Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları
Viladimir İliç Lenin 


PROGRAMIMIZDA ULUSAL SORUN

      PARTİ programı taslağımızda, başka noktaların yanısıra, "devleti oluşturan tüm ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasını" güvence altına alan demokratik bir anayasaya dayalı bir cumhuriyet isteğiyle ortaya çıktık. Birçok kişi, programımızdaki bu isteği yeterince açık bulmadı. 33. sayıda, Ermeni sosyal-demokratların bildirgesi üzerinde dururken, bu noktanın anlamını şöyle açıkladık: sosyal-demokratlar, ulusal kaderi tayin etmeyi, dışardan, şiddete başvurarak ya da haksız biçimde etkilemeye dönük her türlü çabayla savaşacaklardır. Ne var ki, kendi kaderini tayin özgürlüğü için savaşım vermeyi, hiç duraksamaksızın tanımamız, ulusal kaderi tayin etmeyi amaçlayan her isteği kesinlikle destekleme yüklenimi altına girdiğimiz anlamına [sayfa 11] gelmez. Proletaryanın partisi olarak sosyal-demokrat parti, halkların ya da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı yerine, her ulus içindeki proletaryanın kendi kaderini tayin hakkına geçerlik kazandırmayı kesin temelli ödevi sayar. Her zaman ve hiç duraksamaksızın, bütün ulusların proletaryasının en yakın işbirliği için çalışmalıyız. Yeni bir sınıflı devletin kurulmasına ya da gevşek bir federal birliğin vb. yerini alacak devletin tam siyasal birliğine yardımı olacak istekleri, ancak belli özel durumlarda öne sürebilir, aktif olarak destekleyebiliriz.[1*]
      Programımızın ulusal soruna ilişkin esaslarını böyle açıklayışımız, Polonya Sosyalist Partisinin (PSP)[1] sert itirazına yolaçtı. "Rus Sosyal-Demokratlarının Ulusal Sorun Karşısındaki Tutumu" başlıklı yazıda (Przedswit,[2*] Mart 1903), PSP, bu "şaşılası" açıklamaya ve bizim bu "gizemli" kendi kaderini tayin anlayışımızın "bulanıklığına" duyduğu öfkeyi dile getiriyor. PSP, bizi, koşullara bakmaksızın körü-körüne ilkelere saplanmakla ve "madem dil, milliyet, kültür ve benzeri şeyler salt burjuva uydurmasıymış, öyleyse işçiler, kapitalizmi tüm olarak ortadan kaldırmaktan başka bir şeyle ilgilenmezlermiş" yollu "anarşist" görüşler taşımakla falan suçluyor. Bu iddiayı ayrıntılarıyla incelemeye değer buluyoruz. Çünkü bu iddia, ulusal sorun konusunda, sosyalistler arasında çok yaygın ve çok genel olan yanlış inançların neredeyse tümünü ortaya koyuyor.
      Bizim açıklamamızda "şaşılası" ne var? Bu açıklama, neden [programın -ç.] "sözcük" anlamından bir ayrılış olarak görülüyor? Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak, gerçekte her ulusun kendi kaderini tayin isteğini desteklemek anlamına mı gelir? Her şey bir yana, bütün yurttaşların özgür biçimde dernekleşme hakkını tanımamız demek, biz sosyal-demokratların, kesenkes, her yeni dernekleşmeyi destekleme yüklenimi altına girmemiz demek değildir. Hatta bu hakkı tanımış olmamız, bizim, uygunsuz ve akılsız bir adım olarak göreceğimiz belli bir derneğe karşı çıkmamızı, ona karşı kampanya açmamızı da önlemez. Biz Cizvitlerin özgürce aydınlatma çabası gösterme hakkını bile tanırız, ama Cizvitlerle proletarya arasında bir ittifak [sayfa 12] kurulmasına karşı (kuşkusuz polis yöntemleriyle değil) savaşırız. Öyleyse, Przedswit "Eğer bu kendi kaderini özgürce tayin hakkı isteği, sözcüğü sözcüğüne alınırsa [şimdiye dek bizim yaptığımız da bu zaten] ancak o zaman tatmin oluruz" dediği zaman, apaçık görülüyor ki, programın sözcük anlamından ayrılan, PSP'nin kendisinden başkası değildir. Biçim açısından bakıldığı zaman PSP'nin vardığı sonuç, hiç kuşku yok, mantık-dışıdır.
      Ancak biz açıklamamızı biçimsel açıdan doğrulamaya çalışmakla yetinecek değiliz. Doğrudan doğruya sorunun köküne ineceğiz: sosyal-demokrasi, her zaman, ulusal bağımsızlığı, hiçbir koşul ileri sürmeksizin desteklemeyi görev mi saymalıdır, yoksa ancak belli koşullar altında mı desteklemelidir; eğer ikinci yol tutulacaksa, o zaman hangi koşullar altında desteklemelidir? Bu soruyu, PSP, her zaman koşulsuz destekleme diye yanıtlamıştır. Bu nedenle, PSP'nin Rus sosyalist-devrimcilerine karşı gösterdiği yakınlığı hiç mi hiç yadırgamıyoruz. Çünkü Rus sosyalist-devrimcileri federal bir devlet düzeni istiyorlar, "ulusal kaderi tayin hakkının hiçbir koşula bağlı olmaksızın, tam olarak kabulü”nden yana olduklarını belirtiyorlar (Revolutsionnaya Rossiya, n° 18, "Ulusal Köleleştirme ve Devrimci Sosyalizm" başlıklı yazı). Ne yazık ki, burjuva-demokratça bir sözden başka bir şey değil; sözümona sosyalist-devrimcilerin, sözümona partisinin gerçek yapısını yüzüncü kez, bininci kez ortaya koyuyor. Bu sözlerin oltasındaki yeme takılarak, bu yaygaranın çekiciliğine kapılarak, PSP, teorik temelde ve siyasal eylemde, proletaryanın sınıf savaşımıyla bağlarının ne kadar zayıf olduğunu tanıtlıyor. Oysa ulusal kaderi tayin istemini ikinci dereceye koymak, bu savaşımın çıkarınadır. Ulusal soruna bizim yaklaşımımızla, burjuva-demokratça yaklaşım arasındaki bütün farklılığı yaratan şey, işte bu noktadan çıkıyor. Burjuva-demokrat (ve onun ardından giden bugünkü sosyalist oportünist), demokrasinin sınıf savaşımını saf-dışı ettiğini düşler; bütün siyasal istemlerini, "hiçbir koşul koymaksızın", "tüm halk"ın çıkarları açısından, hatta ölümsüz ve mutlak ahlak açısından çeşitli biçimlerde, soyut bir yolda öne sürmesinin nedeni budur. İster soyut, idealist bir felsefe içinde, ister ulusal bağımsızlık için mutlak bir istek olarak öne sürülsün, her zaman, her yerde sosyal-demokrat, bu [sayfa 13] burjuva düşünü, aman vermeksizin gözler önüne serecektir. Eğer bir marksistin, ulusal bağımsızlık isteğini ancak bazı koşullara, özellikle yukarıda belirtilen koşullara bağlı olarak tanıyabileceğini hâlâ kanıtlamamız gerekiyorsa, Polonyalı proleterlerin bağımsız bir Polonya isteğini marksist bir görüşle savunmuş olan bir yazarın yazısına başvuralım. Kari Kautsky, 1896'da, "Finiş Poloniae?"[3*] başlıklı yazısında şöyle yazmıştı: "Proletarya bir kez Polonya sorununu, kendisine uğraş edindiği zaman, Polonya'nın bağımsızlığından yana bir tutum takınmaktan, bugün için o yöndeki bütün adımları baştacı etmekten başka bir şey yapamaz; ancak bunun için atılan o adımın, uluslararası savaşkan (militant) proletaryanın sınıf çıkarlarıyla kesin olarak uyuşması gerekir."
      "Bu koşullama (reservation)", diyor, Kautsky, "her zaman gereklidir. Ulusal bağımsızlık, hangi durumda olursa olsun, savaşkan proletaryanın sınıf çıkarlarıyla, uğrunda hiçbir koşul koymaksızın savaşmayı gerektirecek bir bağdaşıklık içinde değildir.[4*] Marx’la Engels, İtalya'nın kurtuluşundan ve birleştirilmesinden yana çok kararlı bir tutum takınmışlardı. Ancak bu, 1859'da, onların, Napoléon'la ittifak kuran İtalya'ya karşı çıkmalarını engellemedi." (Neue Zeit, XIV, 2, s. 520.)
      Görüldüğü gibi Kautsky, ulusların bağımsızlığının koşulsuz olarak desteklenmesini kesinlikle reddediyor, sorunun yalnızca genel bir tarihsel temele değil, ama özellikle sınıfsal temele oturtulmasını istiyor. Bunun yanısıra, bir de Marx'la Engels'in, Polonya sorununu nasıl ele aldıkların incelersek, başından bu yana onların tutumunun da tamı tamına böyle olduğunu göreceğiz. Die Neue Rheinische Zeitung[2], Polonya sorununa hayli geniş yer ayırmış, yalnızca Polonya'nın bağımsızlığını istemekle yetinmemiş, Polonya'nın özgürlüğü için Almanya'nın Rusya'yla savaşmasını olanca gücüyle öne sürmüştür. Ancak, Marx, aynı zamanda, Frankfurt parlamentosunda Polonya'nın özgürlüğünden yana konuşan ve Polonya sorununu tarihsel açıdan açıklama çabası göstermeksizin, salt "utanç verici haksızlık" türünden [sayfa 14] burjuva-demokratça sözlerle çözmeye çalışan Ruge'a da saldırmaktan geri durmamıştır. Marx, tarihin devrim zamanlarında "polemik"ten, hiçbir şeyden ürkmedikleri kadar korkan kültürsüz, bilgiç taslaklarından değildi. Bu nedenle, Marx, "insan" yurttaş Ruge'u acımasız bir alay yağmuruna tutmuştur; her ulusal ezilmişliğin, kesenkes her zaman, demokrasi ve proletarya açısından haklı görülebilecek bir bağımsızlık özlemi yaratmayacağını, Ruge'a, Kuzey Fransa'nın Güney Fransa'yı ezmesi örneğiyle göstermiştir. Marx, "Polonya'yı Rusya'nın, Avusturya ve Prusya'nın devrimci parçası haline getiren" bazı özel toplumsal koşullar üzerinde durdu. Bu koşullar nedeniyle, "temelleri hâlâ bir ölçüde feodal olsa bile, Polonya soyluları bile, eşi görülmedik bir özgecilikle (selflessness) demokratik tarım devrimine dört elle sarıldılar. Almanya'nın, en yavanından anayasal ve burnu havada bir felsefi ideoloji içinde, elyordamıyla yolunu aradığı yıllarda Polonya, çoktan, Doğu Avrupa demokrasisinin merkeziydi. Biz [Almanlar] ... Polonya'nın ezilmesine yardım ettiğimiz, Polonya'nın bir bölümünü Almanya'ya zincirle bağlı tuttuğumuz sürece, Rusya'ya ve Rusya'nın siyasetine zincirli kalacağız, kendi ülkemizde ataerkil feodal mutlakiyeti tam olarak kaldırıp atamayacağız. Demokratik bir Almanya yaratmanın birincil önkoşulu, demokratik bir Polonya yaratılmasıdır."[3]
      Bu açıklamaları, buraya, böyle ayrıntılı olarak almamızın nedeni, uluslararası sosyal-demokrasinin, Polonya sorununa karşı, 19. yüzyılın hemen hemen ikinci yarısı boyunca geçerliğini koruyacak bir yolda biçimlendiği bir sırada, işin tarihsel geçmişini apaçık göstermesinden ötürüdür. O tarihsel geçmişte ortaya çıkan değişiklikleri görmezlikten gelmek ve marksizmin verdiği eski çözümleri savunmayı sürdürmek, öğretinin özüne değil, sözüne bağlı kalmak demektir; yeni siyasal durumları tahlil için marksist araştırma yöntemlerini kullanmaksızın eski vargıları yinelemek demektir. O günlerle bugünler –son burjuva devrimci hareketleri çağı ve umutsuzca çırpınan bir gericilik çağı, proleter devrimi öncesinde bütün güçlerin aşırı bir gerilik içinde olduğu bugünler– birbirinden çok açık biçimde farklıdır. Bir bütün olarak o günlerin Polonya'sında salt köylüler değil, ama soyluların büyük bir kesimi bile devrimciydi. Ulusal kurtuluş savaşımı [sayfa 15] geleneği öylesine güçlüydü, kökleri öylesine derinlere inmişti ki, ülke içinde yenilgiye uğramaları üzerine, Polonya'nın en yiğit oğullan, nerede destekleyecek devrimci bir sınıf buldularsa oraya koştular; Dabrowski ile Wroblewski'nin[4] anıları, 19. yüzyılın en büyük proletarya hareketiyle, Paris işçilerinin son –umalım ki başarısız son– ayaklanmasıyla ayrılmaz biçimde birleşti. O günlerde Polonya'nın kurtuluşu[5*] gerçekleşmeksizin, Avrupa'da demokrasinin tam bir zafer kazanması gerçekten olanaksızdı. O günlerde Polonya, çarlığa karşı, uygarlığın gerçekten kalesiydi, demokrasinin öncüsüydü. Bugünse Alman ve Rus proletaryası, eski devrimci Polonya'nın büyük geleneklerini kahramanca kendi ellerine alan Polonya proletaryasıyla omuz omuza özgürlük savaşı verirken, Polonya'nın egemen sınıfları, Almanya'nın ve Avusturya'nın orta sınıfları (gentry) ve Rusya'nın sınai ve mali kodamanları, Polonya'yı ezen ülkelerin egemen sınıflarını destekliyorlar. Bugün marksizmin, komşu ülkelerdeki ileri temsilcileri, gerçi Avrupa'daki siyasal evrimi dikkatle gözlüyorlar ama, gene de "bugünkü durumda St. Petersburg'un, Varşova'dan çok daha önemli devrimci bir merkez haline geldiğini, Rus devrimci hareketinin, Polonya hareketinden çok daha büyük bir uluslararası önem kazandığını" özdenlikle itiraf ediyorlar. Kautsky'nin, Polonya sosyal-demokratlarının programına, Polonya'nın özgürlüğe kavuşturulması isteminin alınmasını savunurken, ta 1896'da yazdığı budur. Polonya sorununun 1848'den bu yana geçirdiği evreleri inceleyen Mehring de, 1902'de, şu sonuca varmıştır: "Polonya proletaryası bayrağına, Polonya'da, egemen sınıfların adını bile duymak istemedikleri sınıflı bir devletin kurulmasını yazmayı dileseydi, tarihsel bir güldürü sahnelemiş olurdu; bu, mülk sahibi sınıflar için (örneğin, 1791'deki Polonya soyluları için olduğu gibi) pekâlâ, olasıdır, ama işçi sınıfı için hiçbir zaman sözkonusu olmaması gerekir. Öte yandan, eğer bu gerici ütopya, aydınlar katmanıyla, küçük-burjuvazinin ulusalcı kışkırtmalara duyarlı olan kesimlerini proletaryanın aydınlatma çabalarına kazanma sonucunu verirse, o zaman, işçi sınıfının uzun erimli çıkarlarını, günün önemsiz ve ucuz başarılarına kurban eden değersiz bir oportünizmin ürünü olarak, bu ütopyanın savunulamazlığı bir kat [sayfa 16] daha artar.
      "İşçi sınıfının bu çıkarları, Polonya'yı paylaşmış olan üç devlette de Polonyalı işçilerin, herhangi bir koşul koymaksızın kendi sınıf yoldaşlarıyla omuz omuza savaşmalarını kesinlikle emreder. Bir burjuva devrimin, özgür bir Polonya yaratabileceği günler artık geride kalmıştır: bugün Polonya'nın yeniden doğuşu, ancak gelişmesi sırasında, modern proletaryanın zincirlerini koparacağı toplumsal bir devrimle olabilir."[5]
      Mehring'in vardığı sonuca tam olarak katılıyoruz. Biz kendi iddialarımızda Mehring kadar ileri gitmesek bile, bu vargının doğruluğundan kuşku duyulamayacağını belirtmek istiyoruz. Kuşkusuz, Polonya sorununun bugünkü durumu, elli yıl öncekinden büyük ölçüde değişiktir. Ne var ki, bugünkü duruma, hep böyle sürecek gözüyle bakılamaz. Sınıf karşıtlığı, kuşkusuz, ulusal sorunları gerilere itmiştir, ama kesin olarak, herhangi bir ulusal sorunun, geçici bir süre için siyasal oyunun ön safında görünemeyeceği, doktrinerliğe sapma tehlikesine düşmeksizin ileri sürülemez. Kuşkusuz, kapitalizmin devrilmesinden önce Polonya'nın kurtulması olasılığı hemen hemen yok gibidir. Ama bunun kesinlikle olanaksız olduğu, ya da Polonya burjuvazisinin, bağımsızlığın yanında yeralmasına yolaçacak koşulların ortaya çıkmayacağı da söylenemez. Üstelik Rus sosyal-demokrasisi de, kendi ellerini bağlamayı hiç mi hiç istemiyor. Rus sosyal-demokrasisi, ulusların kaderlerini tayin hakkının tanınmasını programına alırken, akla sığabilecek her olasılığı dikkate almıştır. Sosyalizmden önce gerçekleşmesi olasılığı yok denecek ölçüde az olduğu halde, Polonya proletaryasının bağımsız ve özgür bir Polonya cumhuriyeti sloganını benimsemesini, bu program hiçbir biçimde engellemiş değildir. Program, yalnızca, gerçekten sosyalist olan bir partinin, proletaryanın sınıf bilincini baştan çıkartıp bozmamasını, sınıf savaşımını önemsemezlik etmemesini, işçi sınıfını burjuva-demokrat sözlerle avlamamasını ya da proletaryanın bugünkü siyasal savaşımının birliğim parçalamamasını istemektedir. İşin özü, işte bu koşullardadır. Biz, kendi kaderini tayin hakkını, ancak bu koşullarla tanıyoruz. PSP'nin, Alman ve Rus sosyal-demokratlarından, ulusların kaderlerini tayin hakkını, özgür ve bağımsız bir cumhuriyet için savaşım [sayfa 17] verme hakkını reddettikleri için ayrılıyormuş gibi görünmesinin hiçbir yararı yoktur. Ayrılık bu noktada değildir. Ayrılık, PSP'nin sınıf görüşünü gözden kaçırmasında, bu görüşü şovenizmiyle[6*] gölgelemesinde, bugünkü siyasal savaşımı bölmesindedir. Bizim PSP'ne gerçek sosyal-demokrat bir işçi partisi gözüyle bakmamızı engelleyen şey budur. Örneğin, PSP, sorunu genellikle şöyle koyar:"... Çarlığı, ancak, Polonya'yı ondan kopararak zayıflatabiliriz; çarlığı devirmek Rus yoldaşların görevidir." Ya da şöyle: "... Çarlığın devrilmesinden sonra Rusya'dan ayrılarak kendi kaderimizi tayin edebiliriz." Görüyorsunuz, yalnızca, programın, Polonya'nın kurtuluşuna ilişkin isteği açısından bile, canavarca bir mantık, nasıl canavarca sonuçlara götürüyor. Polonya'nın kurtuluşu, demokratik evrimin olası (ama burjuvazi egemen oldukça hiçbir biçimde mutlak kesinlik göstermeyen) sonuçlarından biri olduğuna göre, Polonya proletaryası bu durumda çarlığı devirmek için Rus proletaryasıyla birlikte savaşmamalı, ama "ancak" Polonya'yı ondan kopararak zayıflatmak için savaşmalıymış. Rus çarlığı Almanya ve Avusturya burjuvazisi ve hükümetleriyle gittikçe daha yakın ittifak kurduğuna göre, Polonya proletaryası bu durumda, şimdi aynı boyunduruğa karşı savaştığı Rus, Alman vb. proletaryasıyla ittifakını gevşetmeliymiş. Bu, proletaryanın en önemli çıkarlarını, burjuva-demokratça bir ulusal bağımsızlık kavramına feda etmekten başka bir şey değildir. İktisadi gelişme, siyasal bir bütünün ayrı parçalarını giderek birbirine daha yakınlaştırmayı sürdürdükçe, bütün ülkelerin burjuvazileri, ortak düşmanları olan proletaryaya karşı giderek birleştikçe ve ortak dostları olan çan desteklemekte giderek birbirlerine yaklaştıkça, bizim çarlığı devirme amacımızdan ayrı olarak PSP'nin, çarlığın dağılması istemi boş bir söz olarak kalacaktır, bugün de boş bir sözden başka bir şey değildir. Üstelik, şimdi otokrasinin boyunduruğu altında ezilen proletaryanın güçlerinin bölünmesi acı bir gerçektir, doğrudan doğruya, [sayfa 18] PSP'nin yaptığı hatanın sonucudur, PSP'nin burjuva-demokrat kalıplara tapınmasının sonucudur. Proletaryanın bu bölünmüşlüğüne gözlerini kapatabilmek için, PSP'nin şovenizme alçalması ve Rus sosyal-demokratlarının görüşlerini şöyle sunması gerekir: "Bizler [Polonyalılar] toplumsal devrimi beklemeli, o zamana kadar, ulus olarak ezilmeyi sabırla sineye çekmeliymişiz." Bundan daha büyük yalan olmaz. Rus sosyal-demokratları hiçbir zaman böyle bir şey salık vermiş değiller; tam tersine, Rusya'da ulusların ezilmesine karşı hem kendileri savaşıyorlar, hem de tüm Rus proletaryasını savaşa çağırıyorlar. Rus sosyal-demokratları kendi programlarına dillerin, ulusların, vb. tam eşitliğini almakla yetinmiyorlar, onun yanısıra her ulusun kendi kaderini tayin hakkını da tanıyorlar. Bu hakkı tanırken, biz, ulusal bağımsızlık isteklerine göstereceğimiz desteği, proletarya savaşımının çıkarları koşuluna bağlıyoruz. Bizim tutumumuzun, Rus'un Rus-olmayana güvensizliğinin ifadesi olduğunu, ancak bir şovenist söyleyebilir. Çünkü gerçekte bizim tutumumuz, sınıf bilincine ermiş proleterin, burjuvaziye güvensizliğinin zorunlu sonucudur. PSP, ulusal sorunun, "biz" (Polonyalılar) ve "onlar" (Ruslar, Almanlar, vb.) karşıtlığı açısından tartışılması, didiklenmesi görüşünde. Oysa sosyal-demokrat, "biz" proleterler ve "onlar" burjuvazi karşıtlığına öncelik verir. "Biz" proleterler, burjuvazinin, devrimci proletaryayla karşı karşıya geldiği zaman, özgürlüğe, anayurda, dile, ulusa nasıl ihanet ettiğini düzinelerle gördük. Fransız ulusunun en büyük onur kırıklığına uğradığı, korkunç ölçüde ezildiği, ulusal savunma hükümetinin ulusal kaçaklar hükümeti haline dönüştüğü sırada, ezilen ulus burjuvazisinin, yani Fransız burjuvazisinin, iktidarı eline alma cesaretini göstermiş olan proleter yurttaşlarını parça parça etmesi için ezen ulusun askerlerini yardımına çağırarak Prusya'ya teslim oluşuna tanıklık ettik. Bu nedenledir ki, şovenist ve oportünist didiklemelere aldırmaksızın Polonyalı işçilere her zaman şöyle diyeceğiz: otokrasiye karşı bugünkü siyasal savaşımın isterlerini ancak, Rus proletaryasıyla kurulacak tam ve candan bir ittifak karşılayabilir; siyasal ve iktisadi tam kurtuluşu ancak böyle bir ittifak güvence altına alabilir.
      Polonya sorunu üzerine söylediklerimiz, bütün öteki ulusal [sayfa 19] sorunlar için de geçerlidir. Otokrasinin lanet olası geçmişi, otokrasinin ezdiği ulusların işçi sınıflan arasında çok büyük bir yabansılamayı (estrangement), bize kalıt olarak bırakmıştır. Bu yabansılama büyük bir beladır, otokrasiye karşı savaşımda büyük bir engeldir. Ayrı partiler ya da bir partiler "federasyonu" türünden "ilkeler" koyarak bu belayı kurumlaştırıp yasallaştırmamalı, bu çirkin durumu onaylamamalıyız. Kuşkusuz, en az dirençle karşılanacak yolu izlemek daha basit, daha kolaydır. Şimdi Bundun yapmak istediği gibi, herkesin köşesine çekilip "aman bana mı kaldı" cılığın rahatına gömülmesi kolaydır. Birlik gereğini ne kadar çok kavrarsak, tam birlik olmadıkça otokrasiye karşı uyuşumlu bir saldırıya girişmenin olanaksızlığına ne kadar daha fazla inanırsak, bizim siyasal sistemimizde merkezî bir savaşım örgütüne gerek olduğu o kadar daha çok ortaya çıkacak, ve bizler "basit", ama aldatıcı ve temelde alabildiğine yanlış olan çözümlerle tatmin olmaya o kadar az eğilim göstereceğiz. Birbirimizi yabansılamanın verdiği zararlar kavranmadıkça, proletarya partisi kampında bu yabansılamaya, her ne pahasına olursa olsun kesinlikle son verme isteğini taşımadıkça "federasyon" için incir yaprağına hiç de gerek yoktur; ilgili "taraflar"dan birinin çözmeyi gerçekten arzulamadığı bir sorunu çözmeye çabalamanın hiçbir yaran yoktur. Durum bu olduğuna göre, otokrasi tarafından ezilen bütün ulusların proletaryalarının otokrasiye ve giderek daha birlik haline gelmekte olan uluslararası burjuvaziye karşı verdikleri savaşımda, başarı için merkeziyetçiliğin temel zorunluluk olduğunu, bırakalım, deneyimlerden ve asıl hareketten çıkarılacak dersler kanıtlasın. [sayfa 20]
 
    Iskra,n°44,   Collected Works,
15 Temmuz 1903       vol. 6, s. 452-461.


     
       
       
BUND[6] ULUSALCILIĞINDA SON SÖZ

      BUND dışilişkiler kurulu, (eski takvime göre) haziran ayında yapılan beşinci Bund genel kurulu hakkında bir raporu da içeren bültenini yayınladı. Kararlar arasında ağır basanı, Bundun parti içindeki durumunu düzenleyen "Tüzük Tasarısı"dır. Bu tasan hayli öğretici. Kapsamının kesinliği ve "kararlılığı" açısından da bundan iyisi can sağlığı. Doğrusunu isterseniz, tasarının birinci maddesi o kadar çarpıcı ki, bütün öteki maddeler onun yanında ya basit bir açıklama ya da gereksiz bir safra gibi kalıyor. "Bund", diyor 1. madde, "Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin federatif [italikler bizim] bir bölümüdür." Federasyon, birbirinden ayrı, tüm olarak bağımsız, karşılıklı ilişkilerini kendi rızalarıyla belirleyen birimler arasında bir anlaşmayı gerektirir. Bu nedenle "Tüzük Tasarısı"nın hiç durmadan "anlaşmaya taraf olanlar 'dan sözetmesi (3, 8, 12. maddeler) hiç de şaşırtıcı [sayfa 21] değil. Ayrıca, bu tasarı çerçevesinde, parti kurultayına, partinin bir kesimine ilişkin bir Tüzüğü değiştirme, eklenti ya da çıkartma yapma hakkının verilmemesinde de şaşılacak bir şey yok. Bundun, parti merkez yönetim kurulunda "temsil edilmeyi" kendine saklamasında, ayrıca parti merkez yönetim kurulunun, Yahudi proletaryaya seslenmesine ve Bundun bölümleriyle ayrı ayrı haberleşmesine "ancak Bund merkez yönetim kurulunun rızasıyla" izin vermesinde de yadırganacak bir şey yok. Bütün bunlar "federasyon" kavramının, "anlaşmaya taraf olanlar" kavramının mantıklı sonucu. Beşinci genel kurulu, yalnızca Bundun bağımsız sosyal-demokrat ulusal (ya da belki de ulusalcı (milliyetçi) sosyal-demokrat?) bir parti olduğunu kararlaştırıverseydi, kendisi (ve başkaları) için daha çok zaman, daha çok emek, daha çok kağıt tasarruf etmiş olurdu. Her şeyden önce, bağımsız, ayrı bir partinin, öteki partilerle ilişkilerini, "anlaşmaya taraf olan parti" kimliğiyle, ve yalnızca "karşılıklı rıza" temelinde kararlaştırabileceği bir sürü dolambaçlı söze gerek kalmaksızın, ilk bakışta apaçık görünürdü. Böyle bir rızaya gerek gösterecek durumları tek tek saymaya da gerek kalmazdı. (Üstelik bu durumların tümünü sıralamak da olanaksızdır. Bundun yaptığı gibi tamam olmayan bir sıralama, kapıyı bir yanlış anlamalar ordusuna açık bırakır). İki bağımsız birim arasındaki anlaşmaya, partinin bir kesiminin yeri konusundaki Tüzük adını vererek mantık ve vicdanı zorlama gereği kalmazdı. Tüzüğe verilen görünüşte uygun bu ad da ("Bundun Parti İçindeki Yeri Hakkında Tüzük") aslında yanıltıcıdır, sahtedir. Çünkü tüm parti henüz örgütsel birliğini yeniden kurmuş değildir. Durum böyleyken, Bund, esasen birleşmiş bir birimmiş gibi ortaya çıkıyor. Gerçekte Bund, bütünden daha da uzaklaşmak ve bu bütünü sürekli olarak küçük parçalara bölmeye çalışmak için, genel örgütlenmedeki aksaklık ve eksikliklerden yararlanmak istiyor.
      Öte yandan, soruna doğrudan yaklaşım, dillere destan olan bu Tüzük tasarısını hazırlayanları, partinin örgütlenmiş bütün kesimlerinin, her bölge örgütünün, her yönetim kurulunun, her grubun esasen sahip olduğu haklara, yani parti genel kurulunun herhangi bir karara bağlamadığı genel sorunları parti programıyla uyuşumlu olarak bir sonuca bağlama hakkına ilişkin maddeler koyma zorunluluğundan [sayfa 22] da kurtarmış olurdu. Bu tür maddeler içeren Tüzük hazırlamak yalnızca gülünçtür.
      Şimdi de Bundun takındığı tutumun özünü değerlendirelim. Bir kez ulusalcılık eğik düzlemine ayak attıktan sonra, Bundun (temel yanılgısından geri dönmedikçe) belli bir Yahudi partisi kurmaya kadar gitmesi doğal ve kaçınılmaz bir şeydi. Bunda Yahudi proletaryayı temsil tekelini veren 2. maddenin doğrudan amacı budur. Bu maddeye göre Bund, partide onların (Yahudi proletaryanın) tek (italikler bizim) temsilcisidir. Bundun eylemleriyle örgütlenmesi herhangi bir toprak parçasıyla sınırlandırılmayacaktır. Sonuç olarak, Rus proletaryasının Yahudi olan ve olmayan diye birbirinden tam olarak ayrılması ve aralarına bir sınır çekilmesi işi, yalnızca bu maddede sonuna kadar tutarlı biçimde yerine getirilmekle kalmamış, üstelik noter anlaşması denebilecek bir şeyle, "Tüzük"le, "temel" bir yasayla (tasarının 12. maddesine bakınız) onaylanmıştır. Bu yeni tasarıya göre, partinin Ekaterinoslav yönetim kurulunun, Bundu araya koymaksızın (o sıralarda Bundun Ekaterinoslav'da özel bir örgütü yoktu) Yahudi işçilere yönelttiği küstah çağrılar türünden "çirkin" girişimlerin, olanaksız hale gelmesi gerekecektir. Belli bir yerdeki Yahudi işçilerin sayısı ne kadar az olursa olsun, bu yer Bund örgütünün merkezlerinden ne kadar uzak bulunursa bulunsun, partinin hiçbir kurulu, hatta merkez yönetim kurulu bile, Bund merkez yönetim kurulunun rızasını almaksızın Yahudi proletaryaya yanaşma cüretini göstermeyecektir. Özellikle bizim Rusyamız koşullarında çok olağan-dışı böyle bir tekel isteğinin öne sürülmüş olmasına inanmak güçtür. Ama tüzüğün 2. ve 8. (dipnotu) maddeleri, bu konuda hiç kuşkuya yer bırakmıyor. Bundun, Rus yoldaşlarından daha da uzaklaşma arzusu yalnızca tasarının her maddesinde gözler önüne serilmekle kalmamış, kongrenin öteki kararlarında da dile getirilmiştir. Örneğin beşinci genel kurul, Bund dışilişkiler kurulunun, "Bundun program ve taktik açısından yerini açıklamak üzere" ayda bir Posledniye İzvestiya adlı bir gazete çıkarmasına karar vermiştir. Bu açıklamayı sabırsızlıkla ve ilgiyle bekleyeceğiz. Genel kurul, dördüncü genel kurulun güney bölgesindeki çalışmaya ilişkin kararını kaldırmıştır. Bilindiği gibi, Bundun dördüncü genel kurulu, güneyde Yahudi örgütlerinin [sayfa 23] parti kurulları arasında bulunduğu kasaba ve kentlerde "ayrı Bund kurulları kurulmaması''na (italikler Bundun) karar vermişti. Bu kararın tersyüz edilmesi, kendini daha da geri çekmeye dönük büyük bir adımdır; güneyde bir yandan yerel proletarya ile bir bütün olarak ayrılmaz biçimde bağlantılı kalırken, bir yandan Yahudi proletarya arasında çalışan ve çalışmak isteyen yoldaşlara yönelmiş bir meydan okumadır. "Ayı söyleyen B'yi de söylemek zorundadır." Ulusalcılık görüşünü benimseyen kişi, doğal olarak, kendi ulusalcılığının çevresine, kendi ulusal işçi sınıfı hareketinin çevresine bir Çin Şeddi dikmek isteyecektir; bunun her kentte, her küçük kasabada, her köyde ayrı bir Çin Şeddi demek anlamına geldiğine aldırmaz; bölme ve parçalara ayırma taktiği ile, bütün ulusların, bütün soyların, bütün dillerin proletaryasının birliğini amaçlayan büyük çağrıyı sıfıra indirmekte olması umurunda değildir. Bütün bunlardan sonra, Bund genel kurulunun, "Kişinev'de[7] olup-bitenlere benzer olayların ortaya çıkmasına yol hazırlayan koşulların, ancak bütün ulusların proletaryasının ortak savaşımıyla (italikler bizim) yok edilebileceğine güvendiği"ni belirten, genel Yahudi kırımına ilişkin kararı ne acı bir şaka! Karşımıza, yalnızca ortak savaşçıları birbirinden epey ayrı tutmakla kalmayan, üstelik bu ayrılığı ve yabancılaşmayı örgütsel olarak güçlendiren bir "Tüzük"le çıkıldığı bir sırada, ortak savaşım hakkındaki bu sözler çok yapmacık kalıyor. Bund ulusalcılarına bir öğüt vermek isterim: Yahudi ulusuna çağrıda bulunmak için Bund merkez yönetim kurulunun "rıza"sini almaksızın (ah, küstahlığa bakın!) ortak greve giden, ortak toplantılara ve ortak gösterilere katılan ve dükkan sahiplerine: "Korkmayın, korkmayın: Burası sizin için Kişinev değil. Bizim istediğimiz şey başka. Biz kendi aramızda ne Yahudiyiz, ne Rus. Biz hepimiz işçiyiz. Yaşam hepimiz için aynı ölçüde güç." sözleriyle (Bkz: Iskra, n° 45) güvence veren Odessa işçilerinden ders alın. Eğer henüz çok geç değilse, bırakalım Bundlu yoldaşlar bu sözleri düşünsünler, bırakalım nereye gittiklerini düşünsünler! [sayfa 24]
 
    Iskra, n° 46, Collected Works,
15 Ağustos 1903       vol. 6, s. 516-519.


