EKİM DEVRİMİ VE DEMOKRASİ


Dünyayı kana bulayıp egemenlik alanını genişletmek
isteyenlerden kapitalizmi reformlarla insancıllaştırmaya
çalışanlara, egemenliğini kanlı diktatörlüklerle sağlayanlardan
Avrupa Birliği bürokratlarına kadar herkesin dilinde “demokrasi”
sözcüğü. Herkes demokrasi hayranı, herkes demokrat!
ABD, Afganistan ve Irak’ı işgal ederken uluslararası terörizme karşı
‘savaşıyor’, bununla da yetinmeyip, medeniyetten yoksun kalmış
ülkelere ‘demokrasi ve insan haklarını götürmeyi ihmal etmiyor. CHP,
AKP’yi demokratik-laik cumhuriyetin altını oymakla suçlarken,
kendisini, laiklik ve demokrasinin koruyucusu ilan ediyor. AKP ise,
‘halkın iradesi’ni temsil ettiğini söyleyerek, darbeci-faşist güçlere karşı
demokrasi savaşçısı rolüne bürünüyor. 1960 darbesinden 28 Şubat
müdahalesine, en son 27 Nisan Genelkurmay açıklamalarına kadar
bütün askeri darbe ve müdahaleler, anarşi/şeriat edebiyatının
yanında “demokratik, laik, sosyal hukuk düzenini” korumak adına
yapılıyor.
Demokrasiyi savunmayan yok gibi. Herkes için birincil önemde
olmasa da, demokrat olmak, en azından sorulduğunda belirtilmesi
gereken niteliklerden birisi. Demokrasi, hem TBMM şahsında “halkın
iradesinin hayat bulması”, hem de “muasır medeniyetler” denilen
Avrupa seviyesine ulaşmak, daha doğrusu ona benzemek için gerekli
bir düzen.
Demokrasi’ bu kadar güncelken, uluslararası burjuvazinin
yörüngesinde dönen yazar-çizerler; şaşalı söylemlerden etkilen küçük
burjuva aydınlar da kendilerince bir demokrasi tanımı yapıyorlar.
Demokrasiyi sınıfsal içeriğinden ayrı ele alıp, hayali bir dünyada
hayali bir ‘iyilik’ dağıtıcısı dizayn ediyorlar.
Kendisiyle beraber tüm ezilenleri kurtarma mücadelesi veren işçi
sınıfı ve partisi için demokrasinin bilim-dışı kavranışına karşı
mücadele de, öyleyse, yığınları kapitalizme bağlamak isteyen
burjuvaziye karşı mücadelenin bir parçasıdır.
1917 Büyük Sosyalist Ekim Devrimi’nin 90. yılındayız. Ekim
Devrimi, insanlık tarihinde bir dönüm noktasıdır. Yeni bir çağın;
proleter devrimler çağının başlangıcıdır. Savaşsız ve sömürüsüz bir
dünyanın kurulabileceğinin; bunun için gerekli koşulların mevcut
olduğunun yaşanarak kanıtlanmasıdır. İnsanlığın bin yıllardır özlemi
duyduğu hümanizmanın, bilimsel temellerde hayat bulmasıdır.
Ekim Devrimi, proletarya ve dünyanın tüm ezilenlerine kurtuluş
yolunu göstermeye devam ediyor. İşçi sınıfı ve emekçileri, Ekim
Devrimi’nin gösterdiği yoldan, sosyalizmden uzaklaştırmayı
amaçlayan burjuvazi, Ekim Devrimi’ni çarpıtmak, onun değerlerini
karalamak için tüm propaganda araç ve olanaklarını kullanıyor. Buna
rağmen eşitlik, özgürlük, adalet, paylaşım, dayanışma vb. değerler,
emekçilerin belleklerinde ve günlük hayatlarında çeşitli biçimlerde
yaşamaya devam ediyor.
Ekim Devrimi’ni demokrasiye karşı küçük bir azınlığın darbesi
olarak göstermek; emekçilerin tarihini çarpıtarak geleceği kurma
iradesini yok emek isteyen burjuvazi, Ekim Devrimi’ni antidemokratik
ilan etmekle kalmıyor; demokrasi kavramını, yığınları
düzene bağlamanın bir aracı haline getirmek istiyor.
İşin paradoksal yanı, bunu, kendi demokrasisini bile inkar etmek
zorunda kaldığı, sınıf mücadelesini sık sık anti-demokratik
yöntemlerle yürüttüğü, faşist, kralcı, gerici diktatörlükleri
destekleyip/beslediği bir dönemde yapıyor. Yığınların demokratik
ihtiyacı, özlem ve yönelimleri, burjuvaziyi böyle çelişkili bir tutuma
zorluyor.
BURJUVA DEMOKRASİSİNİN ORTAYA ÇIKIŞI
Demokrasi; Yunanca ‘demos’ (halk) ve kratos (iktidar) sözcüklerinin
birleşiminden oluşur. ‘Halk iktidarı’, ‘halk egemenliği’; azınlığın
çoğunluğun kararlarına uyduğu devlet biçimi anlamında kullanılır.
Ulus, ulus egemenliği, halk egemenliği, demokrasi kavramlarının
tarih sahnesine çıkışı ve yerleşmesi bir anda olmamıştır. Antik Yunan
ve Roma demokrasisini bir yana koyarsak, feodal mutlakıyetin
bağrında gedikler açılması, hükümdarın yetkilerinin denetlenmesi ve
giderek kısıtlanması ile olmuştur. Hükümdarın dışındaki kesimlerin
ülke yönetiminde söz sahibi olması 13. yy’da başlar. İngiltere’de
krallık ile yerel soylular arasında yapılan bir anlaşma niteliği taşıyan
Magna Carta; soyluların kralın mutlak egemenliğinde gedik açması
anlamına geliyordu. Kralın tanrısal egemenliği yeterli görülmemiş,
eksiklikleri ve hatalarının, seçilmişler, en azından kralın dışındaki bir
meclis tarafından denetlenmesi ve uyarılması amaçlanmıştır. İlahi
güçlerden gelen egemenlik, yer yüzüne doğru inmeye başlamıştır.
Üretici güçlerin gelişmesi, ticaretin yaygınlaşması, kapalı üretim
birimlerinin giderek dışa açılması, işbölümünün artmasıyla feodal
toplumun bağrında yeni sınıflar gelişiyordu: Burjuvazi ve proletarya.
Ticarette egemen olan, manifaktür sanayisinde pişen burjuvazi, yeni
ticaret yolları ve sömürgeler sayesinde hızla büyüyordu. Feodal
üretim tarzı ise, burjuvazinin önünde engel oluyordu. Feodal
bölünmüşlük, ticareti engelleyen gümrük vergileri, farklı yasa ve
statüler, lonca ayrıcalıkları, emekçilerin burjuvazi için çalışabilme
‘özgürlüğünü’ elinden alan serf sistemi kapitalist gelişmeyi
yavaşlatıyordu.
Burjuvazi ekonomik alandaki gelişmesini, siyasal egemenliği ele
geçirerek, en azından ona ortak olarak hızlandırmak ve kapitalist
gelişmenin önünü açmak istiyordu. Feodal bölünmüşlüğe karşı
ulusun birliği, kast sistemi ve hukuksal ayrıcalıklara karşı eşitlik,
kişisel bağımlılığı içeren serfliğe karşı özgürlük hedefleniyordu.
Burjuvazinin siyasal erke müdahale edebilmesi için, yalnızca küçük
bir ayrıcalıklı kasta ait olan yönetme ayrıcalığının kaldırılması
gerekiyordu. Soyluların tüm hukuksal ayrıcalıkları kaldırılmalı, tüm
vatandaşlar hukuk önünde eşit olmalıydı. Ulusun yönetimi, bir kralın
ve onun belirlediği soyluların işi olmaktan çıkmalı, ulusun kendi
seçtiği temsilciler aracılığıyla kendini yönettiği bir sistem
kurulmalıydı. Ulus egemenliğinin aracı, seçilmişlerden oluşan bir
‘temsilciler meclisi’ydi.
Hollanda (1609), İngiliz (1689) Devrim’leriyle işaretlerini veren ve
özellikle Fransız Devrimi’yle (1789) başlayan ‘ulusal egemenlik’ ve
‘demokrasi çağı’; ekonomik olarak gelişen burjuvazinin siyasal
yaşama müdahale çabasını ifade ediyordu. Fransız Devrimi, “eşitlik,
özgürlük, kardeşlik” sloganı ile tüm halkın katıldığı, ancak esas
olarak burjuvazinin siyasal ve ekonomik çıkarlarının hayata geçirildiği
burjuva demokratik bir devrimdi.
