, biraz önce de işaret ettiğimiz gibi, “Dev-Güç” girişimini haklı çıkarmak içindir. Temel kitleleri hesaba katmadan, partiyi, halk ordusunu ve halkın birleşik cephesini hesaba katmadan “ittifak”(!) adına, burjuva demokratlarının kıçından yürümeyi haklı çıkarmak içindir. Kuyrukçuluk ve teslimiyet politikasını, “bu, halkın birleşik cephesi değil, devrimci güçbirliğidir” diye, böyle bir safsatayla ve demagojiyle haklı çıkarmak içindir. İşçi sınıfı önderliğini ve işçi-köylü temel ittifakını bir kenara iterek, reformist burjuvaziye tabi olmayı, bir gerekçeye bağlamak içindir. “Demokratik güçbirliği” diye, “halkın birleşik cephesinden” ayrı ve ona aykırı bir sloganın icat edilmesi, işte bu sebeplerdendir. Bu sloganın ortaya çıkması, zaten Dev-Güç girişiminin, “halkın birleşik cephesi” ile en ufak bir alakasının bulunmadığı kesinlikle anlaşıldıktan sonra olmuştur. Revizyonistler, böylece “evet, Dev-Güç halkın birleşik cephesi değildi ama, devrimci güçbirliğiydi” diyerek, bu kuyrukçuluk ve teslimiyet politikasını haklı çıkaracak bir teori icat etmiş oldular. Ve bu teoriyi geliştirerek devam ettiriyorlar. Böylece, Mihricilikle Mao Zedung Düşüncesi’ni, birincinin “Dev-Güç” anlayışıyla, Mao Zedung yoldaşın “birleşik halk cephesi” anlayışını, bu taban tabana zıt iki anlayışı ustaca bağdaştırmış(!) oluyorlar.
Bu revizyonist hainler, bir de bizi “güçbirliği ancak güçlü olduğumuz zaman yapılır” demekle itham ediyorlar. Ve “Troçkistlik” çamuru fırlatıyorlar. Troçkistlik sizin, Türkiye’de feodalizmin % 5 olduğu yolundaki Boratavcı tahlillerinizde, köylülerin devrimci rolünü küçümseyen tutumlarınızda, işçi-köylü ittifakı yerine işçi-burjuva ittifakını ön plana çıkaran anlayışınızda bol bol mevcuttur. “Troçkistlik”, esas olarak köylülerin devrimci rolünü reddetmek veya sizin gibi küçümsemektir. İşçi-köylü ittifakını reddetmektir. İşçilerle burjuvazinin ittifakını ön plana çıkarmaktır (yani Dev-Güç anlayışına sahip olmaktır). Toptan ayaklanma hayalleri kurmaktır. Troçki’nin ülkemizdeki ajanları olmaya en layık olanlar, en müsait olanlar, üstelik bugüne kadar yarı-Troçkist bir çizgi izlemiş olanlar sizsiniz.
Biz, “devrimci güçbirliği” diye bir şey tanımıyoruz. Bu nedenle “devrimci güçbirliği ancak güçlü olduğumuz zaman yapılır” demiş olmamıza da imkan yoktur. Ve zaten böyle bir şeyi ne sözlü, ne de yazılı olarak hiçbir yerde savunmadık. Biz, “halkın birleşik cephesini” gerçekleştirme politikasını, bu tek doğru ittifak politikasını benimsiyoruz ve izliyoruz. Biz, görevimizi, halkın üç silahını; komünist partisini, parti önderliğinde halk ordusunu ve partinin önderliğinde halkın birleşik cephesini inşa etmek olarak tespit ediyoruz. Bunun dışında bir “devrimci güçbirliği” tanımıyoruz. Siz ise, “devrimci güçbirliği” adı altındaki kuyrukçu ve teslimiyetçi politikanızla, halkın birleşik cephesinin gerçekleşmesini sürekli olarak köstekliyorsunuz. Anladınız mı burjuva demagogları?
Revizyonistlerin üçüncü yanlışı şudur: “Cephe, devrimin dostlarını ve düşmanlarını doğru tespit etmeyi ifade eder”. Hayır baylar! Cephe bunu ifade etmez. Yaptığınız şey korkunç bir demagojidir. Cephe, komünist parti önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, BÜTÜN DEVRİMCİ SINIF VE TABAKALARIN emperyalizme, feodalizme, komprador kapitalizmine karşı BİRLEŞMİŞ OLMALARINI ifade eder. Devrimden menfaati olan sınıf ve tabakalar, bizzat birleşmedikçe cephe gerçekleşmiş olmaz. Revizyonist hainlerin söylediği gibi, devrimin dostlarını ve düşmanlarını tespit etmekle cephe gerçekleşmiş olmaz. Eğer öyle olsaydı, devrimin dostlarını ve düşmanlarını bir kere doğru tespit ettikten sonra, mesele biterdi. Ve bu tespit muhafaza edildiği müddetçe cephe bozulmazdı(!). ÇKP’li yoldaşlar, devrimin dostlarını ve düşmanlarını ta 1927’de doğru tespit etmişlerdi. Cephe hemen gerçekleşti mi? Sınıf mücadelesi seyri içinde, halkın cephesi kaç kere bozulup, tekrar kurulmadı mı? “Cephenin, devrimin dostlarını ve düşmanlarını doğru tespit etmeyi ifade ettiğini” söylemek, demokratik halk diktatörlüğü hedefini bir kere tespit ettikten sonra, derhal ve kendiliğinden bu hedefe ulaşılmış olacağını söylemek kadar saçmadır. Cephenin gerçekleşmesi için, devrimin dostlarını ve düşmanlarını doğru tespit etmek yetmez; aynı zamanda, proletarya önderliğinde devrimin dostlarını birleştirmeye yönelen, nispeten uzun bir mücadele yürütmek gerekir. Proletarya önderliğinde devrimin dostlarını birleştirmek için, sabırlı ve ÇETİN BİR MÜCADELE vermek gerekir. Mücadelesi verilmeden, bırakalım çeşitli tabakaları bir araya getirmeyi, işçi sınıfını bir araya getirmek bile mümkün değildir. Revizyonist baylar, bir tespitle her şeyi hallediveriyorlar! Sanıyorlar ki, bir kere yerleri tespit edilince bütün sınıf ve tabakalar tıpış tıpış kendi yerini alıverecek ve beylerimizin emirlerini bekleyecek! Sınıf mücadelesi değil de, sanki bayram merasimi! Ve karşımızdakiler, sanki emre amâde merasim kıtası!
“Dostu düşmanı doğru tespit etmek ve buna uygun bir siyaset izlemek, devrimin her aşamasında temel meseledir” (oportünizm ve ikiyüzlülük örneği genelgeden).
Bu doğru söze bir diyeceğimiz yok. Yalnız, revizyonist baylara hatırlatalım ki, tartışma konusu bu değildir. Devrimin her aşamasında, “dostu düşmanı doğru tespit etmek ve buna uygun bir siyaset izlemek” gerektiği, nasıl karşı durulmaz bir gerçek ise, halkın birleşik cephesinin, devrimin dostunu düşmanını tespit eder etmez gerçekleşemeyeceği de öyle karşı durulmaz bir gerçektir. Bir şeyi istemek başka bir şeydir, o şeyin gerçekleşmiş olması başka bir şeydir. Revizyonist baylar, subjektif niyetle objektif olguyu birbirine karıştırmak gibi, ufak(!) bir hata işliyorlar. Tabiat ve toplum yasalarına aykırı olmayan subjektif niyetin, objektif bir olgu halini alabilmesi için belli bir sürece ihtiyaç vardır. Bu süreç sonunda, bazı şartlar bir araya gelerek objektif olgunun ortaya çıkmasını sağlarlar. Halkın birleşik cephesinin gerçekleşmesi de böyledir: Bugün biz, bu cephenin gerçekleşmesini istiyoruz. Subjektif niyetimiz budur. Ve bu niyet, toplum kanunlarına uygundur. Çünkü halk sınıflarının, bu cephenin gerçekleşmesinde menfaatleri vardır; onları bir araya getirecek güçlü ekonomik, sosyal ve siyasi etkenler vardır. Fakat, bu subjektif niyetin objektif bir olgu halini alabilmesi için, geçmek zorunda olduğumuz bir mücadele süreci de vardır. Bu süreci atlayarak objektif olguya ulaşamayız. Revizyonist baylar, bu süreci yok farzediyorlar. Henüz ilkokula başlayan bir çocuğun, mühendis olmak istemesi ile, bizzat mühendis olmasını birbirine karıştırmak gibi bir şeydir bu. Proletarya önderliğinde, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde halkın birleşik cephesini gerçekleştirmek için, birinci olarak devrimin dostunu düşmanını doğru tespit etmeliyiz. İkinci olarak, devrimin dostlarını birleştirmek için daha bugünden mücadeleye girmeliyiz. Üçüncü olarak, bu mücadele belli bir noktaya varmadan, belli bir mücadele süreci geçirmeden, cephenin gerçek bir olgu halini alamayacağını bilmeliyiz. Revizyonist baylar, bu kadar açık gerçeği muazzam ölçüde korkunç bir demagojiyle ve bir hokkabaz maharetiyle ters yüz ediyorlar. “Cephe, devrimin dostları ve düşmanlarını doğru tespit etmeyi ifade eder” diyerek, bir tespitle, her şeyi hallediyorlar.
Marksist-Leninistler’in revizyonistleri küplere bindiren iddiası şudur: Proletarya önderliğinde ve işçi-köylü temel ittifakı üzerinde kuracağımız halkın birleşik cephesi, bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidar gerçekleşmeden bir gerçek halini alamaz.. Bu açık bir şeydir ve asla halkın birleşik cephesini gerçekleştirmek için çalışmayalım anlamına gelmez. Bunu ancak, okuduğunu anlamayan gerizekalılar ve bir de okuduğunu domuzuna anlayıp da, içinde kötü niyet besleyenler iddia edebilir.
Yukarıdaki ifadenin anlamı şudur: Halkın birleşik cephesini gerçekleştirmek için daha bugünden mücadele edelim, ama bilelim ki, cepheyi gerçekleştirmek için yürüteceğimiz mücadele bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidarın doğması noktasına ulaşmadan, bütün halkın birleşik cephesi gerçekleşemeyecektir.
“Bugün köylük bölgelerde yürüttüğümüz çalışmalar, halk cephesinin temeli olan işçi-köylü ittifakını gerçekleştirmek için değil midir?” diye soruyorsunuz. Bu soru, sadece sizin kötü niyetinizin ve demagogluğunuzun kanıtıdır. Çünkü, işçi-köylü ittifakı Marksist-Leninistler için tartışma konusu bile değildir. Tartışma konusu, işçi-köylü ittifakı üzerine kurulacak olan ittifaktır; yani milli burjuvazinin devrimci kanadıyla yapılacak olan ittifaktır. Ve tartışmanın başlangıç noktası, zaten, sizin reformist milli burjuvaziye kuyruk olma politikanızın eleştirisi olmuştur. Bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidar doğmadan, niçin milli burjuvaziyle ittifak mümkün olamaz? Çünkü, daha önce milli burjuvazi proletaryanın önderliğini kabul etmeyecektir; kendi uzlaşıcı, teslimiyetçi, halk kitlelerini asla devrime ve kurtuluşa götürmeyecek olan reformist çizgisini inatla, ısrarla sürdürecektir. Proletarya, burjuvazi ile ittifak istemediği için değil, burjuvazi böyle bir ittifaka yanaşmayacağı için ittifak mümkün olmayacaktır. Bu apaçık bir şey değil midir? Ülkemizin bugünkü gerçeklerine de uygun değil midir? Milli burjuvazinin temsilcileri, en sağından en soluna kadar, seçim veya askeri darbe yoluyla iktidarı ele geçirmek, bugünkü düzenin göze batan yanlarını biraz törpülemek, işçiler ve köylüler üzerinde kendi diktatörlüklerini kurmak için çalışmıyorlar mı? Çoğu zaman faşizme kuyruk sallamıyorlar mı? Bunlarla bugünkü şartlarda, proletarya önderliğinde ve halkın demokratik diktatörlüğü hedefine yönelen bir halk cephesi kurmak mümkün müdür? Bugüne kadar mümkün olmuş mudur?