 
   
 
     
STUTTGART ENTERNASYONAL SOSYALİST KONGRESİ[8]
[PARÇA]

      SÖMÜRGE sorunu, enternasyonal kongrelerinde ilk kez ele alınıyor değil. Şimdiye dek enternasyonal kongreleri, burjuva sömürge siyasetini, herhangi bir sınırlama yapmaksızın, her zaman, yağma ve zor siyaseti olarak suçlamıştı. Ne var ki bu kez, kongre komisyonu[9] o tür kuruldu ki, başta Hollandalı Van Kol olmak üzere oportünist kişiler, komisyona egemen oldu. Karar taslağına, sosyalizm altında sömürge siyasetinin uygarlaştırıcı bir rol oynayabileceği, bu nedenle kongrenin ilke olarak her türlü sömürge siyasetini suçlamadığını belirten bir tümce eklendi. Komisyonda azınlık (Almanya'dan Ledebour, Polonya ve Rus sosyal-demokratları ve daha birçok kişi) böyle bir düşüncenin taşınmasına karşı [sayfa 25] şiddetle itiraz ettiler. Sorun, kongreye getirildi. Kongrede her iki eğilimin gücü birbirine öylesine yakındı ki, aşırı ölçüde çekişmeli tartışmalar oldu.
      Oportünistler Van Kol'un arkasında toplandılar. Alman temsilciler çoğunluğu adına konuşan Bernstein'la David "sosyalist bir sömürge siyaseti”nin kabulünde direndiler; radikalleri kısır, olumsuz davranış içinde olmakla, reformların önemini kavrayamamakla, pratik bir sömürge programlan olmayışıyla, vb., suçladılar, ateş püskürdüler. Onlara karşı çıkan Kautsky oldu. Kautsky, kongreden, Alman temsilciler çoğunluğuna karşıt bir karar almasını isteme gereğini duydu. Kautsky, haklı olarak, reformlar için savaşım vermeyi reddetmenin sözkonusu olmadığını belirtti, kararın herhangi bir tartışma yaratmayan öteki bölümlerinde bu noktanın açıkça yazıldığını söyledi. Tartışma konusu olan şey, modern burjuva yağmasına ve zorlamasına ödün verip vermememiz sorunuydu. Kongre, ilkel toplumların bütün bütün köleleştirilmesine dayanan bugünkü sömürge siyasetini tartışmalıydı. Burjuvazi, sömürgelere gerçekte köleliği götürüyordu; yerli halka, o zamana dek görülmedik ölçüde bir çirkinlikle davranıyor, eşine tanık olunmamış bir zora başvuruyordu; frengi ve içkiyi yaygınlaştırarak, halkı "uygarlaştırıyordu". Durum böyleyken, sosyalistlerin, ilke olarak sömürge siyasetini kabul etme olasılığı üzerinde kaçamaklı sözler söylemeleri bekleniyordu! Bu, açıktan açığa burjuva görüşüne kapılanmak demek olurdu; proletaryayı burjuva ideolojisine, başını küstahça kaldıran burjuva emperyalizmine bağımlı kılma yolunda atılmış kesin bir adım olurdu.
      Kongre, komisyonun önerisini, 10 çekimser (İsviçre) ve 108 kabul oyuna karşılık, 128 oyla reddetti. Bu arada belirtelim ki, Stuttgart'ta ilk kez, 20 oyla (Rusya dahil büyük uluslar için) iki oy (Lüksemburg) arasında değişmek üzere, her ulusa belli bir miktar oy hakkı tanındı. Sömürge siyaseti gütmeyen ya da böyle bir siyasetten zarar gören küçük ulusların toplam oyu, fetih düşkünlüğünün bir ölçüde proletaryasını bile sardığı büyük ulusların oyunu aşıyordu.
      Sömürge sorunu üzerindeki bu oylama büyük önem taşıyor. Her şeyden önce bu oylama burjuva albenisine yenik düşen sosyalist oportünizmi apaçık ortaya koydu. İkincisi, Avrupa işçi hareketindeki olumsuz bir özelliği, proletarya [sayfa 26] davasına zararı hiç de az olmayacak olan, bu nedenle üzerine dikkatle eğilinmesi gereken bir özelliği gözler önüne serdi. Marx, sık sık, Sismondi'nin hayli önemli bir sözünü yinelerdi. Eski dünyanın proleterleri, der bu söz, toplumun sırtından geçinirlerdi; modern toplum ise, proleterlerin sırtından geçiniyor.
      Mülksüz, ancak çalışmayan sınıf, sömürgeleri devirme gücünde değildir. Toplumsal devrimi, ancak, toplumun tümünü besleyen proletarya sınıfı gerçekleştirebilir. Ne var ki, yaygın sömürge siyasetinin sonucu olarak, Avrupa proletaryası, bazan kendini bir ölçüde, toplumun tümünü besleyen emeğin kendi emeği olmadığı, ama sömürgelerde gerçekten köleleştirilmiş yerlilerin emeği olduğu bir durumda bulur. Örneğin İngiliz burjuvazisi, milyonlarca Hintliden ve öteki sömürge insanlarından, Britanya işçi sınıfından kazandığından çok daha fazla kâr elde eder. Bu durum belli bazı ülkelerde, proletaryaya sömürge şovenizmini bulaştırmanın maddi ve iktisadi temelini sağlar. Kuşkusuz bu yalnızca geçici bir görüngüdür, ancak dert gene de açıkça kavranmalı, proletaryayı bu tür bir oportünizme karşı derleyip toparlayabilmek için, bu durumun nedenleri anlaşılmalıdır. "Ayrıcalıklı" uluslar kapitalist ülkelerin gittikçe azalan bir kesimim oluşturduğuna göre bu savaşım, eninde-sonunda zafer kazanacaktır. [sayfa 27]
 
    1907 yılı Ağustos ayının        Collected Works,
sonunda, Eylül ayının başında yazıldı
Proletari, n° 17,
20 Ekim 1907    vol. 13, s. 75-77.


     
       
       
DÜNYA SİYASETİNDE ALEV ALABİLECEK MADDELER

      ÇEŞİTLİ Asya ve Avrupa ülkelerindeki devrimci hareketler son zamanlarda ağırlığını öylesine duyurmaya başladı ki, uluslararası proletaryanın savaşımında, yeni ve önceye bakışla daha yüksek bir aşamanın oldukça belirgin çizgilerine tanık oluyoruz.
      İran'da bir karşı-devrim oldu — Rusya'daki birinci Dumanın dağıtılmasıyla, 1905 sonlarındaki Rus ayaklanmasının[10] garip bir karışımı. Rus çarının, Japonlar önünde utanılası bir yenilgiye uğrayan orduları, karşı-devrime seve seve hizmet ederek intikam alıyorlar. Kazakların Rusya'da yığın yığın insanları kurşunlamaları, cezalandırma seferleri düzenlemeleri, insanlara eza-cefa etmeleri, yağma hareketleri [sayfa 28] gibi kabadayılıklarını, şimdi aynı Kazakların İran'da devrimi[11] bastırma saldırılan izliyor. Grevlerle iç savaştan gözü yılan kara-yüzlerin[12] toprakbeyleriyle kapitalistlere önderlik eden Nikola Romanov'un öfkesini İranlı devrimcilerden almasında anlaşılmayacak bir şey yok. Rusya'nın hıristiyan askerleri, uluslararası cellat rolüne ilk kez çıkarılıyor değil. İngiltere'nin ikiyüzlü bir davranışla, bu işten elini çekmesi, İranlı gericilerle mutlakıyeti destekleyenlere karşı insanın gözünün içine sokarcasına dostça bir yansızlık göstermesi ayrı konu. Ülke içinde işçi hareketinin büyümesinden öfkelenen ve Hindistan'da devrimci hareketin gelişmesinden korkuya kapılan Britanya liberal burjuvazisi, işler, köleleştirme, yağma ve zorbalık sistemi demek olan kapitalist sömürme sistemine ve sermayeye karşı yığın savaşımı verme noktasına vardığı zaman, "uygar" Avrupalı "siyaset adamları"nın, anayasacılık okulunun sıralarından geçmiş kişilerin nasıl hayvanlaşıverdiğini giderek daha sık, daha özdenlikle ve daha keskin bir biçimde gözler önüne seriyor. İranlı devrimcilerin durumu güç; ülkeleri, bir yandan Hindistan'ın efendileri, bir yandan karşı-devrimci Rus hükümeti arasında bölüşülme noktasına gelmişti. Ancak Tebriz'deki inatçı savaşım ve savaş talihinin, bir ara kesin bir yenilgiye uğramış gibi görünen devrimcilere üstüste gülmeye başlaması, şahın başıbozuklarının, Rus Liyahov'larla İngiliz diplomatlardan yardım aldıkları halde, halkın çok yiğitçe direnişiyle karşı karşıya bulunduklarının tanıtıdır. Eski düzeni canlandırma çabalarına karşı silahlı bir direniş gösterebilen, bu çabayı gösterenleri yabancı yardımı istemeye zorlayan devrimci bir hareket yokedilemez. Böyle bir durumda, İran'ın gericileri tam bir zafer elde etseler bile, bu yeni bir halk ayaklanmasının yalnızca başlangıcı olabilir.
      Türkiye'de, ordu içinde Jön-Türklerin[13] önderliğindeki devrimci hareket, zafer kazanmıştır. Ne var ki, Türkiye'nin Nikola II'si[14] ünlü Türk anayasasını yeniden yürürlüğe koyma sözü ile işi geçiştirmeyi başardığına göre, bu yarım bir zaferdir, hatta yarımdan da azdır. Ama bir devrimde, böyle yarım zaferler, eski rejimin zor karşısında verdiği ivedi ödünler, daha geniş insan yığınlarını içine çeken, yeni, daha kararlı, daha sert iç savaş dalgalanmalarının en kesin güvencesidir. Ulusların, sıralarından geçtiği iç savaş okulu, [sayfa 29] hiçbir zaman boşuna değildir. Bu güç bir okuldur; ders programının bütünü, karşı-devrimin zaferini, küplere binen gericilerin gemi azıya almış taşkınlıklarım, eski hükümetin ayaklananlara verdiği vahşi karşılığı vb., zorunlu olarak içerir. Ancak ulusların, bu zahmetli okulun sıralarından geçmelerine, yalnızca, tedavisi olanaksız bilgiç taslaklarıyla sarsak mumyalar hayıflanır. Çünkü bu okul, ezilen sınıflara, iç savaşın nasıl verileceğini, devrimin zafere nasıl ulaştırılacağını öğretir. Bu okul, çağdaş köleler yığınlarında, horlanmış, yumuşak kalpli, bilgisiz kölelerin her zaman içlerinde taşıdıkları kini, köleliklerinin utanç vericiliğini kavramış kölelerin tarihi yapan yüce kahramanlıklarını sağlayan kini yoğunlaştırır.
      Hindistan'da, "uygar" Britanya kapitalistlerinin yerli köleleri, son zamanlarda "efendileri" için, endişe kaynağı olmaya başlamışlardır. Hindistan'da, Britanya hükümet sistemi adı altında sürdürülen zorbalık ve yağma hareketlerinin sonu gelmiyor. Dünyanın hiçbir yerinde —kuşkusuz Rusya hariç— böylesine aşağılık bir yığınsal yokluk, halk arasında böylesine süreğen açlık görülmüş değildir. Özgür Britanya'nın en liberal ve radikal kişileri —Rus kadetlerle Rus olmayan kadetîer[15] hakkında otorite olan "ilerici" gazeteciliğin yolunu aydınlatan (gerçekte kapitalizmin uşağı)— John Morley gibi kişiler, Hindistan'ı yönetmekle görevlendirildikleri zaman, birer Cengiz Han haline gelirler; yönetimleri altındaki insanları "yumuşatmak" için, siyasal protestocuları kamçılatmak dahil, her türlü yolu geçerli sayarlar! İngiliz sosyal-demokratlarının küçük haftalık gazetesi Justice, Hindistan'da, Morley gibi liberal ve "radikal" alçaklar tarafından yasaklanmıştır. Britanyalı milletvekili, Bağımsız İşçi Partisinin önderi Keir Hardie, Hindistan'ı ziyaret etmek, en basit demokratik istemler hakkında Hintlilerle konuşmak gibi delice bir cesaret gösterdiği zaman, tüm burjuva Britanya basını "asi”ye karşı topluca ulumaya başlamıştı. Şimdi de en etkin Britanya gazeteleri, Hindistan'ın huzurunu bozan "kışkırtıcılar"a ateş püskürüyorlar; demokrat Hintli siyaset yazarlarının, sesini kısmak için Plehve üslubuyla,[16] tam Rus anlayışı içinde alınmış yönetsel önlemleri ve yargıç kararlarını hoşnutlukla karşılıyorlar. Ama Hindistan'da sokak, kendi yazarlarıyla siyasal önderlerinin arkasında saf tutmaya [sayfa 30] başlıyor. Hintli demokrat Tilak'a Britanya çakallarının verdiği alçak ceza (Tilak'a[7*] uzun süreli bir sürgün cezası verilmiştir. Önceki gün Avam Kamarasında soru görüşmelerinin ortaya koyduğuna göre, Hintli jüri üyeleri Tilak'ın aklanmasını istemişler, hüküm, Britanyalı jüri üyelerinin oyu ile kararlaştırılmıştır) parababalarına uşaklık edenlerin bir demokrattan aldıkları bu intikam, sokak gösterilerine ve Bombay'da greve yol açmıştır. Proletarya, Hindistan'da da bilinçli bir siyasal yığın savaşımı geliştirmiş bulunuyor. Durum bu olduğuna göre, Hindistan'daki Rus usulü Britanya rejimi çökmeye mahkûmdur. Avrupalılar, Asya sömürgelerini yağmalarken, onlardan birini, Japonya'yı öylesine çelikleştirmişlerdir ki, bu ülke, büyük askerî zaferler elde etmiş, bu zaferler, Japonya'nın bağımsız, ulusal gelişmesini güvence altına almıştır. Britanya'nın yüzyıldan beri Hindistan'ı yağmalaması ve bütün bu "ileri" Avrupalıların İran ve Hint demokrasisine karşı günümüzde verdikleri savaşım, hiç kuşku yok, Asya'daki milyonlarca, on milyonlarca proleteri, kendisine zulmedenlere karşı vereceği savaşımda çelikleştirecek, bu savaşım, Japonlarınki gibi zafer kazanacaktır. Sınıf bilincine ermiş Avrupalı işçinin artık Asya'da da yoldaşları var. O yoldaşların sayısı büyük bir hızla büyüyecek.
      Çin'de de ortaçağ düzenine başkaldıran devrimci hareket, son aylarda gücünü özellikle duyurdu. Doğru! Şimdiki hareket hakkında henüz kesin bir şey söylenemez — hareket hakkındaki bilgiler çok kıt, ülkenin çeşitli yerlerinde ayaklanmalar olduğu haberleri adeta sel gibi. Ama "yeni ruh”un büyük bir güçle geliştiğine ve özellikle Rus-Japon savaşından[17] bu yana, "Avrupa akımları"nın Çin'i karıştırdığına kuşku yok. Bunun sonucu olarak, eski biçim Çin ayaklanmaları, mutlaka, bilinçli demokratik bir harekete dönüşecektir. Sömürge yağmasına katılanlardan bir kısmının şu sıralarda büyük bir kaygı duyduğu, Fransızların Çin-Hindi'ndeki davranışlarından belli oluyor: devrimcileri bastırması için Çin'deki "tarihsel otoriteler"e yardım ediyorlar] Asya'da, Çin'le sınırdaş olan "kendi" mülklerinin güvenliğinden korkuyorlar. [sayfa 31]
      Ne var ki, Fransız burjuvazisi, yalnızca Asya'daki mülkü hakkında kaygı duymakla kalmıyor. Paris yakınlarında, Villeneuve-Saint-Georges'daki barikatlar, bu barikatları kuran grevcilerin (30 Temmuz [17] Perşembe günü) kurşunlanması gibi olaylar, Avrupa'daki sınıf savaşımının keskinleştiğinin yeni tanıtları. Fransa'yı kapitalistler adına yöneten radikal Clemenceau, proletarya arasındaki cumhuriyetçi-burjuva hayallerin ayağını sürüyen son kalıntılarını da ezip temizlemek için görülmedik bir şevkle çalışıyor. Clemenceau'nun başkanlığındaki "radikal" hükümetin buyruğuyla harekete geçen askerlerin işçileri kurşunlaması, eskisine göre, sıklaşmaya başladı. Fransız sosyalistleri, Clemenceau'ya, bundan ötürü "kanlı" adını takmış bulunuyorlar. Artık ne zaman, onun adamları, jandarmaları ve generalleri işçi kanı dökerlerse, sosyalistler, bu ultra ilerici burjuva cumhuriyetçinin, bir zamanlar, bir işçi temsilciler kuruluna söylediği sözü anımsayacaklardır: "Siz ve ben, barikatın değişik yakasındayız." Evet, Fransız proletaryasıyla en aşırı burjuva cumhuriyetçiler, en sonunda barikatın iki yakasında, karşıkarşıya yerlerini almış bulunuyorlar. Fransız işçi sınıfı, cumhuriyeti kazanma ve savunma uğruna kanını vermiştir. Şimdi yerli yerine oturmuş bir cumhuriyetçi düzen temelinde, mülk sahibi sınıf ile işçi sınıfı arasındaki kesin savaşım büyük bir hızla yaklaşıyor. L'Humanite,[18] 30 Temmuz tarihli sayısında "Bu basitinden bir vahşet değildi, dövüşün bir parçasıydı." diye yazıyor. Generaller ve polis, işçileri kışkırtmaya ve silahsız barışçıl bir gösteriyi bir genel kırıma dönüştürmeye can atıyorlardı. Ne var ki, silahsız grevcileri ve göstericileri çembere alarak saldıran birlikler, dirençle karşılaştılar; bu girişimleri, derhal barikatların kurulmasına ve şimdi Fransa'nın tümünü karıştıran olaylara yolaçtı. Bu barikatlar, diyor l'Humainite, tahtadan yapılmıştı ve gülünç denecek ölçüde etkisizdi. Ama bunun önemi yok. Önemli olan şu: üçüncü Cumhuriyet, eski barikat alışkanlığını ortadan kaldırmıştı. Oysa şimdi "Clemenceau bu alışkanlığı yeniden canlandırıyor". îç savaş konusunda "1848 Haziranı kasapları ve 1871'de Galiffet"[19] ne kadar özdenlik içinde idiyseler, şimdi Clemenceau da bu konu üzerinde ancak o kadar özdendir.
      30 Temmuz olaylarıyla ilgili olarak bu büyük tarihsel [sayfa 32] günleri anımsatan yalnızca sosyalist basın değil. Burjuva basın da işçilere öfkeyle saldırıyor; onları sanki sosyalist bir devrim başlatma niyetindelermiş gibi davranmakla suçluyor. Bir gazete, hareketin geçtiği yerde her iki tarafın ruh halini gösteren, küçük ama niteleyici bir olayı aktarıyor: işçiler yaralı bir yoldaşı taşırken, grevcilere karşı hareketi yöneten general Virvaire'e göstericiler, "Saluez!"[8*] diye haykırdılar. Ve burjuva cumhuriyetinin generali, yaralı düşmanını selamladı.
      Bütün ileri kapitalist ülkelerde proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımın keskinleşmekte olduğu görülüyor. Bu eğilim, tarihsel koşulların, siyasal sistemlerin ve işçi hareketinin aldığı biçimlerin başka başka oluşu nedeniyle her ne kadar kendini değişik görünümlerle ortaya koyuyorsa da, her yerde aynıdır. Tam bir siyasal özgürlüğün var olduğu ve proletaryanın, yaşayan gelenekler diye nitelenebilecek devrimci ve sosyalist geleneklere sahip bulunmadığı Amerika'yla Britanya'da savaşımın keskinleşmesi, tröstlere karşı giderek büyüyen harekette, sosyalizmin müthiş ölçüde gelişmesinde, mülk sahibi sınıfların bu gelişime gösterdiği gittikçe artan dikkatte, işçi örgütlerinde, bazan proletaryanın sistemli ve bağımsız siyasal savaşımına koyulan salt iktisadi amaçlı örgütlerde ifadesini buluyor. Avusturya'yla Almanya'da, bir ölçüde de İskandinav ülkelerinde, sınıf savaşımının keskinleşmesi, kendini, seçim kampanyalarında, parti ilişkilerinde, burjuvazinin her türünün ve her renginin ortak düşman proletaryaya karşı daha yakın bir ittifak kurmasında, yargı ve polis kovuşturmasının sertleşmesinde gösteriyor. Birbirine karşıt iki kamp, sanki olması yakın devrimci kavga için sessizce ve dikkatle hazırlanıyormuşçasına, yavaş yavaş, ama tam bir kesinlikle güçlerini biraraya topluyorlar, örgütlerini pekiştiriyorlar, kamu yaşamının her yönünde gittikçe daha açık-seçik bir biçimde birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Latin ülkelerinde, İtalya'da ve özellikle Fransa'da, sınıf savaşımının keskinleşmesi, proletaryanın, kendisine zulmedenlere karşı duyduğu birikmiş kinin beklenmedik bir şiddetle patladığı bir parlamento-içi savaşımın "barışçıl" havasının yerini, gerçek iç savaş olaylarının aldığı zamanlarda tanık olunan fırtınalı, zorlu ve zaman zaman açıktan [sayfa 33] devrimci kalkışmalarda ifadesini buluyor.
      Proletaryanın devrimci hareketi, değişik ülkelerde dengeli ve özdeş biçimlerde gelişmez, gelişemez. Her fâaliyet alanında her fırsattan tam ve sonuna kadar yararlanılması, başka başka ülkelerdeki işçilerin sınıf savaşımının sonucudur. Ortak akıma, her ülke, kendi değerli ve özel niteliğini katar; ama her ülkedeki hareket, kendi tek yanlılığının, bireysel sosyalist partilerinin kendi teorik ve pratik eksikliklerinin cezasını çeker. Bütün olarak, uluslararası sosyalizmin, düşmanla bir dizi pratik çarpışma sırasında milyonluk proletarya ordularının derlenip toparlanışının, burjuvaziyle kesin savaşımının, yani işçi sınıfının son büyük proleter ayaklanması olan Komün[20] günlerinden çok daha iyi hazırlandığı kesin savaşımın, ileriye doğru çok büyük bir adım attığını açıkça görüyoruz.
      Uluslararası sosyalizmin bütününün ileri doğru attığı bu adımın yanısıra Asya'daki devrimci demokratik savaşımın keskinleşmesi, Rus devrimini özel ve özellikle güç bir duruma sokuyor. Rus devrimi gerek Arvupa'da, gerek Asya'da, büyük uluslararası bir dosta sahip, ama aynı zamanda, aynı nedenden ötürü yalnızca ulusal, yalnızca Rus değil, ama uluslararası bir de düşmanı var. Gittikçe büyüyen proleter savaşımına bütün kapitalist ülkelerde tepki gösterilmesi kaçınılmaz bir şey. Bu savaşım, her türlü halk hareketine, Asya'da ve özellikle Avrupa'da görülen her devrime karşı tüm dünyanın burjuva hükümetlerini birleştiriyor. Rus liberal aydınlarının çoğunluğu gibi partimizdeki oportünistler, hâlâ, Rusya'da, burjuvaziyi "yabancılaştırmayacak", ürkütüp kaçırmayacak, "aşırı" tepki yaratmayacak ya da iktidarın devrimci sınıflar tarafından ele geçirilmesine yolaçmayacak bir burjuva devriminin düşünü görüyorlar. Boş umutlar! Darkafalı bir ütopya! Dünyanın ileri bütün ülkelerinde alev alıcı maddelerin miktarı öylesine hızla büyüyor, büyük yangın, daha düne kadar derin bir uykuda olan Asya ülkelerinin çoğuna öyle büyük bir hızla yayılıyor ki, uluslararası burjuva tepkisinin yoğunlaşması ve her bir ulusal devrimin kızışması kesinlikle kaçınılmaz görünüyor.
      Bizim devrimimizin tarihsel görevini, karşı-devrimin kuvvetleri yerine getiriyor değil. Böyle bir şey olamaz. Rus burjuvazisi, ister istemez, uluslararası anti-proleter, [sayfa 34] anti-demokrat eğilime kayıyor. Proletaryanın güvenmemesi gerekenler, liberal müttefikler değildir. Proletarya, Rusya'da tarım sorununun köylü yığınları tarafından zora başvurarak çözümlenmesi gereğine dayanarak, kara-yüzler toprakbeylerinin egemenliğini ve kara-yüzler otokrasisini devirmeleri için köylülere yardım ederek, Rusya'da, proletaryayla köylülerin demokratik diktatörlüğünü kurmayı kendine amaç bilerek ve savaşımıyla zaferlerinin uluslararası devrimci hareketten ayrılamayacağını anımsayarak, devrimin tam zaferine kendi bağımsız yolundan gitmelidir. Karşı-devrimci burjuvazinin (hem Rusya'da, hem tüm dünyada karşı-devrimci) liberalizmi hakkında daha az hayal, uluslararası devrimci proletaryanın büyüyüp gelişmesine daha fazla dikkat! [sayfa 35]
      Proletari, n° 33, Collected Works,
23 Temmuz (5 Ağustos) 1908   vol. 15, s. 182-188.


     
       