Demokrasi ve ulusun (halkın) egemenliği mücadelesi, feodalizme
karşı burjuvazinin iktidar mücadelesi olarak ortaya çıktı.
Kapitalizmin serbest rekabetçi birinci evresinde, burjuvazi, ilerici bir
rol oynuyordu. Feodaliteye karşı siyasal ve ekonomik programını,
diğer halk kesimlerinin bazı talepleriyle birleştiriyordu. Zaten
burjuvazinin programı, bir yönüyle, diğer halk kesimlerinin
talepleriyle uyum içerisindeydi. Feodal ayrıcalıkların kaldırılması,
hukuksal eşitlik, kişisel hak ve özgürlüklerin tanınması, burjuvazinin
feodaliteye karşı mücadelesinin talepleri olmakla beraber, ezilen halk
yığınlarının da talepleri ve mücadelesinin ürünüydü.
DEVLET VE DEMOKRASİ
Demokrasinin klasik tanımlanışı, ‘halkın egemenliği’, ‘halk iktidarı’
ve bu egemenliğin uygulanış biçimi olarak azınlığın çoğunluğun
iradesine uymasıdır. Burjuva toplumda birçok kavram, burjuvazinin
ideolojik bakış açısıyla tanımlanır. Yukarıdaki tanımlamayı, bu
nedenle biraz irdelemek gerekir.
İktidar (veya egemenlik) kavramı; bir yanda ‘yöneten’i diğer yanda
‘yönetilen’i öngörür. İktidar olan, iktidar olunan üzerindeki
egemenliğini, doğuştan gelen bir yeti veya doğaüstü güçlerle değil,
maddi bir aygıtla sağlar. Bu aygıt, devlettir. Demokrasi, bir devlet
biçimidir.
Devlet, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı, zor ve egemenlik
aracıdır. Her devlet, egemen sınıf ve onun düzeninin
koruyucusu/kollayıcısıdır. Köleci toplumda köle sahipleri sınıfının
köleler, feodal toplumda feodal beylerin serfler, kapitalist toplumda
burjuvazinin proletarya üzerindeki baskı ve egemenlik aracıdır.
Engels, devletin tarih sahnesine çıkışını ele aldığı ‘Ailenin, Özel
Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’ yapıtında, devletin sınıfsal niteliğini
şöyle açıklar:
Devlet … bu sınıfların çatışması ortasında doğduğuna göre, kural
olarak en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun
sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve
böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni
araçlar kazanan sınıfın devletidir.
Devlet, sınıfların varlığı, birbirleriyle mücadelesi temelinde ve bu
mücadelenin ihtiyacı üzerinden varolduğuna göre, devletin özü,
sınıfsal egemenlik aracı ve bir şiddet aleti olmasıdır. Kapitalizmde
devlet, burjuvazinin işçi sınıfı ve emekçiler üzerindeki egemenlik
aracıdır. İster demokratik, ister faşist olsun, devletin burjuvazinin işçi
sınıfı ve emekçiler üzerindeki baskı ve egemenlik aygıtı olma özelliği
değişmez.
Günümüzde ‘en demokratik’ devlet bile, kapitalist üretim ilişkileri
temelinde yükselir; hukuki, eğitsel ve silahlı güçleriyle onu korur.
Üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet en ‘temel hak’tır. Kapitalizmi
kutsayan, mülkiyet ilişkilerini yasalaştıran hukuk, ‘en üstün’ ilkedir.
Eğitim, burjuvazinin işgücü ihtiyacının karşılanması ve kapitalizmin
ideolojik planda tek alternatif olarak kabullenilmesini
amaçlamaktadır. Ordu, burjuva-kapitalist barbarlığın “iç ve dış
güçlere karşı yılmaz savunucu”; uygulayıcısıdır.
Kısacası ‘en demokratik’ olanı dahil, burjuva devlet, burjuva
diktatörlüğünün aygıtıdır. Devletin özü burjuvazinin işçi sınıfı ve
emekçiler üzerindeki diktatörlüğü iken, biçimi, demokratik, faşist
veya dinci olabilir.
KİMİN İÇİN DEMOKRASİ
Burjuvazi ve onun kraldan çok kralcı ideologlarına göre demokrasi,
tüm ulus, tüm halk için geçerli bir demokrasidir; sınıflar üstü bir
olgudur. Kapitalist ülkelerde varolan demokrasi herkes için geçerli
‘evrensel’, ‘saf’ bir demokrasidir.
Kapitalizmin yalnızca burjuvazi için değil tüm halk için yararlı bir
düzen olduğu yanılsamasını yaratmak isteyen burjuvazi
demokrasinin de tüm halk için demokrasi olduğunu propaganda eder.
Burjuva demokrasisi dokunulmazlık zırhına sahip olduğunda ve
yığınlar buna ikna edildiğinde burjuva kapitalist düzen değiştirilemez
bir düzen olarak ilan edilebilir.
Proletarya, hangi ülkede olursa olsun, burjuva demokrasisinin
sınırlarını aşıp, kendi iktidarını kurup burjuva kapitalist mülkiyete
saldırıya geçtiğinde, burjuvazi ve onun uşakları demokrasi çığlıklarına
hız vermişlerdir. Kendi demokrasisinin yasalarına dahi uymayan
burjuvazi, proletarya ve emekçilerin iktidarının “herkes için geçerli”
olduğunu iddia ettikleri ‘saf demokrasi’ye uygun düşmediğini,
yalnızca “sosyalistler için” demokrasi kurulmaya çalışıldığını iddia
etmişlerdir. Sanki herkes için geçerli ‘saf demokrasi’ olabilirmiş gibi…
Rusya’da Ekim Devrimi gerçekleşip Sovyet iktidarı kurulduğunda,
burjuvazinin karşı devrimci saldırılarının önüne geçmek için,
proletarya diktatörlüğü, gerekli önlemleri almıştı. Burjuvaziye
dilediğince sömürme özgürlüğü verilmediği gibi, silahlı yıkıcı
faaliyetlere giriştiği için seçme/seçilme hakkı, basın, örgütlenme ve
eylem özgürlüğü de verilmiyordu. İkinci Enternasyonal’in yozlaşmış ve
emperyalist burjuvazinin sözcüleri durumuna gelmiş oportünistleri,
Sovyet iktidarının ‘saf demokrasi’nin ‘yüce’ kurallarını bozduğunu,
diktatörce yöntemlere başvurduğunu ve yanlış bir yöne saptığını
söylüyorlardı. Emperyalist burjuvazinin Sovyet iktidarına yönelik kara
propaganda ve askeri saldırılarının ‘sol’dan sözcülüğünü, ‘saf
demokrasi’ adına üstlenmişlerdi.
Sovyet iktidarına karşı ‘saf demokrasi’nin savunucusu olarak
savaşan İkinci Enternasyonal’in dönek önderlerinden Kautsky’nin
burjuvazinin safına geçişini, Lenin şöyle anlatır:
Scheidemann’lar ve Kautsky’ler, yığınları aldatmak ve güncel
demokrasinin burjuva niteliğini onlardan gizlemek için ‘saf demokrasi’
ya da genel olarak ‘demokrasi’den söz ediyorlar. Burjuvazi tüm devlet
iktidar aygıtını elinde tutmaya devam etsin, bir avuç sömürücü, eski,
burjuva devlet makinesini kullanmaya devam etsin! Bu koşullar içinde
yapılan seçimleri, burjuvazinin, ‘özgür’, ‘eşit’, ‘demokratik’, ‘genel’
olarak nitelemekten hoşlanacağı kendiliğinden anlaşılır; çünkü bu
sözcükler gerçeği saklamaya, üretim araçları mülkiyeti ve siyasal
iktidar sömürücülerin elinde olduğundan, sömürülenler için, yani
nüfusun engin çoğunluğu için gerçek özgürlüğün, gerçek eşitliğin söz
konusu edilemeyeceği olgusunu saklamaya yararlar. Güncel
demokrasinin burjuva niteliğini halktan gizlemek, onu genel olarak
demokrasi ya da ‘saf demokrasi’ olarak göstermek, burjuvazi için
yararlı ve zorunludur ve bunu yineleyerek; Scheidemann’lar ve
Kautsky’ler gerçekte proletaryanın görüşünden ayrılıyor ve burjuvazi
saflarına geçiyorlar.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya
Diktatörlüğü, Sol Yayınları, Sf. 112)
Kapitalist ideolog ve yazarların amacı belli propagandalarını bir
yana bırakıp, ‘iyi niyetli’ küçük burjuva sosyalistlerin ‘saf demokrasi’
hayranlıklarını dikkate alacak olursak, söylenmesi gereken, duruma
göre ince bir reformizme, genelde ise kaba bir burjuva demokratlığına
düşmüş olduklarıdır. Proletaryanın saflarından uzaklaşıp, küçük
burjuvazinin kapitalizmin sınırlarını aşmayan ‘saf demokrasi’
hayallerine kapılmışlardır. ‘İyi niyet’ten bağımsız olarak, ‘saf
demokrasi’, herkes için geçerli bir demokrasi yoktur, mümkün
değildir.