Bir veya birkaç bölgede kızıl siyasi iktidarın gerçekleşmesiyle, bugün mümkün olmayan şey, mümkün hale gelecektir. Çünkü bir kere işçi sınıfı, yoksul köylüler ve komünist parti gerçek özgürlüğüne, varlığını korumanın ve devam ettirmenin gerçek garantisine yani düzenli halk ordusuna sahip olacaktır. Çünkü, Mao Zedung yoldaşın ifade ettiği gibi, “halkın ordusu yoksa, hiçbir şeyi yoktur”, “kendi silahlı kuvvetleri olmayan bir partinin özgürlüğü de olmaz”. İkinci olarak, işçi-köylü ittifakı, yani temel ittifak, belli ölçülerde gerçekleşmiş olacaktır. Bu son derece önemli değişiklikler, zaman zaman ortada kararsız bir tavır takınan, zaman zaman da işçilere, köylülere karşı halk düşmanlarının safına dümen kıran milli burjuvaziyi geniş ölçüde proletaryanın önderlik ettiği devrim cephesine çekecektir. Geniş ölçüde diyoruz, çünkü daha önce bazı milli burjuva temsilcileri ve bazı unsurlar, bir ölçüde devrim safında yer alabilir ama, buna henüz milli burjuvazi ile ittifak gözüyle bakılmaz.
Revizyonist hainler, bugünden milli burjuvaziyle “ittifak”ı (!) mümkün görüyor! Evet, mümkündür ama, bir tek şekilde mümkündür: O da, proletaryanın kızıl bayrağı altında, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde, halkın demokratik diktatörlüğünü kurmaya yönelen bir cephe yerine; burjuvazinin arkasında, bazı reformlarla bugünkü düzenin sivri yanlarını törpülemeye ve bir burjuva diktatörlüğü kurmaya yönelen bir “cephe” (!) geçirmekle mümkündür.
Revizyonist hainlerin “cephe” anlayışı ikinci kategoriye dahil olduğu için onlar, daha bugünden milli burjuvazi ile ittifakı (!) mümkün görüyorlar. Bizce bugün, Lenin yoldaşın da belirttiği gibi, burjuvaziyle sadece “geçici ve kısmi anlaşmalar” mümkün olabilir. Lenin yoldaş şöyle diyor: “Birlik Kongresi’nde Martov yoldaş da, Plehanov’un karar tasarısına karşı şu kanıtı ileri sürdü: ‘Bu tasarıya başlıca itiraz, bu tasarının başlıca kusuru, istibdada karşı mücadelemizde, liberal demokratik unsurlarla ittifaktan sakınmamanın görevimiz olduğu gerçeğinin unutulmasıdır. Lenin yoldaş bunu bir Martinov eğilimi olarak görebilir...’
“Taşıdığı ‘cevher’ zenginliği bakımından bu sözler, gerçekten nadir bulunur cinstendir. 1) Liberallerle ittifaka (altını çizen Lenin) dair cümle tam anlamıyla karmakarışıktır. Kimse ittifaktan söz etmiş değildir Martov yoldaş, sadece geçici ve kısmi anlaşmalar sözkonusu olmuştur. Bu, tamamen farklı bir şeydir. 2) Eğer Plehanov’un tasarısı, inanılmaz bir ‘ittifak’tan söz etmiyorsa... bu onun kusuru değil değeridir...” (abç) (Bir Adım İleri, İki Adım Geri, s. 158).
Evet, ittifakla geçici ve kısmi anlaşmalar tamamen farklı bir şeydir; geçici ve kısmi anlaşmalarla “Dev-Güç” anlayışı ve Dev-Güç anlayışına temel olan “demokratik güçbirliği” safsatası da tamamen farklı bir şeydir. Birincisi, geçicidir ve kısmidir. İkincisi ise, kalıcı olmak ve burjuvazinin darbe ile iktidarı elegeçirmek talebi de dahil, bütün taleplerini desteklemek amacına yönelmiştir. Besbelli ki, birisi proletaryanın bazı konularda menfaatlerine elverişli, prensiplerine uygun ve geçici anlaşmalar yapmasıdır. İkincisi ise, proletaryayı burjuvaziye kuyruk yapma çabasıdır.
Şu noktayı da belirtelim: Komünistler, politikalarını tespit ederken esas olanla tali olanı ayırdederler. Bu son derece önemli bir şeydir. Doğru yolda ilerlemenin şartıdır. Mesela bugün, silahlı mücadele esas, diğer mücadele biçimleri talidir diyoruz. Diğer mücadele biçimlerini kabul etmek, onu esas haline getirmeyi gerektirmez. Yine mesela bugün, köylük bölgelerde mücadele esas, büyük şehirlerdeki mücadele talidir diyoruz. Büyük şehirlerdeki mücadeleyi kabul etmek, onu esas hale getirmeyi gerektirmez. Aynı şekilde, kendi kuvvetlerimize dayanmak esastır, müttefiklere dayanmak talidir. Birleşik cephe, çelişmeli bir birliktir. Her çelişmenin bir esas yönü, bir de tali yönü vardır. Birleşik cephenin esas yönü proletarya ve köylüler, tali yönü ise milli burjuvazidir. Milli burjuvazi ile birleşik cepheyi kabul etmek, onu çelişmenin esas yönü kabul etmek anlamına gelmez. Cepheyi gerçekleştirme mücadelesinde Marksist-Leninistler, esas olarak işçi-köylü ittifakını gerçekleştirmeye çalışırlar, ona ağırlık verirler. Burjuvazi ile ittifaka ise ikinci derecede ağırlık verirler. Bu, daha somut ifadesiyle şu demektir: Partinin ve halk ordusunun inşasına birinci derecede ağırlık verirler, milli burjuvazi ile ittifaka ikinci derecede ağırlık verirler. İşte revizyonist hainlerin ihanetleri bir de bu noktada kendini gösteriyor: Onlar, durmadan ve sürekli olarak burjuvazi ile ittifakı(!) birinci plana geçirmeye, partinin ve halk ordusunun inşasını ikinci plana atmaya çalışıyorlar. Bütün bunlar, Şafak revizyonistlerinin Mihrici Dev-Güç anlayışını, burjuva kuyrukçuluğunu ve teslimiyet politikasını tamamıyla ve bütün vahametiyle benimsediklerinin ve devam ettirdiklerinin tartışma götürmez kanıtlarıdır.
22. Şafak Revizyonistleri, Geri Ülkelerde Uzun Yıllar
Sürecek Milli Burjuva İktidarlarını Mümkün Görüyor.
Şafak revizyonistleri, Kemalist iktidarın, bir “milli burjuva” iktidarı olduğunu ve 1935’lere kadar öyle devam ettiğini savunuyorlar. Bugün dünyada milli burjuva iktidarının mevcut olduğunu ve artmakta olduğunu iddia ediyorlar. Aramızda geçen bir tartışmayı nakletmekte fayda vardır.
Tartışma, “12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum” başlıklı yazının bir yerindeki, “milli burjuvazinin iktidarda olduğu Arap ülkeleri” ifadesinden doğdu. Bu ülkelerden kasıt Suriye, Libya, Sudan, Mısır vb... idi. Biz, bu ülkelerde, iktidardaki sınıfın milli burjuvazi olmadığını, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları olduğunu savunduk. Bu sınıfların, çeşitli emperyalist bloklar arasında nispeten tarafsız bir tavır takınmasının; bu ülkeler üzerindeki çeşitli emperyalist ülkelerin nüfuz ve etkilerinin bir denge tutturmuş olmasından ileri geldiğini savunduk. Özellikle, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal emperyalizminin bu ülkeler üzerindeki nüfuz ve etkilerinin denge tutturmuş olması, bu ülkelerde iktidarı elinde tutan komprador burjuvazinin ve toprak ağalarının kesin olarak bir tarafa yaslanmasına engel olmaktadır. Bu sınıflar her ikisiyle de işbirliğine devam etmeyi, biriyle olan işbirliğini diğeri aleyhine bir koz gibi kullanarak, sömürüdeki payını artırmayı, sınıf menfaatlerine daha uygun bulmaktadırlar. Emperyalist ülkenin nüfuz dengesi bozulduğu zaman, emperyalist ülkelerden biri diğeri aleyhine etkisini artırdığı zaman, iktidardaki sınıfların nispeten “tarafsız” tavırları da elbette sona erecektir. Ayrıca sözkonusu ülkelerde, bugün komprador burjuvazi ve toprak ağalarının içinde kesin olarak ABD emperyalizmine bağlanmayı veya Sovyet sosyal emperyalizmine bağlanmayı savunan kesimler de mevcuttur.
Şafak revizyonistleri sözkonusu ülkelerde, siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarlarının mevcut olduğunu savunmaya devam ettiler. Hatta, dünyada milli burjuva iktidarının artma eğiliminde olduğunu söylediler. Oysa emperyalizm çağında, geri ülkelerde siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarları genel olarak mümkün değildir. (bazı özel durumlar olabilir). Çünkü, emperyalizm çağında, dünya çapında pazarlar birleşmiştir. Emperyalist dev tekeller, dünyanın her köşesine, ahtapotun kolları gibi ağlarını sermiştir. Geri ülkelerdeki, sermayesi son derece cılız milli burjuvazinin bunlarla rekabet etmesine en küçük bir ihtimal bile yoktur. Onun için çıkar yol, derhal emperyalistlerle işbirliğine girişmek, ülkenin sömürülmesinden münasip bir pay almaya razı olmaktır. Bu nedenle, geri ülkelerde iktidarı ele geçiren milli burjuvazi ya kendisi derhal komprador burjuvazi haline gelir ya da emperyalizmin ve yerli gericilerin iktisadi, sosyal, siyasi ve askeri baskısıyla iktidardan indirilir; yerini komprador burjuvazi ve toprak ağalarının iktidarı alır.
Lenin yoldaş daha 1916 yılında şöyle demişti:
“Meta üreten bir toplumda sermaye olmaksızın bağımsız gelişme, hatta hiçbir gelişme sözkonusu olamaz... Sömürgelerin kendi sermayeleri ya hiç yoktur ya da sözü edilmeye değmeyecek kadar azdır ve finans-kapital koşullarında hiçbir sömürge, siyasi bağımlılık şartına uymaksızın sermaye bulamaz” (Doğu’da Ulusal Kurtuluş Hareketleri, s. 220).