       
BALKANLARDAKİ VE İRAN'DAKİ OLAYLAR

      RUSYA'DA ve tüm Avrupa'da siyasal basın, son zamanlarda, her şeyden çok, Balkanlardaki olaylarla[21] ilgileniyor. Bunun nedeni, Avrupa savaşının bir süre, tehlikeli ölçüde yakın görünmesidir. Gerçi bu tehlike henüz geçiştirilmiş değildir, ama işin, gürültü ve yaygaranın ötesine geçmemesi, savaştan kaçınılmaması çok daha büyük bir olasılıktır.
      Bunalımın niteliğine ve Rusya'daki işçi partisine yüklediği görevlere bir gözatalım.
      Rus-Japon savaşıyla Rus devrimi,[22] Asya halklarının siyasal uyanışına büyük bir hız vermiştir. Ancak bu uyanış bir ülkeden ötekine öylesine yavaş yayılıyor ki, İran'da Rus karşı-devrimi durumu belirleyici bir rol oynamıştır ve hâlâ da oynamaktadır. Bunun yanısıra, Türkiye'deki devrim de bir anda, başlarında Rusya'nın bulunduğu karşı-devrimci, [sayfa 36] devletler karmasıyla yüzyüze gelmiştir. Gerçi, Avrupa basınıyla diplomatik açıklamaların genel havası, bu görüşle çelişkin gibi görünmektedir. Bu açıklamalarla yarı-resmî basına bakacak olursak yeniden doğan Türkiye'ye karşı evrensel bir "yakınlık" beslenmekle, bu ülkenin anayasalı rejimini güçlendirip geliştirmesi herkesçe istenmekte, burjuva Jön-Türklerin "ılımlılığı" herkes tarafında övülmektedir.
      Ne var ki, bütün bu hoş sözler, Avrupa'nın bugünkü gerici hükümetlerinin ve gerici burjuvazisinin bayağı burjuva ikiyüzlülüğünün simgesinden başka bir şey değildir. Çünkü gerçek şu ki, kendisine demokratik diyen hiçbir Avrupa ülkesi, demokratik, ilerici, liberal, radikal olduğunu öne süren hiçbir Avrupa burjuva partisi, Türk devriminin başarısı ve kökleşmesi için gerçek bir istek göstermemiştir. Tam tersine, hepsi Türk devriminin başarısından korkmaktadır. Çünkü böyle bir başarı kaçınılmaz olarak, bir yandan tüm Balkan uluslarında özerklik ve demokrasi isteğini besleyip yüreklendirmesinin yanısıra, bir yandan da Iran devriminin zaferini güven altına alabilir, Asya'daki demokratik harekete yeni bir hız katabilir, Hindistan'ın bağımsızlık savaşını yoğunlaştırabilir, Rus sınırının geniş bir kesimi boyunca özgür kurumlar ortaya çıkarabilir ve bunun sonucu olarak Rusya'da kara-yüzler çarlığının siyasetini köstekleyen ve devrimin ortaya çıkışını kolaylaştıracak olan yeni koşullar yaratabilir.
      İşin aslında, bugün Balkanlarda, Türkiye'de ve İran'da gördüğümüz şey, Asya'da yükselmekte olan demokrasi akımına karşı, Avrupa devletlerinin karşı-devrimci koalisyonudur. Hükümetlerimizin bütün çabaları, bütün "büyük" Avrupa gazetelerinin vaazları bu gerçeği gözlerden uzak tutmaya, kamuoyunu yanıltmaya, sözümona uygar Avrupa uluslarının, çok az uygarlaşmış ama demokrasi çabasında çok canlı Asya uluslarına karşı kurdukları karşı-devrimci koalisyonu ikiyüzlü söylevler ve diplomatik hokkabazlıkla örtmeye dönüktür. Öyleyse bu aşamada, proletarya siyasetinin özü, bu burjuva ikiyüzlülüğünün maskesini indirmek ve ülke içinde proletaryanın girişeceği savaşımdan korktuğu için, Asya'daki devrimci hareketlere karşı jandarma rolünü oynayan ve başkalarının oynamasına yardım eden Avrupa hükümetlerinin gerici niteliğini geniş halk yığınlarına [sayfa 37] göstermektir.
      Türkiye ve Balkan olayları çevresinde Avrupa sağlam bir entrika ağı örmüştür. Diplomatlar, sokaktaki adamı sürekli olarak aldatıyorlar; sürecin bir bütün olarak anlamını gözlerden gizleyebilmek için, halkın dikkatini ufak-tefek şeylere, ikincil sorunlara, bugünkü gelişmelerin şu ya da bu yanına kaydırmaya çalışıyorlar. Buna karşılık bizim görevimiz, uluslararası sosyal-demokrasinin görevi, bu gelişmelerin birbirine nasıl bağlı olduğunu halka göstermek, temel yöneltilerini ve altlarında yatan itici güçleri ortaya çıkarmak olmalıdır.
      Olabildiği kadar büyük bir lokma "ısırmak" ve topraklarıyla sömürgelerini genişletmek için sabırsızlanan kapitalist devletler arasındaki rekabet ve onun yanısıra, Avrupa tarafından "korunan" ya da ona bağımlı uluslar arasında görülen bağımsız demokratik harekete karşı duyulan korku, Tüm Avrupa siyasetinin iki ana öğesini oluşturuyor. Jön-Türkler, ılımlılıklarından ve çizmeden yukarı çıkmayışlarından ötürü övülüyorlar; Türk devrimi övülüyor, çünkü zayıftır, çünkü Türk devrimi halk yığınlarını gerçekten bağımsız bir harekete itmiyor, çünkü Osmanlı İmparatorluğu içinde baş gösteren proletarya savaşımına düşmandır. Ama aynı zamanda Türkiye'nin yağmalanması sürüyor. Jön-Türkler, Türk topraklarının yağmalanması olasılığına kapıyı açık tuttukları için övülüyorlar. Bir yandan Jön-Türkleri övüyorlar, bir yandan da açık amacı Türkiye'yi paylaşmak olan bir siyaseti sürdürüyorlar. Bu konuyla ilgili olarak sosyal-demokrat Leipziger Volkszeitung şu çok doğru ve yerinde yorumu yaptı:
      "Polonya'da, ülkelerin gönencini gerçekten isteyen uzak görüşlü devlet adamları, 1791 Mayısında siyasal bir reform yaptılar. Prusya kralı ile Avusturya imparatoru, 3 Mayıs anayasasını övdüler, bu anayasanın 'komşu ülkeye gönenç getireceğini' söylediler. Polonyalı reformcular, Paris'in müthiş jakobenlerinin tersine, 'ılımlı' davrandıkları için bütün dünya tarafından göklere çıkarıldılar... 23 Ocak 1793'te Prusya, Avusturya ve Rusya, Polonya'yı paylaşan bir anlaşma imzaladılar!
      "1908 Ağustosunda Jön-Türkler, kendi siyasal reformlarını az görülür "bir yumuşaklıkla gerçekleştirdiler. Rusya'nın [sayfa 38] korkunç sosyalistlerinin tersine, böyle saygıdeğer bir 'ılımlılık' gösterdikleri için tüm dünya onları övdü. ... Şimdi, 1908 Ekiminde, Türkiye'nin bölüşülmesinin ön belirtisi olan bir dizi gelişmeye tanık oluyoruz."
      Gerçekten de, diplomatların sözüne inanıp, yaptıklarına, yani büyük devletlerin, devrimci Türkiye'ye karşı giriştikleri ortak harekete aldırmamak çocukluk olur. Şimdiki gelişmelerden önce bazı ülkelerin devlet başkanları ve dışişleri bakanları arasında toplantılar ve görüşmeler yapılmış olması gerçeğinin kendisi, diplomatik açıklamalara bönce inanılmasını önlemeye yeter de artar. Ağustos ve eylül aylarında, Jön-Türklerin devriminden hemen sonra ve Avusturya'yla Bulgaristan'ın deklarasyonlarından hemen önce, İzvolski,[9*] Karslbad'da ve Marienbad'da kral Edward'la ve başbakan Clemenceau ile görüştü; Avusturya ve İtalya dışişleri bakanları von Aehrenthal ile Tittoni, Salzburg'da buluştular; ardından 15 Eylülde İzvolski'yle Aehrenthal'in Buchloe'deki toplantısı geldi; sonra Bulgaristan prensi Ferdinand'la imparator Franz-Joseph'in Budapeşte'deki toplantısı; İzvolski'nin Almanya dışişleri bakanı von Schoen'le, ardından Tittoni'yle ve İtalya kralıyla görüşmesi.
      Bu gerçeklerin anlamı ortada. Avusturya'yla Bulgaristan'ın girişiminden önce altı büyük devlet, yani Rusya, Avusturya, Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere arasında, kralların ve bakanların toplantılarında bütün önemli noktalar üzerinde gizlice ve doğrudan doğruya anlaşma olmuştur. Bosna'yla Hersek'i Avusturya'nın kendine katmasını İtalya, Almanya ve Rusya'nın kabul ettiğini öne sürerken Aehrenthal'in doğruyu söyleyip söylemediği konusunda daha sonra basında patlak veren tartışma, başından sonuna kadar bir güldürüdür, ancak liberal darkafalıların aklını çelebilecek katmerli bir aldatmacadır. Avrupalı devletlerin dış siyasetini yürütenler —İzvolski'ler, Aehrenthal'ler, taçlı soyguncular çetesinin tümü ve onların bakanları— bu kemiği, basının önüne belli bir amaçla fırlatmışlardır: haydi baylar, kim kimi kandırdı, kim kimi gücendirdi, Avusturya mı Rusya'yı, yoksa Bulgaristan mı Avusturya'yı aldattı, ya da Berlin antlaşmasını[23] ilk kez yırtan kim oldu, büyük devletler [sayfa 39] arasında önerilen konferansa karşı kimin tutumu ne, ve daha bunun gibi noktalar üzerinde hırlasın durun. Halkın dikkatini bu gibi ilgi çekici ve önemli —ama gerçekten önemli!— sorularla oyalamayı lütfen sürdürün. Asıl önemli olanı, ana nokta üzerinde bir ön anlaşmaya varmış olmamızı, yani Jön-Türkler devrimine karşı hareketi, Türkiye'nin paylaşılmasına doğru yeni adımlar atılmasını, şu ya da bu bahaneyle Çanakkale düzenlemesinin[24] gözden geçirilmesini, Rusya'nın kara-yüzlerden olan çarının İran devrimini boğmasına izin verilmesini gizleyebilmemiz için, bizim gerek duyduğumuz şey budur. İşin özü burada. Avrupa'nın geçici burjuvazisinin önderleri olan bizlerin gerçekten gerek duyduğumuz ve yaptığımız şey budur. Basınla parlamentodaki liberal ahmaklara gelince, onlar bu işi nasıl başladığını, kimin ne dediğini, sömürgeleri yağmalama siyasetinin ve demokratik hareketlerin bastırılmasının imzalanıp mühürlenip dünyaya nasıl bir görünüm altında sunulacağını diledikleri kadar tartışabilirler.
      Bütün büyük Avrupa devletlerinde —bugün için "doyurulmuş olan" Avusturya dışında— liberal basın, kendi hükümetini, ülkenin ulusal çıkarlarını yeterince savunmamakla suçluyor. Liberaller, her yerde, kendi ülkeleriyle hükümetlerini, durumdan "yararlanamayan" en beceriksiz ve kandırılmış ülke ve hükümet olarak gösteriyorlar. Bizim kadetlerimizin siyaseti de bu. Uzun süreden beri, Avusturya'nın başarılarını "kıskandıklarını" (Milyukov'un kendi sözleri) söyleyip duruyorlar. Genel olarak liberal burjuvazinin bu siyaseti ve özel olarak bizim kadetlerimizin siyaseti, çok tiksindirici bir ikiyüzlülüktür, gerçek ilerleme ve özgürlüğün isterlerine alçakça ihanettir. Çünkü bu siyaset, her şeyden önce, gerici hükümetlerin fesat girişimlerini örtbas ederek yığınların demokratik bilincini sersemletmektedir. İkincisi, bu siyaset, her ülkeyi, sözümona aktif bir dış siyaset izlemeye itmekte, yani sömürgeleri soyma sistemini, büyük devletlerin Balkan olaylarına karışmalarını, her zaman gerici nitelikte olan bu karışmayı onaylamaktadır. Üçüncüsü, bu siyaset halkın ilgisini "biz" ne kadar alacağız, çapuldan "bize" ne [sayfa 40] kadar düşecek, "kendimiz" için "biz" ne kadar isteyebiliriz gibi noktalara çekerek gericiliğin ekmeğine yağ sürmektedir. Bu nazik durumda gerici hükümetlerin en çok gereksindiği şey, topraklara el atmalarını, "tazminat" istemelerini vb., "kamuoyu"nun desteklediğini iddia edebilme fırsatını ele geçirmektir, bakın der bu hükümetler, benim ülkemin basını beni aşırı ölçüde eliaçık olmakla, ulusal çıkarları yeterince savunmamakla, çok yumuşak davranmakla suçluyor, savaş tehdidinde bulunuyor. Sonuç olarak benim isteklerim çok "haklı ve mütevazı"dır, tümüyle yerine getirilmesi gerekir!
      Avrupa liberal burjuvazisinin siyaseti gibi Rus kadetlerinin siyaseti de gerici hükümetlere boyuneğme, sömürgeler elde ederek genişleme ve onların yağmalanmasını savunma, başka ülkelerin işlerine karışma siyasetidir. Kadet siyaseti özellikle zarar vericidir, çünkü "muhalefet" bayrağı altında yürütülmekte, bu nedenle de birçok kişiyi yanıltmakta, Rus hükümetine inanmayanların güvenini kazanmakta, yığınları ayartmaktadır. Bu nedenle, bizim Dumadaki[25] milletvekillerimiz ve bütün parti örgütlerimiz, şunu akıllarından çıkarmamalıdırlar: Otokrasinin gerici siyasetiyle kadetlerin ikiyüzlü tutumu arasındaki bağlantıyı —Duma kürsüsünden, ayrıca broşürlerle ve toplantılarda— ortaya koymaksızın, Balkan olayları hakkındaki sosyal-demokratik propaganda ve uyarmalarımızda ileri doğru tek ciddi adım bile atamayız. Kadet dış siyasetinin temelde aynı olduğunu göstermedikçe, çarlık hükümetinin izlediği siyasetin ne kadar zarar verici ve gerici olduğunu halka hiçbir zaman anlatamayız. Kadetlerin laf cambazlığıyla, sahtecilikleriyle, akıllarının ardındakilerle ve kaçamaklarıyla savaşmadıkça, dış siyasette şovenizm ve kara-yüzler anlayışıyla savaşamayız.
      Liberal burjuva görüşüne ödün vermenin, sosyalistleri nerelere götürdüğü şu örnekte görülebilir: Ünlü oportünist dergi Sozialistische Monatshefte'de[26] (Sosyalist —???— Aylık Dergi) Max Schippel, Balkanlardaki bunalım hakkında şöyle diyor: "Olaylar üzerinde kafa yoran parti üyelerinin hemen hemen tümü, Balkanlarda bugünkü ya da ileride olabilecek devrimlerden Almanya'nın beklediği hiçbir şey olmadığı yolunda, bu yakınlarda Berlin merkez yayın organımızda [Vorwärts][27] dile getirilen görüşün üstünlük kazanmasının yanlış olacağı kanısında. Yeni topraklar elde etme çabasına [sayfa 41] girmememiz gerektiğine kuşku yok. Ne var ki, Avrupa ile Asya'nın tümü ve Afrika'nın bir kesimi arasında önemli bir bağ kuran bu bölgede büyük devletler arasında belirecek yeni bir düzenlemenin, bizim uluslararası yerimizi doğrudan doğruya etkileyeceğine de kuşku yok. ... Bugün için, gerici Rus devinin sonucu belirleyici bir önemi yoktur. ... Ellilerde demokratların yaptığı biçimde, her yerde ve her zaman Rusya'yı düşman görmemiz için hiçbir neden yoktur." (S. 1319.)
      Sosyalist geçinen bu budala liberal, Rusya'nın "Slav kardeşleri" için gösterdiği "kaygı”nın gerisindeki gerici entrikaları gözden kaçırıyor! "Biz" (yani Alman burjuvazisi) ya da "bizim" tutumumuz, vb., gibi sözcükleri kullanırken, Jön-Türklerin devrimine indirilen darbeyi ya da Rusya'nın Îran devrimine karşı girişimini farkedememiştir!
      Schippel'in sözleri, derginin 22 Ekim tarihli sayısında yayınlandı. 18 (5) Ekimde, Noveye Vremya[28] "Tebriz'de anarşinin inanılmaz ölçülere ulaştığını" ve kentin "yarı-vahşi devrimciler tarafından yıkılıp yağmalandığını" öne süren öfkeli bir yazı yayınlamıştı. Bunun anlamı şuydu: Şahın Tebriz'deki askerlerine karşı devrimin kazandığı zafer, yarı-resmî Rus gazetesinin öfkelenmesine yolaçmıştı. Gazete, İran devrimci kuvvetlerinin önderi Settar Han'ı,[10*] "Azerbaycan'ın Pugaçev'i" diye niteliyordu. (Aderbaycan ya da Azerbaycan, İran'ın kuzey eyaletidir; Reclus'a göre, toplam nüfusun beşte-birine yakınını barındırır. Eyaletin başkenti Tebriz'dir.) "İnsanın sormaya hakkı var" diyordu Noveye Vremya, "Bizim İran sınırımızdaki verimli ticaretimizi yıkan bu rezaletlere, Rusya daha ne kadar gözyumabilir?.. Akıldan çıkarılmaması gerekir ki, Doğu Kafkas-ötesi[11*] ve Aderbaycan etnolojik bir bütündür. ... Kafkas-ötesindeki yarı-aydın Tatarlar, Rus uyruğu olduklarını unutarak Tebriz'deki karışıklıklara sıcak bir yakınlık göstermişlerdir, bu kente gönüllüler göndermektedirler. ... Bizim için önem taşıyan şey, Rusya'yla sınırı olan Aderbaycan'ın huzura kavuşmasıdır. Her ne kadar tatlı bir şey olmasa da, müdahale etmeme yolundaki [sayfa 42] şiddetli arzusuna karşın, koşullar, Rusya'yı, bu görevi yüklenmek zorunda bırakabilir."
      20 Ekim tarihinde Alman Frankfurter Zeitung gazetesi, Rusya'nın Aderbaycan'ın işgalinin bir tür "tazminat" olarak düşünüldüğüne ilişkin, St. Petersburg çıkışlı bir haber verdi. 24 (11) Ekim günü aynı gazete Tebriz'den aldığı şu telgraf-haberi yayınladı: "İki gün önce, süvari ve topçuyla desteklenen altı Rus piyade taburu İran sınırını geçti, bugün Tebriz'e girmesi bekleniyor."
      Max Schippel'in, liberal ve polis basınının güvencelerini ve yaygaralarını kölecesine yineleyerek, Alman işçilere, Rusya'nın gerici bir dev olarak öneminin tarihe karıştığını ve her zaman Rusya'yı düşman gözüyle görmenin yanlış olduğunu söylediği gün, Rus birlikleri İran sınırını aşmaktaydı!
      Kanlı Nikola'nın askerleri İranlı devrimcilere karşı yeniden bir genel kırıma girişecekler. Resmî olmayan Liyahov'u,[12*] Aderbaycan'ın resmî işgali izliyor ve Nikola I'in, Macaristan devrimine karşı askerlerini gönderdiği zaman, 1840'ta Rusya'nın Avrupa'da yaptığı şey, şimdi Asya'da yineleniyor. O tarihlerde Avrupa'nın burjuva partilerinde, günümüzde bütün burjuva demokratların yaptıkları gibi özgürlük üzerine ikiyüzlü söylevler vermek yerine, özgürlük için dövüşme gücünde olan gerçek demokratlar vardı. O zamanlar Rusya, yalnızca birkaç Avrupa devletine karşı Avrupa'nın jandarması rolünü oynuyordu. Bugün, aralarında "kanlı" Clemenceau'nun "demokratik" cumhuriyetinin de bulunduğu, bütün büyük Avrupa devletleri, proletaryaya yararlı olur diye ülke içinde demokrasinin gelişmesinden ölümden korkarcasına korktukları için, Asya'da jandarma rolünü oynamasında Rusya'ya yardım ediyorlar.
      İran devrimine karşı Rusya'ya tanınan "hareket özgürlüğü", kuşkusuz, Rusya, Avusturya, Almanya, İtalya, Fransa ve İngiltere arasında hazırlanan gerici Eylül tertibinin bir parçasıdır. Bunun gizli bir belgede belirtilmiş olup olmaması hiç önemli değildir (böyle bir belge, yıllar sonra, tarihsel malzeme derlemesi olarak yayınlanabilir); İzvolski'nin bu durumu yalnızca nazik görüşmecilerine açıp açmadığı, ya da bu görüşmecilerin "işgal"den "ilhak"a geçmeye niyetli [sayfa 43] olduklarını ya da Rusların belki de Liyahov siyasetinden "işgal"e geçmeyi arzuladıklarını "üstü kapalı olarak söyleyip söylemedikleri" ya da başka bir düzenlemenin yapılıp yapılmadığı da hiç önemli değil. Önemli olan şudur: her ne kadar gayri resmî olursa olsun, büyük devletlerin eylülde kurdukları karşı-devrimci tertip, bir gerçektir. Bu tertibin anlam ve önemi, her geçen gün daha iyi anlaşılıyor. Bu, proletaryayla demokrasiye karşı bir tertiptir. Bu, Asya'daki devrimi doğrudan doğruya bastırmayı ya da o devrime dolaylı darbe vurmayı amaçlamış bir tertiptir. Bu, şimdi Balkanlarda, yarın İran'da, ertesi gün de belki Küçük Asya'da ve Mısır'da toprak elde edilmesi ve sömürgelerin yağmalanması için girişilmiş bir tertiptir.
      Taçlı haydutların ve uluslararası sermayenin birbirine eklenen gücünü ancak dünya proleter devrimi devirebilir. Bütün sosyalist partilerin en başta gelen görevi, yığınlar arasında uyarma çabalarını yoğunlaştırmak, bütün ülkeler diplomatlarının marifetlerini açığa çıkarmak, ayrım yapmaksızın bütün müttefik devletlerin, hem doğrudan doğruya jandarma, hem de o jandarmanın suç ortakları, dostları ve mali destekçileri olarak oynadıkları çirkin rolü gösteren gerçekleri halkın gözleri önüne sermektir.
      Şimdi İzvolski'nin bir konuşma yapması, kadetlerle ok-tobristlerin[29] de soru önergesi vermesi beklenen Dumada Rus sosyal-demokratlara çok ağır, ama aynı zamanda çok soylu ve önemli bir görev düşmektedir. Sosyal-demokrat milletvekilleri, asıl gerici gücün, asıl karşı-devrim tertipçisinin siyasetini perdeleyen bir organın üyesidirler; bütün gerçekleri söyleme cesaret ve gücünü kendilerinde bulmaları gerekir. Böyle günlerde, kara-yüzler Dumasındaki sosyal-demokrat milletvekilleri, kendilerine çok şey verilen ve kendilerinden çok şey istenen kişilerdir. Çünkü orada kadetlerin ve oktobristlerin tutumundan ayrı bir tutumla, çarlığa karşı Dumada itiraz sesini yükseltecek hiç kimse bulunmamaktadır. Böyle zamanlarda ve bugünkü koşullar altında kadetlerden gelme bir itiraz, hiç ses çıkarmamaktan daha kötüdür; çünkü bu itiraz aynı kapitalist kurt sürüsü arasından ve aynı kurt politikası adına yapılacaktır.
      Bizim Duma grubumuz ve bütün parti örgütlerimiz, işte bu nedenle bir an önce çalışmaya koyulmalıdırlar. Yığınlar [sayfa 44] arasında uyarma çalışmaları, şimdi, olağan zamanlardan yüz kat daha önemlidir. Partimizin uyarma çalışmalarında üç konu ilk sırayı tutmalıdır. Birincisi, gerici ve liberal basının —kara-yüzlerden kadetlere kadar— tümünün tersine, sosyal-demokratlar diplomatik konferans oyunlarını, büyük devletler arasındaki anlaşmaları, Avusturya'ya karşı İngiltere'yle ya da Almanya'ya karşı Avusturya'yla ya da başka tür ittifakları ortaya dökmelidirler. Bize düşen görev, büyük devletler arasında gerici bir tertip, hükümetlerin açık görüşmeler güldürüsünün arkasına gizlenmek için elden geleni yaptıkları bir tertip bulunduğu gerçeğini su yüzüne çıkarmaktadır. Bizim siyasetimiz, bu diplomatik güldürüyü kınamak, halka gerçekleri anlatmak, uluslararası anti-proleter gericiliğin ipliğini pazara çıkarmak olmalıdır. İkincisi, yalnızca iddia etmekle kalmamalı, bu tertibin gerçek sonuçlarını, özellikle Türk devrimine vurulan darbeyi, İran devriminin boğazlanmasına Rusya'nın yardımını, öteki ulusların işlerine karışılmasını ve temel demokratik ilkenin, ulusların kaderlerini tayin haklarının ihlalini ortaya koymalıyız. Bu hak, hem bizim, hem dünyadaki bütün sosyal-demokrat partilerin programlarında en önde savunulmuştur. Bir yandan Avusturyalıların, öte yandan da Rus kara-yüzlerin kendi "slav kardeşleri" hakkında kaygı duymalarından daha gerici bir şey olamaz. Bu "kaygı", çok uzun süreden beri Balkanlarda Rusya'nın adını kötüye çıkaran alçakça entrikaları perdelemek için kullanılmaktadır. Bu "kaygı", her zaman, şu ya da bu Balkan ülkesinde gerçek demokrasinin sinsi saldırılara uğramasına varmaktadır. Büyük devletlerin Balkan ülkelerini "düşündüklerini" göstermelerinin içten olan tek yolu, onları kendi başlarına bırakmak, yabancı müdahaleyle onları rahatsız etmeye son vermek, Türk devriminin tekerleğine çomak sokmayı bir yana koymaktır. Ancak çalışan sınıf, kuşkusuz, burjuvazinin böyle bir siyaset gütmesini bekleyemez. Bizim kadetlerimiz de aralarında olmak üzere, bütün burjuva partileri, ad olarak en liberal ve en "demokratik" olanlar dahil, kapitalist dış siyaseti desteklemektedirler. Sosyal-demokratların, özel bir çabayla halka anlatmaları gereken üçüncü nokta da budur. Çünkü liberallerle kadetler bütün yürekleriyle, bugün kapitalist uluslar arasında rekabetten yanadırlar; yalnızca bu rekabetin biçiminde [sayfa 45] kara-yüzlerden ayrılmaktadırlar; şimdi hükümetin dayanmakta olduğu uluslararası anlaşmalardan daha başka türlü anlaşmalar yapılmasında direnmektedirler. Bir tür burjuva dış siyaseti yerine başka tür bir burjuva dış siyaseti için girişilen bu liberal savaşımı,, (yağmacılık ve müdahalede) öteki ülkelerin gerisinde kaldığı için hükümete yöneltilen bu liberal kınamalar, yığınlar üzerinde çok bozucu etkiler yapmaktadır. Kahrolsun sömürge siyasetinin her türlüsü, kahrolsun tüm müdahale siyaseti, yabancı toprakların fethi, yabancı halklara el atılması için, yeni ayrıcalıklar, yeni pazarlar için, Boğazların denetimi için girişilen kapitalist savaşım kahrolsun! Sosyal-demokratlar, "barışçıl ve adil" kapitalist gelişme türünden darkafalı ve budalaca bir ütopyaya kapılanmazlar; dünyada barış ve özgürlüğü, uluslararası devrimci proletaryadan başkasının savunmadığını bildikleri için kapitalist toplumun tümüne karşı savaşım verirler.
      Not: Bu yazı baskıya gönderildikten sonra, gazeteler, St. Petersburg Telgraf Ajansının, Rus birliklerinin İran sınırını geçtiği hakkındaki haberi yalanlayan bir haberini yayınladılar. Bu haber, 24 Ekim tarihli Frankfurter Zeitung'un ikinci sabah baskısında çıktı. Üçüncü baskıda 24 Ekim saat 22.50'de İstanbul'dan gönderilmiş bir haber vardı. Bu haberde, Rus birliklerinin İran sınırını geçtiğine dair bilgilerin ayın 24'ünde akşam vakti İstanbul'a ulaştığı bildiriliyordu. Sosyalist gazeteler dışında yabancı basın, Rusların İran'ı istilası konusunda henüz susmakta.
      Özetlersek, henüz tam gerçeği bilebilecek durumda değiliz. Ama çarlık hükümetiyle St. Petersburg Telgraf Ajansından gelen "yalanlamalar"a da kuşku yok ki, inanılamaz. Rusya'nın, öteki devletlerin de bilgisi çerçevesinde, entrikadan asker göndermeye kadar elindeki her türlü olanakla, İran devrimine karşı savaştığı, bir gerçektir. Rusya'nın siyasetinin Azerbaycan'ı işgal etme siyaseti olduğu da kuşkudan uzaktır. Şimdiye dek birlikler sınırı aşmamışsa bile, çok olasıdır ki, birliklerin böyle bir girişimde bulunmasına ilişkin bütün hazırlıklar çoktan görülmüştür. Ateş olmayan yerde duman tütmez. [sayfa 46]
     
        Proletari, n° 37,        Collected Works,
16 (29) Ekim 1908    vol.15, s. 220-230.


     
       
       
ENTERNASYONAL SOSYALİST BÜRO TOPLANTISI
[PARÇA]

      HAKKINDA kısa bir rapor okunan ve üzerindeki tartışmaların hiç de az ilgi çekici olmadığı tek gündem maddesi, sömürgesel reformlar konusu oldu. Stuttgart'ta sömürge sorununa ilişkin oportünist önergesiyle üne kavuşan Hollanda temsilcisi Van Kol, raporunda bir ölçüde değişik bir yaklaşımla, pek sevdiği, sosyal-demokrasinin "olumlu" sömürge programını, ilgisiz bir biçimde işin içine karıştırmaya çalıştı. Sosyal-demokratların sömürge siyasetine karşı verdikleri savaşımı, sömürge soygununa karşı yığınlar arasında giriştikleri uyarmaları, sömürgelerde yaşayan ezilmiş yığınlar arasında direniş ve muhalefet ruhunun uyanışını tümden bir yana koyan Van Kol, bütün dikkatini, bugünkü sistem çerçevesinde, sömürgelerdeki yaşamda yapılabilecek, olası "reformlar"ı kapsayan bir liste üzerinde topladı. İyiliksever [sayfa 47] bir resmî görevli tavrıyla, bazı sorular sıraladı. Bu sorular toprakta mülkiyet ile başlıyor, okullarla, sanayinin teşvikiyle, cezaevleriyle, vb. bitiyordu. Her seferinde, olabildiği ölçüde pratik davranmaktan sözediyordu. Örneğin vahşiler için her zaman genel oy hakkının düşünülemeyeceğini, bazan sömürgelerde cezaevine koymak yerine zorunlu çalışma yükümünü uygulama görüşünü kabul etmenin gerekebileceğini, vb., vb. söylüyordu. Raporun tümü baştan sona, proleter bir sınıf savaşımı ruhuyla değil, ama en koyusundan bir küçük-burjuva anlayışıyla —hatta daha da kötüsü— bürokratik, önemsiz "reformlar" anlayışıyla doluydu. Sonuç olarak Van Kol, sömürgeleri olan beş ana ülkeden seçilecek üyelerle bir komisyon kurulmasını, bu komisyonun sosyal-demokrasi için bir sömürge programı hazırlamasını önerdi.
      Almanlar adına Molkenbuhr ve bazı Belçikalılar, tek bir programın gerekmediği, tek bir programın işi basmakalıp hale getirebileceği gibi ayrıntılarda Van Kol'dan ayrılmakla birlikte, onun önerisinin denenmesini istediler. Böylesi bir yaklaşım Van Kol'un işine yarıyordu. Çünkü onun istediği şey, her şeyi "pratik ayrıntılar"a indirgemek ve "pratik"te ayrılıkların, Stuttgart'ta sanıldığından daha küçük olduğunu göstermekti. Ne var ki, Kautsky ile Ledebour, sorunu ilke açısından ele aldılar. Van Kol'un büyük ölçüde ikiyüzlü olan tutumuna saldırdılar. Van Kol diyor ki, dedi Kautsky, bazı durumlarda genel oy düşünülmeyebilir. Böylece o, şu ya da bu biçimde, sömürgelerde despotluğu kabul etmiş oluyor, çünkü başka türlü bir seçim sistemi önermiyor. Zaten öneremez de.. Ledebour da, Van Kol zorunlu çalışma yükümlülüğü olasılığını akla sığar buluyor, böylece sömürgelerde köleliği sürdürmek için binbir bahane uyduran burjuva siyasetine kapıyı açıyor, dedi. Van Kol kendini aşırı bir inatla ve çok kötü biçimde savundu, örneğin bazı durumlarda vergi olarak mal kabulü esasının bir yana konamayacağını öne sürdü, "bunu Java'da kendi gözüyle gördüğünü" söyledi, Papualıların oy vermek ne demektir bilmediklerini, seçimlerde işlerin bazan salt boşinanlarla ya da seçmenleri romla sarhoş ederek, kararlaştırıldığını falan anlattı. Kautsky ile Ledebour, bu iddiaları alaya aldılar, ortak demokratik programımızın hiç kuşkusuz sömürgelere de uygulanabileceğini, kapitalizme karşı savaşımın sömürgelerde de ön safa çıkarılmasının [sayfa 48] önem taşıdığını belirttiler. Ledebour, bizim "okumuş-yazmış" katoliklerimizin boşinanları, vahşilerin boşinanlarından çok mu iyi, diye sordu. Parlamento ve temsilî kurumlar her zaman gerçekleştirilemese bile, dedi Kautsky, demokrasi her zaman kabildir ve demokrasiden her türlü ayrılışla savaşılması zorunludur. Bu tartışmalar devrimci sosyal-demokrat siyaset ile oportünist sosyal-demokrat siyaseti tüm açıklığıyla ortaya koydu. Van Kol da önergesine "birinci sınıf bir cenaze töreni" düzenleneceğini anladığı için öneriyi geri aldı. [sayfa 49]
     
        Proletari, n° 37,        Collected Works,
16 (29) Ekim 1908
İmza: İ. V. Lenin       vol. 15, s. 244-246.


     
       
       
MAKSİM GORKİ'YE MEKTUP
3 OCAK 1911
[PARÇA]

      SOSYAL-DEMOKRASINİN uluslararası siyasetinde kişotizm[13*] konusunda sanırım yanılıyorsunuz. Uzun süreden beri, sömürge siyasetinin ilerici olduğunu, bu siyasetin oralara kapitalizmi soktuğunu, bu nedenle "açgözlülükle ve zorbalıkla suçlanmasının" anlamsız olduğunu, çünkü "bu nitelikleri olmaksızın" kapitalizmin "çalışamaz duruma geleceğini" ileri sürenler, revizyonistlerdir.
      Eğer sosyal-demokratlar, işçilere, kapitalizmin gelişmesiyle değil de, o gelişmeden ayrı olarak, şurada, ya da burada kurtuluşun sağlanabileceğini söyleselerdi, asıl bu kişotizm ve bir çeşit yakınma olurdu. Ama biz böyle bir şey söylemiyoruz. Bizim söylediğimiz şudur: Kapitalizm sizi yiyip yutuyor, İranlıları yiyip yutacaktır, herkesi yutacaktır ve siz onu devirinceye kadar da yiyip yutmayı sürdürecektir. Gerçek [sayfa 50] olan budur. Ama şunu eklemeyi de unutmuyoruz: Kapitalizmin büyümesi yoluyla sağlanacak olanın dışında, onun üzerinde zafer elde edilmesi kesin değildir.
      Marksistler, tröstlerin yasaklanması, ticaretin sınırlanması gibi gerici bir tek önlemi bile savunmazlar. Bırakın Komyakov ve hempaları, İran'ın bir ucundan öteki ucuna demiryolu döşesinler, bırakın Liyahov'ları göndersinler, marksistlerin işi onların ne olduğunu işçilere göstermektir. Eğer yer yutarsa, der marksistler, eğer boğazlarsa, savaş.
      Sömürge siyasetine ve uluslararası yağmaya, proletaryayı örgütleme yoluyla, proletarya savaşımı için özgürlüğü savunma yoluyla gösterilen direnme, kapitalizmin gelişmesini yavaşlatmaz, hızlandırır; onu daha uygar, teknik bakımdan daha yüksek kapitalizm yöntemlerine başvurmaya zorlar. Kapitalizmden kapitalizme fark var. Kara-yüzler — oktobristler kapitalizmi var, narodnik kapitalizmi ("gerçekçi, demokratik", "canlılık" dolu) var. Kapitalizmin "açgözlülüğünü ve zorbalığını" işçilere ne kadar daha çok gösterebilirsek, birinci türden kapitalizmin ayakta kalması o kadar güçleşir, ikinci türden kapitalizme dönüşmesi o kadar daha zorunlu hale gelir. Bize uygun düşen, proletaryaya uygun düşen de budur. ...
      Uluslararası proletarya, kapitalizmi iki yönde zorluyor: birincisi oktobrist kapitalizmi demokratik kapitalizme çevirerek, ikincisi de oktobrist kapitalizmi kendisinden uzaklaştırdığı için, o kapitalizmi vahşilere aktararak. Ne var ki, bu, kapitalizmin temelim genişletiyor ve ölümünü yakınlaştırıyor. Avrupa'da hiçbir oktobrist kapitalizm kalmamış gibidir, pratikte bütün Avrupa kapitalizmi demokratiktir. Oktobrist kapitalizm, İngiltere'yle, Fransa'dan, Rusya'ya ve Asya'ya gitmiştir. Rus devrimiyle Asya'daki devrimler, oktobrist kapitalizmi söküp atma ve onun yerine demokratik kapitalizmi koyma savaşımına eşittir. Demokratik kapitalizm de kendi türünün son aşamasıdır. Oradan öteye, gidilecek yeni bir aşama yok. Gelecek aşama onun ölümüdür. [sayfa 51]
     
        Paris'ten,İtalya'daki Capri        Collected Works,
adasına gönderildi.
İlk kez 1924'te Lenin Miscellany I’de
yayınlandı.        vol. 34, s. 438-439.