Sınıflı toplumlarda, sınıf mücadelesinin varlığı koşullarında, herkes
için, tüm sınıflar için demokrasiden, ‘saf demokrasi’den bahsetmek,
yığınları aldatmak ve kapitalizme yeniden bağlamak amacı ve işlevini
bir kenara koyarsak, ‘saf’çadır.
Saf demokrasi’ savunucularının yeni argümanlarından birisi
‘demokratik sosyalizm’dir. ‘Demokratik sosyalizm’ denilen ‘proje’
elbette Marksizm’e, proleter sosyalizmine ve ihtilalciliğe karşıdır; en
azından eleştirel yaklaşmaktadır. Proleter sosyalizminin ihtilalci
yöntemleri yerine daha ‘insancıl’, ‘demokratik’ geçişler önermektedir.
Örnek olarak Almanya’da kurulan Sol Parti tartışmalarına katılan
iktisatçı Prof. Dr. Klaus Steinitz’ın önerisi gösterilebilir:
Sosyalizm (en azından gelişmiş sanayi ülkelerinde) zor kullanılan,
devrimci bir değişim sonucunda değil, politik güç dengelerinde
derinlemesine değişime dayanan, uzun ve barışçıl bir transformasyon
süreci sonucunda kurulacaktır.” (http://www.sendika.org/yazi.php?
yazi_no=8367, “Uzun bir transformasyon süreci” Demokratik
sosyalizmin ekonomik temelleri nasıl olabilir? –)
Steinitz uzun ve barışçıl transformasyon sürecinin sosyalist
alternatifin tek şansı olduğunu ‘önemle’ ekliyor: “Sosyalist
alternatifin, en azından Avrupa’da, sadece toplumsal koşulların
uluslararası ve birçok ülkeyi içine alan demokratik bir süreç
çerçevesinde değiştirilmesiyle bir şansı olacaktır.”
Steinitz’in ‘en azından gelişmiş sanayi ülkelerinde’ (özellikle Avrupa
ülkeleri kastediliyor) barışçıl geçişten bahsedip, diğer ülkeleri dışarıda
bırakmasının sebebi Avrupa’da yeterince geliştiğini düşündüğü
demokrasiye olan ‘bağlılığıdır’. Öyle bir demokrasidir ki; sosyalist
alternatif uzun ve barışçıl bir çaba sonucunda; demokratik sınırları
aşmadan, devrimci yöntemlere başvurma gereği duymadan iktidara
gelebilecektir. Neden olmasın? İşçi sınıfı ve emekçilerin çıkarlarını
esas alan, en azından onları dikkate alan bir yönelime demokratik bir
toplumda neden karşı çıkılsın? Demokrasi zaten farklı görüş ve
düşüncelerin özgürce yarışması ve çoğunluğu kazananın iktidara
gelmesi değil midir? Bir yanda işçi ve emekçiler, diğer yanda sermaye
sahipleri barış içinde yarışırlar; çoğunluğu kazanan iktidara gelir;
böylece sosyalist alternatifin ‘bir şansı’ olur. Steinitz’in mantığı tam
da böyle işlemektedir.
Steinitz demokrasiyi ‘saf’ça överken, sosyalizme geçiş için onun
sınırları aşılmaması gereken ‘tek şans’ olduğunu söylerken; bu
şaşılası demokrasinin kapitalist üretim biçimi üzerinde yükseldiği,
toplumun sınıflara bölünmüş olduğu, işçi sınıfı ve emekçilerin iktidar
aygıtından uzaklaştırıldığı ve demokratik kazanımların emekçilerinin
büyük ve zorlu mücadelelerinin sonucu olduğu gerçeğini es geçiyor.
Demokrasinin burjuva iktidarının bir biçimi olduğunu anlamıyor.
Herkes için, hatta sosyalizme yürüyen işçi sınıfı ve emekçiler için dahi
demokrasinin sonuna kadar mevcut olacağına inanıyor.
Ya da inanmıyor; inandırmak istiyor. Ayrıca tartışılması gereken bir
mesele.
İdeal biçimiyle örnek verilen günümüz Avrupa demokrasisi ve onun
en ilerisi İngiliz demokrasisi dahi, burjuvazinin proletarya üzerindeki
sömürüsü; üretilen artı-değere el koyulması, kapitalistler, rantçılar,
büyük toprak sahiplerinin egemenliği, İngiliz emperyalizminin Asya,
Afrika ve Latin Amerika’daki sömürgeciliği, kurdurduğu faşist
diktatörlükleri, Ortadoğu’daki kanlı işgalleri üzerinde yükselmektedir.
Herkes için dağıtıldığı düşünülen ‘saf demokrasi’, sömürücü
kapitalist toplumsal düzenin kanlı toprağından beslenmektedir.
Ancak şu kadarı açıktır; burjuva demokrasisini idealleştirip onu işçi
sınıfı ve emekçilerin; ezilenlerin ve genel olarak insanlığın kurtuluş
yolu olarak sunanlar, bırakalım toplumsal bilimlerin en temel, en
basit ilkelerini, sonuçlarını; her emekçi tarafından sorgulandığında,
önyargılardan biraz uzaklaşıp değerlendirildiğinde kolayca
görülebilecek toplumsal yaşamın pratiği ile sürekli olarak mahkum
edilmektedir. İşçi sınıfı ve ezilenlerin burjuva demokrasisi
koşullarında nasıl bir sömürüye maruz kaldıkları, en temel insani
değerlerin büyük bir çabayla yok edilmek istendiği, burjuva
medyasının kara propagandasıyla emekçilerin zehirlendiği gün gibi
ortadadır. Burjuvazi, ezilenlerin mücadelesi sonucu elde edilen
demokratik hakları dahi kabul edememekte; her fırsatta ya
kaldırmakta ya da içini boşaltıp işlevsiz hale getirmektedir. Birçok
Avrupa ülkesinde güvenlik ve ‘teröre karşı mücadele’ bahanesiyle
kazanılmış hakları ortadan kaldırıldığı veya gerçekleşmesi mümkün
olmayan/yoruma açık şartlara bağlandığı görülmektedir. Burjuva
demokrasisi her fırsatta burjuva yüzünü; işçi sınıfı ve emekçileri
üzerindeki diktatörlüğünü göstermektedir.
İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi yükseldiğinde burjuvazinin,
bütün demokratik hak ve özgürlükleri askıya aldığı, yakın zamanda
savunageldiği demokrasiden kolayca vazgeçtiği, kanlı faşist
diktatörlükler kurmaktan çekinmediği tarihsel deneyimlerle yaşanmış
ve görülmüştür. Steinitz burjuva demokrasisinin üzerinde yükseldiği
sömürü mekanizmasını gizleyip ezilenlere demokrasinin sınırlarını
aşmamayı tembihlerken burjuvazinin kendi koyduğu yasaları dahi
nasıl ayaklar altına aldığını, demokrasinin yalnızca burjuvazinin
ihtiyaçlarını karşıladığı sürece anlamlı olduğunu gözardı ediyor.
Alman Sosyal Demokrat Partisinin, sosyalizmin geçici yenilgisi ve
emekçilerin devrimci mücadelesinin görece gerilemesiyle sosyal
devletçi politikalardan vazgeçip noe-liberal politikaları benimsemesi,
iktidarı süresinde burjuva politikalarının kararlı yürütücüsü olması
Alman küçük burjuvazisini yeni arayışlara itti. Sosyal Demokrat
Partinin giderek kaybettiği tabana oynayan Demokratik Sosyalizm
Partisinin (PDS) yönlendirdiği ve içinde bulunduğu bir ittifak partisi
olan Sol Parti gündeme geldi. Yukarıda kendisinden alıntılar
yaptığımız Steinitz’ın da içinde bulunduğu tartışma sürecinde
demokrasi ve sosyalizm yeniden tanımlanırken; burjuva demokrasisi
(veya adına sosyalizm denen bir burjuva demokrasisi) bir kurtuluş
yolu olarak sunuldu.