Lenin yoldaşın sömürgeler için söylediği bu sözler, gerekli değişikliklerle bugün yarı-sömürge ülkeler için de geçerlidir. Çünkü, yine “meta üreten bir toplumda sermaye olmaksızın bağımsız gelişme, hatta hiçbir gelişme sözkonusu olamaz”. Yarı-sömürge ülkelerin de “kendi sermayeleri, sözü edilmeyecek kadar azdır.” Yine “finans-kapital koşullarında”yız ve bu koşullarda, “siyasi bağımlılık şartına uymaksızın”, geri ülkeler, “sermaye bulamaz”. Sonuç olarak da, milli burjuvazi bir süre için iktidarı eline alsa bile, en kısa zamanda bir emperyalist ülkenin kollarına kendisini atmak zorunda kalacaktır.
Aynı gerçeğe, Mao Zedung yoldaş daha 1926 yılında işaret etmiştir:
“Bu sınıf (orta burjuvazi) siyasi bakımdan, tek bir sınıfın, yani milli buruvazinin hakimiyeti altında bir devletin kurulmasından yanadır... Ancak, bu sınıfın, milli burjuvazi hakimiyeti altında bir devlet kurma teşebbüsü hemen hemen imkansızdır, çünkü bugün dünyada iki büyük güç, devrim ve karşı-devrim, bir ölüm-kalım mücadelesi içine girmiş bulunmaktadır. Her iki taraf da birer büyük sancak dalgalandırmaktadır. Bunlardan bir tanesi, Üçüncü Enternasyonal’in dalgalandırdığı ve bütün ezilen sınıfların etrafında toplandığı devrimin kızıl sancağı; diğeri ise Cemiyet-i Akvam’ın dalgalandırdığı ve dünyadaki bütün karşı-devrimcilerin etrafında toplandığı karşı-devrimin beyaz sancağıdır. Ara sınıflar, bir kısmının sola dönerek devrime, diğerlerinin ise sağa dönerek karşı-devrime katılmasıyla, hızla dağılmaya mahkumdurlar. Bu sınıfların ‘bağımsız’ kalmaları imkansızdır (abç). Dolayısıyla, Çin’deki orta burjuvazinin, kendisinin önder olacağı bir ‘bağımsız’ devrim düşüncesi boş bir hayaldir” (Seçme Eserler, I. Cilt, I. Kitap, s. 19-20). Revizyonistler çağımızda, siyasi bakımdan bağımsız milli burjuva iktidarının mümkün olacağı ve artma eğiliminde olduğu iddiasından vazgeçmediler. Ama bu iddiayı sinsice kamufle etme yolunu tuttular. Sözkonusu broşürdeki “milli burjuvazinin iktidarda olduğu Arap ülkeleri” ifadesinin yerine, aynı anlama gelmek üzere “milliyetçi Arap rejimleri” ifadesini geçirdiler. Ve “milliyetçi Arap rejimleri”nin, ABD emperyalizminin ve Sovyet sosyal-emperyalizminin Ortadoğu’daki nüfuzuna karşı “tepki göstermekte” olduklarını iddia ettiler (12 Mart’tan Sonra Türkiye’de ve Dünyada Siyasi Durum, s. 22-23).
Revizyonistler, “bağımsız” bir milli burjuva iktidarını Türkiye’de de mümkün görmektedirler. Orta burjuvaziye bu kadar kur yapmalarının sebeplerinden biri de budur. Fakat, Mao Zedung yoldaşın deyimiyle “boş bir hayal” peşinde koşuyorlar!
23. Şafak Revizyonistleri, Orta Burjuvazinin, Komprador
Büyük Burjuvazi ve Toprak Ağaları Klikleriyle
“Bir Arada Durabileceğini” Reddediyor.
“12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum” broşüründe şöyle diyorlar:
“Büyük burjuvazi ve orta burjuvazi bir arada duramaz” (s. 56).
Bu bir genellemedir. Bazı özel şartlarda doğru olabilecek olan bir ifade, genellendiği zaman tamamen yanlış olur. Bu, orta burjuvazinin sınıfsal karakterinin inkarıdır. Bu revizyonistler, Marksizm-Leninizmin orta burjuvazi hakkındaki yargısını bilmiyor olamazlar; “orta burjuvazi zaman zaman devrim saflarına, zaman zaman karşı-devrim saflarına katılır. Bir kanadı devrim saflarına katılırken, bir kanadı da karşı-devrim saflarına katılabilir vb.” Revizyonistler bir çırpıda dünya tecrübesini çiğneyip geçiyorlar ve onun yerine kendi gerici ütopyalarını koyuyorlar. Ülkemizin gerçekleri de, milli karakterdeki orta burjuvazinin, güçlü bir devrimci siyasi hareket olmadığı dönemlerde, uzun yıllar, komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları kliklerine yamandıklarının sayısız örneklerini vermektedir. “Büyük burjuvazi ve orta burjuvazi bir arada duramaz” ifadesi, ülkemizin gerçeklerine de aykırıdır. Çin’de orta burjuvazinin, birçok defalar Guomindang gericilerinin peşinden gittiğine Mao Zedung işaret etmektedir. Yukarıdaki ifade, Çin Devrimi’nin objektif gerçekleriyle de çelişmektedir.
Orta burjuvaziye layık olmadığı bir nitelik atfetmek, revizyonist hainlerin orta burjuvaziye bel bağlama eğilimlerinin başka bir görüntüsüdür.
24. Şafak Revizyonistleri Hakim Millet Milliyetçiliği
Güdüyor, Kürt Milletinin Kendi Kaderini Tayin Hakkını
İmkansız Hale Getiriyor.
Revizyonistlerin Milli Meseleyle ilgili görüşlerini ayrı bir broşürde eleştirdiğimiz için, burada meseleye kısaca dokunacağız.
Şafak Revizyonistleri, Kürt hareketini bir milli hareket olarak görmüyor. Onu sadece, milli baskılara ve zulme karşı yönelmiş bir halk hareketi olarak değerlendiriyor. Halk hareketiyle milli hareket arasındaki muazzam farkı siliyor (Bak: Program Taslağı, madde: 10-25). Milli baskıyla sınıf baskısını, milli çelişmeyle sınıf çelişmesini bir ve aynı şey gibi gösteriyor. Böylece, Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının, sınıf çelişmelerini ve şiarlarını bir yana iterek Kürt işçi sınıfını ve emekçilerini aldatmak çabalarına destek oluyor.
Öte yandan Şafak Revizyonistleri, “Ulusların kendi kaderini tayin hakkı” kavramını akıl almaz bir şekilde çarpıtarak, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını imkansız hale getiriyor. “Milletlerin kendi kaderini tayin hakkını”, “Halkın kendi kaderini tayin hakkı” şekline, bir zamanlar Buharin tarafından Lenin’e karşı savunulan bir formülasyona dönüştürerek, sonra da “Halkın kendi kaderini tayin hakkı”nı binbir şarta bağlayarak, “Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkını” alçakça çiğniyor. (Bak: Program Taslağı, Madde 52).
“Marksist-Leninist hareket, Kürt halkının kendi kaderini [abç] tayin hakkının... savunucusudur.” (12 Mart’tan Sonra Dünyada ve Türkiye’de Siyasi Durum, s. 74).
“Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını [abç] tavizsiz olarak savunacağız” (aynı broşürde, s. 72).
“Kürt halkının kaderini tayin hakkını [abç] savunmaya ısrarla devam etmeliyiz” (Kızıl Siyasi İktidarın Kurulması Meselesi Üzerine).
Buharin tarafından savunulan “Halkın Kendi Kaderini Tayin Hakkı” ile Lenin yoldaşın savunduğu “milletlerin kendi kaderini tayin hakkı”, tamamen farklı şeylerdir. Birincisi, halkın devrim yapma hakkı anlamına gelir; ikincisi ise, milletin ayrı bir devlet kurma hakkı anlamına gelir. Şafak Revizyonistleri Kürt halkının devrim yapma hakkını savunuyor(!) İşte milli meseleye getirdikleri çözüm budur. Ve bu, Türk milletinin mevcut devlet kurma imtiyazının devam etmesini sinsi bir şekilde savunmaktan başka bir şey değildir. Türk hakim sınıflarına yardakçılıktır. Kürt milleti aleyhine mevcut olan eşitsizliği tasvip etmektir. Şafak revizyonistlerinin, hakim ulus milliyetçiliğini belgeleyen bir bölümü, milli meseleyle ilgili broşürümüzden buraya aynen alıyoruz:
Şafak revizyonistleri, tarihte Kürt milletine ve diğer azınlık milliyetlere yapılan milli baskıları tasvip ediyor. M. Kemal’in Sivas Kongresi’nde “Türkiye’de Türkler ve Kürtler yaşar” demesini alkışlıyor. İsmet İnönü’nün Lozan’da “Ben Türkler’in ve Kürtler’in temsilcisiyim” demiş olmasını, hararetle karşılıyor ve bunları kendisine dayanak yapıyor. Türk hakim sınıflarına sanki şöyle sesleniyor: Bakın, Kürtler’in varlığını Atatürk ve İnönü de tanıdı. Bizim yaptığımız da budur! Bunda kızılacak ne var?
Revizyonist hainler, bir milletin varlığını tanımakla milli meseleyi hallettiklerini sanıyorlar. Komünistler, milli meselede, her milliyetin ve her dilin mutlak eşitliğini savunurlar; milliyetler ve diller arasındaki her türlü eşitsizliğe, imtiyaza karşı çıkarlar. Devlet kurma hakkı konusunda da milletlerin eşitliğini isterler. “Milletlerin kendi kaderini tayin hakkını” kayıtsız, şartsız savunmaları buradan gelir. Oysa burjuvazi, her fırsatta, kendi milliyeti lehine eşitsizlik ister, imtiyaz ister, diğer milletlerin en tabii haklarını çiğner vs... Hakim milliyetin burjuvazisi başka milletlerin varlığını tanıyabilir, hatta mecbur kaldığı zaman, ona bazı haklar da verebilir. Irak’taki Arap burjuvazisi gibi. Ama, her fırsatta bu hakları çiğner, her fırsatta, başka milliyetleri ezmek ister. Komünistlerle burjuvaziyi ayıran, azınlık milliyetin varlığını tanıyıp tanımamak değildir.
Kaldı ki, M. Kemal Sivas Kongresi’nde merkezi otorite diye birşeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte, Kürt milliyetinin muhtemel bir ayrılma hareketini engellemek istemiş, kendi kaderini tayin hakkına set çekmiştir. Onların Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de, milli meselede komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir. Hatta Türkiye’de, en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hakim ulus milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan Konferansı’nda Kürtlerin de temsilcisi olduğunu iddia etmesi, Kürt milletinin kendi kaderini tayin hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışardan tayin etme alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk burjuvazisinin ve toprak ağalarının hakimiyet alanına, emperyalistlerle pazarlık yaparak dahil etmek kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın bir biçimde ortaya çıkmasıdır. Revizyonist hainlerin kendilerine dayanak yaptıkları şey budur işte!
Kürt milliyetçiliğine bazı tavizlerde bulunan bir Türk milliyetçiliği; Şafak revizyonistlerinin milli meselede yaptıkları bütün gevezeliklerin ve şarlatanlıklarının özeti budur.