     
       
       
TÜRK-İTALYAN SAVAŞININ SONU[30]

      TELGRAF haberlerine göre İtalya'yla Türkiye'nin temsilcileri barışın ön esaslarını imzaladılar.
      İtalya, Afrika'daki Türk topraklarını ele geçirmek üzere bir yıl önce başlattığı savaşı "kazandı". Şimdiden sonra Trablus, İtalya'ya ait olacak. "Uygar" bir 20. yüzyıl ulusu tarafından girişilen bu tipik sömürge savaşma bir gözatmaya değer.
      Savaşın nedeni neydi? İtalyan emperyalizmi için yeni pazarlara, yeni başarılara gerek duyan İtalyan parababalarıyla kapitalizminin açgözlülüğü.
      Savaş, ne tür bir savaştı? Mükemmel, uygar bir kan deryası, "en son" silahların yardımıyla Arapların genel bir kırımdan geçirilmesi.
      Araplar umutsuz bir direnç gösterdiler. Savaşın başında [sayfa 52] İtalyan amiralleri 1.200 deniz piyadesini karaya çıkarmak gibi ihtiyatsız bir girişimde bulunmuşlar, Araplar da bu deniz piyadelerine saldırıp 600 kadarını öldürmüşlerdi. "Karşılık" olarak 3.000 Arap doğrandı, aileler, tümden öldürüldü, büyük bir soğukkanlılıkla kadınlarla çocuklar kırıldı. İtalyanlar, uygar, yasa yanlısı bir ulustur.
      1.000 kadar Arap asıldı.
      İtalyanlar, 17.429 yaralı, 600 yitik, 1.405 ölü olmak üzere 20.000'in üstünde bir kayba uğradılar.
      Savaş, İtalyalara 800 milyon liretin ya da 320 milyon rublenin üstünde bir paraya maloldu; korkunç bir işsizliğe ve sınai durgunluğa yolaçtı.
      Araplar 14.800 can yitirdi. "Barış"a karşın, savaş gerçekte sürüp gidecek. Çünkü Afrika'nın göbeğinde, kıyıdan epey uzak bölgelerde oturan Arap kabileleri, boyuneğmeyi reddedecekler. Ve uzunca bir süre, süngüyle, kurşunla, idamla, ateşle ve ırzlarına geçilerek "uygarlaştırılacaklar".
      Kuşkusuz İtalya, öteki kapitalist ülkelerden ne daha iyi, ne daha kötüdür. Hepsi, yeni kazanç kaynakları arayışında hiçbir kırımı yeter görüp durmayan burjuvazi tarafından yönetilmektedir. [sayfa 53]
     
        Pravda, n° 129,         Collected Works,
28 Eylül 1912
İmza: T.    vol. 18, s. 337-338.


     
       
       
KADETLER VE ULUSALCILAR

      KADETLERİN, görüşlerinde esas itibarıyla ulusal-liberal olduklarını, ulusal soruna yaklaşımlarının demokratik olmaktan başka her şeye benzediğini belirttiğimiz zaman, Reç'ten[31] öfkeli ve kendini beğenmiş bir yanıt aldık; bizi gerçekleri bilmemekle, ya da yanlış göstermekle suçladı.
      İşte birçokları arasından bir kayıt. Bırakalım okurlarla seçmenler karar versinler.
      18 Ekimde, "Slav sorunuyla ilgilenen bir çevre", M. M. Kovalevski'nin evinde ikinci bir toplantı yaptı. Toplantıda kamuya açıklanacak bir bildiri okundu. Y. Aniçkov, Kareyev, (Kadet ve eski aday) L. Panteleyev, G. Falbork, (doğal ki) Kovalevski ve başkaları tarafından imzalandı.
      Acaba Reç, sorumluluğu, Kareyev, Panteleyev ve hempalarına [sayfa 54] mı yüklemeye çalışacak?
      Liberallerin kamuya bildirisinin özü şu:
      "Genel bir coşku içinde, Rusların kalbi ... Slavlar için sempatiyle ve Rus ulusal bilincinin, Slavların elde ettikleri zaferin ürünlerini korumalarım güven altına alacağı umuduyla çarpıyor."
      Bu, Novaya Vremya ve hempalarının ulusalcılığından ve şovenizminden hangi noktada ayrılıyor? Tek ayrılığı, elinde beyaz eldivenler olması ve diplomatik bakımdan daha ihtiyatlı bir dil kullanmasıdır. Ne var ki, şovenizm, beyaz eldivenler giydiği, en incesinden bir dil kullandığı zaman bile iğrençtir.
      Demokratlar, onların yanında (ve üstünde!) Rus ulusalcıları, bir yığın halkı amansızca ezerken, "genel bir coşku”nun sözünü hiçbir zaman etmezler.
      Demokratlar, hiçbir zaman, Slavın, Türkün karşısına konmasını desteklemezler; Slav ve Türk köylüleri birlikte, Slav ve Türk toprakbeyleriyle başıbozukların karşısına konmalıdır.
      Polonyalıların, Yahudilerin ve genel olarak "Rus olmayanların" ezilip eza gördüğü bir sırada, demokratlar, bütün ulusların içindeki özgürlük partizanlarıyla baskı düşmanlarının siyasal bilincinin yerine "Rus ulusal bilinci"nin konmasına hiçbir zaman izin vermezler.
      Hiçbir makul demokrat, baskı altındaki ulusları özdenlikle destekleyen hiçbir kişi, kadetlere oy vermemelidir! [sayfa 55]
     
        Pravda, n° 151,         Collected Works,
24 Ekim 1912
İmza: V. İ.         vol. 18, s. 370-371.


     
       
       
YENİDEN DOĞAN ÇİN

      İLERİCİ ve uygar Avrupa, Çin'in yeni doğusuyla ilgilenmiyor. Geri kalmış dörtyüz milyon Asyalı özgürlüğünü elde etti ve gözlerini siyasal yaşama açtı. Dünya nüfusunun dörtte-biri uyuşukluktan aydınlanmaya, harekete ve savaşıma geçti.
      Ama uygar Avrupa'nın umurunda değil. Bugüne değin Fransız Cumhuriyeti bile, Çin Cumhuriyetini resmen tanımadı. Fransız temsilciler meclisine yakında, bu konuda bir soru önergesi verilecek.
      Avrupa'nın bu aldırmazlığı nereden geliyor? Bunun nedeni şu: tüm Batıda iktidar emperyalist burjuvazinin elindedir. Bu burjuvazinin dörtte-üçü çoktan bozulmuştur, bütün uygarlığını", işçilere karşı "zorlu" önlemler getirmesi için [sayfa 56] ya da ruble başına fazladan beş köpek kazanç sağlamak uğruna herhangi bir serüvenciye satmaya isteklidir. Bu burjuvazi için Çin, yalnızca bir ganimettir. Şimdi Rusya Moğolistan'ı "sevgi dolu bağrına" bastığına göre,[32] Japonlar, Britanyalılar, Almanlar, vb. de bu yağmadan herhalde bir pay koparmaya çalışacaklardır.
      Ama ne olursa olsun, Çin'in yeniden doğuşu hızlı bir gelişme gösteriyor. Parlamento seçimleri yapılmak üzere. Şimdiye dek istibdatla yönetilmiş olan bir ülkede ilk seçim bu. Birinci mecliste 600, "senato"da 274 üye bulunacak.
      Oy ne genel, ne doğrudan. Oy hakkı, 21 yaşının üstünde olan, seçim çevresinde en az iki yıldan beri oturan, iki rubleden az olmamak üzere dolaysız vergi ödeyen ya da değeri 500 ruble dolaylarında malı olan kişilere tanınıyor. Bunlar ikinci seçmenleri, onlar da parlamento üyelerini seçecek.
      Bu tür bir oy hakkı, hali-vakti yerinde olan köylüler ile burjuvazi arasında bir ittifak olduğunu, ortada herhangi bir proletaryanın bulunmadığını ya da var olanın çok güçsüz kaldığını gösteriyor.
      Aynı durum, Çin'deki siyasal partilerin yapısında da göze çarpmakta. Bellibaşlı üç parti var:
      (1) Radikal-Sosyalist Parti. Bu partinin sosyalizmle hiç
bir ilgisi yok; sosyalizmle en fazla bizim kendi popüler-
sosyalistlerimiz[33] (ve sosyalist-devrimcilerin onda-dokuzu)
kadar ilgili. Bu parti, küçük-burjuva demokratların partisi.
Başlıca istekleri Çin'in birliği, ticaret ve sanayinin "toplum
sal doğrultularda" geliştirilmesi (bu deyiş, bizim narodniklerimiz ile sosyalist-devrimcilerimizin "emek ilkesi" ve "eşitleme" ifadeleri kadar bulanık), bir de barışın korunması.
      (2) İkinci parti, liberallerin partisi. Bunlar radikal-sosyalistlerle ittifak içindeler, birlikte Ulusal Partiyi oluşturuyorlar. Bu parti, öyle görünüyor ki, Çin'in ilk parlamento seçimlerinde çoğunluğu elde edecek. Partinin önderi tanınmış Dr. Sun Yat-sen. Sun Yat-sen şimdilerde geniş bir demiryolu ağı tasarımı hazırlıyor. (Rus narodnikler, Sun Yat-sen'in, bunu, Çin'in kapitalist bir yazgıdan "kaçınabilmesini" sağlamak üzere yaptığını belirtmekten mutluluk duyacaklardır.)
      (3) Üçüncü parti, kendine Cumhuriyetçi Birlik adını veriyor. Siyasal işaret levhalarının ne kadar yanıltıcı olabileceğini [sayfa 57] gösteren bir örnek bu. Gerçekte bu bir muhafazakâr partidir. Genellikle hükümetin resmî memurları, toprak sahipleri ve ülkenin en geri kalmış kesimi olan Kuzey Çin'deki burjuvazi tarafından desteklenmektedir. Buna karşılık Ulusal Parti, esas olarak, ülkenin sınai bakımdan daha fazla gelişmiş, daha ilerici güney kesiminin partisidir.
      Ulusal Partinin ana dayanağı köylü yığınlarıdır. Partinin önderleri, yabancı ülkelerde eğitim görmüş aydınlardır.
      Çin'in özgürlüğü, köylü demokratlarla liberal burjuvazi arasındaki bir ittifakla elde edilmiştir. Kendilerine bir proletarya partisi tarafından önderlik edilmeyen köylülerin, sağa kaymak için yalnızca fırsat gözleyen liberallere karşı demokratik kazanmalarım koruyup koruyamayacakları yakın bir gelecekte ortaya çıkacaktır. [sayfa 58]
     
        Pravda, n° 163.         Collected Works,
8 Kasım 1912
İmza: T     vol. 18, s. 400-401.


     
       
       
BALKAN SAVAŞI VE BURJUVA ŞOVENİZMİ

      BALKAN savaşı sona ermek üzere. Edirne'nin ele geçirilmesi Bulgarlar için sonuca götürücü bir zafer oldu. Sorunun çekim merkezi de, savaş alanlarından, sözümona büyük devletler denen devletler arasındaki entrikalar ve çekişmeler alanına kaydı.
      Balkan savaşı, Asya ile Doğu Avrupa'da ortaçağ türünden ilişkiler durumunun çöküşünü belirleyen dünya olayları zincirinin bir halkasıdır. Balkan halklarının yüzyüze bulunduğu tarihsel görev, Balkanlarda birleşik ulusal devletler kurmak, yerel feodal yönetimleri silkip atmak ve bütün Balkan ulusları köylülerini toprak sahiplerinin boyunduruğundan tüm olarak kurtarmaktı.
      Balkan halkları, federal bir Balkan Cumhuriyeti [sayfa 59] kursalardı, bu görevi aslında şimdi yaptıklarından on kat daha kolay bir biçimde yerine getirebilirler, fedakârlıkları da yüz kat daha az olurdu. Tam ve tutarlı bir demokrasi çerçevesinde, uluslara baskı, dinsel farklılıkların ortaya çıkardığı uluslararası çekişme ve kışkırtmalar olanaksızlaşırdı. Balkan halklarının gerçekten hızlı, yaygın tabanlı, özgür gelişmesi güvence altına alınırdı.
      İvedi Balkan sorunlarını savaş yoluyla, burjuva ve hanedan çıkarlarının rehberlik ettiği bir savaş yoluyla çözümlemenin gerçek tarihsel nedeni neydi? Başlıca neden, Balkanlardaki proletaryanın zayıflığı ve onun yanısıra güçlü Avrupa burjuvazisinin gerici etki ve baskısıydı. Avrupa burjuvazisi,, hem kendi ülkelerinde, hem Balkanlarda gerçek özgürlükten korkuyor; tek amaçları, başkalarının zararına kâr elde etmek; yağma siyasetlerini kolaylaştırmaktır. Balkanlarda ezilen sınıfların özgür gelişmesini engellemek için şovenizmi ve ulusal düşmanlıkları kızıştırır, kışkırtırlar.
      Balkan olaylarında tanık olunan Rus şovenizmi, Avrupa'nınkinden daha az iğrenç değildir. Kadetlerin örtülü, süslenip-püslenmiş, liberal sözlerle renklendirilmiş şovenizmiyse, kara-yüzlere ait gazetelerin kaba-saba şovenizminden daha zararlı, daha iğrençtir. Kara-yüzlerin gazeteleri, Avusturya'ya açıktan saldırmakta. Avrupa ülkeleri içinde en geri olan bu ülkede halklar (ayraç içinde söyleyelim) Rusya'dakine bakışla çok daha büyük özgürlüğe sahipler. Ancak kadet Reç, Edirne'nin alınmasına ilişkin olarak şöyle yazıyor: "Yeni koşullar, Rus diplomasisine, daha fazla sebat gösterme fırsatını veriyor..."
      Burada sözü edilebilecek sebatın, şovenist amaçlar ardında koşmakta sebat demek olduğunu anlamazlıktan gelen halis "demokratlar"! 14 Martta Rodziyanko'nun verdiği yemekte Milyukoy'un, Yefremov'un, Guçkov'un, Bennigsen'in, Krupenski'nin ve Balaşov'un birbirleriyle canciğer olmaları pek doğal. Ulusalcılar, oktobristler ve kadetler, bütün bunların hepsi, özgürlüğe değişmez biçimde düşman olan iğrenç bir burjuva ulusalcılığının ve şovenizminin farklı tonlarıdır. [sayfa 60]
     
        Pravda, n° 74,  Collected Works,
29 Mart 1913
İmza: V. İ.         vol. 19, s. 39-40.


       
       
VEHİ[34] YAZARLARI VE ULUSALCILIK
(BİBLİYOGRAFYA NOTU)

     
      ŞU Russkaya Mıysl[35] sıkıcı bir dergi. Yalnızca bir yanı ilgi çekici. Yazarları arasında ünü dillere destan dönek kitap Vehi'yi desteklemiş, ona yazı yazmış liberaller var. Dün özgürlüğün şampiyonluğunu yapanlar, o kitapta yığınların özgürlük savaşımına çamur ve pislik yağdırmışlar, —tüm kara-yüzler yandaşlarının kullandığı eski bir oyuna başvurarak— demokratik işçi ve köylü yığınlarım, "aydınlar"m güdümündeki bir sürü olarak göstermişlerdir.
      Rus liberal "okumuş-yazmışlar topluluğu"nun devrime ve demokrasiye karşı çıkmaya başlaması salt raslantı değil; 1905'ten sonra, bu, kaçınılmaz bir şey oldu. işçilerin bağımsız eylemi ve köylülerin uyanışı burjuvaziyi korkuttu. Sömürücü olarak durumunu korumaya çalışan burjuvazi, özellikle onun zengin kesimi, gericiliğin devrimden daha iyi olduğuna [sayfa 61] karar verdi.
      Liberaller arasında köklerini derine salan ve yaygınlaşan karşı-devrimci eğilimin, emperyalizmin, ulusalcılığın, şovenizmin, kısacası her türlü gericiliğin savunucusu olarak demokrasiye karşı duran bu eğilimin ortaya çıkış nedeni, işte parababalarının bu bencil sınıf çıkarlarıdır.
      Sınıf bilincine sahip işçiler, bu döneklik, bu kaçaklık karşısında hiç şaşırmadılar, çünkü işçiler liberaller hakkında hiçbir zaman aşırı inanç taşımamışlardı. Ne var ki, liberal döneklerin ne türlü vaaz verdiklerini, genel olarak demokrasiye, özel olarak da sosyal-demokrasiye karşı hangi düşüncelerle savaşmayı umduklarını gözden geçirmeye değer.
      "Rus aydınlar topluluğu" diye yazıyor bay İzgoyev Russkaya Mıysl'da, "Avrupa'nın yaşamında temel sorunun, burjuvaziye karşı proletaryanın verdiği sosyalizm savaşımı olduğuna inanıyordu. Büyük bir kısmı hâlâ da bunun böyle olduğuna inanıyor..."
      Bay İzgoyev bu düşüncenin "hatalı bir önyargı" olduğunu söylüyor; Almanya'daki Polonyalılar arasında, ulus kimliğini sürdürme savaşımı sonucu yeni bir orta sınıfın, "demokratik bir orta sınıfın yaratıldığını ve bu sınıfın büyümekte olduğunu öne sürüyor.
      İzgoyev, "aydınlar”dan sözettiği zaman, kastettiği kişiler, sosyalistler ile demokratlardır. Bir liberal, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımının temel sorun olarak görülmesinden hoşlanmaz. Liberal, demokrasiye ve sosyalizme ait sorunlardan dikkatleri uzaklaştırmak için ulusal savaşım ateşini yakmaya ve körüklemeye çalışır.
      Gerçekte "Avrupa yaşamının sorunları"nda sosyalizm ilk sırayı, ulusal savaşım ise dokuzuncu sırayı alır, ve demokrasi daha tutarlı işledikçe ulusal savaşım sorunu daha da zayıflar, daha az zararlı hale gelir. Proletaryanın, bir dünya görüngüsü olan sosyalizm savaşımını, Doğu Avrupa'nın ezilen uluslarından birinin kendisini ezen gerici burjuvaziye karşı verdiği savaşımla karşılaştırmak bile gülünçtür (üstelik Polonya burjuvazisi, her fırsatta proletaryaya karşı Alman burjuvazisiyle seve seve güç birliği yapmaktadır). [sayfa 62]
     
        Prosveşçeniye, n° 4, Collected Works,
Nisan 1913
İmza: V.   vol. 19, s. 72-73.


     
       
       
UYGAR AVRUPALILARLA VAHŞİ ASYALILAR

      TANINMIŞ İngiliz sosyal-demokrat Rothstein, Alman emekçi basınında Britanya Hindistanı'nda geçen öğretici ve tipik bir olayı anlatıyor. Nüfusu 300 milyonu aşan bu ülkede devrimin neden hızla gelişmekte olduğunu, bu olay, bütün öteki kanıtlardan çok daha iyi ortaya koyuyor.
      Büyük bir kent olan (nüfusu 200.000'den fazla) Rangoon'da bir gazete çıkaran Arnold adlı Britanyalı bir gazeteci, "Britanya Adaletiyle Alay" başlıklı bir yazı yayınlar. Yazı, oradaki Britanyalı bir yargıcı teşhir etmektedir. Bu yazıyı yayınladığı için Arnold oniki ay hapis cezasına çarptırılır. Ancak Arnold kararı temyiz eder. Londra'da bazı kişilerle ilişkisi olduğu için davayı Britanya'nın en yüksek mahkemesi önüne getirmeyi başarır. Hindistan hükümeti cezayı [sayfa 63] alelacele dört aya "indirir" ve Arnold salıverilir.
      Bütün bu gürültü-patırtının nedeni neydi acaba?
      McCormick adlı Britanyalı bir albayın bir metresi, metresinin de, onbir yaşında, Aina adlı küçük bir hizmetçisi vardır. Uygar bir ulusun bu yiğit temsilcisi, Aina'yı kandırıp odasına alır, ırzına geçer ve sonra da kendi evine kilitler.
      O arada Aina'nın babası ölmek üzeredir, kızını çağırtır. Kızın babasının yaşadığı köyün olayı öğrenmesi de bunun üzerine olur. Köy halkı öfkeyle kabarır. Polis de, McCormick'in tutuklanmasını emretmek zorunda kalır.
      Ne var ki yargıç Andrew, onu kefaletle salıverir, daha sonra da adaleti utanç verici bir biçimde küçük düşürerek, sanığı aklandırır. Soylu bir kökten gelen beyefendilerin, bu gibi durumlarda genellikle yaptıkları gibi, yiğit albay, Aina'nın bir orospu olduğunu öne sürmüş, bunu kanıtlamak için de beş tanık getirmiştir. Ne var ki yargıç Andrew, Aina'nın annesinin getirdiği sekiz tanığı dinlememiştir bile.
      Gazeteci Arnold iftiradan yargılanırken, mahkeme başkanı ("zatı âlileri") Charles Fox sanığın savunma tanıkları getirmesine izin vermeyi reddetmiştir.
      Herkes bilmelidir ki, Hindistan'da bu türden binlerce milyonlarca olay geçiyor. "Müfteri" Arnold'un (etkili bir Londra gazetecisinin oğlu) cezaevinden çıkmasını ve olayın kamuya yansımasını sağlayabilmesi, çok istinai koşulların sonucudur.
      Unutmayın ki, Britanya'nın liberalleri, Hindistan yönetiminin başına "en iyi" kişileri getirirler. Daha yakın zamana kadar Hindistan genel valisi, McCormick'lerin, Andrew'lerin ve Fox'ların amiri, tanınmış radikal yazar, "Avrupa bilgisinin aydınlatıcı ışığı", tüm Avrupalı ve Rus liberallerin gözünde "en saygıdeğer kişi" olan John Morley'di.
      "Avrupa" ruhu, Asya'da çoktan uyandı, Asya halkı artık demokratik bir düşünce taşıyor. [sayfa 64]
     
        Pravda, n° 87,  Collected Works,
14 Nisan 1913
İmza: W.  vol. 19, s. 57-58.


     
       
       
ÇİN'DE PARTİLERARASI KAVGA

      ÇİN halkı, eski ortaçağ düzenini ve o düzeni sürdüren hükümeti devirdi. Çin'de cumhuriyet ilan edildi. Hareketsizliği ve durgunluğu, tüm ulusların kara-yüzlerini uzun süre sevindirmiş olan bu büyük Asya ülkesinde ilk parlamento, ilk Çin parlamentosu seçildi, haftalar önce toplantı ve çalışmalara başladı.
      Çin parlamentosunun birinci meclisinde, Sun Yat-sen'i destekleyenler, Kuomintang Partisi, "ulusalcılar" küçük bir çoğunluğa sahip. Bu partinin özünü Rus gerçekleriyle belirtebilmek için, radikal halkın, cumhuriyetçi partisi, demokratik parti demek gerekiyor. Parti, ikinci mecliste büyük bir çoğunluğa sahip.
      Bu partinin karşısında olan öteki partiler, kendilerine [sayfa 65] "radikaller" falan diyen daha ufak, ılımlı ya da muhafazakâr partiler. Gerçekte, bütün bu partiler, gericilerin, yani bürokratların, toprak sahiplerinin ve gerici burjuvazinin partileri. Bütün hepsi, giderek bir diktatörün yöntemlerini benimseyen geçici devlet başkanı anayasal-demokrat Yüan Şih-key'i destekliyorlar. O, bugün bir anayasal-demokrat, ama dün bir monarşistti; bugün devrimci demokrasi zafer elde ettiği için, bir cumhuriyetçi oldu; yarın monarşist bir devletin başı olma, yani cumhuriyete ihanet etme niyetindedir.
      Sun Yat-sen'in partisini, Çin'in sanayi ve ticaret yönünden en çok gelişmiş, Avrupa'nın en çok etkisi altında kalmış, en ileri bölümü olan güney kesimi destekliyor.
      Yüan Şih-key'i tutan partiler ise Çin'in geri kalmış kuzey bölgesine dayanıyorlar.
      İlk çatışmalar, şimdilik Yüan Şih-key'in kazanmasıyla sona erdi: Yüan Şih-key, bütün "ılımlı" (yani gerici) partileri birleştirdi, "ulusalcılar"dan bir grubun ayrılmasını sağladı, kendi adayını böylece birinci meclisin başkanlığına seçtirme-yi başardı, parlamentonun arzusuna karşın, "Avrupa"dan, yani Avrupalı milyarder akbabalardan borç aldı. Borç anlaşması çok ağır, açıkçası tefeci koşullarıyla imzalandı; borç tuz tekelinin gelirleriyle karşılanıyordu. Bu borç, Çin'i, kâr sözkonusu olduğu zaman, hangi ulusun olursa olsun özgürlüğünü boğazlamaya hazır olan, yağmacı ve en gerici Avrupa burjuvazisine zincirleyecektir. 250 milyon rubleyi bulan bu borç, Avrupa kapitalistlerine devcesine kârlar vaadediyor.
      Burada da, Avrupa burjuvazisinin, Avrupa işçi sınıfına karşı duyduğu gerici korku ile Çin'in gerici sınıfları ve tabakaları arasında bir ittifakına tanık oluyoruz.
      Bu ittifaka karşı savaşım, Sun Yat-sen'in partisi için pek de zor olmayacak.
      Bu partinin zayıf yanı ne? Zayıf yanı, Çin halkının geniş kesimlerini henüz yeter ölçüde devrime çekebilmiş olmamasında. Çin'in işçi sınıfı pek küçük. Bu nedenle Çin, demokratik devrimin tamamlanması için, bilinçle ve kararlılıkla savaşacak ileri bir sınıfa sahip değil. İşçi sınıfının kimliğinde bir öndere sahip olmayan köylüler de hareketsiz, bilisiz, siyasete karşı ilgisizdir ve korkunç ölçüde eziliyor. Eski ve baştan sona kokuşmuş monarşinin devrimci bir biçimde düşürülmesine karşın, cumhuriyetin zaferine karşın, Çin'de [sayfa 66] genel oy yok. Parlamento seçimleri, mülk temeline dayalı olarak yapıldı; ancak, değeri 500 rubleden az olmayan mülke sahip bulunanların oy hakkı vardı! Geniş halk yığınlarının, Çin Cumhuriyetini canlı biçimde desteklemeye ne kadar yetersiz ölçüde çekilebildiğini, bu da gösteriyor. Yığınların bu tür bir desteği olmaksızın, örgütlü ve sağlam bir ileri sınıf olmaksızın cumhuriyet sürekli olamaz.
      Her ne olursa olsun, önderleri Sun Yat-sen'in bellibaşlı eksikliklerine (proletarya desteğine sahip olmanın yarattığı düşçülük ve kararsızlık) karşın, Çin'de devrimci demokrasi halkı uyandırma, özgürlüğü ve tam demokratik olan kurumları güven altına alma yönünden epey iş başarmıştır. Sun Yat-sen'in partisi, gittikçe daha geniş Çin köylü yığınlarını harekete ve siyasetin içine çekerek (o ölçüde ve o oranda) Asya'da büyük bir ilerleme ve insanın gelişmesi öğesi haline geliyor. Ülkedeki gerici güçlere dayanan siyaset dolandırıcılarının, serüvencilerinin ve diktatörlerinin elinden nasıl bir yenilgi tadarsa tatsın, bu partinin çalışmaları hiçbir zaman boşa gitmeyecektir. [sayfa 67]
     
        28 Nisan (11 Mayıs) 1913'te yazıldı Gazetedeki metne
Pravda, n° 100'de, 3 Mayıs 1913'te yayınlandı. göre yayınlanmıştır.


     
       
       
ASYA'NIN UYANIŞI

      ÇININ yüzyıllardır olduğu yerde sayan bir ülke diye düşünüldüğü yıllar çok mu geride? Bugünün Çin'i ise siyasal eylemlerin fıkır fıkır kaynaştığı, güçlü bir toplumsal harekete ve demokratik bir yükselişe sahne olan bir ülke. Rusya'daki 1905 hareketi ardından demokratik devrim, Asya'nın tümüne, Türkiye'ye, İran'a, Çin'e yayıldı. Britanya Hindistan'ında da mayalanma artıyor.
      Dikkate değer bir gelişme, devrimci demokratik hareketin, Hollanda'nın, kırk milyon kadar nüfuslu Doğu Hint Adalarına, Java'ya ve öteki Hollanda sömürgelerine de yayılmasıdır.
      Birincisi, demokratik hareket, ulusal hareketin, islamın bayrağı altında ortaya çıktığı Java'da yığınlar arasında gelişmektedir. İkincisi, kapitalizm, Hollanda'nın Doğu Hint Adaları için bağımsızlık isteğiyle ortaya çıkan, yerel koşullara uymuş Avrupalılardan oluşma bir yerel aydınlar katmanı yaratmıştır. Üçüncüsü, Java'nın ve öteki adaların oldukça geniş olan Çin nüfusu, devrimci hareketi, kendi ülkelerinden taşıyıp getirmişlerdir. [sayfa 68]
      Hollanda'nın Doğu Hint Adalarındaki bu uyanışı tanımlayan, Hollandalı marksist van Ravesteyn, Hollanda hükümetinin yüzyıllık despotizminin ve gaddarlığının şimdi yerli nüfus yığınlarının kararlı direnç ve karşı koyuşuyla karşılaştığını belirtiyor.
      Devrim-öncesi dönemin alışılagelen olayları başlamıştır. Partilerle işçi birlikleri şaşırtıcı bir hızla kuruluyor. Hükümet bunları yasaklıyor, böylece de yalnızca öfkeyi alevlendiriyor ve hareketin büyümesini hızlandırıyor. Örneğin bu yakınlarda, hükümet, programında ve tüzüğünde bağımsızlık savaşımından sözediyor diye "Hint Partisi"ni kapattı. Hollandalı Derzimordalar[36] (bir raslantı sonucu, din adamlarıyla liberallerin —Avrupa liberalizmi özüne kadar kokuşmuştur— onayıyla) Hollanda'dan ayrılmaya ilişkin bu maddeyi bir suç girişimi olarak gördüler. Kapatılan parti, kuşku yok, başka bir ad altında yeniden canlandırıldı.
      Java'da yerli halk, bir Ulusal Birlik kurdu. Birliğin şimdiden 80.000 üyesi var; yığınların katıldığı toplantılar düzenliyor. Demokratik hareketin büyüyüşü hiç duraksamıyor.
      Dünya kapitalizmi ve Rusya'daki 1905 hareketi, sonunda, Asya'yı uyandırdı. Ezilip horlanmış, karanlıkta bırakılmış yüz milyonlarca insan ortaçağ durgunluğundan yeni bir yaşama uyanmış bulunuyor ve temel insan hakları ve demokrasi savaşımı için ayağa kalkıyor.
      İleri ülkelerin işçileri, dünyanın çeşitli yerlerinde değişik biçimlerde ortaya çıkan ulusal hareketin bu güçlü gelişmesini ilgiyle ve ondan esinlenerek izliyorlar. İşçi sınıfı hareketinin gücünden korkuya kapılan Avrupa burjuvazisi, gericiliği, militarizmi, siyasette kilisenin rolü olması fikrinin savunulmasını, ilerlemeye karşı çıkılmasını bağrına basıyor. Ne var ki, Avrupa ülkelerinin proletaryası ve Asya'nın genç demokrasisi, gücüne tam bir güven duyarak ve yığınlara inanarak, bu çökmüş ve cançekişen burjuvazinin yerini almak üzere ilerliyor.
      Asya'nın uyanışı ve Avrupa'daki ileri proletaryanın iktidar savaşımı, dünya tarihinde bu yüzyılın başında ortaya çıkan yeni aşamanın simgesidir. [sayfa 69]
     
       
      Pravda, n° 103, 
      Collected Works,

      7 Mayıs 1913
      İmza: F.     
      vol. 19, s. 85-86.


     
       
       
İŞÇİ SINIFI VE ULUSAL SORUN

      RUSYA, ulusları açısından karmakarışık bir ülkedir. Burjuvazi tarafından desteklenen toprak sahiplerinin siyaseti demek olan hükümet siyaseti, kara-yüzlerin ulusalcılığı ile demlenmiş, koyulaştırılmıştır.
      Bu siyaset, Rusya'da, nüfusun çoğunluğunu oluşturan halkların çoğunluğunu hedef almıştır. Bunun yanısıra öteki ulusların (Polonyalı, Yahudi, Ukraynalı, Gürcü, vb.) başını kaldıran ve ulusal savaşım ya da ulusal kültür savaşımı yoluyla işçi sınıfını büyük, dünya ölçüsündeki görevinden saptırmaya çalışan burjuva ulusalcılığı ile karşı karşıyayız.
      Ulusallık sorunu, sınıf bilincine varmış bütün işçiler tarafından açıkça düşünülmeli ve bir çözüme bağlanmalıdır.
      Burjuvazi, halkla birlikte, çalışanlarla birlikte özgürlük için savaşırken, ulusların tam özgürlüğünden ve eşit haklara [sayfa 70] sahip olmalarından yanaydı. İleri ülkeler, İsviçre, Belçika, Norveç ve başkaları, bize, gerçekten demokratik bir sistem altında özgür ulusların barış içinde nasıl bir arada yaşadıklarının ya da birbirlerinden barışçıl biçimde nasıl ayrıldıklarının örneğini verdiler.
      Bugün burjuvazi işçilerden korkuyor, Purişkeviç'lerle, gericilerle bir ittifak içine girmeye çalışıyor, demokrasiye ihanet ediyor, baskıyı ya da ulusların eşit haklara sahip olmamasını savunuyor ve ulusalcı sloganlarla işçileri baştan çıkarıyor.
      Zamanımızda, ulusların gerçek özgürlüğünü ve bütün ulusların işçileri arasında birliği yüce tutan, yalnızca proletaryadır.
      Ulusların barış ve özgürlük içinde birarada yaşayabilmeleri ya da (eğer daha uygun düşüyorsa) birbirlerinden ayrılıp ayrı devletler kurabilmeleri için, işçi sınıfının yüce bildiği tam demokrasi, mutlaka gereklidir. Herhangi bir ulusa ya da dile ayrıcalık yok! Ulusal bir azınlığa karşı en ufak ölçüde baskıya ya da haksızlığa yer yok! İşçi sınıfı demokrasisinin ilkeleri bunlardır.
      Bazı güçler, (Lena altın madenleri gibi) milyonların döndüğü kârlı işlerin pay sahipleri olarak görkemli bir yaşam sürdürürken, kapitalistler ile toprak sahipleri, başka başka ulusların işçilerini, her neye malolursa olsun, birbirinden ayrı tutmak istiyorlar. Ortodoks hıristiyan olsun Yahudi olsun, Rus ya da Alman olsun, Polonyalı olsun Ukraynalı olsun, sermayeye sahip olan herkes, elele verip bütün ulusların işçilerini sömürüyor.
      Sınıf bilinci taşıyan işçiler, her eğitsel, siyasal işçi örgütünde ve işçi birliklerinde (sendikalarda), bütün ulusların işçileri arasında tam birlikten yanadır. Bırakalım kadet beyefendiler, Ukraynalılar için eşit hakların önemini küçümseyerek ya da yadsıyarak kendilerini rezil etsinler. Bırakalım bütün ulusların burjuvazisi, ulusal kültür, ulusal amaçlar gibi sahte sözlerle avunsunlar.
      İşçiler, ulusal kültür ya da "kültürde ulusal özerklik" gibi tatlı-dilli sözlerle bölünmelerine izin vermeyeceklerdir. Bütün ulusların işçileri, bütün işçilerin malı olan örgütlerde tam özgürlüğü ve tam hak eşitliğini birlikte ve uyum içinde yüce tutacaklardır. Gerçek kültürün güvencesi de budur. [sayfa 71]
      Tüm dünyanın işçileri, kendi enternasyonalist kültürlerini kuruyorlar. Özgürlüğün savunucuları ve baskının düşmanları, böyle bir kültürü kurmak için uzun zamandan beri hazırlanıyorlardı. Eski dünyanın, uluslara baskı dünyasının, ulusal kavganın ve ulusal içe kapanıklığın karşısına, işçiler yeni bir dünya koyuyorlar; bütün ulusların tüm çalışan sınıflarının birliği dünyasını, içinde insanın insana en küçük ölçüde baskısına ve hiçbir ayrıcalığa yer olmayan bir dünyayı koyuyorlar. [sayfa 72]
     
 
    Pravda, n° 106,     Pravda metnine
10 Mayıs 1913  uygundur.
Collected Works
vol. 19, s. 91-92.