Burjuvazinin sosyalizme karşı mücadelesinde başvurduğu veya
uygulamak zorunda kaldığı sosyal devletçi politikalara; görece
demokratik düzenlemelere gereken ihtiyaç günümüzde daha da
azaldı. Sosyalizmin geçici yenilgisi ve işçi-emekçi hareketinin zayıflığı
burjuvaziye kazanılmış hakları geri alma fırsatını verdi. Sosyal
devletçi politikalar burjuvazi için önemi kaybetti; hatta onun neoliberal
politikalarıyla çelişen bir konuma geldi.
Sosyal demokrat partiler kendilerini var eden maddi koşulları
kaybetti. Sosyal demokrat olmaktan çıktılar veya sosyal demokrat
politikalar ihtiyaç olmaktan çıktı. Bu da onların, şu veya bu şekilde
aldatıp yedekledikleri emekçi ve küçük burjuva yığınların desteğini
kaybetmelerine yol açtı. CHP’nin 70’li yıllarda burjuva popülist, bir
yönüyle sosyal demokrat niteliğini kaybetmesiyle; burjuva
demokrasisi (tam olarak denk düşmese de sosyal demokrasi)
alanındaki boşluğu doldurmayı amaçlayan girişimler oldu. Son olarak
U. Uras’ın tartışmaya açtığı yeni bir ‘sol’ parti; ‘sol’ cephe bu
kapsamda değerlendirilebilir. Sosyal demokratları, ‘sosyalistler’i
(reformistleri), burjuva demokratları kapsayan bu ‘cephe’
tartışmasının konumuz açısından anlamı Avrupa’daki örneklerinde
görüldüğü gibi demokrasiyi, sınıfsal içeriğinden koparan; burjuva
demokrasisini idealize eden, onu (adını ‘sosyalizm’ koyanlar dahil) bir
kurtuluş yolu olarak sunan liberal, burjuva sosyalistlerinin bir
tartışması olmasındadır. Yanlış da olsa yeni bir teorik açılım
sunmamıştır. Eski burjuva demokrasisi övgüsünü, ‘saf demokrasi’
hayallerini aşmamıştır.
Öyleyse ‘saf demokrasi’, burjuva propagandasından başka bir şey
değildir. Burjuva demokrasisi, emekçilerin sömürüldüğü, ezilen ve
yönetilen bir konuma sürüklendiği koşullarda, emekçiler için bir
demokrasi olamaz. O, üretim araçlarına sahip olan, siyasal alanda
egemen olan burjuvazi için demokrasidir. Burjuva demokrasisi;
burjuvazi için sömürme, yönetme, savaşlara sürükleme, toplumun
zenginliklerinin onda dokuzuna el koyma özgürlüğüdür. Burjuvazi
için gerçekten demokrasi vardır.
Diğer yandan, burjuva demokrasisi, kapitalist düzenin korunması,
ezilenlere –özellikle olağanüstü dönemlerde fiiliyatta hemen tümü
geçersizleşen– bazı haklar tanınarak, sömürü, baskı ve egemenliğin
devam etmesi, yani proletarya ve emekçiler için burjuva
diktatörlüğünün sürüp gitmesi demektir.
Kapitalist/burjuva demokrasi, burjuvazi için demokrasi, proletarya
ve emekçiler için diktatörlüktür.
Ekim Devrimi burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini
ortadan kaldırarak, demokrasinin burjuva özünü yok etmiş, sınıf
niteliğini değiştirip olağanüstü genişleterek, proletarya ve emekçiler
için gerçek anlamda demokrasinin inşasına girişip tarihte yeni bir
sayfa açmıştır.
DEMOKRASİNİN ÖNEMİ
Kapitalizm koşullarında demokrasinin, burjuva diktatörlüğünün bir
biçimi olduğu gerçeği, demokrasinin önemsiz olduğu anlamına
gelmez. Devletin burjuva diktatörlüğünün aygıtı olması, biçiminin
faşizm ya da çeşitli türden siyasal gericilik türleri veya demokrasi
olmasını anlamsız kılmaz.
Devletin biçimi, toplumun siyasal üst yapısı, önemsiz olmak bir
yana, işçi sınıfının mücadelesi açısından küçümsenmez önemdedir.
Demokrasi, burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olmakla beraber;
elde edilen demokratik haklar, ezilen sınıfların; insanlığın yüzyıllardır
süren mücadelesi ve kültürel birikiminin yarattığı kazanımlardandır.
İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi olmadan demokrasi yaşam alanı
bulamaz.
Burjuvazinin günümüzde demokrasiyi; doğru deyişle bazı
demokratik hakları tanımasının nedeni, onun çağdaşlığı, insancıllığı
veya demokratlığı değil, sınıf mücadelesinin burjuvaziyi tavizler
vermek zorunda bırakmasıdır. Burjuvazinin ilerici barutunu tükettiği
emperyalizm aşamasında, demokrasi, işçi sınıfı ve emekçilerin
mücadelesinin sonucudur, kazanımıdır; bu mücadele olmadan
egemen burjuvazinin demokrasi bahşetmesi mümkün değildir.
Dahası demokrasi; faşizme, siyasal gericiliğe, emperyalizme ve
işbirlikçilerine karşı işçi sınıfı ve partisi için yığınların kazanılmasının
olanaklarının arttığı, önündeki engellerin bir kısmının kalktığı bir
siyasal düzendir. Demokrasi mücadelesi; işçi sınıfının kitleleri
etrafında toparlamak ve sosyalizme yöneltmesi için önemli bir araçtır.
Demokrasinin emekçilerin mücadelesiyle ortaya çıkan bir kazanım
olması ile burjuva diktatörlüğünün bir biçimi olması arasındaki
çelişki, 20. yy tarihi boyunca kendini göstermiştir. İşçi sınıfı
mücadelesinin yükseldiği ve burjuva egemenliğini tehdit ettiği
dönemlerde burjuvazi tüm demokratik hak ve özgürlükleri rafa
kaldırmaktan çekinmemiş; demokrasiye bağlılık yeminleri ettikten
kısa bir süre sonra en kanlı diktatörlüklerin uygulayıcısı olmuştur.
Gelişmiş ülkelerdeki faşizm deneyimleri, sömürge ülkelerde darbeler,
faşist diktatörlüklerin işbaşına getirilmesi ve desteklenmesi
burjuvazinin demokrasi söyleminin ne kadar ikiyüzlü olduğunun
göstergesidir.
EKİM DEVRİMİ VE PROLETER DEMOKRASİ
Ekim Devrimi, Rusya’da burjuvazinin egemenliğini yıkıp işçi sınıfı
ve emekçilerinin iktidarını kurarak, insanlık tarihinde daha önce
görülmemiş bir dönem başlattı.
Rusya işçi sınıfı, halk düşmanı ekonomi politikalarına, emperyalist
savaşa, büyük toprak sahiplerinin egemenliğine ve burjuvazinin işçi
sınıfı üzerindeki sömürüsüne karşı mücadele ederek iktidarı ele
geçirdi. Burjuvazinin iktidardan indirilmesiyle hızlı sanayileşme,
emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesi, toprak reformu ve barış
politikaları hayata geçirildi; işçi sınıfının egemenliği sağlandı.
Ekim Devrimi’nin anlam ve önemi; yeni bir sosyo-ekonomik düzen
kurmaya girişmesindedir. Kapitalist üretim ilişkileri ve bu ilişkilerden
beslenen burjuva egemenliğini yıkıp, eski anlamıyla işçi sınıfı
olmaktan çıkan bir sınıfın; proletaryanın egemenliğini
gerçekleştirerek, üretim araçları üzerinde toplumsal mülkiyete
dayanan üretim ilişkilerini inşaya koyulmasındadır.
Ekim Devrimi’yle kurulan sosyalist toplum; kapitalist demokrasinin
aşılmasının zeminini oluşturmuştur. Kapitalist temelde yükselen
demokrasi, sömürü, baskı ve burjuva egemenliğinin
devamı/korunması anlamına gelirken, sömürünün, işsizliğin olmadığı
sosyalist temelde yükselen bir demokrasi, eski toplumun ezilen
çoğunluğunun demokrasisi olarak, emekçilerin egemenliği anlamına
gelir. Burjuva diktatörlüğünün aldatmaya uygun bir dille ifade
edilmesinden başka bir şey olmayan ‘saf demokrasi’ ile, emperyalist
ideologların çarpıttığı ‘proletarya diktatörlüğü’nün ayrım noktası
budur.