25. Kemalizm Mirasçılığı.
Şafak revizyonistlerinin Türkiye tarihini nasıl Mihrici bir gözle değerlendirdiklerini, Kemalizm dalkavukluğu yaptıklarını ayrı bir broşürde ele alacağız. Burada kısaca şunu belirtelim ki, Kemalist hareketin değerlendirilmesinde Şafak revizyonistleri, reformcu burjuvazinin sözcülerinden olan Ecevit’ten daha sağda ve Kemal Satır grubuna daha yakındır. Ecevit’in bile kabul etmek istemediği mirasa, Şafak revizyonistleri, aç gözlü miras düşkünlerinin psikolojisiyle sarılmakta ve bu “değerli” mirası sağa sola reklam etmeye çalışmaktadırlar. Kemalistlerin “tam bağımsızlık” ilkesi, “yarı-sömürge” yapıyı seve seve kabullenmek anlamına gelir ve komünistlerin bunda sahip çıkacakları hiçbir şey yoktur. Kemal Satır’a layık bir mirastır bu. Bize gelince, biz, her milliyetten emekçi halkın, yiğit işçilerimizin ve köylülerimizin mücadelelerinin mirasçısıyız. Kemalistlerin Kurtuluş Savaşı’nda başına geçerek körelttikleri, daha sonraları da her fırsatta hunharca ezdikleri kitlelerin tükenmez enerjilerinin, destanlar dolduran yiğitliklerinin, sönmez mücadele azimlerinin, yakıcı sınıf kinlerinin mirasçılarıyız. Şafak revizyonistlerinin miras diye ellerinde tuttukları şeyin gerçek mahiyetlerini emekçi kitleler iyi bilirler. O miras, köylülerimizin ensesine dayanmış jandarma dipçiğidir, karakol dayağıdır, toprak ağalarının kırbaçıdır, kitleler için açlık ve felaket getiren herşeydir. Azınlık milliyetlere zulümdür. İngiliz, Fransız ve Alman emperyalistleriyle “sınıf kardeşliği” nişanesidir! O mirası elinizde tuttukça, emekçi kitleler size nicedir içinde taşıdıkları yaman bir öfkeyle bakacaklardır.
26. TKP Mirasçılığı.
Şafak revizyonistleri TKP’nin, M. Belli’ye, H. Kıvılcımlı’ya ve Yakup Demir’e layık revizyonist geçmişinin mirasçılığını da kimseye bırakmıyor. TKP konusundaki görüşlerimizi de ayrı bir broşürde ele aldığımız için burada üzerinde durmuyoruz. Kısaca belirtelim ki, TKP, Mustafa Suphi yoldaşın ölümünden sonra, kesin sağcı ve revizyonist bir çizgi izlemiştir. Partinin önderliğini ele geçiren Şefik Hüsnü, Kemalistlerden sosyalist devrim yapmalarını bekleyecek kadar Marksizm-Leninizmden uzaklaşmıştır. Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, köylülerin devrimci rolünü asla kavramamıştır; işçi-köylü ittifakını asla kavramamıştır; daima burjuvaziyle ittifak kurmaya çalışmış ve daima da bunun cezasını çekmiştir, ama bu cezayı işçi sınıfımıza ve yoksul köylülerimize de çektirmiştir; Şefik Hüsnü önderliğindeki TKP, Kemalist iktidara sonsuz bir sadakat beslemiştir; silahlı mücadele yolunu reddetmiştir; önce Kemalist iktidarın tedrici devletleştirmeler yoluyla sosyalizme(!) varmalarını beklemiş, sonra da hayal kırıklığına uğrayarak Kemalistlerin sosyalist devrim için şartları olgunlaştırmasını beklemeye koyulmuştur; Kemalist iktidarın azınlık milliyetlere yönelen zulüm ve baskılarını alkışlamıştır. Bu miras, bizim aç gözlü miras düşkünü bezirganlara pek yakışıyor. TKP mirasında, kendi revizyonist tezlerini destekleyecek pekçok şey bulacaklarına eminiz. Fakat, komünizm davasına gerçekten bağlı bir hareket böyle bir mirası reddeder. Biz Mustafa Suphi yoldaşın ve onun önderliğindeki TKP’nin mirasçısıyız. Komünizm davasına, devrimci yürekten bağlı, ama revizyonist önderlik yüzünden inançları ve enerjileri yanlış yollara kanalize edilmiş işçi, köylü ve aydın kadroların, subjektif olarak kafalarında ve yüreklerinde taşıdıkları “devrim” ve “komünizm” ateşinin sarsılmaz inancının mirasçılarıyız.
27. Şafak Revizyonistleri, Marksizm-Leninizm-Mao
Zedung Düşüncesi’nin Sınıfsal Niteliğini İnkar Ediyorlar.
Şafak revizyonistlerine göre “Marksim-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi bütün insanlığın ortak malıdır”. Revizyonist hainler, dünya işçi sınıfının malı olan Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni, sınıflar karşısında tarafsız olan ve hangi sınıfın elinde ise o sınıfa hizmet eden üretim araçlarına, matbaa makinasına benzetmektedirler. Şafak revizyonistleri, her komünistin bilmesi gereken ve Marksizm-Leninizmin alfabesi olan en ilkel gerçekleri bile çiğnemekte tereddüt etmiyorlar. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’nin iki karakteri vardır; biri sınıfsal karakteridir, yani bir sınıfın, proletaryanın hizmetinde olmasıdır; ikincisi de, pratik karakteridir, yani sınıf mücadelesi, üretim mücadelesi ve bilimsel deney pratiğinden doğması ve tekrar pratiğe uygulanabilir olmasıdır. Revizyonistler, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni en önemli özelliğinden, sınıfsal karakterinden koparmışlar; böylece onu proletaryaya ne ölçüde hizmet ediyorsa, burjuvaziye ve toprak ağaları sınıfına da aynı ölçüde hizmet edecek “ilahi bir ahlak felsefesi” durumuna düşürmüşlerdir. Kaldı ki, her ahlak felsefesinin bile bir sınıfsal karakteri vardır. Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’ni bu kadar bayağılaştırabilmek, büyük bir kabiliyet(!), çok ince ve kıvrak bir zeka ister ki, o da bizim revizyonistlerimizde bol bol mevcuttur.
Üretim araçları sınıflar karşısında tarafsızdır. Hangi sınıf eline geçirmişse, üretim araçları o sınıfa hizmet eder. İşçi sınıfı iktidarı eline geçirdiği zaman üretim araçlarını yakıp yıkmaz, onu bir avuç sömürücü sınıfın elinden alır, proletaryanın ortak mülkiyeti haline getirir. Böylece üretim araçları, üretim ilişkileriyle yani kolektif üretimle uygunluk kazanarak geniş ölçüde serpilip gelişme olanağı bulur. Oysa Marksizm Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi, ortaya çıktığı günden beri, burjuvazi ve bütün sınıfların düşünceleriyle çatışma halindedir; proletaryanın elinde bir silah, hem de en önemli bir silahtır. Gerici sınıfların işine asla yaramadığı gibi, onların sınıf olarak ölümü de bu silahla gerçekleşir. Gerici sınıflar ve hatta proletaryanın bir kısım müttefikleri bazen bu silahın taklitlerini yaparak piyasaya sürerler ama bu, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’nin sınıfsal karakterini gölgeleyemez. Çünkü, diğer sınıfların Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi diye piyasaya sürdükleri şey, gerçekten kendi sınıflarının düşüncesidir ve proletaryanın gözünü boyamak için, Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi’yle cilalanmıştır. Proletarya diktatörlüğü altında da Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi diğer sınıfların düşünceleriyle çatışma halindedir ve yine proletaryanın hizmetindedir. Ne zaman ki, bütün sınıflar ortadan kalkar, bir sınıf hakimiyeti aracı olan devlet ortadan kalkar, toplumlar bayraklarının üzerine “herkesten gücüne göre herkese ihtiyacına göre,” şiarını yazarlar, yani yüce uyum dünyası olan komünizme ulaşılır, o zaman Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi de bütün insanlığın ortak malı haline gelir. Çünkü artık sınıflar yoktur, çünkü artık proletarya da yoktur. Çünkü artık sınıf mücadelesi de yoktur. Artık Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi, üretim mücadelesinde ve bilimsel deney mücadelesinde, yani insanlığın tabiatla mücadelesinde, insanlığın hizmetinde olacaktır. Bugün dünyamızda insanlık, sınıflara bölünmüştür ve bu sınıflar arasında kıyasıya bir mücadele vardır; proletarya, elinde Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi silahıyla toplumun bir kesimini arkasında toplamış gericiliğe karşı bir ölüm-kalım savaşı vermektedir. Tam böyle bir ortamda, revizyonistler, proletarya ve müttefiklerini bu silahtan şüpheye düşürecek şekilde “Marksizm-Leninizm-Mao Zedung Düşüncesi bütün insanlığın ortak malıdır” diyorlar. Eğer bu yaptıkları kötü niyetlerinden değilse, düpedüz aptallıklarındandır.
28. Şafak Revizyonistleri, Demokratik Halk Diktatörlüğü,
Sosyalizm ve Komünizm Öğretisini Akıl Almaz Şekilde Tahrif Ediyorlar.
Önemli olduğu için, Program Taslağı’nın bu konuyla ilgili maddelerini ve bu maddelerin eleştirisini aynen aktarıyoruz.
“36. Yarı-sömürge, yarı-feodal toplumumuzda başlıca çelişmeler şunlardır: 1) Emperyalizmle ülkemiz arasındaki çelişme. 2) Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme. 3) Proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme. 4) Hakim sınflar içindeki çelişme.” “37. Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması ve halkımızın sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir.”
“Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması [abç]... sosyalizmle gerçekleşecektir.” Bilindiği gibi, farklı çelişmelerin farklı çözüm yolları vardır. Emperyalizmle (ülkemiz değil ama) halkımız arasındaki çelişme, devrimci milli savaşla (milli devrimle) çözülür. Geniş halk yığınlarıyla feodalizm arasındaki çelişme, devrimci iç savaşla (demokratik devrimle) çözülür. Yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde emperyalizme karşı mücadele ile feodalizme karşı mücadele yani milli devrimle demokratik devrim birbirinden ayrılmaz; bunlar birbirine sıkı sıkıya ve kopmaz bağlarla bağlıdır. Fakat şartlara göre, bu iki çelişmeden bazen biri, bazen öteki ön plana geçebilir. Emperyalizmin dolaylı yönetimi altında bulunan yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde, feodalizmle halk yığınları arasındaki çelişme baş çelişme olduğu halde, emperyalizmin askeri işgaline uğrayan bu gibi ülkelerde milli çelişme ön plana geçer ve baş çelişme haline gelir. Ama her iki halde de bu iki çelişmenin çözümü birbirinden ayrılmaz. Demek oluyor ki, ilk iki çelişmenin “çözülmesi” “sosyalizmle” değil, daha önce demokratik halk devrimiyle gerçekleşecektir. Sözkonusu olan ülke Türkiye, sözkonusu “hakim sınıflar” Türkiye’nin hakim sınıfları olduğuna göre, Türkiye’de bunların “hakim” durumuna son verildiği andan itibaren, “hakim sınıflar içindeki çelişme”den de artık sözedilemez. Bugün hakim sınıflar kimlerdir? Büyük komprador burjuvazi ve toprak ağaları. Bunlar demokratik halk devrimiyle “hakim” mevkilerinden alaşağı edildiği zaman, hakim sınıflar kimler olacaktır? Esas itibarıyla işçi sınıfı ve köylüler, şehir küçük-burjuvazisi, milli burjuvazinin devrimci kanadı. Bu ittifak içindeki hakim sınıf ise proletarya olacaktır. Açıktır ki, demokratik halk iktidarının hakim sınıfları arasındaki çelişme, artık eski anlamdaki hakim sınıflar içindeki çelişmeden tamamen farklıdır. Ve devrimci halkın kendi içindeki, “halk içindeki” antagonist olmayan ve barışçı metodlarla çözümlenebilen çelişmedir.