     
       
       
GERİ AVRUPA, İLERİ ASYA

      [Başlıktaki -ç.] karşılaştırma bir paradoks gibi görünüyor. Avrupa'nın ilerlemiş, Asya'nın geri kalmış olduğunu bilmeyen var mı? Ama bu başlıktaki sözcükler acı bir gerçeği içeriyor.
      Hayli gelişkin bir makine sanayiine, zengin, çok yönlü bir kültüre ve kurumlara sahip olan uygar ve ileri Avrupa'da, proletaryanın büyümesinden ve artan gücünden korkan, buyurgan burjuvazi, geri, cançekişen, ortaçağ malı ne varsa hepsini desteklemeye başladığı zaman, tarihsel yönden bir noktaya erişilmiştir. Burjuvazi son günlerini yaşıyor; sallanmaya başlayan ücretli köleliği ayakta tutma çabasına düşerek, ne kadar modası geçmiş, eski kuvvet varsa, hepsiyle birlik oluyor.
      İleri Avrupa, geri her şeyi destekleyen bir burjuvazinin buyurganlığı altındadır. Günümüz Avrupa'sı, burjuvazi [sayfa 73] yüzünden değil, ona karşın ilerlemiştir, çünkü daha iyi bir gelecek için savaşan, milyonluk savaşçılar ordusuna yeni ekler katan yalnızca proletaryadır. Geriliğe, vahşete, ayrıcalığa, köleliğe ve insanın insan tarafından alçaltılmasma karşı amansız düşmanlığını sürdüren ve yaygınlaştıran yalnızca proletaryadır.
      "İleri" Avrupa'da, tek ileri sınıf proletaryadır. Burjuvaziye gelince, o, ölüm halindeki kapitalist köleliği ayakta tutabilmek için, vahşette, hunharlıkta ve suçta sonuna kadar gitmeye hazırdır.
      Tüm Avrupa burjuvazisinin bu çürümüşlüğünü ortaya koymada, o burjuvazinin, mali vurguncularla kapitalist dolandırıcıların bencil amaçlarına yardım için Asya'daki gericiliğe gösterdiği destekten daha çarpıcı bir örnek bulmak güçtür.
      Asya'nın her yerinde güçlü bir demokratik hareket büyüyor, yayılıyor, kuvvet kazanıyor. Oradaki burjuvazi, şimdilik gericiliğe karşı halkın yanında yer alıyor. Yüz milyonlarca insan, yaşama, ışığa, özgürlüğe gözünü açıyor. Ortaklaşacılığa (collectivism) giden yolun demokrasiden geçtiğini bilen, sınıf bilincine sahip işçilerin yüreğinde bu dünya hareketi engin bir mutluluk yaratıyor. Dürüst bütün demokratlar, genç Asya'ya karşı büyük bir yakınlıkla dolup taşıyorlar.
      Ya "ileri" Avrupa? O Çin'i yağmalıyor, orada demokrasi düşmanlarına, özgürlük düşmanlarına yardım ediyor.
      İşte basit, ama ders alınacak bir hesap. Çin demokrasisine karşı, Çin'e yeni bir borç verilmesi kararlaştırılmıştır: Avrupa, askerî bir diktatörlüğe hazırlanan Yüan Şih-key'den yanadır. Onu neden destekliyor? Çünkü bu ticaretinin yararınadır. 250.000.000 rublelik borç anlaşması, 84 ruble 100 ruble hesabıyla yapılmıştır. Bunun anlamı şudur: "Avrupa" burjuvası halktan 225.000.000 ruble toplayacak, ama Çin'e, 210.000.000 ruble ödeyecektir. Görüldüğü gibi bir çırpıda, birkaç hafta içinde onbeş milyon ruble temiz kâr![14*] Gerçekten "temiz" bir kâr, değil mi? [sayfa 74]
      Çin halkı borcu tanımazsa ne olacak? Her şey bir yana, Çin bir cumhuriyettir ve parlamento çoğunluğu borca karşıdır.
      Ama, o zaman "ileri" Avrupa, bir "uygarlık", "düzen", "kültür" ve "anayurt" feryadı koparacaktır; toplarını harekete geçirecek ve gericiliğin dostu, serüvenci, hain Yüan Şih-key'le ittifak halinde, "geri" Asya'daki bir cumhuriyeti ezecektir.
      Avrupa'nın bütün komutanları, bütün Avrupa burjuvazisi, Çin'deki ortaçağ malı gerici güçlerle ittifak içindedir.
      Ama genç Asya, yani Asyalı yüz milyonlarca emekçi, uygar ülkeler proletaryası gibi güvenilir bir dosta sahiptir. O proletaryanın, hem Avrupa, hem Asya halklarını kurtaracak zaferini, yeryüzünde hiçbir güç önleyemez. [sayfa 75]
 
    10 (23) Mayıs 1913'te yazıldı        Collected Works,
Pravda, n° 113'te 18 Mayıs 1913'te yayınlandı. vol. 19, s. 99-100.


     
       
       
LETONYA BÖLGESİ SOSYAL-DEMOKRATLARININ
DÖRDÜNCÜ KONGRESİ İÇÎN PROGRAM
TASLAĞI[37]
[PARÇA]

     
ULUSAL SORUN

      Hem genel, teorik, sosyalist sunumu yönünden, hem pratik örgütlenme (kendi partimizin örgütlenmesi) açısından bu sorunun, tüm sosyal-demokrat örgütlerce ivedi olarak tartışılması ve bir çözüme bağlanması gerekiyor.
      Ağustos 1912'de yapılan tasfiyeciler konferansı —yansız menşevik Plehanov'un bile itiraf ettiği gibi— "sosyalizmi ulusalcılığa uyarlama" ruhu içinde RSDÎP'nin programına karşı çıkmıştı.
      Gerçekten de o konferans, Bundun önerisi üzerine, "kültürde ulusal özerklik" sloganının pekâlâ kullanılabileceğine karar vermişti. Oysa bu, partinin ikinci kongresinin kararına karşıydı.
      (Rusya'da bütün Yahudi burjuva ulusalcı partiler tarafından savunulan) bu slogan, sosyal-demokrasinin enternasyonalizmiyle çelişiktir. Demokratlar olarak biz, her ne kadar hafif olursa olsun, herhangi bir ulusa karşı uygulanacak baskıya ya da herhangi bir ulusa verilecek herhangi bir ayrıcalığa, amansızca düşmanız. Demokratlar olarak biz, terimin siyasal anlamında, ulusların kendi kaderlerini tayin [sayfa 76] hakkına, yani ayrılma hakkına sahip olmasını istiyoruz. (RSDÎP'nin programına bakınız). Devlet içinde bütün ulusların koşulsuz olarak eşitliğini, her ulusal azınlığın haklarının koşulsuz olarak korunmasını istiyoruz. Belirleyici başka esasların yanısıra ulus esasını da dikkate alarak saptanacak bölgeler için geniş tabanlı bir özyönetim (self-government) ve özerklik istiyoruz.
      Sosyalistler bir yana, tutarlı her demokrat için bütün bu istekler vazgeçilmez isteklerdir.
      Sosyalistlere gelince, onlar kendilerini genel-demokratik isteklerle sınırlamazlar. Onlar, burjuva ulusalcılığının kaba ya da incelmiş her tezahürüyle (manifestations) savaşırlar. "Kültürde ulusal özerklik", işte tam bu türden bir tezahürdür; bir ulusun proleterleriyle burjuvazisini [birbirine -ç.] bağlar, başka ulusların proletaryalarını ayrı tutar.
      Sosyal-demokratlar her zaman enternasyonalist görüşten yana olmuşlardır, bugün de öyledirler. Biz, köle sahiplerine ve polis devletine karşı, bir yandan, bütün ulusal
toplulukların eşitliğini korurken, bir yandan "ulusal kültürü" değil, her ulusal kültürün bir bölüğünü, yalnızca tutarlı olarak demokratik ve sosyalist bölüğünü içeren enternasyonalist kültürü destekliyoruz.
      "Kültürde ulusal özerklik" sloganı, işçileri, ulusların kültürel birliği gibi boş bir hayalle aldatır; işin aslında bugün her ulusta egemen olan "kültür", toprak sahiplerinin, burjuvaların ya da küçük-burjuvaların kültürüdür.
      Biz, ulusal kültüre, burjuva ulusalcılığının sloganlarından biri olduğu için karşıyız. Biz, tepeden tırnağa demokratik ve sosyalist proletaryanın enternasyonalist kültüründen yanayız.
      Bütün ulusal-topluluklar işçilerinin birliği, onun yanısıra ulusal toplulukların tam eşitliği ve başından sonuna tutarlı demokratik devlet sistemi... Bizim sloganımız, enternasyonal devrimci sosyal-demokrasinin sloganı işte budur. Gerçekten proleterce olan bu slogan, proletaryanın ve burjuvazinin "ulusal" birliği gibi bir sahte hayal, bir görünüm yaratmayacaktır. Oysa "kültürde ulusal özerklik" sloganının böyle bir hayal yaratacağına ve emekçi halk arasında böyle bir görünümün tohumlarını atacağına hiç kuşku yoktur.
      Ulusal yönden hayli karışmış bir nüfusun oturduğu [sayfa 77] bölgede yaşayan biz, Letonyalı sosyal-demokratlar, Letonyalıların, Rusların, Estonyalıların, Almanların, vb., burjuva ulusalcılığı temsilcilerini içeren bir çevrede bulunan bizler, "kültürde ulusal özerklik" sloganının burjuvaca bir yalan olduğunu çok açık görüyoruz. Bizim kendi sosyal-demokrat örgütümüzde pratik sınavdan geçmiş olan slogan, tüm ulusal-topluluklar işçilerinin bütün her türlü örgütlerinin birliği sloganı, bizim, özellikle baştacımızdır.
      "Kültürde ulusal özerklik" sloganını haklı gösterebilmek için sık sık Avusturya'dan örnek getiriliyor. Avusturya söz-konusu olduğu sürece, şu noktaların anımsanması gerekir. Birincisi, önde gelen Avusturyalı teorisyen Otto Bauer'in (Ulusal Sorun ve Sosyal-Demokrasi adlı kitabında öne sürdüğü) ulusal soruna ilişkin görüşünü Karl Kautsky gibi ihtiyatlı bir yazar bile ulusal öğenin abartılması olarak kabul etmiştir (bkz: K. Kautsky, Nationalität und Internationalität; bu yapıt Rusçaya çevrilmiştir); ikincisi Rusya'da "kültürde ulusal özerkliği" şimdiye değin bütün Yahudi burjuva partileriyle birlikte tek savunan Bund üyeleri olmuştur, ne Bauer, ne Kautsky, Yahudiler için ulusal özerkliği kabul etmiş değildir. Üstelik Kautsky (adı geçen yapıtında) Doğu Avrupa (Galiçya ve Rusya) Yahudilerinin bir ulus değil, bir kast olduğunu açıkça söyler. Üçüncüsü, Avusturya Sosyal-Demokrat Partisinin Brünn[15*] ulusal programı (1899)[38] ülke-dışı (extra-territorial) (kişisel) ulusal özerkliği tam olarak tanımaz, yalnızca devletin sınırları içinde bir ulusal topluluğa bağlı ulusal bölgelerin birliğini ister (Brünn programının 3. bölümü). Dördüncüsü, apaçık göründüğü gibi orta yolun yolcusu olan (ve enternasyonalizm açısından tatmin edici bulunmayan) bu uzlaşmacı program bile, Avusturya'nın içinde tam bir fiyasko ile sonuçlanmıştır. Çünkü uzlaşma, barış getirmemiş, onun yerine, Çek ayrılıkçılarının kopmasına yolaçmıştır. Beşincisi, Kopenhag kongresinde tüm Enternasyonal tarafından oybirliğiyle kınanan bu Çek ayrılıkçılar, Bund türü ayrılıkçılığın kendilerine yakın olduğunu ilan etmekteler (bkz: Der cechoslavische Sozial-demokrat, n°3. Ayrılıkçıların organı. Prag: Praha, Hybernska 7'den parası sağlanabilir.) Altıncısı, Bauer'in kendisi de her bölgede değişik ulusal-topluluklara ait sosyal-demokrat siyasal örgütlerin birliğini [sayfa 78] istemektedir. Avusturya partisinin tam bir bölünmeye, hizipleşmeye yolaçan "ulusal sistemi"ni Bauer'in kendisi de kararsız ve çelişik bir sistem olarak kabul etmektedir.
      Sözün kısası Avusturya'dan örnek getirmek Bundun yararına değildir, ona karşıdır.
      Tabandan birlik, her bölgede, tüm ulusal-topluluklardan gelme sosyal-demokrat işçilerin, tüm işçi sınıfı örgütlerinde tam birliği ve güçlenmesi... Bizim sloganımız budur. "Kültürde ulusal özerklik" gibi uzlaşmacı, aldatıcı burjuva sloganı yerin dibine batsın!
      Biz, partimizin yapısında da federasyona karşıyız. Biz (yalnızca merkezin değil) ama bütün ulusal-topluluklar sosyal-demokratlarının yerel örgütlerinin birliğinden yanayız.
      Kongre hem kültürde ulusal özerklik sloganını, hem parti yapısı içinde federasyon ilkesini reddetmelidir. Letonyalı sosyal-demokratlar, Polonya sosyal-demokratlarının ya da Kafkasya sosyal-demokratlarının, 1898'den 1912'ye kadar (parti tarihindeki tam 14 yıl boyunca) yaptığı gibi, sosyal-demokrat enternasyonalizmine sadık kalmalıdır. [sayfa 79]
 
    Mayıs ayında, 25 Haziran (7 Temmuz) Collected Works,
1913'ten önce yazıldı.
İlk kez Letonya'da Cinas Bizdrs,
n° 4, Ağustos 1913'te yayınlandı.
Rus dilinde ilk kez 1929'da Tüm Yapıtların
17. cildinin ikinci ve üçüncü baskılarında
yayınlandı.        vol. 19, s. 115-118.




Dipnotlar


[1*] Bk: Lenin, Collected Works, vol 6, s. 324-27. -Ed. 
[2*] Şafak. -ç. 
[3*] "Polonya'nın Sonu mu?" -ç. 
[4*] İtalikler bizim. 
[5*] Lenin, "restorasyonu" sözcüğünü kullanıyor. -ç. 
[6*] Fransa'da, birinci cumhuriyet ve imparatorluk yıllarında üne kavuşmuş, Rochefort'lu Nicolas Chauvin adlı askerin adından yapılma bir sözcük. Chauvin'in yurtseverliği aşırı gösteriş ölçüsüne vardığı için, arkadaşları arasında alay konusu olmuş, bağnaz yurtseverlik anlamına gelen chauvinism sözcüğü de oradan kalmıştır. Cogniard'ın 1831'de yazdığı La Cocarde Tricolore adlı güldürü de, Chauvin adını ölümsüzleştirmiştir, -ç. 
[7*] Tilak (1856-1920) — Britanya yönetimine karşı sert eleştirileriyle tanınan Hintli siyasal önder. -Ed. 
[8*] "Selamlayınız!" -ç. 
[9*] A. P. İzvolski (1856-1919) — Rus diplomat, 1906-1910 yılları arasında Rus dışişleri bakanı. -Ed. 
[10*] Settar Han (1870-1914) — İran Azerbaycanı demokratik hareketinin önderi, İran’ın halk kahramanlarından. 1905-1911 Iran devrim hareketine katıldı. 1908-1909'da Tebriz'de şaha ve Azerbaycan'ın toprak sahiplerine karşı halk ayaklanmasını yönetti. -Ed. 
[11*] Kafkasların güneyinde Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan'ı içine alan bölge. -ç. 
[12*] V. P. Liyahov (1869-1919) — Çarlık ordusunda albay. 1907'de Tahran'da Iran devriminin bastırılmasını örgütledi. —ç. 
[13*] Cervantes'iıı romanındaki kahramanı Don Kişot'un adından yapılan ve gerçekleştirilemeyecek hayaller peşinde koşmayı ifade eden bir sözcük, -ç. 
[14*] Lenin'in kısaca söylediği hesap şudur: Avrupa'nın mali imparatorluğu çıkaracağı 250.000.000 rublelik tahvilleri halka 225.000.000 rubleye satacak, tahvillerin vadesi geldiğinde geriye 25.000.000 ruble kâr ödeyecektir. Buna karşılık halktan aldığı 225.000.000 rublenin 210.000.000 rublesini Çin'e»vererek kendisi aradan 15.000.000 ruble kazanacaktır. Kısacası Çin'in 40.000.000 rublesi bölüşülecektir. -ç. 
[15*] Şimdi Çekoslavakya'daki Brno kenti.-Ed.


Ulusal Sorun Üzerine Tezler

1. Programımızın (ulusların kendi kaderlerini tayin etmelerine ilişkin) maddesi, siyasal kaderi tayinden, yani ayrılma ve ayrı bir devlet kurma hakkından başka anlama gelecek biçimde yorumlanamaz.
      2. Sosyal-demokrat programın bu maddesi, Rusya'nın sosyal-demokratları için şu bakımlardan mutlak olarak önemlidir:
      a) genel olarak demokrasinin temel ilkeleri açısından,
      b) Rusya'nın sınırları içinde ve ondan da önemlisi, sınır bölgelerinde, birbirinden keskin biçimde değişik iktisadi, toplumsal ve benzer koşullarla ayrılmış birçok ulus bulunduğu ve bu uluslar (Büyük-Ruslar dıştalanırsa Rusya'nın bütün öteki ulusları gibi) çarlık monarşisi tarafından inanılmaz ölçüde ezildiği için,
      c) son olarak, dünyanın başka her yerinde, değişik ölçülerde de olsa, bağımsız ulusal devletler ya da birbiriyle yakın ilişkisi bulunan ulusal bileşimlere varmış devletler yaratan burjuva demokratik reformu, tüm Doğu Avrupa'da (Avusturya ve Balkanlar) ve Asya'da —yani Rusya'yla sınırdaş olan ülkelerde— henüz ya tamamlanmamış ya da daha yeni başlamış olduğu için,
      d) bugün için, Rusya, —Batıda— siyasal özgürlüğün temel ilkelerinin ve anayasal rejimin 1867'de sağlamlaştırıldığı ve şimdi genel oy hakkının getirildiği Avusturya'dan tutun, —Doğuda— Çin Cumhuriyetine kadar, kendisine sınırdaş olan ülkelerinkinden daha geri ve daha gerici bir devlet sistemine sahip bir ülkedir. Bu nedenle Rusya'nın sosyal-demokratları, bütün propagandalarında, bütün ulusal-toplulukların ayrı devlet kurma ya da parçası olmak istedikleri devleti özgürce seçme hakkı üzerinde ısrar etmelidirler.
      3. Sosyal-demokrat parti, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin etmeleri hakkını tanıdığına göre, sosyaldemokratlar,
      a) egemen ulusun (ya da nüfusun çoğunluğunu oluşturan ulusun) siyasal yönden ayrılma isteğini gösteren ulusa karşı hangi biçimde olursa olsun kuvvet kullanmasına, koşulsuz olarak karşı çıkmalıdırlar;
      b) böyle bir ayrılma sorununun, sözkonusu topraklarda yaşayan nüfus tarafından genel, dolaysız ve eşit oy hakkı temeline dayalı olarak gizli oyla kararlaştırılmasını istemelidirler;
      e) gerek kara-100'ler oktobristleri, gerek liberal burjuva partileri (ilericiler, kadetler, vb.,) her ne zaman genel olarak ulusal-topluluklara baskı yapılmasını savunur ya da onaylarlarsa veya özel olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını yadsırlarsa, onlara karşı amansız bir savaş vermelidirler.
      4. Sosyal-demokrat partinin, tüm ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıması, kuşkusuz, sosyal-demokratların, her olayda, devletten ayrılmanın öğütlenir olup olmadığını, kendi çerçevesi içinde, değerlendirmeyi reddettikleri anlamına gelmez. Tam tersine, sosyal-demokrasi, kapitalist gelişmenin koşullarını ve çeşitli uluslar proletaryasının tüm ulusal-toplulukların birleşik burjuvazisi tarafından ezilmesini olduğu kadar, demokrasinin genel amaçlarını ve her şeyin üstünde ve ötesinde, proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterlerini dikkate alarak kendi bağımsız değerlendirmesini ortaya koymalıdır.
      Bu açıdan, aşağıdaki duruma özel bir dikkat gösterilmelidir: Rusya'da, bazı tarihsel ve toplumsal koşullar nedeniyle daha çok uygarlaşmış ve daha ayrı düşmüş (more isolated), ayrılma haklarını en kolay, ve en "doğal" biçimde gerçeğe dönüştürebilecek iki ulus vardır. Bunlar Finlandiya ve Polonya halklarıdır. 1905 devrim deneyimi göstermiştir ki, bu iki ulus içinde bile, egemen sınıflar, toprak sahipleri ve burjuvazi, özgürlük için devrimci savaşımı reddetmekte, Finlandiya ve Polonya'nın devrimci proletaryasından korktukları için, Rusya'nın egemen sınıflarıyla ve çarlık monarşisiyle rapprochement (uzlaşma) yollarını aramaktadırlar.
      Bu nedenle sosyal-demokrasi, tüm ulusal-toplulukların proletaryası ile öteki emekçi halkına, "kendi" burjuvazisinin ulusalcı sloganlarıyla aldatılmasına karşı en güçlü uyarıda bulunmalıdır; o burjuvazinin, bir yandan öteki ulusların burjuvazisiyle ve çarlık monarşisiyle iktisadi ve siyasal ittifaka girerken, bir yandan da "doğup büyüdüğümüz topraklar" hakkındaki tatlı ya da ateşli konuşmalarıyla proletaryayı bölmeye ve onun dikkatini burjuva entrikalarından saptırmaya çalıştığını kuvvetle ortaya koymalıdır.
      Proletarya, tüm ulusal-toplulukların işçileriyle, istisnasız bütün işçi sınıfı örgütlerinde tam ve çok sıkı bir ittifak içinde olmadıkça, sosyalizm savaşımını sürdüremez ve gündelik iktisadi çıkarlarını savunamaz.
      Proletarya, çarlık monarşisini devirmeyi ve onun yerine demokratik bir cumhuriyet getirmeyi amaçlayan devrimci bir savaşımın dışında özgürlüğünü elde edemez. Çarlık monarşisi, ulusal-topluluklar için özgürlük ve eşit haklar tanınmasını engeller, üstelik, hem Avrupa'da, hem Asya'da barbarlığın, hunharlığın ve gericiliğin kalesidir. Bu monarşi ancak, Rusya'daki bütün ulusların birleşik proletaryası tarafından, bütün ulusların çalışan yığınları arasında bulunan, devrimci savaşım gücüne sahip, tutarlı demokratik öğelere önderlik eden birleşik proletarya tarafından devrilebilir.
      Bundan çıkan sonuç şudur: "kendi" burjuvazisiyle siyasal birliği, tüm ulusların proletaryasıyla birliğin üstünde tutan işçiler, kendi çıkarlarına, sosyalizmin isterlerine ve demokrasinin isterlerine karşıt davranıyorlar demektir.
      5. A'sından Z'sine kadar demokratik bir devlet sistemini yüce bilen sosyal-demokratlar, bütün ulusal-topluluklar için koşulsuz eşitlik isterler ve bir ya da birkaç ulusa ayrıcalık verilmesiyle kesin olarak savaşırlar.
      Sosyal-demokratlar, özellikle bir "devlet" dili olmasını reddederler. Bu, özellikle Rusya için gereksizdir. Çünkü Rus nüfusunun onda-yediden çoğu, birbiriyle bağlantılı Slav uluslarındandır. Bu uluslar, özgür bir okul ve özgür bir devlet koşuluyla, iktisadi ilişkilerin gerekleri sonucu, herhangi bir dile "devlet" dili ayrıcalığını sağlamaya gerek olmaksızın, birbirleriyle kolayca anlaşabilirler.
      Sosyal-demokratlar, Rusya'da, otokratik feodal devletin memurlarıyla feodal toprak beyleri tarafından biçimlendirilmiş, eski yönetim birimlerinin kaldırılmasını, onların yerine, bugünkü iktisadi yaşamın gereklerine uygun ve ayrıca, olabildiği ölçüde, nüfusun oluşumuyla uyuşumlu birimler konmasını isterler.
      Devlet içinde, toplumsal özellikleri ya da nüfusun ulusal oluşumuyla, ötekilerden ayrılan bütün bölgeler, kendi özyönetimlerine ve özerkliğe, genel, eşit ve gizli oya dayalı kendi kurumlarına sahip olmalıdır.
      6. Sosyal-demokratlar, devletin hangi bölgesinde olursa olsun, tüm ulusal azınlıkların haklarını koruyan, devletin her yöresinde geçerli bir yasanın çıkarılmasını isterler. Bu yasa, ulusal çoğunluğun kendisi için ayrıcalıklar koymasına ya da ulusal bir azınlığın (eğitim alanında, özel bir dil kullanılmasında, bütçe işlerinde, vb.) haklarını kısmasına olanak sağlayabilecek tüm esasları yürürlükten kaldırdığını ilan etmeli ve bu tür esasların konmasını suç sayarak yasaklamalıdır.
      7. Sosyal-demokratların, "kültürde ulusal (ya da basitçe "ulusal") özerklik" sloganı, veya böyle bir sloganın gerçekleştirilmesi tasarımları karşısındaki tutumları olumsuzdur. Çünkü bu slogan, (1) hiç kuşku yok ki, proletaryanın sınıf savaşımının enternasyonalizmiyle çatışır, (2) proletaryanın ve emekçi halk yığınlarının, burjuva milliyetçiliğinin etkisi altına girmesini kolaylaştırır ve (3) bir bütün olarak devletin, A'sından Z'sine demokratik bir dönüşümden geçirilmesi amacından dikkatleri kaydırma gücündedir. Oysa ulusal-topluluklar arasında (kapitalizm altında olabildiği ölçüde) barışı yalnızca bu dönüşüm güvence altına alabilir.
      Sosyal-demokratlar arasında "kültürde ulusal özerklik" sorunu çok sivri bir sorun olduğu için, durum hakkında bazı açıklamalar yapmak istiyoruz:
      a) Sosyal-demokrasi açısından, ulusal kültür sloganını doğrudan ya da dolaylı biçimde ortaya atmaya izin verilemez. Slogan doğru değildir, çünkü kapitalizm altında tüm iktisadi, siyasal, manevi yaşam esasen giderek enternasyonal hale geliyor. Sosyalizm, bu yaşamı tam anlamıyla enternasyonalleştirecektir. Bütün ülkelerin proletaryası tarafından zaten sistemli olarak yaratılmakta olan enternasyonal kültür (hangi ulusal-topluluk sözkonusu olursa olsun) bir topluluğun, "ulusal kültürü"nü bütün olarak emmez, ama herbir ulusal kültürün, özellikle tam anlamıyla demokratik ve sosyalist olan öğelerini alır.
      b) Sosyal-demokrat programlardaki ulusal kültür sloganına, her ne kadar ürkek bir örnekse de yaklaşık bir örnek, Avusturya sosyal-demokratlarının Brünn programının 3. maddesidir. Bu 3. madde şöyle der: "Bir ulusun özyönetimle yönetilen tüm bölgeleri, ulusal işlerin kararlaştırılmasında tam bir özerkliğe sahip olan tek bir ulusal ittifak kurarlar."
      Bu, orta yolcu, uzlaşmacı bir slogandır, çünkü ülke-dışı (kişisel) ulusal özerkliğin izini taşımamaktadır. Ama bu slogan da hatalı ve zararlıdır, çünkü Lodz'daki, Riga'daki, St. Petersburg ve Saratov'daki Almanları bir devlet halinde birleştirmek Rus sosyal-demokratlarının üstüne görev olan bir şey değildir. Bizim üstümüze düşen görev, tam demokrasi için, tüm ulusal ayrıcalıkların ortadan kaldırılması için savaşmak ve Rusya'daki Alman işçileri, öteki ulusların işçileriyle, sosyalizmin enternasyonal kültürünü geliştirip yüce tutmada birleşmektir.
      Daha da hatalı olanı, ülke-dışı (kişisel) ulusal özerklik sloganıdır ve (bu sloganın kararlı destekçilerince hazırlanmış bir plana göre parlamentolar kurulması, ulusal devlet sekreterleri atanmasıdır (Otto Bauer ve Karl Renner). Bu tür kurumlar, kapitalist ülkelerin iktisadi koşullarıyla çelişir; dünyanın demokratik ülkelerinden hiçbirinde denenmemiştir; gerçekten demokratik kurumlar getirmekte umutsuzluğa kapılan ve bir dizi ("kültürel") sorunda her ulusun proletaryasıyla burjuvazisini yapay olarak birbirinden ayrı tutarak, burjuvazinin ulusal kavgalarından kurtulmaya çalışan kişilerin oportünist düşünden başka bir şey değildir.
      Zaman zaman koşullar sosyal-demokratları, belli bir süre için bir tür orta yolcu, uzlaşmacı kararlara boyun eğmeğe zorlayabilir, ama öteki ülkelerden böyle uzlaşmacı, orta yolcu kararları değil, tutarlı sosyal-demokrat kararları almalıyız. Avusturya'nın, orada tümden başarısızlığa uğramış ve Çek sosyal-demokratlarının ayrılıkçılığına ve kopmasına neden olmuş talihsiz uzlaşmacı kararını, bugün bizim benimsememiz, hiç de akıllıca olmaz.
      c) "Kültürde ulusal özerklik" sloganının Rusya'daki geçmişi, bu sloganın bütün Yahudi burjuva partileri tarafından ve yalnızca Yahudi burjuva partileri tarafından benimsendiğini ve ulusal Yahudi parlamentosu (sejm) ile ulusal Yahudi devlet sekreterlerini tutarsız bir biçimde reddeden Bund'un onları, hiçbir eleştiri süzgecinden geçirmeksizin izlediğini göstermiştir. Yeri gelmişken, uzlaşmacı kültürde ulusal özerklik sloganını kabullenmiş ya da savunmuş olan Avrupalı sosyal-demokratlar bile, bu sloganın Yahudiler için gerçekleştirilmesi oldukça güç bir slogan olduğunu itiraf etmişIerdir (Otto Bauer ve Karl Kautsky). "Galiçya ve Rusya'daki Yahudiler, bir ulus olmaktan çok bir kasttır. Yahudileri bir ulus olarak ortaya çıkarma çabaları, bir kastı ayakta tutma çabasıdır." (Karl Kautsky.)
      d) Uygar ülkelerde, kapitalizm altında ulusal barışa, ancak demokrasinin tüm devlet ve yönetim sistemi içinde azami ölçüde uygulandığı koşullarda oldukça (göreli olarak) yaklaşıldığını görüyoruz (İsviçre). Tutarlı bir demokrasiye ilişkin sloganlar (cumhuriyet, bir milis gücü, memurların halk tarafından seçilmesi, vb.) proletaryayla emekçi halkı ve genel olarak her ulusun içindeki ilerici öğeleri, en küçük bir ulusal ayrıcalığı bile dıştalayan koşullar için savaşımda birleştirir. Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, ayrı ayrı ulusal-toplulukların proletaryasını böler ve onu ayrı ulusların gerici ve burjuva öğeleriyle birleştirir.
      Tutarlı bir demokrasiye ilişkin sloganlar, bütün ulusal-toplulukların gericileriyle karşı-devrimci burjuvazisine amansızca düşmandır. Buna karşılık kültürde ulusal özerklik sloganı, bazı ulusların gericileri ve karşı-devrimci burjuvazisi tarafından oldukça kabul edilebilir bir slogandır.
      8. Bu durumda, Rusya'daki tüm iktisadi ve siyasal koşullar, sosyal-demokrasinin, bütün ulusal-toplulukların işçilerini, koşulsuz olarak, herhangi bir ayrım yapmaksızın bütün proleter örgütlerinde (siyasal örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, eğitim örgütleri, vb.) birleştirmesini gerektirir. Parti, federatif bir yapıda olmamalı, ulusal sosyal-demokratik gruplar kurmamalıdır; belli bir bölgede her türlü ulusal-topluluğun proleterlerini birleştirmeli, propaganda ve uyarma çalışmalarını, yerel proletaryanın kullandığı tüm dillerde yürütmelidir; tüm ulusal-topluluklar işçilerinin her türlü ulusal ayrıcalığa karşı ortak savaşımını ileri götürmeli, yerel ve bölgesel parti örgütlerinin özerkliğini tanımalıdır.
      9. RSDİP'nin on yılı aşkın bir süre içinde kazandığı deneyim, yukardaki tezlerin doğruluğunu ortaya koymuştur. Parti, 1898'de tüm Rusya'yı kapsayan bir parti olarak, yani Rusya'daki bütün ulusal-topluluklar proletaryasının partisi olarak kurulmuştur. 1903'te parti kurultayı, Bund'u, Yahudi proletaryanın tek temsilcisi olarak tanımayı kabul etmeyince, Bund ayrılmış, bunun üzerine parti "Rus" olarak kalmıştır. 1906'nın ve 1907'nin olayları, böyle bir dilekte bulunmak için hiçbir neden olmadığını inandırıcı bir biçimde göstermiş, Yahudi proleterlerin büyük bir bölümü, birçok yerel örgütte, ortak sosyal-demokratik çalışmaya katkıda bulunmayı sürdürmüş, bunun üzerine Bund da yeniden partiye girmiştir. (1906) Stokholm kurultayı, bölgesel (territorial) özerklikten yana olan Polonya ve Letonya sosyal-demokratlarını partiye getirmiştir. Kurultay, orada da federasyon ilkesini kabul etmemiş, her bölgede, bütün ulusal-topluluklar sosyal-demokratlarının birleşmesini istemiştir. Bu ilke yıllardan beri Kafkasya'da uygulanmaktaydı; halen Varşova'da (Polonyalı işçilerle Rus askerler), Vilna'da (Polonyalı, Letonyalı, Yahudi ve Lituvanyalı işçiler) ve Riga'da yürürlüktedir, işlemektedir; adı anılan son üç yerde ayrılıkçı Bund'a karşı gerçekleştirilmiştir. 1908 Aralık ayında RSDİP konferansı, bütün ulusal-topluluklar işçilerinin bir federasyondansa bir ilke üzerinde birliğine ilişkin isteği onaylayan özel bir karar kabul etmiştir. Bund ayrılıkçılarının, partinin kararını yerine getirmemeyi amaçlayan bölücü çalışmaları, o "kötünün kötüsü federasyon"un çökmesine yolaçmış ve Bund'la Çek ayrılıkçılar arasında bir rapprochement yaratmıştır (Naşa Zarya'da Kosovski'ye ve Çek ayrılıkçıların yayın organı Der cechoslavische Sozial demokrat'ın 1913, n°3'teki Kosovski'nin yazısına bakınız). Son olarak tasfiyecilerin Ağustos (1912) konferansında, Bund ayrılıkçılarıyla tasfiyeciler ve Kafkasyalı tasfiyecilerin bir bölüğü, "kültürde ulusal özerkliği", özüne ilişkin herhangi bir savunma öne sürmeksizin, parti programına örtülü olarak sokuşturmaya çalışmışlardır.
      Polonya'daki, Letonya bölgesindeki ve Kafkasya'daki devrimci işçi sosyal-demokratlar, hâlâ bölgesel özerklikten ve bütün ulusal-topluluklar işçi sosyal-demokratlarının birliğinden yanadırlar. Bund-tasfiyeci ayrılıkçılığı ve Bund'un Varşova'daki sosyal-demokrat olmayanlarla kurduğu ittifak, tüm ulusal sorunu, hem teorik açıdan, hem parti yapısı bakımından, bütün sosyal-demokratların gündemine sokmuştur.
      Uzlaşmacı, orta yolcu kararlar, o kararları partinin isteğine karşın ortaya atanlar tarafından bozulmuştur; bütün ulusal-topluluklar işçi sosyal-demokratlarının birliği istekleri, her zamankinden daha yüksek sesle öne sürülmektedir.
      10. Çarlık monarşisinin kaba, savaşkan ve kara-100'ler türünden ulusalcılığı ve onun yanısıra burjuva ulusalcılığının yeniden canlanması — Büyük Rusya (Bay Struve, Russkaya Molva, ilericiler, vb.), Ukrayna, Polonya (Narodowa "Demokracja"nın Yahudi aleyhtarlığı), Gürcü, Ermeni, vb., ulusalcılığı... Bütün bunlar, Rusya'nın her yanındaki sosyal-demokrat örgütlerin ulusal soruna eskisinden daha fazla dikkat göstermelerini, bu konuda, enternasyonalizm ve tüm uluslar proleterlerinin birliği anlayışına uygun tutarlı marksist kararlarla ortaya çıkmalarını özellikle ivedi hale getiriyor.