Diktatörlüğe karşı demokrasiyi savunmak” adına ‘proletarya
diktatörlüğü’ yerine ‘saf demokrasiyi’ öneren küçük burjuva
reformistler, daha insancıl, “özgürlükçü”, eşitlikçi ve sanki
demokratik olmayanı olanaklıymış gibi, “demokratik bir sosyalizm”
kurgulayıp önermekte birbirleriyle yarışıyorlar. Oysa genel bir ‘saf
demokrasi’ yoktur, burjuvazinin diktatörlüğünden başka şey olmayan
burjuva demokrasisi vardır; benzer şekilde, söz konusu olan, genel bir
diktatörlük değildir, Ekim Devrimi’ne gelinceye kadar tarihin
tanımadığı ölçüde demokratik olan, proletarya ve emekçilerin
burjuvazi tarafından gösterilen direnci kırmak amacıyla kurulan
diktatörlüğüdür.
***
İşçi sınıfı ve emekçilerin demokrasisini anlamayan, burjuvazinin
vaatlerinden başı dönen eski ‘solcu’, liberal, küreselleşmeci, AB’ci
bilumum ‘sosyalist’ yeni sosyalizm modelleri inşa etme çabasındalar.
Yeni bir çaba değil. Proleter sosyalizmine karşı, ilerici niteliği
yadsınamayacak ütopik sosyalizm modellerini saymazsak; bilimsel
sosyalizm karşısında olan, ona karşı savunulan anti-Marksist,
toplumsal bilimlere taban tabana karşı birçok model ve proje
üretilmiştir. Örneğin Steinitz sosyalizmini ya da 21. yy. sosyalizmini
şöyle tanımlıyor:
Sosyalizm bizim için özgürlüğün, eşitlik ve dayanışmanın,
emansipasyonun, adaletin, doğanın korunmasının ve barışın
birbirlerinden koparılamayacak bir biçimde içinde bütünleştikleri bir
değerler sistemidir.”
Başka bir yerde değerler sistemini aşarak şöyle diyor:
Bizim için sosyalizm insanın insan tarafından sömürülmesine,
ataerkil baskıya, doğanın talan edilmesine karşı, insan kültürünün
korunup geliştirilmesi, yurttaşlarının sorunlarını demokratik bir
biçimde çözdüğü bir toplum için harekettir.”
Yanlış, temeldedir. İçeriği tartışmadan önce sorun yöntemdedir.
Steinitz sosyalizmi; insanlığın sorunlarına karşı getirilen bir çözüm
önerisi, bir proje olarak tanımlıyor. Sosyalizm elbette işçi sınıfı ve
emekçiler; tüm ezilenler için sömürüsüz bir yaşam kurulması,
kapitalizmden kaynaklanan birçok sorunun ortadan kalkması
anlamına gelir. Ama yalnızca sorunların çözümü için sunulan bir
proje olarak anlaşıldığında herhangi bir ütopyadan farkı kalmaz.
19. yy. ütopik sosyalistlerinin temel yanlışı, insanlığın kurtuluşunu,
kendi kafalarında tasarladıkları ideal, eksiksiz, mükemmel
sistemlerde aramalarıydı. Ayakları maddi gerçeklere ve toplumsal
zemine basmıyor; ‘idealar dünyası’nda mutlu yaşamlar kurmaya
çalışıyorlardı. Steinitz de sömürü ve baskının olmadığı, kültürün
korunup geliştirildiği, sorunların demokratik yöntemlerle çözüldüğü
bir toplum tasarlıyor. Ancak bazı gerçekleri unutuyor. Kapitalist
sömürü ilişkilerini, burjuvazinin diktatörlüğünü, işçi sınıfı ve
emekçilerin mücadelesini… Yaşamın gerçekleri, toplumsal hareketin
yasa ve eğilimleri temel alınmadan, tarihi koşullayan sınıf mücadelesi
görmezden gelinirken bilimsel bir çabadan bahsedilemez.
İş, toplumsal gerçeklerden, yasa ve eğilimlerden kopmaya;
Marksizm’den (uzaklaşmaya demek az kalır) tamamen kopmaya
gelince proje ve model üretmek de kolay oluyor. Hem yoksulluğun,
işsizliğin ve sömürünün olmadığı sosyalizm olsun, hem de burjuva
demokrasisinin ‘baş döndüren’ mekanizmaları korunsun. Öyleyse
sosyalizm; (eğer sakıncası yoksa ve mümkünse) “özgürlükçü,
özyönetimci, enternasyonalist, demokratik planlamacı, ekolojist,
militarizm karşıtı ve feminist bir sosyalizm” (ÖDP Programından)
olsun.
Sosyalizm baskıcı, milliyetçi, doğa düşmanı, militarist, kadın
düşmanı olmasın…
Ama özellikle ‘özgürlükçü’ olsun. Baskıcı, diktatörce, antidemokratik
olmasın…
Sosyalizmin temel niteliklerinin sanki bir tercih meselesiymiş gibi
sunulması bir yana burjuvazinin demokrasi ve özgürlük kavramlarını
çarpıtması, demokrasi ve özgürlüğün yalnızca kapitalizmde
sağlanabileceği aldatmacasının oportünistler ve 21. yy sosyalistlerince
benimsenmesi, yeni sosyalizm modellerine yol açmıştır.
Sosyalizmde demokrasi ve özgürlük vardır; hem de tarihte daha
önce görülmemiş kadar geniş bir demokrasi ve özgürlük… Ancak
sosyalizmde demokrasi burjuvazi ve sömürücüler için değil işçi sınıfı,
emekçiler ve tüm ezilenler için bir demokrasidir. Demokrasi ve
özgürlük olmadan sosyalizm olmaz. Sosyalizmin başına özgürlükçü,
demokratik kelimelerine koymak anlamsız olmanın yanında; büyük
bir teorik yanılgıya; dahası burjuvazinin demokrasi yaygaralarından
etkilenmeye, burjuva demokrasisine hayranlığa işaret eder.
Tam da böyledir. Burjuva demokrasisine hayranlık… Proleter
demokrasiyi anlamamak hem de burjuva demokrasisinin
penceresinden bakıldığından karşı olmak… ‘Demokratik’, ‘özgürlükçü’
sosyalizm; ama proleter demokrasinin olmadığı bir ‘özgürlükçü’,
‘demokratik’ sosyalizm… Liberal sosyalistlerimize göre demokrasi ve
özgürlük tüm insanlık içindir; ya da burjuvazi öyle der.
Aslında sosyalizmde ‘özgürlükçü’lük; adını tam olarak koymasa da
klasik bir kapitalizm övgüsüdür. Bu övgüye göre sosyalizm baskıcıdır;
anti-demokratiktir. Kapitalizm ve serbest piyasa demokrasinin yaşam
bulabileceği bir zemindir. Demokrasi ise vazgeçilmezdir; tüm insanlık
içindir. Zaten bizim ‘özgürlükçü sosyalizm’cilerimiz ideal toplumlarını
tanımlarken kullandıkları özgürlük, dayanışma, eşitlik, çevreye
duyarlılık, feminizm inceltilmiş, reforme edilmiş ‘kamucu’ bir
kapitalizmin ötesine geçemiyorlar. Geçemiyorlar; çünkü sosyalist
olmanın temel kıstaslarından birisi olan sınıf mücadelesini (bu yeterli
değildir) ve sınıf mücadelesinin zorunlu bir sonucu olarak proletarya
diktatörlüğünü reddediyorlar. Hem de demokrasi adına; adını koymak
gerekir; burjuva demokrasisi adına…
Sosyalizm anlayışlarında ne sınıf mücadelesi, ne de proletaryanın
egemen sınıf olarak örgütlenmesi vardır. 19. yy ütopik
sosyalistlerinden bile daha geri bir anlayış. Proletaryanın iktidarının
olmadığı, proleter demokrasinin olmadığı, burjuva demokrasisinin
korunduğu bir sosyalizm tarif ediyorlar. Böylesi daha kolay…
Burjuvazinin iktidarına dokunmayacağını vaat eden, proleter
demokrasiyi karşı olduğunu ilan eden; kendisini yalnızca burjuva
demokrasi, özgürlük, dayanışma, feminizm, ekoloji kavramlarıyla
açıklayan bir sosyalizm, her şey olabilir ama işçi sınıfı, emekçiler ve
tüm ezilenler için bir kurtuluş yolu olamaz.