“Sosyalizmle çözülecek” çelişme, bu dört çelişmeden sadece, “proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişme”dir (başka bir ifadeyle emekle sermaye arasındaki çelişmedir). Bir noktayı daha belirtelim: Taslakta, çelişmenin çözülmesinden değil “ortadan kalkması”ndan söz ediliyor. Ne komprador büyük burjuvazi ve toprak ağaları, ne de milli burjuvazi, ne demokratik halk devrimiyle ve ne de sosyalist devrimle tamamen ortadan kaldırılabilir. Bunlar, proletarya diktatörlüğü gerçekleştikten ve hatta üretim araçlarının tamamının kolektif mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da ideolojik ve kültürel alandaki varlıklarını devam ettirirler. Proletarya diktatörlüğü altında devrimin devam ettirilmesinin sebebi budur. Bunların kaynağını Lenin yoldaş “‘Sol’ Komünizm, Bir Çocukluk Hastalığı” adlı eserinde göstermiştir. Bütün dünyada emperyalizmin ve gericiliğin kökü kazınmadıkça, proletaryanın zafer kazandığı bir ülkede, devrilen gerici sınıflar mevcudiyetlerini koruyacaklar, devam ettirecekler, pusuda bekleyecekler ve devrimi karşı-devrime dönüştürmek için fırsat kollayacaklardır. Bunlarla proletarya arasındaki çelişmenin “ortadan kalkması” ancak komünizmle mümkün olacaktır. Çelişmenin çözülmesiyle kastedilen şey, bugün ilk üç çelişmede çelişmenin tali yönünün esas yön; esas yönünün de tali yön haline gelmesidir. Çelişmelerin “ortadan kalkması” ise, artık bunların mevcut olmaması, tamamen yokolması, ne tali yönün, ne de hakim yönün bulunmaması anlamına gelir. Demokratik halk devrimi bugün çelişmenin esas yönünü teşkil eden emperyalizmi, komprador burjuvaziyi, toprak ağalarını tali yön; çelişmenin tali yönünü teşkil eden proletaryayı ve diğer halk sınıflarını ise esas yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi ortadan kaldırmayacaktır. Sosyalizm bugün çelişmenin tali yönü olan, proletaryayı esas yön, milli burjuvazi de dahil bütün burjuvaziyi tali yön haline getirecektir, ama bu çelişmeyi tamamen ortadan kaldırmayacaktır. Proletarya iktidarı altında ve sosyalizm kuruculuğu döneminde ve hatta üretim araçlarının sosyalist mülkiyete dönüşümü tamamlandıktan sonra da o ülkenin proletaryasıyla emperyalizm, bütün burjuvazi ve toprak ağaları arasında çelişme mevcut olacaktır (özellikle ideolojik alanda). Ama o ülke açısından proletarya bu çelişmenin esas yönünü, diğerleri ise tali yönünü teşkil edecektir. Hatta çelişmenin tali yönünü teşkil edecek olan gericiler arasında da çelişme mevcut olacak ve devam edecektir. “Bütün bu çelişmelerin ortadan kalkması” [abç] “sosyalizm”le değil, komünizmle “gerçekleşecektir”! Taslaktaki cümleye neresinden baksak yanlıştır. Marksizm-Leninizme aykırıdır.
“37. ... halkımızın sömürü ve zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir”
“Halkımızın sömürü”den kurtulmasının sosyalizmle gerçekleşeceği doğrudur. Demokratik halk iktidarı döneminde, milli burjuvazi ve onun mülkiyeti mevcut olacağına göre sömürü de, aşırı ölçülere varmamakla beraber mevcut olacaktır. Hatta küçük üretimin mevcudiyeti bile, belli ölçülerde sömürünün mevcudiyeti demektir. Bu nedenle proletarya iktidarı altında da, üretim araçlarının kolektif mülkiyete dönüştürülmesi tamamlanmadığı müddetçe, sömürü kısmen devam edecektir. Her alanda üretim araçlarının kolektif mülkiyeti gerçekleştikten sonra, artık sömürüden söz edilemez. Artık sosyalizmin evrensel parolası, “herkesten gücüne göre, herkese emeğine göre!” parolası bir gerçek haline gelmiştir. Sömürünün kaynağı olan üretim araçlarının bir grup insanın elinde olması sona ermiş, bunlar, toplumun ortak mülkü haline getirilmiştir. Sömürünün kaynağı kurtulmuştur.
Fakat cümlenin ikinci kısmı, “halkımızın zulümden kurtulması sosyalizmle gerçekleşecektir”!!! ifadesi tamamen sakattır. Bu, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını dolaylı olarak kabul etmektir. Zulüm nedir? Zulüm, gericilerin yani bugünkü hakim sınıfların halk sınıflarına uyguladığı baskı ve zorbalıktır. Gerici şiddettir. Gerici sınıflar bu şiddete ve zorbalığa, sömürülerini devam ettirmek için, hakim mevkiilerini korumak ve ebedileştirmek için başvuruyorlar. Bu bakımdan onların halk sınıflarına karşı gösterdiği şiddet, aynı zamanda haksızdır. Bu haksız ve gerici şiddet neyle uygulanıyor? Hakim sınıfların muhafızlığını meslek edinmiş daimi orduyla, polis teşkilatıyla, hapishanelerle, vs... Bilindiği gibi hakim sınıflar, halka karşı, öteden beri daima iki silah kullanagelmişlerdir: “Cellat ve papaz”. Zulüm aracı işte bu “cellat”tır. Proletarya önderliğinde muzaffer bir halk devrimi, “cellat”ı da, “papaz”ı da o ülkenin bağrından fırlatıp atacağına göre, zulüm nerede kalacaktır? Evet demokratik halk devriminden sonra da (ve hatta sosyalist devrimden sonra da) şiddet ortadan kalkmayacaktır. Ama, bu şiddetin niteliği tamamen değişiktir. Bu şiddet, proletaryanın ve halk sınıflarının, eski düzeni geri getirmek isteyen gerici sınıflara karşı kullandığı devrimci şiddettir. Bu şiddet, tarihi açıdan meşru ve haklıdır. Bu “zulüm” müdür? Gericilere sorarsanız öyledir ama, bize sorarsanız bu, en tabii, en kaçınılmaz bir şeydir, haklı ve ilerici bir şeydir ve asla zulüm değildir! Tersine, zulmü geri getirmek isteyenlere karşı halkın verdiği bir cezadır. Program Taslağı, demokratik halk diktatörlüğü sisteminde zulmün mevcut olacağını dolaylı olarak kabul etmekle gericilerin paraleline düşmüyor mu?
“59. Hareketimizin nihai hedefi, insan üzerindeki her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırmak, halkımızı sınıfların kalmadığı bir dünyada en büyük ve en mutlu geleceğe, komünizme ulaştırmaktır.”
Aynı ifade Tüzük Taslağı’nın temel ilkeler bölümünde de geçiyor:
“Partimizin nihai hedefi, her türlü sömürü ve zulmü ortadan kaldırarak sınıfsız toplumu yani komünizmi gerçekleştirmektir.”
Yukarıdaki ifadeyle Program (ve Tüzük), 37. maddenin de gerisine düşmüştür. Sömürü ve zulmün ortadan kaldırılması, bir çırpıda hareketimizin nihai hedefi oluyor. Yani sömürünün ve zulmün ortadan kaldırılması, komünizme erteleniyor. Yani hem demokratik halk diktatörlüğü sisteminde, hem de proletarya diktatörlüğü sisteminde “zulüm” mevcut! Üstelik, sosyalizm, “sömürü”yü de muhafaza ediyor! Ya bu “sosyalizm”, “İsveç sosyalizmi” cinsinden bir şeydir, ya emperyalistler ve gericiler “sosyalizm en büyük sömürü ve zulüm düzenidir” derken haklıdırlar. Ya da Taslağı kaleme alan arkadaş, kullandığı kavramların gerçek anlamından habersizdir.
Tekrar edelim: Sosyalist toplumda sınıflar ve proletaryanın diktatörlük aracı olarak devlet mevcut olmakla birlikte ne sömürü vardır, ne de zulüm. Sömürü, sosyalizmin inşasıyla birlikte ortadan kalkar. İlke: “Herkesten gücüne göre, herkese emeğine göredir”. “Herkesin emeğine göre” aldığı bir toplumda sömürüden sözetmek bu ilkenin kavranmadığını gösterir. Zulüm ise, daha, demokratik halk iktidarının (ki bu bir halk cumhuriyetidir) gerçekleşmesiyle birlikte ortadan kalkacaktır. Yani ne demokratik halk diktatörlüğü sisteminde ne de, proletarya diktatörlüğü sisteminde zulüm söz konusudur. Zulüm, bir avuç sömürücü ve gerici sınıfın, devrimci halkı ezmesidir. Eğer halkın ve proletaryanın gericiler üzerindeki diktatörlüğü de zulüm olarak görülüyorsa, bu son derece yanlıştır. Bu, gericilerin ağzıdır.
Komünizm dünyasının, “sınıfların kalmadığı bir dünya” olacağı doğrudur. Ama bundan ibaret değildir. Komünizm dünyasında sınıflarla birlikte, uzlaşmaz sınıf çelişmelerinin ürünü olan, hakim sınıfların diğer sınıflar üzerindeki baskı aracı olan, sosyalizmde proletarya diktatörlüğünün aracı olan devlet de ortadan kalkacaktır. Çünkü, sınıfların tamamen ortadan kalkmasıyla proletaryanın artık devlete de ihtiyacı kalmayacaktır. Öte yandan komünizm aşamasında, yani “bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeğiyle kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek sadece bir geçim aracı değil, ama kendisi birinci hayati ihtiyaç haline geldiği zaman; bireylerin çeşitli biçimlerde gelişmeleriyle üretici güçler de arttığı ve bütün kolektif zenginlik kaynakları gürül gürül fışkırdığı zaman, ancak o zaman... toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: ‘Herkesten yeteneğine göre ve herkese ihtiyacına göre!’” (Marks).
Demek ki, komünizm dünyasının özelliği, sadece sınıfların ortadan kalkması, değil, sınıflarla birlikte sınıf tahakkümünün de ortadan kalkması, “herkesten yeteneğine göre, herkese emeğine göre!” şiarının yerini, “herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacına göre” şiarının almasıdır. Taslak, ele aldığımız maddeleriyle, demokratik halk diktatörlüğü sistemine ve sosyalizme gericilerin yakıştırdığı nitelikleri aynen onayladıktan başka, komünizmi de onun en önemli özelliklerinden koparmıştır.