      a) Ulusal kültür sloganı doğru değildir, ulusal sorunun yalnızca sınırlı burjuva anlayışını ifade eder. Enternasyonal kültür.
      b) Ulusal bölünmelerin sürdürülmesi ve arık (refined) bir ulusalcılığın geliştirilmesi — birleştirme, rapprochement, ulusların birbirine katıştırılması ve değişik, enternasyonal bir kültürün ilkelerinin anlatılması.
      l) Küçük-burjuvazinin umutsuzluğu (ulusal çekişmelere karşı çaresiz bir savaşım), radikal demokratik reformlara ve sosyalist harekete karşı duyulan korku — kapitalist ülkelerde ulusal barışı yalnızca radikal demokratik reformlar sağlayabilir ve ulusal çekişmeleri yalnızca sosyalizm sona erdirebilir.
      g) Eğitim işlerinde ulusal bölgeler.
      e) Yahudiler.


      1913 Haziranında yazıldı.
      İlk kez 1925'te Lenin Miscellany III'te yayınlandı.

      Collected Works,
      vol. 19, s. 243-251.


      (Türkçe çevirisi,
      Yurdakul Fincancı tarafından yapılmış ve
      "Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları" içinde [s: 80-88] yayınlanmıştır.
      Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1993
      -Birinci Baskı, Ağustos 1979)

YAHUDİ OKULLARI İÇİN AYRIMCILIK[1*]

      HÜKÜMET siyaseti ulusalcılık anlayışıyla dolup taşıyor. Büyük Ruslar, Rusya nüfusunun azınlığını, kesin olmak için söyleyelim, yüzde 43'ünü oluşturduğu halde, "egemen" ulusa, yani Büyük-Rus ulusuna ayrıcalığın her türlüsünü vermek için, elden gelen çaba esirgenmiyor.
      Rusya'da oturan öteki ulusların haklarını daraltmak, birini ötekinden ayırmak ve aralarında düşmanlığı kışkırtmak için de çaba gösteriliyor.
      Bugünkü ulusalcılığın aşırı ifadesi, Yahudi okullarının ayrılması tasarımında kendini göstermiştir. Tasarım, [sayfa 89] Odessa bölgesi eğitim müdüründen geldi ve Halk "Eğitimi" bakanlığınca yakın bir ilgiyle dikkate ılındı. Bu ayrımcılık ne anlama geliyor?
      Yahudileri özel Yahudi okullarına (orta eğitim okullarına) göndererek ayırmak anlamına geliyor. Özel olsun devlete ait olsun bütün öteki eğitim kurumlarının kapıları, Yahudilere tümden kapatılacak. Bu "parlak" tasarım, Yahudi orta öğretim okullarındaki öğrenci sayısını, ünlü "kota”yla sınırlama önerisiyle de tamamlanıyor.
      Avrupa devletlerinde Yahudilere karşı bu tür önlemler ve yasalar, yalnızca ortaçağın, engizisyonların sürdüğü, kilise inançlarına karşı çıkanların yakıldığı karanlık yüzyıllarında vardı. Avrupa'da Yahudilere çoktan eşit haklar verilmiştir; onlar, içinde yaşadıkları ulusla gittikçe daha fazla kaynaşıyorlar.
      Genel olarak bizim siyasal yaşamımızın ve özel olarak sözkonusu tasarımın, Yahudilerin ezilmesi, eza-cefa görmesi bir yana, en zararlı yanı, ulusalcılık alevini körüklemek, devlet içindeki ulusal-topluluklar arasında ayrımcılık yapmak, birbirlerine yabancılaşmalarını artırmak, okullarını ayırmaktır.
      Oysa, genel olarak siyasal özgürlüğün isterleri kadar, çalışan sınıfın çıkarları da, bunun tersine, devletin sınırlan içindeki ulusal-toplulukların, herhangi bir ayrılık gözetmeksizin tam eşitliğini, ulusal-topluluklar arasındaki her türlü engelin kaldırılmasını, bütün ulusal-topluluklar çocuklarının aynı okullarda biraraya getirilmesini vb. gerektirir. Çalışan sınıf, ancak ve ancak her türlü vahşi ve budalaca ulusal önyargı bir yana fırlatılıp atılarak, bütün ulusal-topluluklar işçileri bir örgüt içinde birleştirilerek bir güç haline gelebilir, kapitalizme direnebilir ve yaşam koşullarında ciddi bir iyileştirme sağlayabilir.
      Kapitalistlere bakın! Rusu, Ukraynalısı, Polonyalısı, Yahudisi ve Almanı, hepsi aynı şirketin içinde kendi işlerini pek iyi yürütüyorlar, ama "alelade halk" arasında ulusal kavgayı körüklüyorlar. Bütün ulusal-toplulukların ve dinlerin kapitalistleri işçilere karşı birleşmiştir, ama işçileri ulusal çekişmelerle bölmeye ve zayıflatmaya çalışıyorlar.
      Yeri gelmişken, Yahudi okullarının ayrılmasına ilişkin bu çok zararlı tasarım, sözümona "kültürde ulusal özerklik" [sayfa 90] planının, yani eğitimi devletin elinden çekip alma ve her ulusun kendi eline verme düşüncesinin ne kadar yanılgıyla dolu olduğunu gösteriyor. Bizim, uğrunda çaba göstermemiz gereken şey bu değildir, ulusalcılığın her türlüsüne karşı savaşımda, gerçekten demokratik herkese açık okul için ve genellikle siyasal özgürlük için savaşımda, bütün ulusal-topluluklar işçilerini birleştirmektir. Dünyanın ileri ülkeleri örneği —Batı Avrupa da diyelim İsviçre ya da Doğu Avrupa'da Finlandiya— değişik ulusların (hayvanca değil) insanca, barış içinde birarada yaşamalarının, eğitimi ulusal-topluluklara göre yapay ve zararlı biçimde ayırmaksızın, ancak Asından Z'sine demokratik devlet kurumlarıyla sağlanabildiğini göstermektedir. [sayfa 91]
     
        Severnaya Pravda, n° 14, Collected Works,
18 Ağustos 1913
İmza: V. İ.         vol. 19, s. 307-308.


       
       
RSDİP MERKEZ YÖNETİM KURULU ÎLE
PARTİ GÖREVLİLERİNİN 1913 ORTAK YAZ
KONFERANSINDA ALINAN KARARLAR[43]
[PARÇA]

     
      ULUSAL SORUN ÜZERİNE KARAR
     
      Kara-yüzler ulusalcılığı, liberal burjuvazi ile ezilen ulu-sal-toplulukların üst sınıfları arasında ulusalcı eğilimlerin gelişmesi, bugünlerde ulusal sorunun önemini artırıyor.
      Sosyal-demokrat hareketin bugünkü görünümü (Kafkasya sosyal-demokratlarının, Bundun ve tasfiyecilerin parti programını yok etme çabaları[44] vb.) partiyi, bu soruna her zamankinden daha büyük bir dikkat göstermeye zorluyor.
      RSDİP'nin programından yana olan bu konferans, ulusal sorun konusunda, doğru sosyal-demokrat bir uyan kampanyası düzenlemek üzere, aşağıdaki noktaları önerir:
      1. Sömürüye, kâr elde etmeye ve didişmeye dayalı olan kapitalist toplumda herhangi bir biçimde ulusal barış, ancak, bütün ulusal-topluluklarla dillerin tam eşitliğini güvence altına alan, resmî zorunlu bir dil tanımayan, halka bütün [sayfa 92] yerli dillerle öğretim yapacak okullar sağlayan ve anayasası herhangi bir ulusal-topluluğa herhangi bir ayrıcalık verilmesini ve herhangi bir ulusal azınlığın haklarına saldırılmasını önleyici maddeleri kapsayan, Asından Z'sine demokratik, cumhuriyetçi bir hükümet sistemiyle sağlanabilir. Bu, özellikle, geniş bir bölgesel özerkliği ve tam demokratik özyönetimi gerektirir. Özyönetime sahip özerk bölgelerin sınırlarını, o bölgelerde oturanlar, kendi iktisadi ve toplumsal koşulları, nüfusun ulusal yapısı, vb., çerçevesinde, kendileri belirlemelidirler.
      Tek bir devletin eğitim işlerinin ulusal-topluluklara göre bölünmesi, genel olarak demokrasi açısından, özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının isterleri açısından, hiç kuşku yok ki, zararlıdır. Rusya'da bütün burjuva Yahudi partileriyle çeşitli ulusal-toplulukların küçük-burjuva oportünist öğeleri tarafından benimsenen "kültürde ulusal özerklik" planıyla ya da "ulusal gelişme için özgürlüğü güven altına alacak kurumların yaratılması" planıyla amaçlanan bölünme, kesinlikle budur.
      3. İşçi sınıfının çıkarları, belli bir devlet içindeki bütün ulusal-topluluklar işçilerinin —siyasal, eğitsel örgütler, işçi birlikleri, kooperatifler, vb., gibi— birleşmiş proletarya örgütlerinde biraraya toplanmasını gerektirir. Proletaryaya karşıt düşüncelerini oldum olası "ulusal kültür" sloganıyla örten toprak sahiplerinin, din adamları takımının ve ulusalcı burjuvaların propagandasıyla savaş ve uluslararası sermaye ve gericiliğe karşı utkun bir savaşım verilmesi, ancak ve ancak çeşitli ulusal-topluluklar işçilerinin bu birliğiyle sağlanabilir. Dünya işçi sınıfı hareketi, giderek bir enternasyonal proletarya kültürü yaratıyor ve [bu kültürü -ç.] her geçen gün geliştiriyor.
      4. Çarlık monarşisi tarafından ezilen ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, yani ayrılma ve bağımsız devletler kurma hakkı sözkonusu olduğu zaman, Sosyal-Demokrat Parti, hiç duraksamaksızın bu hakkın savunuculuğunu yapmalıdır. Genel olarak uluslararası demokrasinin temel ilkeleri ve özellikle, Avrupa'yla Asya'daki komşu devletlerle karşılaştırıldığında en gerici ve en barbar bir devlet olan çarlık monarşisinin Rusya'da yaşayanların çoğunluğuna uyguladığı ulusal baskı bunu gerektirir. Ayrıca Büyük Rusya'da [sayfa 93] oturanların yürüttüğü özgürlük savaşımının gereği de budur. Çünkü, ulusal hareketlerin bir dizi kanlı girişimle bastırılması geleneğiyle desteklenen ve yalnızca çarlık burjuvazisiyle tüm gerici partiler tarafından değil, üstelik özellikle karşı-devrim döneminde, monarşiye dalkavukluk eden Büyük-Rusya burjuva liberalleri tarafından beslenen kara-yüzler Biiyük-Rus ulusalcılığının kökü kazınmadıkça, Büyük Rusya'da yaşayanların da demokratik bir devlet kurmaları olanaksızdır.
      5. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (yani ayrılma sorununun kararlaştırılmasında kesinlikle özgür ve demokratik bir yönetimin anayasayla güvence altına alınması) hiçbir biçimde, belli bir ulusun ayrılmasının uygun olup olmayışıyla karıştırılmamalıdır. Sosyal-Demokrat Parti, bu ikinci sorunu, her özel olayda, bir bütün olarak toplumsal gelişmenin ve proletaryanın sosyalizm için verdiği sınıf savaşımının isterleriyle uyumlu olarak, değerine göre, kararlaştırmalı-dır.
      Bundan başka, ezilen uluslar burjuvazisinin, toprak sahiplerinin ve din adamları takımının, işçileri bölme ve onların arkasında egemen ulusun toprak sahipleri ve burjuvazisiyle, tüm ulusal-topluluklar emekçi halkının zararına iş yaparak onları aldatma girişimlerini sık sık ulusalcı sloganlarla örttüklerini, sosyal-demokratlar akıldan çıkarmamalıdırlar.

*
      Bu konferans, ulusal program sorununu parti kurultayının gündemine almıştır. Konferans, merkez yönetim kurulunu, parti basınını ve yerel örgütleri, ulusal sorunu (broşürler, toplantılar vb. yoluyla) ayrıntılarına kadar tartışmaya çağırır. [sayfa 94]
     
        Eylül 1913'de yazıldı         Collected Works,
RSDİPMerkez Yönetim
Kurulu ile Parti Görevlilerinin 1913
Ortak Yaz Konferansında
Alınan Kararlar ve Bildirimler
başlıklı broşürde 1913'te
merkez yönetim kurulu tarafından
yayınlandı.        vol. 19, s. 427-429.




Dipnotlar
[1*] İngilizce metinde nationalisation sözcüğü kullanılıyor. Bunu ulusallaştırma, ya da millileştirme diye çevirmenin yanlış anlamalara yol açabileceğini düşünerek, ayrımcılık sözcüğünü kullandık. Kastedilen de budur. -ç.


"Kültürde Ulusal" Özerklik

"Kültürde ulusal" özerklik (ya da "ulusal gelişmenin özgürlüğünü güvence altına alacak kurumların yaratılması") denen planın ya da programın özü, her ulusal-topluluk için ayrı ayrı okullar kurulmasıdır.
      Açık, kapalı bütün ulusalcı kişiler (bundcular dahil) bu noktayı ne kadar örtmeye çalışırlarsa, biz onun üzerinde o kadar direnmeliyiz.
      Tek tek üyelerinin yerleşmiş olduğu yere bakılmaksızın (toprağı dikkate almaksızın — "ülke-dışı" özerklik terimi de buradan geliyor) her ulus, ulusal-kültürel işleri yöneten, birleşmiş, resmen tanınmış bir topluluktur. Bu işlerin en önemlisi de eğitimdir. Ulusal toplulukların oluşumuna (composition), yerleşme bölgesi ne olursa olsun her yurttaşın, şu ya da bu ulusal-topluluğa özgürce yazılmasıyla karar verilmesi, okulların şu ya da bu ulusa göre ayrılmasında tam bir kesinliğin, tam bir tutarlılığın güvence altına alınmasını sağlar.
      Sorulması gereken soru, böyle bir bölünmeye, genel olarak demokrasi açısından ve özel olarak da proletaryanın sınıf savaşımının isterleri açısından izin verilebilip verilemeyeceğidir.
      Böyle bir soruyu, hiç duraksamaksızın, kesinlikle izin verilemez diye yanıtlamak için, "kültürde ulusal özerklik" programının özünü yakalamak yeterlidir.
      Başka başka uluslar tek bir devletin sınırları içinde yaşadıkları sürece, milyonlarca, milyarlarca iktisadi, yasal, toplumsal bağla birbirlerine bağlıdırlar. Eğitim, bu bağlardan nasıl ayrı tutulabilir? Bund'un çarpıcı saçmalık bakımından klasik olan formülüyle söyleyelim, eğitim, devletin "yetki alanının dışına" çıkarılabilir mi? Eğer tek bir devletin sınırları içinde yaşayan değişik ulusal-topluluklar, iktisadi bağlarla birbirlerine bağlıysalar, o ulusları "kültürel" ve özellikle eğitsel konularda sürekli olarak bölüp ayırmak saçma ve gerici bir şey olur. Tam tersine, okullar, gerçek yaşamda yapılan şeye bir hazırlık olsun diye, ulusal-toplulukları eğitim işlerinde birleştirme çabası gösterilmelidir. Bugün gördüğümüz şu: farklı ulusal-topluluklar, sahip oldukları haklar ve gelişme düzeyleri bakımından eşit değildirler. Bu koşullar altında, okulları, ulusal-topluluklara göre ayırmak, gerçekte, ister istemez, daha geri ulusların durumunu daha da kötüleştirecektir. Amerika'nın güneyinde, eski köle devletlerinde, zenci çocuklar hâlâ ayrı okullarda okumaktadırlar. Buna karşılık kuzeyde beyaz çocuklarla zenci çocuklar aynı okula giderler. Yakınlarda Rusya'da "Yahudi okullarının ulusallaştırılması", yani Yahudi çocukların, öteki ulusal-topluluklar çocuklarından ayrı okullara gitmesi için bir plan önerilmiştir. Bu planın, en gerici Purişkeviç çevrelerce ortaya atıldığını eklemeye gerek bile yok.
      Kişi aynı zamanda hem demokrat, hem okulları, ulusal-topluluklara göre ayırma ilkesinin savunucusu olamaz. Dikkat edilsin ki, bu noktada konuyu yalnızca genel demokratik görüş (yani burjuva-demokratik) açısından tartışıyoruz.
      Okulların, ulusal-topluluklara göre ayrılmasına, proleter sınıf savaşımı açısından çok daha şiddetle karşı koymalıyız. Belli bir devletin içindeki ulusal-topluluklar kapitalistlerinin, hangi ulustan olduklarını dikkate almaksızın tüm işçilere karşı yöneltilmiş olan anonim şirketlerde, kartellerde, tröstlerde ve imalatçılar derneklerinde, vb., en sıkı ve en yakın şekilde birleştiklerini bilmeyen mi var? Büyük işlerden, madenler, fabrikalar, ticari yatırımlardan, kapitalist çiftliklere kadar, herhangi bir kapitalist girişimdeki işçilerin, istisnasız her zaman, ırak, barış dolu, sakin köylerdekine bakışla, daha değişik uluslardan oluştuğunu kim bilmez?
      Gelişkin kapitalizmi yakından tanıyan ve sınıf savaşımı psikolojisini daha derinden kavrayan kent işçileri —bunu onlara tüm yaşamları öğretir, hatta belki de analarının sütüyle birlikte emerler—, evet bu işçiler, okulları ulusal-topluluklara göre ayırmanın yalnızca zararlı bir tasarım olmakla kalmadığını, üstelik kapitalistlerin hilekarca bir dolandırıcılığı olduğunu içgüdüleriyle ve mutlaka anlarlar. Böyle bir düşünceyi savunurlarken işçiler bölünebilir, parçalanabilir, zayıflatılabilir ve alelade halkın okullarını ulusal-topluluklara göre ayırarak bu bölme, parçalanma, zayıflatma daha da ileri götürülebilir. Oysa çocukları özel okullara giden, özel tutulmuş öğretmenler tarafından okutulan kapitalistlerin, "kültürde ulusal özerklik"le bölünmesi ya da zayıflatılması hiçbir biçimde sözkonusu olamaz.
      İşin aslında, "kültürde ulusal özerklik", yani eğitimin ulusal-topluluklara göre kesinlikle ve tümden ayrılması, kapitalistler tarafından değil (çünkü onlar henüz işçileri bölmek için daha kaba yöntemlere başvuruyorlar), Avusturya'nın oportünist darkafalı aydınları tarafından bulunmuştur. Darkafalılıkta ve ulusalcılıkta eşi bulunmayacak olan bu düşüncenin, karma nüfuslu demokratik Batı Avrupa ülkelerinden hiçbirinde izine bile raslanmaz. Böyle bir düşünce, umutsuzluk içinde kıvranan küçük-burjuvadan gelme bu düşünce, ancak Doğu Avrupa'da tüm kamu yaşamının, siyasal yaşamın küçük, rezilce bir kavgayla (daha da kötüsü sövgü ve dalaşmayla) gemlendiği, geri, feodal kilisenin siyasete egemen olduğu, bürokratik Avusturya'da ortaya çıkabilirdi. Kediyle köpek anlaşamadığına göre, hiç değilse, ulusal-toplulukları, eğitim konusunda kesinlikle ve açıkça ilk ve son kez olmak üzere "ulusal birimler" olarak birbirinden ayıralım! İşte "kültürde ulusal özerklik" denen budalaca düşünceyi yaratan psikoloji budur. Enternasyonalizmini aziz tutan bilinçli proletarya, incelmiş ulusalcılığın bu saçmasını hiçbir zaman kabul etmeyecektir.
      Bu "kültürde ulusal özerklik" düşüncesinin Rusya'da ilkin yalnızca tüm Yahudi burjuva partileri tarafından, daha sonra (1907'de) çeşitli ulusal-toplulukların küçük-burjuva sol-narodnik partileri arasında yapılan konferans tarafından ve en son olarak da marksizme yakın grupların küçük-burjuva, oportünist öğeleri, yani bundçularla tasfiyeciler (sonuncular bu konuda doğrudan doğruya kesin bir adım atmakta çok çekingendiler) tarafından kabul edilmesi bir raslantı değildir. Devlet Duma'sında "kültürde ulusal özerklik"ten yana yalnızca, ulusalcılık hastalığına tutulmuş olan yarı-tasfiyeci Çhenkeli ile küçük-burjuva Kerenski'nin konuşması bir raslantı değildir.
      Genel olarak, tasfiyecilerle bundçuların bu sorunda Avusturya'dan örnek göstermelerini okumak, oldukça eğlendirici. Her şey bir yana, çok-uluslu ülkeler içinde neden en geri olanı örnek alınıyor? Neden en ileri olanı örnek alınmıyor? Bu, bir anayasa modeli için yüzünü Fransa, İsviçre, Amerika gibi ileri ülkelere değil, ama daha çok Prusya ve Avusturya gibi geri ülkelere dönen kötü Rus liberallerinin, kadetlerin tavrıdır.
      İkincisi, Avusturya örneğini aldıktan sonra, ulusalcı Rus darkafalıları, yani bundçular, tasfiyeciler, sol-narodnikler, vb., o örneği daha da berbat hale getirmişlerdir. Bu ülkede kendi propaganda ve ajitasyon çalışmalarında daha çok ve başlıca "kültürde ulusal özerklik" planını kullananlar bundçulardır (ve onlara ek olarak, bundçuların hiçbir zaman farkına varmaksızın izinden gittiği tüm Yahudi burjuva partileridir). Buna karşılık bu "kültürde ulusal özerklik" düşüncesinin ortaya atıldığı ülkede, Avusturya'da, bu düşüncenin babası Otto Bauer, kitabının özel bir bölümünü, "kültürde ulusal özerkliğin" Yahudilere uygulanamayacağını kanıtlamaya ayırmıştır.
      Bu, Otto Bauer'in ne kadar tutarsız olduğunu ve kendi düşüncesine ne kadar az inandığını, uzun söylevlerden daha kesin olarak tanıtlıyor. Çünkü o (kendi toprağına sahip olmayan) tek ülke-dışı ulusu, ülke-dışı ulusal özerklik planının dışında tutuyor.
      Bu da, bundçuların Avrupa'dan nasıl eski, modası geçmiş planları ödünç aldıklarını, Avrupa'nın yanılgılarını on kat artırıp, bir saçmalık noktasına "götürdüklerini" gösteriyor.
      Oysa gerçek şu ki —bu da üçüncü nokta— Avusturya sosyal-demokratları, kendilerine önerilen "kültürde ulusal özerklik" programını (1899'da) Brünn kurultayında reddetmişlerdir; yalnızca ülkede sınırları ulusal olarak belirlenmiş bölgelerin birliğine ilişkin orta yolcu bir öneriyi kabul etmişlerdir. Bu orta yolcu önerge, ülke-dışılık ya da eğitimin ulusal-topluluklara göre ayrılması konusunda herhangi bir esas getirmiş değildir. Bu orta yolcu önerge çerçevesinde, (kapitalist açıdan) en ileri gitmiş, çok nüfuslu merkezlerde, kasabalarda, fabrikalarda, madencilik bölgelerinde, kırsal bölgelerdeki geniş malikanelerde, ulusal-toplulukların her biri için ayrı bir okul kurulmuş değildir.
      Rus emekçi sınıfı, bu, gerici, zararlı ve küçük-burjuva milliyetçi nitelikte olan "kültürde ulusal özerklik" düşüncesiyle çarpışagelmiştir ve bunu sürdürecektir.


      Za Pravda, n° 46
      28 Kasım 1913.

      Collected Works,
      vol. 19, s. 503-507


      (Türkçe çevirisi,
      Yurdakul Fincancı tarafından yapılmış ve
      "Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları" içinde [s: 95-99] yayınlanmıştır.
      Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1993
      -Birinci Baskı, Ağustos 1979)


KADETLER VE "ULUSLARIN KENDİ
KADERLERİNİ TAYİN HAKKI"

      RUSYA'DAKİ baş liberal gazete Reç, Lvov'da yapılan Tüm-Ukrayna Öğrenci kurultayı hakkında geçen yaz, Mihail Mogilyanski'nin yazdığı bir yazıyı yayınlamıştı. O sıralarda, Raboçaya Pravda, bay Mogilyanski'nin (bir demokrat ya da kendine demokrat süsü veren bir kişi için) en çok kınanması gereken bir tutumla, bay Dontsov'un ve başkalarının savunduğu Ukrayna ayrılıkçılığına sövgüler yağdırdığını belirtti. O zaman derhal sorunun, kendisine Ukraynalı birçok marksistin karşı olduğu bay Dontsov'la görüş birliğinde olma ya da olmama sorunu olmadığını ifade ettik; "ayrılıkçılığa", "çılgınlık" ve serüvencilik türünden sövgüler yağdırılmasına izin verilemeyeceğini söyledik. Bunun şovenist bir yaklaşım olduğunu, herhangi bir ayrılık planım eleştirirken [sayfa 100] Büyük-Rusyalı bir demokratın ayrılma özgürlüğü, ayrılma hakkı için propaganda yapması gerektiğini belirttik.
      Okurların göreceği gibi bu bir ilke sorunudur, bir program sorunudur ve genel olarak demokratlara düşen ödevlerle ilgilidir.
      Şimdi altı ay sonra bay Mihail Mogilyanski bu konuyu Reç'te (n° 331) yeniden ortaya atıyor, ancak bizi yanıtlamıyor; Lvov gazetesi Shlyakhide[45] Reç'te sert bir dille saldıran ve bu arada "Reç'in şovenist hamlesinin yalnızca Rus sosyal-demokrat basınında hakettiği biçimde damgalandığını" gösteren bay Dontsov'u yanıtlıyor.
      Bay Dontsov'u yanıtlarken, bay Mogilyanski, tam üç kez, "bay Dontsov'un reçetesini eleştirmenin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetme anlamına gelmediğini" söylüyor.
      Liberal Reç'e yazı yazan bir kişinin bu ifadesi çok büyük bir önem taşımaktadır. Okurlarımızı, bu noktaya özellikle dikkat etmeye çağırıyoruz. Liberal beyefendiler, muhalefet kimliğiyle alelade siyasal skandal ticareti yerine, demokrasiye ilişkin temel ve maddi gerçekleri ortaya koymaya ve tahlil etmeye ne kadar seyrek yanaşırlarsa, böyle yaptıkları her zaman biz, ciddi bir değerlendirmeyi daha inatla istemeliyiz.
      Bizim Anayasacı "Demokratik" Partimiz, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanıyor mu, tanımıyor mu? Bay Mogilyanski'nin elinde olmaksızın ortaya attığı ilginç soru budur.
      Bay Mogilyanski, üç kez üstüste görüşünü saklı tuttuğunu söylüyor, ama bu soruya açık bir yanıt vermiyor. Bu soruya Anayasacı Demokratik Partinin ne programının ne gündelik siyasal vaazlarının (propaganda ve uyandırma çalışmaları) dümdüz, kesin ve açık bir yanıt vermediğini o da çok iyi biliyor.
      "Söylemek gerek ki" diye yazıyor bay Mogilyanski, "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, hiçbir zaman eleştiril-memesi gereken bir tapkı (fetish) değildir: Bir ulusun sağlıksız yaşam koşulları, ulusal kaderi tayin konusunda sağlıksız eğilimler yaratabilir; bu eğilimleri ortaya koymak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetme anlamına gelmez."
      Bu liberal kaçamağa güzel bir örnek. Aynı kaçamağı, tasfiyecilerin gazetesinin sütunlarında Semkovski'ler başka [sayfa 101] bir biçimde yineliyorlar. Ah, hayır bay Mogilyanski, hiçbir demokratik hak bir "tapkı" değildir ve örneğin, bu hakların hiçbirinin sınıf içeriği unutulmamalıdır. Bütün genel demokratik istekler, burjuva-demokratik isteklerdir; ancak bundan, istekleri olabildiği ölçüde tutarlı bir davranışla desteklemenin proletaryaya düşmediği sonucunu yalnızca anarşistlerle oportünistler çıkarabilir.
      Kendi kaderini tayin hakkı başka şeydir, kaderini tayin hakkının yani belli bir ulusun, belli koşullar altında ayrılmasının uygun düşüp düşmediği başka şey. Bu işin abecesi. Acaba bay Mogilyanski, Rus liberaller, Anayasacı-Demokratik Parti, yığınlara —özellikle Büyük-Rusya halk yığınlarına— bu hakkın ivediliği ve büyük önemi hakında konuşmanın bir demokratın ödevi olduğunu kabul ediyorlar mı?
      Hayır, hayır, bir kez daha hayır. Bay Mogilyanski'nin kaçındığı ve gizlediği şey bu. Kadetlerin —yalnızca Struve'nin, Izgoyev'in ve önde gelen öteki kadetlerin değil, ama Kadet Partisinin Milyukov gibi diplomatlarının ve o partinin darkafalılarının— ulusalcılığının ve şovenizminin köklerinden biri de bu... Ancak onların adı önemli değil!
      Rusya'nın sınıf bilincine sahip işçileri, bu ülkede bizim ulusal gericilerimizin yanısıra, ulusal liberallerimiz de olduğunu ve ulusal demokrasinin kavruk sürgünlerinin çıkmakta olduğunu unutmayacaklardır (bay Peşehonov'un, 1906'da, Russkoye Bogatstvo n° 8'de Büyük-Rusya mujiklerinin ulusalcı önyargıları hakkında "ihtiyat"lı davranılması isteğini anımsayın).
      Ulusalcılık çıbanının bütün biçimleriyle savaşta kendi kaderini tayin hakkının savunulması çok önem taşıyor. [sayfa 102]
     
        Proletarskaya Pravda, n°4,       Collected Works,
11 Aralık 1913
İmza: İ     vol. 19, s. 525-527.