Demokrasi ve diktatörlük kavramları sınıfsal içeriklerinden
koparılarak ele alındığında, hiçbir gerçekliği ifade etmez. Emekçileri
ve ezilen yığınları aldatmak, burjuva/kapitalist düzene bağlamak
üzere birer araca dönüşürler.
Proletaryanın, siyasal iktidarı fethetmek ve ele geçirdiği iktidarı
korumak için; sömürücülerin gösterdikleri en zorlu, en öfkeli direnci
kırması gerekir. Bu, ancak, yenilen, iktidardan indirilen; sömürme ve
yönetme araçlarına el konulan burjuvazinin ve destekçisi emperyalist
haydutların kapitalizmi geri getirme çabalarına karşı gerekli önlemler
alınarak yapılabilir. Kapitalizmi geri getirmeye çalışan burjuvaziye
karşı gerekli önlemleri almak, onun mülkiyetine el koymak, siyasal
iktidarını yıkmak, burjuvazi için, adı beğenilse de beğenilmese de,
‘proletarya diktatörlüğü’dür. Proletarya diktatörlüğü iradi bir tercih
meselesi değil, komünizme geçişte zorunlu olan ilk aşamadır. Lenin,
proletarya diktatörlüğünün zorunluluğunu şöyle açıklar:
Proletarya diktatörlüğü, sömürücüleri alaşağı etme ve dirençlerini
kırma aracı olarak yalnızca tamamen meşru değil, ama savaşa yol
açmış ve yeni savaşlar hazırlayan burjuva diktatörlüğüne karşı tek
savunma olarak tüm emekçi yığınlar için tamamıyla zorunludur
da.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol
Yayınları, sf. 125)
Yalnızca proletarya değil, her sınıf iktidara geldiğinde, yenilen
sınıfların direncini kırmak için kendi diktatörlüğünü kurmak
zorundadır. Paris Komünü’nü yıkan Fransız burjuvazisi proletarya
üzerinde kendi diktatörlüğünü yeniden kurarken, binlerce proleteri
kurşuna dizmekten, ölüleri ölmeyenlerle beraber toprağa gömmekten
ve en vahşi katliamlardan çekinmemiştir. Dahası, çokça övülen, ‘saf
demokrasi’ yandaşlarının çarpıtarak savunageldikleri Fransız Burjuva
Devrimi’nde, burjuvazi, kralcılara ve soylulara demokrasi vermek bir
yana, onların karşı koyuşlarını diktatörlükle bastırdı.
Proletarya diktatörlüğü, yığınları ancak gerçekleri göstererek
komünizme ilerletebilir. Burjuvazi, yığınları aldatmak ve kapitalist
düzene bağlamak için, kendi demokrasisinin proletarya ve emekçiler
üzerinde bir diktatörlük olduğunu gizler. Onu, ideologları aracılığıyla
allayıp pullamaya; gerçekleri çarpıtmaya çalışır.
Proletarya iktidarının geniş emekçi yığınları aldatmaya ihtiyacı
yoktur. Proletarya iktidarı, burjuvazi ve sömürücüler için bir
diktatörlüktür. Öyle bir diktatörlüktür ki; burjuva iktidarı yıkılmış ve
üretim araçlarına proletarya tarafından el konulmuştur. Proletarya,
iktidarının burjuvazi için bir diktatörlük olduğunu saklamaz.
Proletarya diktatörlüğü, diğer yandan, geniş emekçi yığınlar için
üretim araçlarına sahip olmak, devlet yönetimine katılmak, kendi
çalışma ve yaşam koşullarını belirlemek anlamına gelir. Proletarya
diktatörlüğü, işçi sınıfı ve geniş emekçi yığınlar için gerçek anlamda
demokrasi demektir.
Proleter demokrasi, nüfusun engin çoğunluğunun ta kendisi
yararına, sömürülenler ve emekçiler yararına, demokrasiyi dünyanın
hiçbir yerinde olmadığı denli geliştirmiş ve yaymıştır. … Proleter
demokrasi, herhangi bir burjuva demokrasiden bir milyon kez daha
demokratiktir; Sovyetler iktidarı, burjuva cumhuriyetlerin en
demokratiğinden bir milyon kez daha demokratiktir.” (Lenin, Proleter
Devrimi ve Dönek Kautsky, Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf. 28-29)
***
İşçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesi sonucu kazanılmış olan
demokratik hak ve özgürlükler, burjuva/kapitalist egemenliğin
sınırları içinde kaldığı sürece emekçiler için tam olarak kullanılabilen
haklar olamazlar. (Bu durum, demokratik hakları işçi sınıfı
mücadelesi için önemsiz kılmaz.)
Burjuva demokrasisinin sınırları içerisinde proletaryanın bazı
haklara sahip olduğu doğrudur. Örneğin, propaganda özgürlüğü.
Oldukça yüklü bir sermaye gerektiren propaganda araçları, eğitim
kurumları burjuvazinin elindeyken, burjuvazi ile proletarya arasında
eşit bir özgürlükten söz etmek mümkün mü? Çokça övülen Avrupa
demokrasisinin basın özgürlüğü. Kağıt fabrikaları, büyük baskı
makineleri, gelişmiş teknolojik olanaklar medya tekellerinin
elindeyken; sermayenin basın üzerindeki egemenliği bu kadar net ve
açıkken, kimin için basın özgürlüğü? Demokrasinin olmazsa olmazı
temsil hakkı; burjuvazi olağanüstü propaganda ve medya iletişim
araçlarını, dahası devlet iktidarını elinde tutarken, Meclis’te temsil
kim için bir haktır? Ulusal Meclis, kapitalistlerin istek ve ihtiyaçlarına
göre şekillendirilirken ve sermaye bunun tüm araçlarına sahipken,
kimin meclisidir?
Proleter demokrasi; işçi sınıfı ve emekçiler için demokratik hakların
kullanılmasının koşullarının yaratıldığı bir demokrasidir. Kağıt, baskı,
dağıtım ve teknolojik olanakların proletaryanın elinde olduğu
koşullarda, basın, yayın ve propaganda özgürlüğü; halkın çalışma ve
yaşam koşullarının geliştirilmesi ile ulaşım, seyahat, eğitim, güvenli
bir gelecek hakkı; bilimsel, sanatsal ve kültürel alanlarda bireysel
gelişme özgürlüğü; toplumsal mülkiyetin egemen olduğu bir toplumda
iktidarın sermayenin tekelinde kurtulması ve emekçilerin gerçek
anlamda temsil özgürlüğü, burjuva parlamentarizmin rüşvet, borsa ve
ahlaksızlık batağından kurtulmuş halkın çıkarlarını temel alan
demokratik bir yönetim sistemi proleter demokrasinin özellikleridir.
Proleter demokrasi halk yığınları için gerçek demokrasidir.
Ekim Devrimi, proletaryanın iktidarıyla gerçek bir demokrasinin
başlangıç noktası olmuştur. Sömürücü bir azınlığın çoğunluk
üzerindeki egemenliği ortadan kaldırılmış; azınlığın iktidar olduğu
burjuva demokrasisi aşılmıştır. Tarih ilk kez çoğunluğun sömürücü
bir azınlık üzerindeki egemenliğine tanık olmuş; emekçi yığınların
iktidarda olduğu, ona hizmet eden proleter demokrasi kurulmuştur:
Burjuva demokratik cumhuriyetinde ‘özgürlük’ aslında zengin olan
için özgürlüktü. Proleter ve çalışan köylüler, bundan, kendi güçlerini
sermayeyi alaşağı etmek, burjuva demokrasisinin üstesinden gelmek
amacıyla yararlanabilirdi ve yararlanmalıydı da, ama gerçekte çalışan
yığınlar, genel bir kural olarak kapitalizm koşullarındaki demokrasiden
yararlanamamışlardı.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, dünyada ilk kez yığınlar için,
çalışan halk için, fabrika işçileri ve küçük köylüler için demokrasiyi
yaratmıştır.