29. Bazı İftiralar Üzerine.
Şafak revizyonistleri, panik içinde, bizi eleştiren, daha doğrusu bize bazı iftiralar savuran bir paçavra yayınladılar. Oradaki bazı iftiralara ve karalamalara kısaca dokunmak gerekiyor:
Legal yayıncılık faaliyetinin esas olmaması gerektiğini savunduğumuz için, “gazeteyi ve dergiyi kapatmayı ve bütün kadroları fare deliğine tıkmayı savunuyorlardı” diyorlar. Yayın faaliyetini hiçbir zaman reddetmediğimizi, sadece bir komünist hareketin faaliyetinin yayınevi faaliyeti derekesine düşürülmesine karşı çıktığımızı daha önce belirttik. Zaten, yayın faaliyetini nasıl anladığımızı bundan sonraki pratiğimizle de göstereceğiz. Revizyonist hainler, bize iftira ederken kendi pisliklerini de ortaya dökmüş oluyorlar: İllegal faaliyetin esas olmasını istemek, burjuva kanunlarına bir köpek sadakatiyle bağlı olan bu hainlerin gözünde, “kadroları fare deliğine tıkmak” oluyor. Kendini pek beğenmiş bu entelektüel baylar şöyle diyorlar: “Kendilerinin burjuva kafalarına işçi sınıfının ideolojisini taşıyan, mücadeleye sokan bu yayın organları değil miydi?” Kimin burjuva kafasına sahip olduğuna, bu eleştirileri okuyanlar karar vereceklerdir herhalde? Yayın organlarımızın, işçi sınıfı ideolojisi adına, biraz Marksizm-Leninizm’le cilalanmış, ama su katılmadık burjuva ideolojisini taşıdığını da, yine Marksizm-Leninizm’e yabancı olmayan herkes kolayca kavrayacaktır. Bizim, Marksizm-Leninizm’i, sizin yayın organlarınızdan öğrendiğimiz iddiasına gelince; bunda biraz doğruluk payı vardır baylar! Çünkü insan, kötü hocalardan da iyi dersler öğrenir. Böyle hocalardan insan, ne yapmaması gerektiğini, neyi savunmaması gerektiğini öğrenir ki, bu da iyi bir derstir. PDA ve Şafak revizyonizmi bizim kötü hocalarımız oldu. Bu hocalardan biz, iyi dersler çıkarttık. Ve bu iyi dersleri, hocalarımızın kötü telkinlerine karşı mücadele ederek sindirdik. Bu anlamda PDA ve Şafak revizyonizmi, Marksizm-Leninizmi kavramamıza yardım etmiştir. Eğer, uysal uysal, hocalarımızın arkasından gitseydik, biz de şimdi sizler gibi, revizyonist hainler olur çıkardık.
PDA revizyonizminin, geçmişte, Sovyet sosyal-emperyalizmine elini uzatmış olmasını eleştirdiğimizden öfkeye kapılarak şöyle diyorlar: “Bunların ithamı beş yaşındaki bir çocuğa neden onbeş yaşındaki bir çocuk gibi düşünmüyorsun... ithamı ile özünde birdir.” Acınacak bir fikir zavallılığı! Stalin yoldaş “insanın bilincini sosyal yaşantısı tayin eder” der. Ne kadar doğru bir söz. Şafak revizyonistlerinin burjuva gibi düşünmekten niçin bir türlü kurtulamadıklarının cevabı, işte Stalin yoldaşın bu cümlesidir. Beş yaşındaki bir çocuk, normal gelişme seyri içinde, onbeş yaşında bir genç haline gelir. Bu son derece tabii bir şeydir. Ama beş yaşındaki bir eşek, hiçbir zaman ve hiçbir yerde onbeş yaşındaki bir genç haline gelmez. Bunun gibi, revizyonizm büyüyerek “Marksizm-Leninizm” haline gelmez. Burjuva baylar, Marksizm-Leninizmi revizyonizmin gelişmesinin tabii sonucu ve uzantısı olarak görüyorlar. Doğru düşünceyi yanlış düşüncenin gelişmesinin tabii sonucu ve uzantısı olarak görüyorlar. Genç bir komünist hareket, revizyonist hareket demek değildir. Genç bir komünist hareketin tecrübesi azdır, henüz zayıftır, mücadele yeteneği sınırlıdır; ama her şeye rağmen doğru bir çizgi izler. Bilmediği ve tecrübesinin yetişmediği konularda yanlışı savunmaz. Sadece doğruyu zamanla ve adım adım kavrar. Bir komünist hareketin her dönemde hataları da olur. Ama hatalar hiçbir zaman ağır basmaz, vahim değildir ve en kısa zamanda düzeltilir. Marksizm-Leninizm, revizyonizme karşı mücadele edilerek gelişir, revizyonizm reddedilerek gelişir. Anlıyor musunuz? Yani siz “eşekliği” reddetmedikçe, “eşeklik”le mücadele etmedikçe, ne kadar büyürseniz büyüyün, “adam” olamazsınız. Sadece daha yaşlı bir “eşek” olursunuz, o kadar!
Revizyonistler, bizim önceleri “Tasfiyeciler”le birlik olduğumuzu ve hareket saflarında özeleştiri yaparak kaldığımızı söylüyorlar. Bizi onlarla birlikte göstermek isterken, düpedüz yalancılık ve sahtekarlık etmektedirler. Hele bizim özeleştiri yaparak saflarda kaldığımız iddiası, edepsizliğin son kerteye vardırılmasıdır. Eğer böyle yalan ve dalaverelerle ayakta kalmayı ümit ediyorsanız birer siyasi mefta haline gelmeniz ve etrafa koku yaymaya başlamanız uzun sürmeyecektir.
Revizyonist hainler, bir de bizim “artık işçiler, köylüler, bütün halkımız kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramıştır” dediğimizi iddia ediyorlar. Bizim dediğimiz şudur: Bu cümle DABK Kararı’nda da aynen mevcuttur. “Bugün ülkemizdeki devrimci mücadele çok önemli bir noktaya, silahlı mücadele yolunu tutmayan bir akımın, bunun adı isterse komünist hareket olsun, kitlelerden tecrit olacağı bir noktaya ulaşmış bulunuyor.” Bu sizin bize maletmeye çalıştığınız şeyden farklı birşeydir. Bugün Türkiye’de henüz silahlı mücadelenin gereğini kavrayamamış birçok insan, silahlı mücadeleye önderlik eden bir harekete daha fazla güvenmekte, inanmaktadır.
Hele şu nanelere bakın:
“‘Bütün halkımız kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramıştır’ tespiti, proletarya partisinin etki ve tesirini ülkemizde halkımız üzerinde kurmuş olması, halkımızın -özellikle işçi ve köylülerin- siyasi olarak iktidar meselesini kavramış, silaha sarılmaya hazır, teşkilatlanmış vs. olmasını içerir. Böyle bir durum mu vardır?”
Bu mantığa göre, Türkiye’de hiç ama hiçbir yerde “kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramış” işçi ve köylü olmaması gerekir. Çünkü, partinin tesiri olmadan kitleler kendi tecrübeleriyle silahlı mücadele zorunluluğunu çıkaramazlar! Peki, baylar tarihteki isyanlar nedir? Bırakalım uzak geçmişi, proletarya partisinin adını dahi duymayan işçilerin ve köylülerin yakın dönemlerdeki mücadelesi nedir? İşçiler, köylüler, sırf kendi tecrübeleriyle bilimsel sosyalizme ulaşamazlar ama, kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağı düşüncesine, sizin gibi kendine proleter “devrimci” süsü veren pısırık lafebelerinden çok daha önce ulaşırlar. Siz, daha, o gerçeği kitaplardan okumadan çok önce işçilerin ve köylülerin bir kısmı kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını biliyordu. Tekrar edelim: Eğer sizin mantığınız doğru olsaydı proletarya partisinin henüz doğum sancıları içinde olduğu günümüz Türkiye’sinde, hiç ama hiçbir yerde, “kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramış” işçi ve köylü olmaması gerekirdi. Ve bu, kitlelere alçakça bir iftira olurdu.
Yine bu hainler kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramak için kitlelerin “siyasi olarak (ne demekse?) iktidar meselesini kavramış” “silaha sarılmaya hazır”, “teşkilatlanmış” [abç] (evet, yanlış okumuyorsunuz, “teşkilatlanmış”) olmasını şart koşuyorlar!
Revizyonistler “kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını kavramış” işçi veya köylüyü değil, komünist partisinin militan bir üyesini tarif ediyorlar. Ve bu tarife uyacak insan, ülkemizde parmakla sayılacak kadar az olduğu için, baylarımız böyle, kıçüstü yan gelip yatıyorlar! Kendi geriliğinizi, kafasızlığınızı, budalalığınızı, uyuşmuşluğunuzu kitlelere maletmeye kalkışmayın bari. Kitleler, sizin gibi yüreksiz burjuvalardan bin kere daha ileridir. Ülkemizde, sizin iddianızın aksine, işçilerin ve köylülerin önemli bir kısmı kurtuluşlarının silahlı mücadeleyle olacağını biliyor. Bunu kendi sınıf mücadelelerinden edindikleri tecrübelerle biliyorlar. Ama kitleler kendilerine önderlik edecek, güven verecek, kararlı, enerjik akıllı bir komünist önderliğe muhtaçtır! Ve böyle bir komünist önderlik, bugün ülkemizde silahlı mücadelenin alevleri içinde doğup gelişebilir. Mesele budur. Kurtuluşun silahlı mücadeleyle olacağını bilmek, Marksizm-Leninizm’i bilmek anlamına da gelmez. Hasmının üzerine sopayla veya silahla geldiğini gören bir sıradan insan da elinde-üstünde ne varsa, sağda-solda eline ne geçirirse hasmının beynine indirmeyi düşünür herhalde. Halkımız ise, yıllardır hasmının dipçiği, süngüsü, zindan tehdidi altındadır. Ona onun dilinden konuşmayı niçin düşünemesin?
Bütün bu gevezeliklerinizden bir kere daha anlaşılıyor ki, silahlı mücadele sizin için bir fobidir. Onu uzaklaştırmak, ona yan çizmek için bin dereden su getiriyor, binbir teori icat ediyorsunuz. Yukarıdaki tezleriniz, sizin silahlı mücadeleyi yıllarca geriye erteleyen sağcı ve pasifist çizginizin yeni bir kanıtıdır.
Ve daha şimdiden bu yolda daha da yeni teorilerin uçvermeye başladığını “aman faşizmi kızdırmayalım yoksa mahvoluruz” cinsinden tamamen teslimiyetçi barışçı teorilerin piyasaya sürülmek üzere ambalajlandığını ibretle görüyoruz. Sıkıyönetimin bir darbesinden, illegaliteye daha çok sarılmak ve daha sıkı sarılmak sonucunu çıkarmak yerine, “çok kadroyu illegaliteye çektik, ondan oldu” cinsinden gerici sonuçlar çıkarıldığını hayretle izliyoruz. Ve daha bu yolda, ne teoriler uyduracağınızı sabırsızlıkla bekliyoruz!
Kitlelerden kopuk bir silahlı mücadele taraftarı olduğumuzu söylüyorsunuz. Bu iddianızı destekleyecek bir tek cümlemizi, bir tek davranışımızı gösteremezsiniz. Tersine, sürekli olarak, kitlelerin Türkiye şartlarında özellikle köylü kitlelerinin silahlı mücadele için teşkilatlanması gerektiğini savunduk ve savunuyoruz. Ama size göre, bizzat silahlı mücadele kitle çizgisine(!) aykırı olduğu için, bize yönelttiğiniz suçlamayı tabii karşıladık.