     
       
       
RUS OKULLARINDAKİ ÖĞRENCİLERİN
BAĞLI OLDUKLARI ULUSLAR

      ÖZÜ, okulları ulusal-topluluklara göre ayırmak olan "kültürde ulusal özerklik" planı konusunda daha kesin bir görüşe varmak için, Rus okullarındaki çocukların bağlı oldukları ulusları gösteren somut bilgilere başvurmakta yarar var. St. Petersburg eğitim bölgesi için okullarda 18 Ocak 1911'de yapılan sayıma ilişkin istatistik çizelgeleriyle bu konuda bilgi elde edilmiştir.
      Aşağıdaki rakamlar, Kamu Eğitim bakanlığına bağlı ilk okullara giden öğrencilerin ana dillerine göre dağılımını göstermektedir. Rakamlar, St. Petersburg bölgesinin tümünü kapsamaktadır. Biz, ayraç içinde, St. Petersburg kenti rakamlarını da veriyoruz. Resmî görevliler "Rus dili" terimiyle Büyük-Rusya, Byelorusya ve Ukrayna'yı resmî deyişle [sayfa 103] "Küçük-Rusya" her seferinde birlikte saymışlardır. Toplam öğrenci sayısı — 265.660 (48.076).
      Rus—232.618 (44.223); Polonyalı—1.737 (780); Çek—3 (2); Litvanyalı—84 (35); Letonyalı— 1.371 (113); Zhmud—1 (0); Fransız—14 (13); İtalyan— 4 (4); Romen—2 (2) Alman— 2.048 (845); İsveçli—228 (217); Norveçli—31 (0); Danimarkalı—l (1); Hollandalı—1 (0); İngiliz—8 (7); Ermeni—3 (3); Çingene—4 (0); Yahudi—1.196 (396); Gürcü—2 (1); Ossetli —1 (0); Fin—10.750 (874); Kareli—3.998 (2); Chudlu—247 (0); Estonyalı— 4.723 (536); Laponyalı—9 (0); Ziryan 6.008 (0); Samoyed—5 (0); Tatar—63 (13); İranlı—1 (1); Çinli—1 (1); saptanamayan—138 (7).
      Bunlar, göreli olarak doğru rakamlar. Her ne kadar, bu rakamlar, aslında Rusya'nın Büyük-Rusya bölgesine ilişkinse de, ulusal oluşum açısından nüfusun hayli karışık olduğunu gösteriyor. Geniş St. Petersburg kenti nüfusunun aşırı ölçüde karışık olduğu ilk bakışta görünüyor. Bu bir raslantı değildir, dünyanın her yerinde, bütün ülkelerde işleyen bir kapitalist yasanın ürünüdür. Büyük kentlerin, fabrika, metalürji, demiryolu, ticaret ve sanayi merkezlerinin nüfusu kesinlikle çok karışıktır; bütün öteki merkezlerden daha hızlı büyüyen ve geri kırsal bölgelerde oturanları sürekli olarak gittikçe büyüyen ölçülerde kendine çeken, bu merkezlerdir.
      Şimdi gerçek yaşamın bu canlı bilgilerini, ulusalcı darkafalıların, "kültürde ulusal özerklik" denen cansız ütopyasına ya da (bundcuların diliyle) ulusal kültür sorunlarını, yani işin aslında eğitim işlerini "devletin yetki alanı dışına çıkarma"ya uygulayın.
      Eğitim işleri "devletin yetki alanı dışına çıkarılacak" ve herbiri "kendi ulusal kültürünü" geliştiren 23 (St. Petersburg'da) "ulusal derneğe" aktarılacaktır!
      Bu tür bir "ulusal program"ın saçmalığım ve gerici yapısını göstermek için nefes tüketmek gülünç olur.
      Gün gibi açık ki, böyle bir planı savunmak, işin aslında, burjuva ulusalcılığı ve şovenizm düşüncelerini ve kırtasiyeciliği desteklemek, o düşünceleri gütmek demektir. Genel olarak demokrasinin ve özel olarak işçi sınıfının isterleri, bunun tam tersini gerektirir. Her bölgede birörnek okullarda tüm ulusal-topluluklardan gelme çocukların birbirine karışmasını güvence altına almaya çalışmalıyız; Vladimir işçilerinin [sayfa 104] temsilcisi Samoylov'un devlet Dumasında Rus sosyal-demokrat işçileri adına çok yetenekli bir biçimde anlattığı gibi,[46] tüm ulusal-topluluklar işçileri, elele vererek proletaryanın eğitim siyasetini gütmeliler. Okulların, hangi biçim altında olursa olsun, ulusal-topluluklara göre ayrılmasına, en sert biçimde karşı koymalıyız.
      Her ne ise, ulusları eğitim işlerinde bölmek bize düşmez. Tam tersine, ulusal-toplulukların, eşit haklar temelinde, barış içinde birarada yaşamalarını sağlayacak temel demokratik koşulları yaratmaya çalışmamız gerekir. "Ulusal kültür "ün şampiyonluğunu yapmamalıyız; dünya emekçi sınıfı hareketinin enternasyonal kültürü adına, bu "ulusal kültür" sloganının kırtasiyeci ve burjuva niteliğini ortaya koymalıyız.
      Ama St. Petersburg'da 48.076 çocuk içinde bir Gürcü çocuğun haklarını, eşit haklar temeli üzerinde güven altına almanın olası olup olmadığı bize sorulabilir. Bu soruya, Gürcü "ulusal kültürü" temeli üzerinde St. Petersburg'da özel bir Gürcü okulu kurmanın olanaksız olduğu ve böyle bir planı savunmanın, halk yığınları arasında zararlı tohumlar atmak demek olduğu yanıtını vermeliyiz.
      Eğer bu bir Gürcü çocuğu için hükümete ait yapılarda Gürcü dili, Gürcü tarihi vb., konularında verilecek konferanslar için ücret ödemeksizin bir yer sağlanmasını, bu çocuğa merkez kitaplığından Gürcü dilinde yazılmış kitaplar bulunmasını, Gürcü öğretmenin ücretini karşılamaya devletin katkıda bulunmasını, vb. vb. istersek, o zaman zararlı herhangi bir şeyi savunmuş, olanakdışı bir şey için çabalamış olmayacağız. Gerçek bir demokrasi çerçevesinde, bürokrasi ve "peredonovism"[47] okullardan tamamen sökülüp atıldığı zaman, halk bunu kolayca başarabilir. Ne var ki, bu gerçek demokrasi, ancak, tüm ulusal-toplulukla işçileri birleştiği zaman elde edilebilir.
      Her "ulusal kültür" için özel ulusal okullar kurulmasından yana olmak gericiliktir. Oysa gerçek bir demokraside, okulları ulusal-topluluklara göre bölmeksizin, öğrencinin kendi dili, kendi tarihi hakkında dersler düzenlenmesini güven altına almak olanak içindedir. Halka herhangi bir şeyin zorlanmasını, örneğin Kem uyezdindeki 713 Kareli çocuğa 'orada yalnızca 514 Rus çocuk var) ya da Peçora uyezdindeki [sayfa 105] 681 Ziryanlı çocuğa (153 Rus) ya da Novgorod uyezdindeki 267 Letonyalı çocuğa (orada 7.000'den fazla Rus var), vb. vb., herhangi bir şeyin zorlanmasını tam bir yerel özyönetim olanaksız hale getirecektir.
      Uygulanırlığı olmayan kültürde ulusal özerkliği savunmak saçmalıktır. Bu düşünce şimdiden, işçileri ideolojik olarak birbirinden ayırıyor. Tüm ulusal-topluluklar işçilerin birleşmesini savunmak ise, proletaryanın sınıf dayanışmasının başarısını kolaylaştırmak demektir. Tüm ulusal-topluluklar için eşit haklar ve barış içinde birarada yaşamak olanağını güven altına alacak olan şey de bu dayanışmadır. [sayfa 106]
      Proletarskaya Pravda, n° 7,        Collected Works
14 Aralık 1913  vol. 19, s. 531-533.


     
       
RSİDP’NİN ULUSAL PROGRAMI

      MERKEZ yönetim kurulu, "Bildirimler"de yayınlanmış olan ve ulusal program sorununu, kurultay gündemine alan ulusal soruna ilişkin bir kararı[2*] onayladı.
      Şimdilerde ulusal sorunun —karşı-devrimin tüm siyasetinde, burjuvazinin sınıfsal bilincinde ve Rusya'nın proleter Sosyal-Demokrat Partisinde— niçin ve nasıl ön plana çıktığı bu kararda ayrıntılarıyla gösteriliyor. Durum apaçık olduğu için bu nokta üzerinde durmanın hiç gereği yok. Bu yakınlarda marksist teorik yazında, gerek bu durum üzerinde, gerek sosyal-demokrasinin ulusal programın dayanakları üzerinde durulmuştur (burada, başta Stalin'in yazısını belirtmek gerekir)[48]. O nedenle, bu yazıda sorunu, salt parti [sayfa 107] açısından ortaya koymak ve Stolipin-Maklakov[49] baskısı altında ezilen bugünkü yasal basında yazılamayacak noktalara açıklık getirmekle yetinmeyi, amacımıza uygun buluyoruz.
      Rusya'da sosyal-demokrasi, özellikle, daha eski ülkelerin, yani Avrupa'nın deneyimine ve o deneyimin teorik ifadesi olan marksizme dayanarak biçimleniyor. Ülkemize ve ülkemizde sosyal-demokrasinin tarihsel kuruluş dönemine özgü özellikler şunlar: Birincisi, Avrupa'dan farklı olarak, bizim ülkemizde sosyal-demokrasi, burjuva devriminden önce biçimlenmeye başladı ve o devrim sırasında oluşumunu sürdürdü. İkincisi, bizim ülkemizde, proletarya demokrasisini, genel burjuva ve küçük-burjuva demokrasisinden ayırmaya dönük zorunlu savaşım —ki bu, özünde her ülkenin başından geçen savaşımın aynıdır— Batıda ve bizim ülkemizde, marksizmin teorik yönden tam zafer kazandığı koşullarda yürütülüyor. Bu nedenle, "hemen hemen marksist" sözlerin arkasına gizlenen küçük-burjuva teorileri için ya da o teorilere karşı verilen bir savaşım niteliğinde olduğu için, bu savaşımın aldığı biçim, marksizm uğruna savaşım biçimine pek benzememektedir.
      Ekonomizm (1895-1901)[50] ve "yasal-marksizm"den (1895-1901, 1902)[51] bu yana, bu hep böyle olmuştur. Bu eğilimlerle menşevizm (1903-1907)[52] ve tasfiyecilik (1908-1913)[53] arasındaki yakın ilişki ve içsel bağlantıyı, ancak tarihsel gerçeklerden ürkenler unutabilir.
      Rus işçi sınıfı hareketinin teori ve pratiğinde marksizmin ilk ve ana temelleri atmasının yanısıra 1901-1903 yılları arasında RSDÎP için tam bir program hazırlayan eski İskra, öteki sorunlarda olduğu gibi ulusal sorunda da küçük-burjuva oportünizmiyle savaşmak zorunda kalmıştı. Bu oportünizm, en başta, Bundun ulusalcı eğilimlerinde ve sağa-sola yalpalayışında ifadesini bulmuştu. Eski İskra, Bundun ulusalcılığına karşı çetin bir savaş verdi. Bunu unutmak, bir kez daha, belleğini yitirmişlikle ve kendini Rusya'daki tüm sosyal-demokrat işçi hareketinin tarihsel ve ideolojik köklerinden koparmakla birdir.
      Öte yandan, Ağustos 1903'te RSDİP programı, ikinci kurultayda kesin olarak kabul edildiği sırada, hemen hemen bütün kurultay delegelerinin ziyaret ettiği program komisyonunda geçtiği için kurultay tutanaklarına girmeyen bir [sayfa 108] savaşım daha olmuştu. Bu savaşım, Polonyalı bazı sosyal-demokratların, "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"na kuşku çekmeyi amaçlayan çabalarına, yani oldukça değişik bir açıdan oportünizme ve ulusalcılığa sapma çabalarına karşıydı.
      Bugün bile, aradan on yıl geçtiği halde, savaşım bu iki temel çizgi boyunca sürüyor. Bu da, bu savaşımla Rusya'daki ulusal sorunu etkileyen nesnel koşullar arasında çok sıkı bir bağlantı bulunduğunu gösterir.
      Avusturya'da (1899) Brünn kurultayında, (Kristan, Ellenbogen ve başkaları tarafından savunulan ve Güneyli Slavların tasarısında da ifade edilen) "kültürde ulusal özerklik" reddedilmişti. Kurultayda toprağa bağlı (territorial) ulusal özerklik kabul edilmişti. Sosyal-demokrat propagandanın, bütün ulusal bölgelerin zorunlu birliği doğrultusunda olması kararı, "kültürde ulusal özerklik" düşüncesiyle yalnızca bir uzlaşmaydı. Bu zavallı düşüncenin bellibaşlı teoricileri, Yahudilere bu görüşün uygulanamayacağını özellikle belirttiler.
      Rusya'da ufak oportünist bir yanlışı geliştirip oportünist bir siyasal şistten haline dönüştürmeyi üstüne görev bilen kişiler —her zamanki gibi— bulundu. Almanya'da Bernstein'ın varlığı, Rusya'da sağ anayasacı-demokratları —Struve, Buîgakov, Tugan ve hempası— ortaya çıkarmıştı. Otto Bauer'in (aşırı ölçüde ihtiyatlı davranan Kautsky'nin deyişiyle) "enternasyonalizmi unutması" ise, Rusya'da, bütün Yahudi burjuva partilerinin ve çok sayıda küçük-burjuva eğilimin (Bundun ve 1907'de sosyalist-devrimci ulusal partiler konferansının) "kültürde ulusal özerklik" düşüncesini tam olarak kabul etmesi sonucunu verdi. Geri Rusya, Batı Avrupa oportünizmi mikroplarının bizim yaban toprağımızda nasıl salgınlar yarattığını göstermeye yarıyor, denebilir.
      Rusya'da, Bernstein'ın Avrupa'da "hoşgörüyle karşılandığını söylemeyi pek severler, ama bernştayncılığın, "kutsal" Rusya anamız dışında dünyanın hiçbir yerinde struveciliğe[54] yolaçmadığını, ya da "bauerciliğin", Yahudi burjuvazinin incelmiş ulusalcılığının sosyal-demokratlar tarafından haklı gösterilmesine vardırılmadığını eklemeyi unuturlar.
      "Kültürde ulusal özerklik" en incelmiş, bu nedenle de en tehlikeli ulusalcılık demektir; ulusal kültür sloganıyla ve [sayfa 109] okulların çok tehlikeli, hatta anti-demokratik bir biçimde ulusal-topluluklara göre bölünmesi propagandasıyla işçilerin yozlaştırılması demektir. Kısacası bu program, hiç kuşku yok, proletarya enternasyonalizmiyle çelişir; yalnızca ulusalcı küçük-burjuvazinin ülkülerine uygundur.
      Ancak bir durum vardır ki, marksistler, eğer demokrasiye ve proletaryaya ihanet etmek istemiyorlarsa, ulusal sorunda özel bir isteği savunmak zorundadırlar; bu ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı (RSDİP programının 9. maddesi), yani siyasal ayrılma hakkıdır. Konferans kararında bu istek öylesine ayrıntılı olarak tanımlanıp ortaya konmuştur ki, herhangi bir yanlış anlamaya yer bırakılmamıştır.
      Bu nedenle, programın bu bölümüne karşı öne sürülen, şaşırtıcı ölçüde bilisiz ve oportünistçe itirazları yalnızca kısaca tanıtmakla yetineceğiz. Yeri gelmişken belirtelim ki, programımız on yıldan beri yürürlülüktedir. Bu süre içinde, RSDİP'nin tek bir birimi, tek bir ulusal örgüt, tek bir bölge konferansı, tek bir yerel yönetim kurulu, herhangi bir kurultaya ya da konferansa katılmış tek bir temsilci, 9. maddenin değiştirilmesi ya da kaldırılması isteğini ortaya atmış değildir.
      Bunu akıldan çıkarmamak gerekir. Bu bize, ortaya atılan itirazlarda bir parçacık ciddiyet ya da bir parçacık parti özü olup olmadığını ilk bakışta gösterir.
      Tasfiyecilerin gazetesinden bay Semkovski'yi alalım. Partiyi tasfiye etmiş bir kişinin vurdumduymazlığıyla şöyle diyor: "Belli bazı nedenlerle, Rosa Luxemburg'un, 9. maddeyi programdan tüm olarak çıkarma düşüncesini paylaşmıyoruz." (Novaya Raboçaya Gazeta, n° 71.)
      Demek ki, nedenler gizli! Ama, programımızın geçmişi hakkında bunca bilisiz kalınırsa gizlilikten nasıl sakınılabilir ki? Ya da aynı bay Semkovski eşi görülmedik bir vurdumduymazlıkla (partiymiş, programmış ne umurunda) Finlandiya'yı dıştalarsa, nedenlerin gizliliğinden nasıl kaçınılabilir ki?
      "Polonya proletaryası, bir devletin çatısı altında tüm Rus proletaryasıyla birlikte, ortak bir savaşımı sürdürmek isterse ve buna karşılık, Polonya toplumunun gerici sınıfları Polonya'yı bir halk oylamasıyla (referandum) Rusya'dan [sayfa 110] ayırmak isterler ve ayrılıktan yana bir oy çoğunluğu elde ederlerse ... ne yapacağız? Biz Rus sosyal-demokratları, bir merkez parlamentoda Polonyalı yoldaşlarımızla birlikte ayrılmaya karşı mı oy vereceğiz, yoksa ‘kendi kaderini tayin hakkı'nı çiğnememek için ayrılmadan yana mı oy kullanacağız?"
      Gerçekten de, bönce ve tam bir kafa karışıklığını yansıtan böyle sorular sorulduğu zaman ne yapacağız?
      Ah benim aziz bay Tasfiyecim, kendi kaderini tayin hakkı, sorunun bir merkezî parlamento tarafından değil, ama ayrılan azınlığın parlamentosu, diyeti ya da referandumuyla çözümlenmesini içerir. Norveç (1905'te) İsveç'ten ayrıldığı zaman, kararı (İsveç'in yarı büyüklüğünde olan) Norveç tek başına vermişti.
      Bay Semkovski'nin onmaz bir kafa karışıklığı içinde olduğunu çocuklar bile görebilir.
      "Kendi kaderini tayin hakkı", içinde yalnızca genel anlamıyla demokrasinin varolduğu bir sistemi değil, özellikle, ayrılma sorununa demokratik olmayan bir çözümün olanaksız olduğu bir demokratik sistemi ifade eder. Genel olarak düşünülürse, demokrasi, savaşkan ve zalim ulusalcılıkla bağdaşabilir. Proletarya, bir devletin sınırları içindeki uluslardan herhangi birinin zorla alıkonmasına olanak vermeyen bir demokrasiden yanadır, böyle bir demokrasi istiyor. Bu nedenle, "kendi kaderini tayin hakkını yozlaştırmamak için", düzenbaz bay Semkovski'nin düşündüğü gibi "ayrılmadan yana" değil, ama ayrılan bölgenin, soruna kendisinin karar verme hakkından yana oy kullanmayı görev bilmemiz gerekir.
      "Boşanma hakkının, boşanma için ille de birinin oy vermesini gerektirmediğini bilmek, bay Semkovski'nin kafa yetenekleriyle bile zor olmasa gerek. Ne var ki, mantığın abecesini unutmak, 9. maddeyi eleştirenlerin yazgısı anlaşılan.
      Norveç'in İsveç'ten ayrılışı sırasında, eğer ulusalcı küçük-burjuvaziyi izlemek istemiyor idiyse, İsveç proletaryasına düşen görev, İsveçli papazlar takımıyla toprak sahiplerinin Norveç'i zor kullanarak İsveç'e katma arzularına karşı propaganda yapmak ve oy vermekti. Bu çok açık, anlaması da pek güç değil. Kendi kaderini tayin hakkı ilkesinin, ezen, egemen ulusların proletaryasından istediği bu tür bir propagandadan İsveçli ulusal demokratlar geri durabilirlerdi. [sayfa 111]
      "Eğer gericiler çoğunluktaysa ne yapacağız?" diye soruyor bay Semkovski. Bu, ilkokul üçüncü sınıf öğrencisi bir çocuğun soracağı türden bir soru. Eğer demokratik bir oylamada gericiler çoğunluğu sağlarsa, Rus anayasası ne olacak? Bay Semkovski, konuyla ilgili olmayan yavan, kof sorular soruyor. Bunlar yetmiş akıllının yanıtlayabileceğinden daha çoğunu, yedi aptalın sorabileceği türden, budalaca sorular.
      Demokratik bir oylamada çoğunluğu gericiler sağlarsa, genellikle iki şeyden biri olur: Ya gericilerin karan uygulanır ve o kararın zararlı sonuçları yığınları hızla ya da yavaş yavaş gericilere karşı demokrasinin yanına iter; ya da demokrasiyle gericilik arasındaki çatışma bir iç savaş veya başka bir savaş yoluyla çözümlenir, ki bu, (kuşkusuz Semkovski'lerin bile işitmiş olabilecekleri gibi) demokrasi düzeninde bile olabilir.
      Bay Semkovski, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını tanımak, "en özgün burjuva ulusalcılığının oyununa düşmektir" diye direniyor. Bu çocukça bir saçmadır. Çünkü bu hakkın tanınması, ayrılmaya karşı propaganda yapılmasını ya da burjuva ulusalcılığının gözler önüne serilmesini dıştalamıyor. Tam tersine, ayrılma hakkının yadsınması, tartışma götürmez bir gerçektir ki, en özgün gerici Büyük-Rus ulusalcılığının oyununa gelmektir.
      Rosa Luxemburg'un, uzun zaman önce, (Ağustos 1903'te) Alman ve Rus sosyal-demokratlarınca alaya alınmasına neden olan gülünç yanılgısının özü de budur. Ezilen ulusun burjuva ulusalcılığının çıkarına hizmet etmekten korkan kişiler, ezen ulusun yalnızca burjuva ulusalcılığının değil, onun yanısıra gerici ulusalcılığının da çıkarına hizmet ederler.
      Eğer bay Semkovski, partinin geçmişi ve programı konusunda bir bakire kadar saf olmasaydı, [her şeyden önce -ç.] bundan onbir yıl önce, Zarya'da[55] RSDİP'nin program taslağını (ki 1903'te program haline gelmiştir) savunurken ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının tanınmasına özel olarak değinen ve bu konuda aşağıdaki satırları (s. 38) yazan Plehanov'u kanıtlarla çürütmesinin gerekli olduğunu bilir, anlardı. Plehanov şöyle yazmıştı:
      "Burjuva-demokratlar için teoride bile zorunlu olmayan bu istek, biz sosyal-demokratlar için zorunludur. Eğer bunu [sayfa 112] unutursak ya da Büyük-Rus olan yurttaşlarımızın ulusalcı önyargılarını incitiriz korkusuyla öne sürmekten çekinirsek, dünya sosyal-demokrasisinin savaş narası, 'bütün ülkelerin işçileri birlesiniz!' narası, dudaklarımızda utanç verici bir yalan olur."
      Daha Zarya günlerinde Plehanov, konferans kararında ayrıntılarıyla geliştirilen temel kanıtı ortaya koymuştu. Semkovski'ler onbir yıl boyunca bu kanıtın üstüne yürümeyi denemediler. Rusya'da nüfusun yüzde 43'ü Büyük-Rustur, ama Büyük-Rus ulusalcılığı, nüfusun yüzde 57'sine egemendir, bütün ulusal-toplulukları ezer. Ulusalcı liberaller (Struve ve hempası, ilerlemeciler, vb.) ulusalcı gericilerle işbirliği yapar yapmaz, ulusalcı demokrasinin "ilk habercileri" görünmüştür (Peşehonov'un, Ağustos 1906'da, mujiğin ulusalcı önyargılarına karşı davranışımızda ihtiyatlı olmamız gerektiğine ilişkin çağrısını anımsayınız).
      Rusya'da burjuva-demokratik devriminin tamamlandığını düşünenler yalnızca tasfiyecilerdir. Bütün dünyada ulusal hareketler, her zaman böyle bir devrimin doğal sonucu olmuştur, olmaktadır. Özellikle Rusya'da, sınır bölgelerinin çoğunda, ezilen uluslar var. Bu uluslar, komşu devletlerde daha geniş özgürlüklere sahip bulunuyorlar. Çarlık, komşu ülkelerden daha gericidir, özgür iktisadi gelişmenin önüne dikilmiş en büyük engeldir, Büyük-Rus ulusalcılığını besleyip geliştirmek için elinden geleni yapıyor. Bütün öteki koşullar aynı olmak koşuluyla, bir marksist, kuşku yok ki, büyük devleti küçük devletlere yeğ tutar. Ne var ki, çarlık monarşisindeki koşulların, herhangi bir Avrupa ülkesindeki ya da pek azı dışında Asya ülkelerindeki koşullarla aynı olduğunu düşünmek dahi gülünç ve gerici olur.
      Bundan ötürü, bugünkü Rusya'da ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının yadsınması, hiç kuşkusuz oportünizmdir; bugün bile çok güçlü olan gerici Büyük-Rus ulusalcılığına karşı savaşmaya yanaşmamaktadır. [sayfa 113]
   
  Sotsial-Demokrat, n° 32,         Collected Works,
15 (28) Aralık 1913  vol.19, s.539-545.


     
     
       
ULUSAL LİBERALİZM VE ULUSLARIN
KENDİ KADERLERİNİ TAYİN HAKKI

      İŞLERİ eline yüzüne bulaştıran bay Mogilyanski'nin yardımına koşan liberal Reç gazetesinin yönetmenleri, bu yakınlarda (n° 340'ta), önemli bir konuda, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda imzasız, yani gazetenin görüşünü açıklayan bir başyazı yayınladılar.
      Bay Mogilyanski, açık dosdoğru bir yanıt vermekten kaçınmış, kendi görüşleriyle, "ulusların kaderlerini tayin hakkının yadsınması arasında hiçbir ortak yan bulunmadığı"nı öne sürmüştü. Şimdi Reç, Anayasacı-Demokratik Parti programındaki 11. maddenin, "ulusların kendi kültürel kaderlerini tayin hakkı sorununda dolaysız, açık ve kesin bir yanıt getirdiğini" resmen ilan ediyor.
      İtalik harflerle dizilen sözcük özellikle önem taşıyor. [sayfa 114] Çünkü bay Mogilyanski'nin ilk yazısında, o yazıya bay Dontsov'un verdiği yanıtta ya da bay Mogilyanski'nin bay Dontsov'la giriştiği polemikte tartışılan şey, ulusların "kültürel" kaderlerini tayin hakkı değildi. Tartışılan şey, ulusların siyasal kaderlerini tayin hakkı, yani ulusların ayrılma hakkıydı. Oysa "kültürel kaderi tayin" ile (demokrasinin tüm tarihiyle çelişen anlamsız, tantanalı bir söz) gerçekte liberallerin kastettiği şey, yalnızca dillerin özgürlüğüdür.
      Reç, Proletarskaya Pravda'nın, kendi kaderini tayin etmeyi, onmaz bir biçimde, "ayrılıkçılık"la, bir ulusun ayrılmasıyla karıştırdığını ilan ediyor.
      Acaba onmaz (ya da bile bile) bir karışıklık içinde olan kim?
      Bizim aydın "anayasacı-demokratlar"ımız, uluslararası demokrasinin başından beri, özellikle 19. yüzyılın ortalarından bu yana, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının, kesinlikle siyasal kaderi, yani ayrılma hakkını, bağımsız ulusal bir devlet kurma hakkını ifade ettiğini yadsıyabilirler mi?
      Bizim aydın "anayasacı demokratlar "imiz, 1896'da, Londra'da yapılan Uluslararası Sosyalist Kurultayın, yerleşik demokratik ilkeleri bir kez daha doğrularken (kuşku yok ki, kurultay, salt bununla yetinmiş değildi) bir tür "kültürel" kaderi tayin hakkını değil, siyasal kaderi tayin hakkını kastettiğini yadsıyabilirler mi?
      Bizim "anayasacı-demokratlar"ımız, daha 1902'de, kendi kaderini tayin hakkı üzerinde dururken, örneğin Plehanov'un bu kavramdan, siyasal kaderi tayin hakkını anladığını yadsıyabilirler mi?
      Beyefendiler, lütfen biraz daha açık olun; "aydın" kafanızın ürünlerini "ayak takımı"ndan saklamayın!
      Asıl konuda Reç şöyle diyor:
      "Gerçekte kadetler hiçbir zaman kendilerini, 'ulusların Rus devletinden ayrılma' hakkını savunma yüklenimi altına sokmamışlardır."
      Çok güzel! Bu kadar içten olduğunuz, ilkelerinizi böyle açıkça belirttiğiniz için size teşekkür ederiz. Kadetlerin yarı-resmi yayın organındaki bu "en vefalı" ifadeye Rossiya, Noveye, Vremya, Zemşçina[56] ve öteki gazetelerin dikkatini çekeriz. [sayfa 115]
      Kadet partisinin beyefendileri, eğer salt bu nedenle sizlere ulusal liberaller diye ad takılırsa öfkenize sahip olun. Sizin şovenizminizin, Purişkeviç'lerle kurduğunuz ideolojik ve siyasal blokun (onlara ideolojik ve siyasal bağımlılığınızın) temel nedenlerinden biri burada yatıyor. Purişkeviçfler ve bağlı oldukları sınıf, "onları pençesine alıp kıskıvrak tut-ma"nın[57] "hak" olduğu "kesin" inancını, bilisiz yığınların kafasına aşılıyor. Kadetler tarih okumuşlardır; "genel Yahudi kırımı türünden" girişimlerin, bu "eski hakkın" kullanılmasının —ılımlı bir dille söyleyelim— çoğu kez nelere yolaçtığını çok iyi bilirler. Bir demokrat, ulusların "kültürel" anlamda değil, siyasal anlamda "kendi kaderlerini tayin" hakkını, Büyük-Rus yığınları arasında ve Rus dilinde düzenli olarak savunmuyorsa, ona (proleter demokratlık şöyle dursun) demokrat denemez.
      Ulusal-liberalizmin, her zaman ve her yerde, karakteristik özelliği, Purişkeviç sınıf tarafından belirlenen ve (çoğu kez, iktisadi gelişmenin ve "kültür"ün zararına) Purişkeviç yöntemlerle korunan ilişkiler temelinde (ve sınırlar çerçevesinde) yer almasıdır. Gerçekte bu, kişinin kendini feodal kafalı toprak sahiplerinin çıkarlarına ve sürekli olarak savaşacak yerde, egemen ulusun en kötüsünden ulusalcı önyargılarına uydurmasından başka bir şey değildir. [sayfa 116]
     
        Proletarskaya Pravda, n° 12,    Collected Works,
20 Aralık 1913  vol. 20, s. 56-58.