Dünya, nüfusun çoğunluğu tarafından kullanılan siyasal iktidarı, bu
çoğunluk tarafından fiilen kullanılan iktidarı, Sovyet yönetimine benzer
bir biçimde bugüne dek henüz görmemiştir.” (Lenin, Burjuva
Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, Sol Yayınları, sf. 146)
PROLETER DEMOKRASİNİN ORGANLARI: SOVYETLER
Sınıflı toplumlarda devlet egemen azınlığın baskı ve sömürü aygıtı
olduğundan, yığınların yönetime katılması gibi bir sorun yoktur.
En gelişmişinden en geri kalmışına, hatta açık diktatörlüklere
kadar, çeşitli ülkelerde seçimler ve seçimler sonrasında oluşturulan
parlamentolar vardır. Yaygın olan görüşe göre, parlamentolar, halkın
iradesinin temsilcisi ve halkın yönetme veya yönetime katılma
aracıdır. Burjuvazinin istediği, halkın, 5 senede bir kendisini
yönetecek egemen sınıf partilerinden birisi seçmesidir. İktidarda olan
parti kredisini tükettiğinde, ona muhalif, ama aynı ya da benzer
politikaların takipçisi başka bir burjuva partiyle yer değiştirmesidir.
Bu, halkın iradesinin tecelli etmesi olacaktır!
İşçi sınıfı ve emekçilerin iktidarında, yığınlar için demokrasi, 5
senede bir yapılan ‘oy kullanma’ işlemiyle sınırlı olamaz. Proleter
demokrasi; kapitalizmde yönetilen bir sınıf olan işçi sınıfı ve
emekçilerin, devrimci işçi partisi önderliğinde yönetmeyi öğrenmesi,
devlet idaresine katılması ve yön vermesini gerektirir. Yığınların devlet
idaresine katılmasının aracı, bütün ezilen ve sömürülenleri, işçileri ve
köylüleri kucaklayan kitle örgütleri ve iktidar organları olan
Sovyetlerdir.
1905 Rus Devrimi’nde ortaya çıkan, devrimin yığın örgütü olarak
devrimi yöneten Sovyetler, 1917 Şubat Devrimi’yle daha sağlam
temeller üzerinde kuruldu. Ekim Devrimi; Sovyetlerin yarattığı güç ve
yığınların fiili demokrasisi üzerinden gerçekleşmiştir dersek abartı
olmaz.
Ekim Devrimi’yle tarihte ilk kez ezilen ve sömürülen yığınlar
iktidara gelmiş; demokratik hak ve özgürlüklerden gerçek anlamda
yararlanmanın ötesinde Sovyetler aracılığıyla siyasal yaşama ve devlet
yönetimine katılmıştır.
En demokratik cumhuriyetlerde bile, yasa karşısında eşit haklara
sahip olmakla birlikte, siyasal yaşama katılma ve demokratik hak ve
özgürlüklerden yararlanmaktan binlerce yol ve kurnazlıkla uzak
tutulmuş bulunan yığınlar, şimdi devletin demokratik yönetimine,
durmadan ve zorunlu olarak ve üstelik kesin bir biçimde katılmış
bulunmaktadırlar.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya
Diktatörlüğü, Sol Yayınları, sf. 126)
Sovyet iktidarının ayırt edici niteliği tüm devlet aygıtının temelinin
kapitalizm tarafından ezilen sınıfların; işçi ve emekçilerin yığınsal
örgütlenmesi (Sovyetler) olmasıdır. Burjuva demokrasisi ve
parlamentarizm yığınları yönetim aygıtından uzaklaştıracak şekilde
örgütlenmişken, Sovyetler iktidarı, yani proletarya diktatörlüğü
yığınları yönetim aygıtına yakınlaştıracak biçimde örgütlenmiştir.
Sovyetler iktidarı, burjuva demokrasisinin her zaman ve her yerde
vaat ettiği, ama kapitalizmin egemenliği nedeniyle hiçbir zaman
gerçekleştiremediği, yurttaşların din, dil, ırk, milliyet ve cinsiyet
bakımından eşitliğini iktidarının ilk yıllarından itibaren derhal
uygulamıştır. Bu eşitliğin yaratılabileceği özgür ortamı, üretim
araçlarının özel mülkiyetini kaldırarak sağlamıştır.
Ezilen ve baskı altına alınan; dil ve kültürlerinin kullanılması
engellenen uluslar Sovyet iktidarıyla kendi kaderlerini tayin etme
hakkına sahip olmuşlardır. Onlarca ulusu baskı altına alan ‘Uluslar
Hapishanesi’nden, halkların kendi dil ve kültürlerini özgürce
kullandıkları, bununla da yetinmeyip kendi siyasi, ekonomik ve
kültürel yönetim ve gelişim araçlarına sahip olduğu bir devlet
örgütlenmesine geçilmiştir. Ulusların kaderlerini tayin hakkı, Sovyet
iktidarıyla birlikte hayata geçirilmiştir.
Sovyet iktidarıyla farklı din mensuplarına yönelik baskılar ortadan
kaldırılmış, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrıldığı, kilise
egemenliğine son verildiği, tüm yurttaşların din ve vicdan
özgürlüğünün, farklı dinlere mensup olma veya hiçbir dine mensup
olmama özgürlüğünün tanındığı, devletin dinler karşısında tarafsız
kaldığı laik bir devlet kurulmuştur. Dine ve hurafelere dayanan eğitim
sistemi ortadan kaldırılmış; gerçekliğe ve bilime dayanan bir eğitim
sistem kurulmuştur.
Sovyet iktidarıyla eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, barınma vb. temel
insan hakları tüm yurttaşların ulaşılabileceği biçimde sağlanmış;
çalışma ve yaşam koşulları emekçilerin çıkarların doğrultusunda
yeniden şekillendirilmiş; böylece yığınların siyasal yaşama
katılmasının, entelektüel ve kültürel gelişimlerinin önü açılmıştır.
Sovyet iktidarıyla işçi sınıfı ve emekçiler, en demokratik burjuva
cumhuriyetlerde bile sahip olamadıkları kağıt, baskı ve dağıtım
tekellerine, gelişmiş teknolojili cihazlara ve iletişim olanaklarına sahip
olmuşlardır. Basın tekellerinin büyük olanakları ve eşitsiz rekabeti
ortadan kaldırılarak, basın ve yayın özgürlüğü gerçek anlamda
sağlanmıştır. Toplanma, örgütlenme, siyasal yaşama katılma
özgürlüğü önündeki kapitalizmden kaynaklanan engeller
kaldırılmıştır.
Ülkenin ekonomi politikaları, 5 yıllık planların hedefleri, çalışma
yaşamının düzenlenmesi, kültürel alandaki gelişmeler, yeni yasal
düzenlemeler vb. tüm konular, Sovyetlerde tartışılmış ve buradan
çıkan eğilimler üzerinden karara bağlanmıştır.
1936 yılında kabul edilen Sovyet Anayasası, milyonlarca Sovyet
yurttaşının katıldığı toplantılarda tartışılmış, yüz binlerce insan
toplantılarda söz almış ve binlerce öneri getirilmiştir. Tarih, ilk defa,
hazırlanışına yığınların katıldığı, söz aldığı; bizzat kendisinin
hazırladığı bir Anayasa’ya tanık olmuştur. Faşizme karşı bir
iddianame niteliği taşıyan bu Anayasa, hazırlanışı ve içeriğiyle
yalnızca Sovyetler Birliği’nde değil, kapitalist ülkeler proletarya ve
emekçilerinde de büyük bir coşku yaratmış; kapitalist ülkelerde
birçok demokratik düzenlemeye yol açmıştır.
Sovyetler, Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğü için
yaşamsal bir öneme sahip olan işçi ve emekçilerin siyasal yaşama
katılmasını, yığınları siyasal hayattan uzaklaştıran parlamentarizmin
aşılmasını, böylece işçi demokrasinin gerçekleşmesinin olanaklarını
sağlamıştır. Proletaryanın mücadelesinin ortaya çıkardığı bu örgüt
biçimi, proleter demokrasinin temel dayanağı olmuştur.
DEMOKRASİNİN AŞILMASI
Ekim Devrimi’yle kurulan proletarya diktatörlüğü, sosyalizmi ve
Sovyet demokrasisini inşaya girişerek komünizme giden yolu açtı.
Proletaryanın tarihsel amacı ve ilerleyişi; proletarya dahil tüm
sınıfların ortadan kaldırılması, sınıf çelişkileri, devlet ve ordunun
olmadığı; eşitliğin ve özgürlüğün egemen olduğu bir dünya kurmaktır.
Sınıflar ve sınıfların varlığına dayanan devlet aygıtı ortadan
kalkmadığı sürece gerçek bir eşitlik ve özgürlükten bahsetmek
olanaklı değildir.