Partiyi ve işçi-köylü ittifakını reddettiğimiz yolundaki iddialarınız, cevap vermeye değmeyecek kadar gülünçtür.
ÖZETLEYELİM
Şafak revizyonizmi, görüldüğü gibi, devrimin bütün temel meselelerinde, bir elini revizyonizme, bir elini de Mao Zedung Düşüncesi’ne uzatmıştır. İlkelere bağlı devrimci politikanın yerini tam bir bezirgan kurnazlığı almıştır. Bu kurnaz bezirganların dükkanında revizyonizm de vardır, Mao Zedung Düşüncesi de... Şartlara göre bazen birini, bazen diğerini, çoğu zaman da her ikisini birden piyasaya sürmektedirler. Ama hangisini piyasaya sürerlerse sürsünler, pratikte daima revizyonizmi uygulamaktadırlar. Şafak revizyonizminin bir özelliği de, en sağcı pratiği en mükemmel örnek olarak sunmakta ve kadroları aldatmakta gayet usta olmasıdır.
Böylece Şafak revizyonizminin üç temel özelliğine işaret etmiş oluyoruz: 1) İdeolojide ve politikada en pespaye revizyonist tezlerle Mao Zedung Düşüncesi’ni bağdaştırma çabası. 2) Pratikte daima sağcı, teslimiyetçi, pasifist bir çizgi izlemesi. 3) Bu sağcı, teslimiyetçi, pasifist çizgiyi gizlemek için sahte mükemmelliyetçilik.
Şafak Revizyonizminin Kaynakları
Bütün bu eleştirilerden Şafak revizyonizminin kaynakları da anlaşılmış olmalıdır. Bu kaynaklar kısaca şunlardır; 1- Hareketin saflarını oluşturan kadroların, geniş ölçüde burjuva ve hatta büyük burjuva çevrelerinden gelmiş olması. Bunlar sınıf ideolojilerini, alışkanlıklarını ve köklü sınıf güdülerini de birlikte getirmekte ve her fırsatta ama değişik biçimlerde, burjuva ideolojisi, alışkanlıkları, güdüleri... kendini ortaya koymaktadır. 2- Hareketin barışçı mücadele biçimleri içinde doğması ve gelişmesi. Silahlı mücadeleye başından beri yabancı olması. Kendini ve kadrolarını tamamen barışçı mücadele biçimlerine göre hazırlamış olan Şafak hareketi, silahlı mücadele şartlarında iliklerine kadar işlemiş olan pasiflik, bürokrasi, barışçılık hastalıklarını bir türlü söküp atamamakta ve bu tutumunu yeni teorik kılıflarla gizlemeye çalışmaktadır. Gittikçe şiddetlenen sınıf mücadelesinin güçlü fırtınası, onu bir kenara fırlatıp atıncaya kadar Şafak revizyonizmi devrimci hareketin ayağına köstek olmaya devam edecektir. Fakat ömrü çok uzun olmayacaktır.
Şafak Revizyonizmi’nin Yeni Bir Çeşidi:
Mülteci Revizyonizmi
İki çizgi arasındaki mücadele, başından beri bugünkü Şafak revizyonistlerinin safında yer almış olan ve şimdi yurtdışında bulunan bazı unsurlar, sıkıyönetim içinde özeleştiri yaparak Marksist-Leninist saflara geçtiklerini ilan etmişlerdi. Fakat bu iflah olmaz oportünistler sınıf mücadelesine aktif olarak katılmaya çağırıldıklarında, tekrar gerçek yüzlerini ortaya koydular. Sınıf mücadelesine yan çizdiler. Marksist-Leninist hareketimize de Şafak revizyonizminin ağzıyla “sol sapma” damgasını yapıştırdılar. Bunların iddiaları şudur:
1- Bugünkü mesele, proletarya partisini örgütleme meselesidir. Öyle bir parti örgütlenmelidir ki, bu parti bütün halka önderlik edecek hale gelmeli, bir daha içinde hiç tartışma çıkmamalı ve sonuna kadar hiç sapmadan gitmelidir. Silahlı mücadele sınıf mücadelesinin en yüksek şeklidir; parti de proletaryanın örgütlenmesinin en yüksek şeklidir. Bu nedenle yukarıdaki niteliklere sahip bir parti kurulmadan silahlı mücadeleye girişilemez.
2- Böyle bir parti örgütlemek için bugün yapılması gereken şey, oturup Vietnam deneyini ve diğer ülkelerin tecrübelerini okumak ve öğrenmektir.
3- Türkiye’de devrimci hareket büyük bir yenilgiye uğramıştır. Sorumluluk “bizim” omuzlarımızdadır. Sorumluluğumuzu bilmeli ve yakayı polisin eline vermemeliyiz. Bunun için Türkiye’ye gitmek doğru değildir.
4- Sekterlik yapılmamalıdır. Her grupla dost geçinilmelidir. Şafak hareketinin hatası, pasifistliği ve silahlı mücadele aleyhtarlığı değil, sekterliğidir. TKP hareketinin başından beri düştüğü hata da, sekterliktir.
5- Türkiye’deki arkadaşlar (bizi kastediyorlar) “bize” danışmadan örgütlenmeye girişmekle hata etmişlerdir. Onlar gibi biz de bir grup oluşturuyoruz. Örgütlenmeye girişmeden önce iki grubun temsilcileri arasında görüşme ve anlaşma yapılması lazımdı. Bu iddiaların sahibi olan baylar şimdi yurtdışında, “polise yakalanmak” korkusundan uzak, Vietnam’ın ve diğer ülkelerin devrimci tecrübelerini “kavrıyorlar”(!). Yurtdışından mükemmel bir proletarya partisinin nasıl örgütleneceğini “öğreniyorlar”(!). Sonra da hepimizin dört gözle beklediği “proletarya partisini” kurarlar ve bizleri meraktan, Türkiye halkını da öndersizlikten kurtarırlar(!). Bu “sorumluluğu pek müdrik” dostlar(!), Cezayir’e iltica etmenin mi, yoksa İsveç’e iltica etmenin mi daha faydalı olacağını da tartışıyorlarmış. Bizce “Ay”a gitmeleri en doğru davranış olur! Çünkü orada hiç polis yoktur! Yukarıdaki teorilerin pasifizmin ve kavga kaçaklığının kılıfı olduğu açıktır. “Sekter olmamak” sloganı gerçekte bütün revizyonist ve oportünist gruplarla ilkesiz birlik kurma arzusunun, zihni ve fikri tembelliğin gerekçesidir. “Biz bir grubuz, onlar da bir grup” zihniyeti ise dar klikçiliğin ve kariyerizmin ifadesidir. Marksist-Leninistler nerede olurlarsa olsunlar kendilerini ayrı bir grup olarak değil, komünist hareketin bir parçası olarak görürler. Mülteci revizyonistlerine en layık yer yine eski yuvalarıdır, yani Şafak revizyonizmi saflarıdır.
Türkiye’nin Bütün Komünist Devrimcileri!
Marksist-Leninist Hareketin Saflarında Birleşin!
Marksist-Leninistler, hangi kılık altında ortaya çıkarsa çıksın revizyonizme karşı mücadeleyi kararlı ve azimli olarak yürütmeye devam edeceklerdir.
Marksist-Leninistler, kendi hatalarına karşı da insafsız olacaklar, eleştiri ve özeleştiri ilkesini samimiyetle ve cesaretle uygulayacaklardır.
Bugün ülkemizde komünist devrimcilerin esas görevi, silahlı mücadele içinde halkın üç silahını inşa etmektir.
Subjektivizmden, revizyonizmden ve dogmatizmden arınmış, kitlelerle kaynaşmış, teoriyle pratiği birleştiren, özeleştiri metodunu uygulayan çelik disiplinli bir komünist partisi; böyle bir partinin önderliğinde halk silahlı kuvvetleri, yine böyle bir partinin önderliğinde halkın birleşik cephesi: İşte düşmanı yenmede kullanacağımız halkın üç silahı bunlardır.
Marksist-Leninistler bu amaçla ülkemizin çeşitli bölgelerinde ve kitleler arasında silahlı mücadelenin ateşini tutuşturmak azminde ve kararındadır.
Bütün yoldaşlar! Ülkemizin bütün komünist devrimcileri!
Revizyonist kliklerle her türlü bağlarımızı koparalım!
Marksist-Leninist saflarda yıkılmaz bir birlik kuralım!
Önümüzde çetin ama şanlı mücadele günleri var. Sınıf mücadelesinin denizine bütün varlığımızla atılalım!
Bu mücadelede kahraman işçi sınıfımıza, fedakar ve çilekeş köylülerimize, yiğit gençliğimize sonsuz bir güven duyalım!
Yaşasın Marks, Engels, Lenin, Stalin ve Mao Zedung yoldaşın ışıklı yolu!
Yaşasın Türkiye’nin her milliyetten emekçi halkı!
Yaşasın Marksist-Leninist hareketimiz!
Haziran 1972
SORGU
“Getirildiği görülen sanık İbrahim KAYPAKKAYA huzura alındı, hüviyet tespitinden sonra suç konusu olay ve örgütsel ilişkiler hatırlatılarak sanıktan SORULDU: Sanık cevaben: Ben yoksul bir ailenin çocuğu olarak, 6 yıllık Hasanoğlan İlköğretmen Okulu’nda yatılı okudum. Hasanoğlan’daki başarılı öğrenciliğim nedeniyle Yüksek Öğretmen Okulu’na gönderildim. Bir yıl hazırlık sınıfında okuduktan sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na ve aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’ne girmiş oldum. Bundan sonra devrimci gençliğin demokratik ve devrimci eylemlerine katıldım ve devrimci düşüncemi geliştirdim. 1967 yılında 9 arkadaşla birlikte Çapa Fikir Kulübünü kurduk. O dönemde FKF (Fikir Kulüpleri Federasyonu)’nun ve TİP’in bir üyesi olarak, onların düzenlediği bütün toplantı, forum, miting ve gösterilere katıldım. 1968 yılında okulun gerici yönetimi tarafından önce muvakkat ve daha sonra da kati olarak uzaklaştırıldım. Buna karşı Danıştay’dan yürütmenin durdurulması kararı almama rağmen okulun faşist idarecileri bu karara uymadı. Benim düşünce yapım, katılmış olduğum eylemler ve gençlik örgütündeki çalışmalarım, okuldan uzaklaştırılmamın başlıca nedenleri olarak gösterildi. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar katıldığım, NATO’ya Hayır ve Amerikan 6. Filosu’nu protesto eylemleri, Halk Aşıkları Gecesi düzenlemeye çalışma, bazı bildirilerin dağıtılması ve işçi yürüyüşlerine katılmam öğrencilik sıfatıma zarar getiren hareketler olarak telakki edilmişti. Oysa bunlar, yurdunu ve halkını seven herkesin, kendi inancı ve bilinci doğrultusunda sürdürmesi gereken ve kişisel sorumluluğu olan çalışmalardır.