Proletaryanın egemen sınıf konumuna gelmesi bu yolda atılmış bir
adımdır. Kapitalizmden komünizme geçişte, başka bir deyişle
kapitalizmden miras kalan temel üzerinde komünizmin inşasında
proletarya diktatörlüğü zorunlu bir aşamadır.
Proletarya, burjuvazinin siyasal egemenliğini alaşağı ettikten sonra,
kapitalist üretim ilişkilerini parçalarken yerine sosyalist üretim
ilişkilerini inşa eder. Sosyalizmin inşası, yalnızca iyi niyete dayanan
‘halkçı’ bir çaba değil, proletarya ve onun devrimci komünist
partisinin önderliğinde, sınıf savaşımına dayanan; bilimsel bir
teorinin kılavuzluğunda yürütülebilecek bir süreçtir. Bu süreç,
yalnızca öncü ile değil, ancak yığınların işi ele alması ve doğrudan
katılımı ile, yani proleter/Sovyet demokrasisi ile ilerleyebilir.
Üretici güçlerin gelişmesi, sınıf farklılıklarının, kafa ve kol emeği
arasındaki çelişkinin azalması, sınıfsal egemenlik aracı olan devletin
giderek bir zorunluluk olmaktan çıkarak sönmeye yüz tutması, gerçek
eşitlik ve özgürlüğe açılan kapıdır.
Devletin sönmesi, bir tarafta yöneten bir tarafta yönetilen ayrımının
bütünüyle kalkmasını gerektirir. Toplumun bir kısmının yönetim
işleriyle uğraştığı, diğer kısmının yönetimin dışında kaldığı ya da az
çok katıldığı yapının değişmesini, politik yönetimden, insan ve insan
gruplarının yönetiminden “şeylerin yönetimine” geçilmesini gerektirir.
Sosyalizmin gelişmesi ve komünizme ilerlemek için emekçilerin
devlet yönetimine katıldığı proleter demokrasinin tesisi şarttır. Devlet
işlerinin basitleşmesi, sınıfların ortadan kalkması ve yığınların devlet
yönetimine tam olarak katılması, böylece yöneten ve yönetilen
ayrımının kalkması, yöneten ve yönetilenin aynı öznede birleşmesi
yönetilecek, aynı anlama gelmek üzere baskı altında tutulacak
kimsenin kalmaması ile devlete gereksinim ortadan kalkar. Devlet
misyonunu tamamlamış ve tarihin çöplüğüne atılmayı hak etmiş olur.
Devletin sönmesi, yığınların yönetim işlerini ellerine alması,
demokrasinin tam anlamıyla yaşam bulması; bir yönetim biçimi olan
ve yöneten-yönetilen ayrımını zorunlu kılan demokrasinin aşılması
anlamına gelir.
Lenin bir devlet biçimi olan demokrasinin, dolayısıyla zorun
ortadan kalkmasının komünizme geçişle olacağını söyler:
Biz devletin, yani tüm örgütlenmiş ve sistemli zorun, genel olarak
insanlar üzerinde uygulanan her türlü zorun ortadan kalkmasını son
erek olarak alıyoruz. … sosyalizm, evrimi içinde komünizme varacak ve
sonuç olarak, insanlara karşı zora başvurma zorunluluğu, bir insanın
bir başka insana, nüfusun bir bölümünün nüfusun öteki bölümüne
boyun eğme zorunluluğu büsbütün ortadan kalkacaktır; çünkü
insanlar, zor ve boyun eğme olmaksızın toplum halinde yaşamanın
yalın koşullarına uymaya alışacaklardır.” (Lenin, Devlet ve İhtilal,
Bilim ve Sosyalizm Yayınları, sf. 92)
Tarihte her olgu geçici ve görecelidir; mutlak değildir. Devlet nasıl
tarihin değişmez bir olgusu olmayıp bir başı ve sonu varsa; demokrasi
de, burjuva-demokratlarımızın, küçük burjuva ‘saf demokrasi’
hayranlarımızın söyledikleri gibi mutlak değildir. Tarihin ilerleyişi
içerisinde, belli maddi koşullar olgunlaştığında doğuşu; yine başka
maddi koşullar ortaya çıktığında sönmesi söz konusudur. Proleter
demokrasi ile yığınların devlet yönetimine katılması, demokrasinin
gerçek anlamda yaşam bulması, aynı zamanda, demokrasinin
aşılmasının başlangıç noktasıdır.
EKİM DEVRİMİ’NİN YOLUNDA!
18. ve 19. yy’da demokrasi için mücadelenin önderliğini yapan
burjuvazi, halka egemenlik, halk iktidarı vaat etmişti. Oysa feodal
sömürücü sınıflar iktidardan indirildiğinde, başka bir sömürücü sınıf
olan burjuvazinin iktidarı kuruldu. Halka kalan iktidar değil,
burjuvazinin vahşi sömürüsü ve kapitalist egemenliği oldu.
Feodaliteye karşı sövüp sayan burjuvazi, işçi hareketi yükseldiğinde
proletaryaya karşı feodal beylerle ittifak yapmaktan çekinmedi, ilerici
niteliğini giderek kaybetti. Emperyalizm çağında tekelleşen, ilerici
barutunu tüketen egemen burjuvaziyse, artık demokrasinin değil
siyasal gericiliğin temsilcisi haline geldi.
Burjuvazinin demokratlığı başından itibaren ikiyüzlü olmuştur.
Vaatleri kapitalist üretim ilişkileri sürdükçe ya gerçekleşemez olarak
kalmış ya da kullanılması için gerekli nesnel koşullar varolmamıştır.
Ekim devrimi, işçi sınıfı ve emekçiler için yalnızca yeni bir
demokrasinin, Sovyet demokrasisinin doğuşunu ifade etmez. SSCB’de
yeşeren demokrasi, kapitalist ülkeler proletarya ve emekçilerine esin
kaynağı olmuş, onların mücadelelerine büyük manevi destek
sağlamış, burjuvaziyi sosyalizm karşısında tavizler vermek zorunda
bırakmıştır. Sovyet demokrasisinin açtığı yoldan ilerleyen işçi sınıfı ve
emekçiler burjuva iktidarlarını yıkmışlar; güçlerinin yetmediği
ülkelerde ise burjuvaziyi önemli tavizlere zorlayarak bir çok
demokratik hak ve özgürlükleri kazanmışlardır. İkinci Dünya Savaşı
sonrasında ortaya çıkan sosyal devletçi politikalar, emekçilere
sağlanan eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hakkı, söz, basın, düşünce ve
örgütlenme özgürlüğündeki ilerlemelerde Ekim Devriminin yarattığı
Sovyet demokrasisinin büyük etkisi ve payı vardır.
Ekim devrimi yalnızca Sovyet halklarının değil kapitalist ülkeler
proletaryasının, ülkemiz işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadelesine de
yol göstermiştir. Bugün giderek yok edilmeye çalışılsa da tüm bu
kazanımlar Ekim devriminin mirası üzerinde yükselmektedir.
Proletarya, kendisiyle beraber tüm ezilenlerin kurtuluşu için
mücadelede emperyalizme ve işbirlikçi gericiliğe karşı bağımsızlık ve
demokrasinin biriciktutarlı savunucusudur. Gericiliğe karşı
demokrasi mücadelesi veren proletarya, tarihsel görevini yerine
getirebilmek için, aynı zamanda, burjuva demokrasisinin sınırlarını,
onun burjuva/ikiyüzlü niteliğini bilmeli; üzerinde yükseldiği kapitalist
üretim ilişkilerini parçalayarak, proletarya ve tüm emekçilerin
iktidarını, proleter demokrasiyi kurmalıdır.
Uluslararası burjuvazi, Ekim Devrimi’ni çarpıtmak için elinden
geleni yapacaktır. Burjuva demokrasisini sınıfsal içeriğinden koparıp,
demokrasi yaygaralarıyla yığınları kapitalizme bağlamak için
çabalayacaktır. Küçük burjuva ‘sosyalist’leri, dönekleri ve paralımaaşlı
ideologlarıyla toplumun düşünsel yaşamına müdahale etmeye
çalışacaktır. Proletarya ve onun devrimci komünist partisi,
burjuvazinin bu kara propagandasına karşı mücadeleyle
yetinmeyecek; yeni Ekim’lerle sosyalizmin bayrağını ülkemizde de
dalgalandıracaktır!

Bu Blogda Ara