Gelişen zaman içerisinde FKF gençlik örgütünde bazı görüş ayrılıkları belirmişti. Bu bir bakıma, ilerleyen bilincin ve edinilen tecrübelerin doğal sonucuydu. FKF içinde beliren başlıca iki görüş: birincisi, FKF yönetiminin öteden beri TİP’in parlamentocu ve reformcu görüşü, ikincisi, milli demokratik devrimi savunan aşamalı devrim tezi. Bu düşünceyi ilk zamanlar Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi, daha sonraları PDA ve İşçi-Köylü de savunmaya çalıştı. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi bazı olumsuz yanlarına rağmen, devrimci kadroların bilincinin ilerlemesine ve devrimci düşüncenin kavranmasına yardımcı oldu. Çünkü TİP ve yönetici kadrosu, devrimci kadrolar, işçiler ve köylüler arasındaki devrimci düşüncenin, Marksizm-Leninizmin yayılmasını engelliyorlardı. Ben, TİP’in yöneticilerini, kendilerine sosyalist adını veren reformcu orta burjuva aydınları olarak görüyorum. TİP’in çizgisi de, orta burjuvazinin radikal kesiminin tutarlı reformist çizgisiydi.
Ben bu ayrılıkta MDD (Milli Demokratik Devrim)’i savunan grup içerisinde yer aldım. Türk Solu ve Aydınlık Sosyalist Dergi çevresi, tam ve -kelimenin gerçek anlamında- devrimci mahiyette olmamakla birlikte, TİP’e göre, işçilerin, köylülerin, gençliğin ve diğer halk kitlelerinin demokratik ve devrimci anlamdaki eylemlerine biraz daha fazla ilgi göstermeye çalıştı.
Daha sonra 1969 yılında FKF’nin DEV-GENÇ’e dönüştüğü kurultayda, DEV-GENÇ ve Aydınlık Sosyalist Dergi içinde de ayrılık oldu: Ben bu ayrılıkta Proleter Devrimci Aydınlık ve İşçi-Köylü dergi ve gazetesi çerçevesindeki arkadaşların grubunda yer aldım. Bu dergi ve gazetenin çıkışına, dağıtımına yardımcı olmaya, savunduğumuz görüşleri işçiler, köylüler ve gençlik içerisinde yaymaya çalıştım. Yine bu arada Trakya’daki topraksız köylülerin, ellerinden toprağı jandarma gücüyle gaspetmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine, İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Pertriks, Ege Sanayi, EAS Akü, Gıslaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve direnişlerine yardımcı olmak için elimden geleni yaptım. 15-16 Haziran büyük işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat buldukça da faşistlerin üniversitelere yaptığı saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım. Ben buraya kadar anlattığım şeyleri söylemekte bir mahzur görmüyorum. Bütün bunlar, o dönemdeki legal ve kanunen de suç olmayan faaliyetlerdi. Ben de, bir devrimci olarak bu faaliyetler içerisinde yukarda anlattığım çerçeve içerisinde yer aldım. Bu çalışmalarımı, Marksizm-Leninizme inanan bir komünist devrimcinin halkın kurtuluşu için yapması gerekli çalışmalar olduğu kadar, devrimci gençliğin örgütü DEV-GENÇ’in üyesi olan bir devrimci gencin halka ve gençliğe karşı sorumluluğunun gereği olarak da sürdürdüm. Ancak şahsımı ilgilendiren konular ve hakkımdaki isnatları taşan hususlardan gayri, gençlik örgütü ve çalıştığım devrimci gruplar içinde başkalarını etkileyebilecek bir beyanda bulunamam. Anlatmış olduğum şeyler, gençlik ve içinde bulunduğum devrimci gruplar saflarında kendi çalışma ve düşüncelerimle ilgili bulunmaktadır. Başkaları hakkında beyanda bulunmayı, kişisel sorumluluk sahamı aşan bir hareket sayarım. Sıkıyönetim ilanına kadarki faaliyetlerim bunlardı.
Sıkıyönetim ilanından hemen sonra ve özellikle İsrail Başkonsolosu Efraim ELROM’un öldürülmesi olayının arkasından şiddetlenen faşist baskılar ve bir yığın tutuklamalar sonunda birçok gençler ve aydınlar tutuklandılar. Hatta DEV-GENÇ içerisinde kayda değer bir faaliyeti olmayanların dahi yakalanıp tutuklanmaları karşısında, benim de aranıp yakalanacağımı tahmin ederek uzun bir süre gizlendim. Gizlendiğim yer ve bu devredeki ilişkilerim konusunda herhangi birşey söylemeyi gereksiz buluyorum. Kaçak bulunduğum dönemde ve tahminen 1972 Nisan ayı sonuna kadar elime ŞAFAK adlı dergi ve ŞAFAK yayınları geçmekte idi. Bu yayınları bana kimin nasıl getirdiği konusunu önemli görmüyorum. ŞAFAK dergisinde ve yayınlarında demokratik halk devrimi açısından katılmadığım bazı görüşler yer almakla birlikte, bir devrimci çalışmanın varlığından ve sürdürülüyor olmasından memnuniyet duydum. Daha sonra bu yayın organını çıkaran örgütle herhangi bir ilişki kurmaksızın, bulunduğum yerde kendi olanaklarımla ve kendi düşüncem doğrultusunda propaganda ve bilinçlendirme çalışmaları yaptım. ŞAFAK yayın organının, Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adlı bir örgüte ait olduğunu ve böyle bir örgütün varlığını bilmiyordum. Bunları daha sonraları, bu örgütle ilgili yakalama haberleri dolayısıyla radyo ve gazetelerden öğrendim. Ben, bu illegal örgütün yöneticisi olduğunu söylediğiniz Doğu PERİNÇEK ile sorgularınızda iddia ettiğiniz gibi bir ilişkide bulunmadım. Ve bana Doğu PERİNÇEK tarafından örgütsel veya başka bir görev verilmedi. Esasen Doğu PERİNÇEK’i de tanımam, sadece sıkıyönetimden önce adını duymuştum. Kendisini PDA’ya yazı yazan bir devrimci olarak biliyordum. Sizin deyiminizle, ŞAFAK örgütünün illegal organizasyonuna katılmadım. Bu devredeki çalışmalarımla ilgili herhangi birşey söylemeyeceğim. Çalıştığımı söylememin şahsi sorumluluğum açısından yeterli olduğu görüşündeyim. Ben sormuş olduğunuz şekilde Malatya ve Tunceli bölgelerinde faaliyet göstermedim. Çalışma alanım buralar değildi ve neresi olduğunu söylemeyi de gereksiz buluyorum; neresi olmadığını belirtmeyi yeterli görüyorum. Benim, bahsettiğiniz TİİKP adlı örgütle hiçbir bağıntısı olmayan kişisel nitelikteki faaliyetlerim, Türkiye Komünist Partisi (Marksist-Leninist) ve Türkiye İşçi Köylü Kurtuluş Ordusu saflarına katılmama kadar sürmüştür. Sonradan katıldığım bu örgütlere ne zaman katıldığımı hatırlamıyorum. Ve beni bu örgütlere kimin aldığını söylemeyi de gereksiz buluyorum. TKP(M-L) ve ona bağlı TİKKO örgütlerinin kimler tarafından kurulduğunu ve yönetildiğini bilmiyorum. Yalnız bu örgütlerin saflarına katıldığımı ve onların illegal üyesi ve taraflısı olduğumu saklamıyorum ve bu örgütlerin üyesi olmaktan büyük kıvanç duyuyorum. Bu örgüt içerisindeki çalışma yöntemim ve örgütün kuruluşuna esas olan düşünceler, bahsetmiş olduğunuz yazılarda geniş ölçüde yer almaktadır. Mensup olduğum bu örgütlerin “ŞAFAK REVİZYONİZMİ TEZLERİNİN ELEŞTİRİSİ”, “TÜRKİYE’DE MİLLİ MESELE”, “TÜRKİYE’DE KEMALİST HAREKET, KEMALİST İKTİDAR DÖNEMİ, İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI YILLARI VE 27 MAYIS HAREKETİ”, “BAŞKAN MAO’NUN KIZIL SİYASİ İKTİDAR ÖĞRETİSİNİ DOĞRU KAVRAYALIM” başlıklarını taşıyan ayrı ayrı, uzun ve örgütün görüşlerini yansıtan tezleri ve düşünceleri kabul ediyorum. Bu başlıklar altındaki yazılara benim de görüşlerim diye imzamı atmaya hazırım, fakat bu yazılanların esas olarak kimin veya kimler tarafından kaleme alınmış olduğunu bilmiyorum. Ben bu görüşler doğrultusunda devrimci mücadele vermek üzere 1973 Ocak ayı başlarında, faşist güçler tarafından şehit edilen yiğit arkadaşım Ali Haydar YILDIZ ile Tunceli’ye gitmiştim. Köylüleri devrim için, halk ihtilali için örgütlemek amacıyla köylere gitmiştik. Buradaki çalışmalarımız 24 Ocak 1973 günü, kalmış olduğumuz Vartinik Mezrası’ndaki kömün basılmasına kadar sürdü. Bunlar dışında başka bir açıklamaya gerek görmüyorum.
Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim. Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım” dedi.
Başka bir diyeceği olmadığını söyledi ve birlikte tutulan işbu ifade zaptı, okunup imzalandı (21 Nisan 1973, TKP(M-L), TİKKO, TMLGB Davası, Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No.4)
***
“İbrahim Kaypakkaya’ya, iddia edilen suç konusu olay anlatıldı ve huzurdaki şahıs gösterilerek soruldu. Sanık, “ben burada gösterdiğiniz şahsı ve Hacı ÖZDOĞAN’ı tanımıyorum. Sizlerin iddia ettiği gibi bu şahıstan nüfus cüzdanı filan da almış değilim. Üzerimden çıkan ve burada gösterilen şahsa ait olduğunu söylediğiniz hüviyet cüzdanını Malatya’da buldum. Sıkıyönetimce arandığım için, hüviyetimi gizlemek amacıyla, bulduğum bu nüfus cüzdanına kendi fotoğrafımı yapıştırdım. Ben proletaryanın ideolojisini benimsemiş, halkın kurtuluşunu savunan bir komünistim. Bir sınıf mücadelesi olan size karşı yürüttüğüm mücadelede böyle şeyleri doğal karşılıyorum. Karşımda bulanan ve üzerimde bulunan hüviyet cüzdanının kendisine ait olduğunu söylediğiniz kişiyi tanımıyorum; onun beni tanıyorum demesi, ya sizin işkence ve baskılarla zorlamanızdan, ya da yine aynı sebeple korkması dolayısıyla yalan söylemesinden ileri geliyor; bunun sebebini ben bilmem” dedi.
Sanık İbrahim Kaypakkaya’ya huzurdaki diğer üç kişi gösterilerek, suç konusu olay izah edilip soruldu. Sanık, ‘ben, burada bana göstermiş olduğunuz üç köylüyü tanımıyorum ve bu kişilerle hiçbir yerde karşılaşmış değilim; bu üç köylünün bana, baskından sonra yardım ettikleri iddianız da yalan ve uydurmadır. Ben, müsademe sırasında yaralanmış olduğum için ekmek dahi yiyemiyordum. Huzura getirilmiş olan bu üç köylü, benimle hiçbir ilişkileri olmadıkları halde, fiilsiz, sebepsiz ve haksız olarak buraya getirilmiş ve kendilerine baskı ve işkence ile gözdağı verilmek istenmiştir. Bu, faşizmin bir zulüm örneğidir ve faşistlerden halka zulmetmenin hesabı er geç sorulacaktır’ dedi. (TKP(ML), TİKKO, TMLGB Davası dosyası, Klasör No 3, Dosya No 4, Sıra No 13/2)

Bu Blogda Ara