     
     
       
NOVOYE VREMYA, REÇ VE
ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ
TAYİN HAKKI

      ULUSLARIN kendi kaderlerini tayin hakkı konusunda sosyal-demokratlar ile kadetler arasında patlak veren çatışma, beklendiği gibi Noveye Vremya’nın ilgisini çekti. Büyük-Rus ulusalcılığının sözcüsü olan bu gazete, n° 13.563'te şöyle yazıyor:
      "Sosyal-demokratların gözünde siyasal basiretin beliti (axiom) olan şey [yani ulusların kendi kaderlerini tayin etme, ayrılma hakkı], bugün kadetler arasında bile görüş ayrılığına yolaçmaya başlıyor."
      Novoye Vremya, liberalleri kara-yüzlere özgü biçimde böylece iğnelediği halde ("bile" sözcüğü), gene de Reç'in, "kadetler, hiçbir zaman kendilerini, ulusların Rus devletinden ayrılma hakkını savunma yüklenimi altına sokmamışlardır" şeklindeki sözlerini alma zorunluğunu duyuyor. [sayfa 117]
      Bu sözler o kadar açık ki, Novoye Vremya kaçamak yapmak zorunda kalıyor. Şunları yazmakta:
      "Gerçeklere bakarak bir yargıya varacaksak, kadetlcrin görüşüne göre, kültürel kaderi tayin hakkı denen muğlak kavram, ayrılıkçılığın savunulmasından yalnızca işleyiş biçiminde ayrılır."
      Ne var ki, Novoye Vremya, saçma "kültürel" kaderi tayin hakkı ile gerçek, yani siyasal kaderi tayin hakkı arasındaki farklılığı pek güzel anlıyor. Çünkü biraz aşağıda şu satırları okuyoruz:
      "Gerçekten de kadetler, kendi yayın organları için Rus-olmayanlarla Yahudilerden sınırsız biçimde incelmiş yöntemlerle para kabul etmenin dışında ... ulusların Rus devletinden ayrılma hakkını savunma yüklenimi altına hiçbir zaman girmemişlerdir."
      Bu, Yahudilerden yardım aldıkları için liberalleri, kara-yüzlere özgü, eski, kaba, gülünç biçimde iğnelemenin ta kendisidir! Ama bu budalaca küçük oyunların asıl noktayı gölgelemesine izin vermemeliyiz. Asıl nokta şudur: Novoye Vremya, kadetlerin ayrılma hakkını savunma yüklenimi altına hiçbir zaman girmediklerini itiraf ederek, sosyal-demokratlar ile kadetler arasındaki farklılığı açıkça idrak ettiğini ortaya koyuyor.
      Anayasacı-demokratlar ile sosyal-demokratlar arasındaki fark, ulusal liberaller ile tutarlı demokratlar arasındaki farktır. [sayfa 118]
      Proletarskaya Pravda, n° 16,      Collected Works,
25 Aralık 1913  vol. 20, s. 65-66.


 
 
 
 
ULUSAL SORUN ÜZERİNE BİR KONFERANS İÇÎN TEZLER[58]

     
       
     
       
AVUSTURYA VE RUSYA'DA
ULUSAL PROGRAMIN
TARİHÎNE KATKI

      AVUSTURYA'DA, Sosyal-Demokrat Partinin ulusal programı 1899'da Brünn kurultayında görüşülmüş, kabul edilmişti. "Kültürde ulusal özerklik" denen şeyi bu kurultayın kabul ettiğine ilişkin yaygın, ama yanlış bir inanç var. Bunun tersi doğrudur: "Kültürde ulusal özerklik" orada oybirliğiyle reddedilmiştir.
      Güney Slav sosyal-demokratları, Brünn kurultayına kültürde ulusal özerklik konusunda aşağıdaki biçimde yazılmış bir program sundular (bkz: resmi kurultay tutanakları, Almanca metin, s, XV):
      (§ 2) "Avusturya'da yaşayan her ulus, kendisinden olan insanların oturdukları toprak neresi olursa olsun, ulusal (dil ve kültür) işlerini tamamen bağımsız olarak yönetmek üzere özerk bir grup olacaktır."
      İtalikle dizilen sözcükler "kültürde ulusal özerkliğin" (ya da başka deyişle ülke-dışılığın) özünü açıkça ortaya koyuyor. Devlet, eğitim işlerinde ve benzeri işlerde ulusların sınırlarını sürekli hale getirecek ve her yurttaş, dilediği ulusa [sayfa 131] katılmak hakkına sahip olacak.
      Kurultayda hem Kristan, hem de gayet etkili olan Ellenbogen bu programı savundular. Ne varki, program, daha sonra geri alındı. Program için tek oy dahi verilmedi. Partinin önderi Victor Adler, "... Bugünkü durumda herhangi bir kişinin bu programı uygulanabilir bulduğundan kuşkum var" (Tutanaklar, s. 82) dedi.
      Programa karşı ilke olarak yöneltilen kanıtlardan birini Preussler öne sürmüştü. Preussler şöyle demişti: "Kristan ve Ellenbogen tarafından sunulan önergeler, her ufacık topluluğa, her ufak gruba aşılanan ve sürekli hale getirilen şovenizme yolaçabilir." (îbid., s. 92.)
      Brünn kurultayı programının bu konuya ilişkin 3. maddesi şöyledir:
      "Belli bir ulusun kendi özyönetimine sahip bölgeleri, kendi ulusal işlerini tam bir özerklik içinde kararlaştıracak olan tek bir ulusal birlik olacaktır."
      Bu, örneğin Yahudilerin kültürde ulusal özerkliğini doğrudan doğruya dıştalayan, toprağı esas almış bir programdır. "Kültürde ulusal özerkliğin" başlıca teorisyeni olan Otto Bauer, kitabının (1907) özel bir bölümünü, Yahudiler için "kültürde ulusal özerklik" istenemeyeceğini kanıtlamaya ayırmıştır.
      Bu noktada belirtmek isteriz ki, marksistler, her türlü ulusal bölgenin (uyezdler, volostlar, köyler vb.) birliği dahil tam bir birleşme özgürlüğünden yanadırlar; ne var ki, sosyal-demokratlar, devlet içinde tek ulusal birliklerin yasa zoruyla tanınmasını kabul edemezler.
      Rusya'da, görüldüğü gibi, tüm Yahudi burjuva partileri (ve onların izinden yürüyen Bund), Avusturyalı bütün teorisyenler ve Avusturya Sosyal-Demokrat Partisi kurultayınca reddedilen "ülke-dışı (kültürde ulusal) özerkliği" benimsemişlerdir.
      Apaçık nedenlerle bundcuların sık sık yadsımaya çalıştıkları bu gerçek, pek iyi bilinen Ulusal Hareket Biçimleri (St. Petersburg-1910) adlı kitapta kolayca bulunabilir. Ayrıca Prosveşçeniye'nın 1913 yılında çıkan 3. sayısına bakınız.
      Bu gerçek, Rusya'da daha geri ve daha küçük-burjuva nitelikte olan toplumsal yapının, bazı marksistlerin burjuva ulusalcılığı hastalığına daha fazla tutulmaları sonucunu [sayfa 132] verdiğini açıkça gösteriyor.
      Bundun ulusalcı yalpalamaları, çok Önceleri (1903'te) ikinci kurultay tarafından açıkça ve resmen kınanmıştır. Kurultay, bundcu Goldblattin sunduğu, "ulusal toplulukların gelişme özgürlüğünü güvence altına alacak kurumların yaratılması"na ilişkin değiştirme önergesini ("kültürde ulusal özerkliğin" takma adı) açıkça reddetmiştir.
      Tasfiyecilerin Ağustos 1912'de yaptıkları konferansta, o zamana kadar yıllar ve yıllar boyunca bundculara karşı amansızca savaşmış olan Kafkasyalı menşevikler, karşıdevrimin genel ulusalcı havasına kapılarak ulusalcılığa kaydıkları zaman, onları kınayanlar yalnızca bolşevikler değildi. Kafkasya menşeviklerini Plehanov da sert biçimde kınamış, kararlarını "sosyalizmi ulusalcılığa uyarlama" diye nitelemişti.
      "Siyasal özerklik yerine kültürel özerklikten sözetmeye başlayan Kafkasyalı yoldaşlar" diye yazmıştı Plehanov, "Bundun hegemonyasına akılsızca teslim olduklarını belgelemekten başka bir şey yapmış değiller."
      Yahudi burjuva partilerinin, Bundun ve tasfiyecilerin dışında, "kültürde ulusal özerkliği" kabul edenler, yalnızca sol-narodnik küçük-burjuva ulusalcı partilerdir. Ama onlar arasında bile dört parti (Yahudi Sosyalist işçi Partisi, Belarusya Hromada, Daşnaktsutyun, bir de Gürcü Sosyalist-Federalistleri)[63] bu programı benimsemişler, buna karşılık en büyük iki parti, Rus sol-narodnikleriyle Polonya "Fracy" (PSP) oylamadan geri durmuşlardır.
      Rus sol-narodnikleri, Bundun ünlü planıyla öne sürülen, ulusal toplulukların zorunlu, yasal devlet birliklerine özellikle karşı durmuşlardır.
      Marksistlerin 1913 Şubatıyla yaz aylarında yaptıkları iki toplantının her ikisinde de ulusalcı, küçük-burjuva düşüncesi olan "kültürde ulusal özerklik" düşüncesinin neden şiddetle kınandığını bu kısa tarihsel gözlem açıkça gösteriyor.[3*] [sayfa 133]
     
        Put Pravdi, n° 13,     Collected Works,
5 Şubat 1914
İmza: M    vol. 20, s. 99-101.


 
 
 
"ULUSALCILIK" ÜZERİNE
BİRKAÇ SÖZ DAHA

      YENİ bir Beylis olayının sahneye konması için çaba harcanan "günümüzde" ulusalcılık güdenlerin yaptığı propagandanın daha yakından, daha dikkatle incelenmesi gerekiyor. "Tüm-Rusya Ulusal Derneği" temsilcilerinin, bu yakınlarda yapılan ikinci kurultayında, bu propagandanın niteliği, çarpıcı bir açıklıkla gözler önüne serilmiştir.
      Mademki, bütün Rusya'dan gelmiş yalnızca 21 delege tarafından temsil edilen bu "Tüm-Rusya Ulusal Derneği" önemsemeye değmez, uydurmadır, bir gölgeden başka bir şey değildir, öyleyse bu derneğin yaptığı propagandayı da önemsemeye gerek yoktur diye düşünmek büyük bir yanılgı olur. Doğru "Tüm-Rusya Ulusal Derneği" önemsizdir, bir gölgeden başka bir şey değildir, ama onun yaptığı propaganda [sayfa 134] sağdaki bütün partiler ve resmi bütün kurumlarca destekleniyor; propagandası her köy okulunda, her asker barakasında, her kilisede yürütülüyor.
      Aşağıdaki alıntı bir gazete haberidir; 2 Şubat günü yapılan kurultaylarında okunmuştur:
      "Duma üyesi Savenko, ulusalcıların dilinde 'mazeppizm'[64] denen Ukrayna hareketi hakkında bir yazı okudu. Savenko, Byeloruslar ile Ukraynalılar arasındaki ayrılıkçılık eğilimlerinin [yani devletten ayrılma] özellikle tehlikeli olduğu görüşünü ifade etti. Ukrayna hareketi, Rusya'nın bütünlüğüne, özellikle büyük ve gerçek bir tehdit oluşturuyor, dedi. Ukraynalıların ilk ağızdaki programlarının federalizm ve Ukrayna'nın özerkliği olduğunu söyledi.
      "Ukraynalılar özerklik umutlarını, Rusya'nın ileride Avusturya-Macaristan ve Almanya'yla yapacağı bir savaşta yenilmesine bağlıyorlar. Büyük Rusya'nın yıkıntıları üzerinde, Habsburg'ların egemenliği altında ve Avusturya-Macaristan'ın sınırları içinde özerk bir Polonya ve özerk bir Ukrayna kurulabilir.
      "Eğer Ukraynalılar, kendi 30.000.000'luk nüfuslarını Rus halkından çekip koparmayı gerçekten başarırlarsa, bu Büyük-Rus İmparatorluğunun sonu demek olur. (Alkışlar)"
      Şu "federalizm", Amerika Birleşik Devletleri'nin ya da İsviçre'nin bütünlüğüne neden engel olmuyor? "Özerklik" nasıl oluyor da Avusturya-Macaristan'ın bütünlüğüne engel çıkarmıyor? "Özerklik" nasıl oldu da Britanya ile sömürgeleri arasındaki bağları daha önümüzdeki uzunca bir süre için beton gibi sağlamlaştırdı?
      Bay Savenko, "ulusalcılığı" savunusunu öyle gülünç bir biçimde ortaya koydu ki, görüşlerinin reddedilmesini çok kolaylaştırdı. Genel oy ve çeşitli bölgelerinin özerkliği Avusturya-Macaristan'ın bütünlüğünü perçinliyor, ama buna karşılık Ukrayna'nın özerkliği, eğer dilerseniz, Rusya'nın bütünlüğünü "tehdit ediyor". Çok garip değil mi? Bu "ulusalcı" propagandayı okuyan ya da dinleyenler, Ukrayna'ya özerklik verilirse, Rusya'nın bütünlüğünü perçinlemek neden olanaksızdır diye sormazlar mı?
      Toprak sahipleri ve burjuva ulusalcılar, "bağımlı, uyruk halkları" ezerek, işçi sınıfını daha da iyi uyuşturabilmek için bölmeye ve yozlaştırmaya çalışıyorlar. Sınıf bilinci taşıyan işçilerse, pratikte, tüm ulusal-topluluklar işçileri için tam bir [sayfa 135] eşitlik ve birlik isteğiyle karşılık veriyorlar.
      Bu ulusalcı aydın orta tabaka denen sürü, Byeloruslar ile Ukraynalıları bağımlı, uyruk halklar diye ilan ederken (Rusya'da "yabancı" olmayan tek ulus) Büyük-Rusların, nüfusun yalnızca yüzde 43'ünü oluşturduğunu eklemeyi unutuyorlar. Görülüyor ki, "bağımlı, uyruk halklar" çoğunluktadır. Bu durumda eğer azınlık çoğunluğa hiçbir yarar göstermezse siyasal özgürlüğün, ulusal eşitliğin, yerel ve bölgesel özerkliğin yararlarını göstermezse çoğunluğu nasıl tutabilir?
      Ukraynalılara ve başkalarına "ayrılıkçılık" güdüyorlar, bölünmeye çalışıyorlar diye zulmeden ulusalcılar, Büyük-Rus toprak sahipleriyle Büyük-Rus burjuvazisinin "kendi" devletlerine sahip olma ayrıcalığını desteklemiş oluyorlar. İşçi sınıfı ayrıcalığın her türlüsüne karşıdır; ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkını desteklemesi bundan ileri geliyor.
      Sınıf bilinci taşıyan işçiler ayrılmayı savunmazlar. Onlar, büyük devletin ve büyük işçi yığınlarının birleşmesinin üstünlüklerini bilirler. Ama büyük devletler,- ulusal-topluluklar arasında tam eşitlik varsa demokratik olabilir; bu eşitlik, ayrılma hakkını da içerir.
      Ulusal-topluluklara zulmedilmesine ve ulusal ayrıcalıklara karşı savaşım, bu hakkın savunulmasıyla da ayrılmaz bir biçimde bağlıdır. [sayfa 136]
   
  Put Pravdi, n° 17,   Collected Works,
20 Şubat 1914  vol. 20, s. 109-110.


 
 
 
 
KIDEMLİ YOLDAŞIN "ULUSAL SORUN
VE LETONYA PROLETARYASI" BAŞLIKLI
YAZISI ÜZERİNE BAŞYAZI

      KIDEMLİ yoldaşın,[65] genel olarak Letonyalılar arasında, özel olarak da Letonya Sosyal-Demokrat Partisi içinde ulusal sorunun geçmişini anaçizgileriyle ortaya koyan yazısını yayınlamaktan hoşnutluk duymaktayız. (1913) yaz konferansının kararları hakkında Letonyalı marksistlerin öne sürecekleri değişiklik önergeleri ya da eklenti istekleri de hoşnutlukla karşılanacaktır. Letonyalı sosyal-demokratlar uzunca bir süreden beri Bunda yakınlık beslemekteydiler; ancak her şeyden önce marksistlerin teorik eleştirileri, ikinci olarak da bundcuların pratikteki ayrılıkçılıkları, özellikle 1906'dan sonraki ayrılıkçılıkları, bu yakınlığı sarsmıştır. Letonyah sosyal-demokratlar arasında ulusal sorun üzerindeki tartışmaların sürmesini ve bu tartışmaların kesin kararlara [sayfa 137] götürmesini umuyoruz.
      Kıdemli yoldaşın belirttiği noktalara gelince, yalnızca şu yorumla yetineceğiz. Kıdemli yoldaş, bizim, İsviçre'yi[4*] örnek vermemizin inandırıcı olmadığı kanısında; çünkü o ülkedeki her üç ulusun tarihsel olarak varolduğunu ve ta başlangıçtan bu yana eşit bulunduğunu düşünüyor. Ne var ki, "tarihi olmayan uluslar", bir tarihi olan ülkeler dıştalanırsa (ütopyalar bir yana), kendilerine hiçbir yerde model ya da örnek bulamazlar. Ulusların eşitliğine gelince, "kültürde ulusal özerklik"ten yana olanlar bile, bunu mutlak birşey gibi kabul ediyorlar. Sonuç olarak, uygar insanlığın deneyimi, bize, ulusal-toplulukların gerçekten eşit ve A'dan Z'ye bir demokrasinin varolduğu yerlerde, "kültürde ulusal özerkliğin" gereksinilmediğini gösteriyor; bunların varolmadığı yerlerde ise "kültürde ulusal özerklik" ütopyadır, böyle bir özerklik için propaganda yapmak, incelmiş bir ulusalcılık için propaganda yapmaktan başka bir şey değildir. [sayfa 138]
     
        Prosveşçeniye, n° 2  Collected Works,
Şubat 1914        vol. 20, s. 125.


 
 
 
 
ULUSAL EŞİTLİK TASARISI[66]

       
      YOLDAŞLAR:
      Dumadaki Rus Sosyal-Demokrat İşçi grubu, Yahudilerin ve Rus-olmayan öteki ulusların iktidar yoksunluğunu ortadan kaldırmak üzere dördüncü Dumaya bir tasarı sunmaya karar verdi.
      Tasarı, tüm uluslara, Yahudilere, Polonyalılara vb. karşı uygulanan bütün ulusal sınırlamaların kaldırılmasını amaçlıyor. Ancak tasan, Yahudilere yönelik sınırlamalara özellikle değinmekte. Bunun nedeni açık: Rusya'da hiçbir ulusa, Yahudilere olduğu kadar zulmedilmemiştir. Mülk sahibi sınıf arasında Yahudi aleyhtarlığı giderek daha da kökleşiyor. Yahudi işçiler, hem işçi, hem Yahudi oldukları için iki boyunduruğun birden acısını çekiyorlar. Son birkaç yıl içinde Yahudilere yapılan zulüm inanılmaz boyutlara ulaştı. Yahudi aleyhtarı genel kırımları ve Beylis olayını anımsamak yeter de artar bile. [sayfa 139]
      Bu koşullar altında örgütlü marksistler, Yahudi sorununa gereken dikkati göstermek zorundadırlar.
      Söylemeye bile gerek yok, Yahudi sorununun kökünden çözümlenmesi, ancak, bugün Rusya'nın yüzyüze bulunduğu temel sorunların çözümüyle olanaklı olabilir. Yahudilere ve Rus-olmayan öteki ulusal-topluluklara karşı uygulanan sınırlamaların kaldırılması, kuşkusuz, ulusalcı-Purişkeviç dördüncü Dumadan bekliyor değiliz. Ne var ki, işçi sınıfının sesini duyurması, görevidir. Ulusal-topluluklara yapılan baskıya karşı, Rus işçilerinin sesi, özellikle yüksek çıkmalıdır.
      Kendi tasarımızın metnim yayınlayarak, Yahudi işçilerin, Polonyalı işçilerin ve ezilen öteki ulusal-topluluklar işçilerinin tasan hakkında görüşlerini açıklayacaklarını ve gerekli görürlerse değişiklik önerilerini ortaya atacaklarını umuyoruz.
      Aynı zamanda Rus işçilerin, yayınlayacakları bildiriler, ve benzeri yollarla tasarımızı kuvvetle destekleyeceklerini umuyoruz.
      4. maddede belirtildiği biçimde, tasarıya, kaldırılacak yasa ve düzenlemelerin özel bir listesini ekleyeceğiz. Bu liste yalnızca Yahudiler için çıkarılmış yüz kadar yasayı da içerecektir.
     
YAHUDİLERE HİÇBİR YETKİ TANINMAYIŞINI
VE KÖKEN VE BİR ULUSA BAĞLILIK TEMELİNE
DAYALI SINIRLAMALARI KALDIRMAYI
ÖNGÖREN TASARI

      1. Rusya'da oturan, her türlü ulusal-topluluğun yurttaşları, yasalar önünde eşittir.
      2. Rusya'da yaşayan hiçbir yurttaş, cinsi ve dini ne olursa olsun, kökeni ya da bir ulustan oluşuna bakılarak, siyasal ya da herhangi bir hakkından yoksun edilemez.
      3. Toplumsal ve siyasal yaşamın herhangi bir noktasında Yahudilere karşı sınırlamalar koymuş olan yasaların tümü, geçici düzenlemeler, yasalara eklenmiş hükümler yürürlükten kaldırılmıştır. IX. cildin, "Yahudiler, kendilerini ilgilendiren özel yasaların çıkarılmadığı hallerde genel hükümlere tabidir" hükmünü kapsayan 767. maddesi kaldırılmıştır. [sayfa 140] Yahudi erin bir yerde oturma, dilediği yere gitme eğitim, devlet dairelerinde kamu görevi alma, seçme, askerlik hizmetine girme, kentlerde ve köylerde taşınmaz mal satın alma ya da kiralama, serbest bir meslek seçme vb hakkına ilişkin her türlü sınırlama kaldırılmıştır.
      4. Yahudilerin haklarını sınırlayan ve yürürlükten kaldırılmaya konu olan yasaları, buyrultuları, geçici düzenlemeleri, vb. içeren bir liste bu yasaya eklenmiştir. [sayfa 141]
     
        Put Pravdi, n° 48,     Collected Works,
28 Mart 1914    vol. 20, s. 172-173.


 
 
 
 
ULUSAL SİYASET SORUNU
      ÜZERİNE[67]

      HÜKÜMETİMİZİN ulusal sorun konusundaki siyaseti üzerinde durmak istiyorum. İçişleri bakanlığımızın yetkileri çerçevesine giren en önemli sorunlardan biri budur. Dumanın bu bakanlık bütçesine ait son görüşmelerinden bu yana, bizim egemen sınıflarımız, Rusya'daki ulusal sorunu ön plana çıkarmaya ve daha da sivrileştirmeye koyuldular.
      Beylis olayı, tüm uygar dünyanın dikkatini Rusya'ya çevirdi ve bu ülkedeki utanılası durumu gözler önüne serdi. Rusya'da yasatanırlığın y'si kalmamıştır. Yönetim ve polis, Yahudilere, diledikleri gibi utanmazcasına zulmetmekte alabildiğine başıboş bırakılmıştır; bu başıboşluk, onların suçlarını örtmeye, o suçlara gözyummaya kadar vardırılmıştır. Beylis olayının sonucu işte budur. ... Arasındaki en içsel ve [sayfa 142] yakın bağlantıyı ortaya koyan bu olay ...[5*]
      Rusya'da genel kırım havasının estiğini söylerken abartmadığımı göstermek için, "bakan-atayıcı", en "güvenilir", en tutucu yazar prens Meşçerski'nin kanıtını buraya aktarabilirim. Prens Meşçerski'nin gazetesi Grajdanin'de[68] yayınlanan "Kievli bir Rus"un görüşü şöyle:
      "Boğucu bir hava içinde yaşıyoruz; nereye giderseniz gidin, kulaktan kulağa fısıltı, entrika var; her yerde kana susamışlık, her yerde muhbirin o leş kokusu, her yerde nefret, her yerde homurdanma, her yerde ah vah. ...[5*]
      ... Rusya'nın alıp-verdiği hava. Böyle bir hava içinde yasadan, yasatanırlıktan, anayasadan, benzeri bön liberal kavramlardan sözetmek, yalnızca gülünçtür, ya da durum bunca ciddi olmasaydı gülünç olurdu!
      Zeki ve gözlemci olmayanlar bile bu havayı her gün kokluyorlar, duyuyorlar. Ne var ki bu genel kırım havasının anlam ve önemini ortaya dökecek cesaret herkeste yok. Ülkemizde neden böyle bir hava egemen? Böyle bir hava nasıl egemen olabiliyor? Çünkü ülke gerçekte, güç-bela gizlenebilmiş bir iç savaş durumundadır. Bazı kişiler bu durumu itiraf etmeyi tatsız buluyorlar; bu durumun üstüne bir örtü çekmişlerdir. Liberallerimiz, yani hem terakkiciler,[69] hem kadetler, böyle bir örtüyü, aşağı-yukarı "anayasal" sayılabilecek teori parçacıklarını biraraya getirerek dikip ortaya çıkarmayı özellikle severler. Ne var ki, halkı temsil eden kişilerin Duma kürsüsünden örnek olacak aldatmacalar yaymalarından daha zararlı daha caniyane bir şey olduğunu sanmıyorum.
      Eğer gerçekle yüzyüze gelmek bizi korkutmazsa ve ülkenin, güçlükle gizlenmiş bir iç savaş durumunda bulunduğu gerçeğini itiraf edersek hükümetin —"hükümet" dediğim için beni bağışlayın— Yahudilere ve tüm "bağımlı halklara" yönelik tüm siyaseti bir anda apaçık ortaya çıkacak, bu siyasetin doğal ve kaçınılmaz olduğu hemen anlaşılacaktır. Hükümet yönetmiyor, savaş veriyor.
      Hükümet, bu savaşta, "gerçekten Ruslara özgü" olan genel kırım yöntemlerini seçmektedir, çünkü elinin altında başka yöntem yoktur. Herkes, gücünün yettiğince kendini savunur. Purişkeviç'ler ve arkadaşlarıysa, kendilerini, bir [sayfa 143] "genel kırım" siyaseti izlemekten başka türlü savunamazlar, çünkü onların elinde başka araç yok. İç çekip ah-vah etmek hiçbir işe yaramaz. Bir anayasadan ya da yasalardan veya yönetim sisteminden sözetmekle yetinmek zırvadır. Çünkü burada sözkonusu olan, Purişkeviç ve şürekasının sınıf çıkarlarıdır, bu sınıfın içinde bulunduğu güç durumdur.
      Ya bu sınıfla, sözde kalmayacak bir biçimde, kesin kararlılıkla hesaplaşılmalıdır ya da Rusya'nın tüm siyasetinde "genel kının" havasının kaçınılmaz, kendisinden kurtulanamaz bir şey olduğu kabul edilmelidir. Ya bu siyasete teslim olun, ya da halkın, yığınların ve hepsinin önünde de proletaryanın bu siyasete karşı yürüttüğü hareketi destekleyin. Ortada yalnızca bu iki yol var. Orta yol yok.
      Rusya'da "hükümetin planlarına" uysun diye çarpıtılmış, resmî, yani apaçık biçimde abartılmış istatistiklere göre bile, Büyük-Ruslar, tüm ülke nüfusunun yüzde 43'ünden fazlasını oluşturuyor değil. Rusya'da Büyük-Ruslar nüfusun yandan azını meydana getiriyor. Resmen, Stolipin'in "bizzat kendisi"ne göre, Küçük-Ruslarla Ukraynalılar bile "bağımlı halk" sayılmaktadır. Bu durumda, Rusya'da, "bağımlı halklar" nüfusun yüzde 57'sini oluştururlar, yani nüfusun çoğunluğudurlar, neredeyse nüfusun beşte-üçüdürler. Gerçekteyse beşte-üçten fazladırlar. Dumada, ben, Ekaterinoslav guberniyasını (İl.-ç) temsil ediyorum. Ora halkının büyük çoğunluğu Ukraynalıdır. Şevçenko[70] onuruna düzenlenen anma törenlerinin yasaklanması, hükümet aleyhtarı propaganda açısından, şahane, istisnai denecek ölçüde hoşnutluk verici, müthiş bir girişim olmuştur. O kadar ki, hiçbir şey, hükümet aleyhinde bu kadar etkin bir propaganda sağlayamazdı. Sanırım, bizim en iyi propaganda yapan sosyal-demokratlarımızdan hiçbiri, bu kadar kısa bir süre içinde, hükümete muhalefet yaratmakta bu girişimin sağladığı müthiş başarıyı sağlayamazdı. Bu yasak kararından sonra milyonlarca ve milyonlarca alelade insan, kamusal bilinç taşıyan yurttaşlar haline dönüşmeye başladı ve "Rusya, bir uluslar hapisanesidir" sözündeki gerçeği görür oldu.
      Şimdi sağdaki partilerimizle ulusalcılarımız, "mazeppistler"e karşı şiddetle feryat ediyorlar. Ünlü Bobrinski'miz de, Ukraynalıları Avusturya hükümetinin zulmüne karşı öylesine [sayfa 144] görkemli bir demokratik aşkla savunuyor ki, görenler, onun Avusturya Sosyal-Demokrat Partisine katılmak istediğini sanır. Ama "mazeppizm"le kastedilen şey, Avusturya'ya doğru yanaşmak, Avusturya'nın siyasal sistemine öncelik vermekse, Avusturya'da Ukraynalılara zulmedildiğinden yakman, o zulme atıp tutan Bobrinski, "mazeppist”lerin hiç de en az önde gelenlerinden biri olmayacak. Düşünün, örneğin benim temsil ettiğim Ekaterinoslav guberniyasında oturan bir Rus Ukraynalı için, bunları duymak ya da okumak ne müthiş bir şeydir! Eğer Bobrinski'nin "bizzat kendisi", eğer ulusalcı Bobrinski, eğer kont Bobrinski, eğer eşraf Bobrinski, eğer fabrika sahibi Bobrinski, eğer en yüksek soylu tabakayla (hemen hemen tüm "çevre”yle) ilişkisi olan Bobrinski, çevresi çitle çevrilmiş Yahudi bölgeleri türünden, despot valilerin arzusuyla Yahudilerin utanç verici biçimde sürülmesi türünden, ya da okullarda ana dilin yasaklanması türünden şeylerin bulunmadığı Avusturya'da ulusal azınlıkların haksızlık ve zulümle yüzyüze bulundukları kanısındaysa, o zaman Rusya'daki Ukraynalılar için ne buyurulur? Rusya'daki öteki "bağımlı uluslar" için ne buyurulur?
      Sağcılar kadar, Bobrinski ve öteki ulusalcılar, Rusya'daki "bağımlı halklar"a, yani Rusya nüfusunun beşte-üçüne, Avrupa ülkeleri içinde en geri olan Avusturya'yla karşılaştırıldığı zaman bile Rusya'nın geri olduğu gerçeğini göstermiş olmuyorlar mı?
      Asıl nokta şu: Purişkeviç'ler tarafından yönetilen ya da Purişkeviç'lerin ayakları altında inleyen Rusya'da durum o ki, ulusalcı Bobrinski'nin sözleri, sosyal-demokrat propagandayı hayran olunası bir biçimde açıklıyor ve besliyor.
      Soylu fabrika ve toprak sahibi Bobrinski, bu yolda devam et; Avusturyalı ve Rus Ukraynalıları uyandırmamıza, aydınlatmamıza, harekete geçirmemize, kuşku yok, yardım ediyorsun! Ekaterinoslav'da, Ukraynalıların Rusya'dan ayrılmalarından yana başarılı bir propaganda yaptığı için birçok Ukraynalının kont Bobrinski'ye bir teşekkür mektubu göndermek istediklerini işittim. Hiç şaşırmadım. Bir yüzünde, Şevçenko'yu anma törenlerini yasaklayan ferman, öteki yüzünde Bobrinski'nin Ukraynalılardan yana sözlerinden alıntılar olan propaganda broşürleri gördüm. Bu broşürleri, Bobrinski'ye, Purişkeviç'e ve öteki bakanlara göndermelerini [sayfa 145] salık verdim.
      Purişkeviç'le Bobrinski, Rusya'yı demokratik bir cumhuriyete dönüştürmekte eşsiz birer kışkırtıcı. Kadetler dahil liberallerimiz ise, ulusal siyasetin belli temel sorunları üzerinde Purişkeviç'lerle anlaşma içinde olduklarını halktan gizlemeye çalışıyorlar. Herkesin bildiği gibi, ulusal bir siyaset güden içişleri bakanlığının bütçesi üzerinde konuşurken, Anayasacı Demokrat Partinin, içişleri bakanlığı yetkilileriyle böyle bir anlaşma içinde olduğunu belirtmeseydim, görevimi tam yapmış olmazdım.
      Gerçekten de —ılımlı bir dille söylersek— içişleri bakanlığına "muhalefet etmek" isteyenlerin, aynı zamanda, bu bakanlığın, Kadet kampındaki ideolojik dostlarını bilmesi gerekmez mi?
      Reç'in bir haberine göre, Anayasacı Demokrat Parti ya da "halkın özgürlüğü partisi" bu yıl 23-25 Mart tarihleri arasında olağan kurultayını St. Petersburg'da yaptı.
      "Ulusal sorunlar" diyor Reç (n° 83) "çok canlı ... bir biçimde tartışıldı. N. V. Nekrasov'la A. M. Kolyubakin'in desteklediği Kiev milletvekilleri, ulusal sorunun şimdiye kadar olduğundan daha azimle karşılanması gereken ve gelişmekte olan temel bir öğe olduğunu söylediler. Ancak F. F. Kokoşkin, gerek programın, gerek geçmiş siyasal deneyimin, "ulusal-topluluklar" için siyasal kaderi tayin hakkına ilişkin "esnek formüller"in dikkatle ele alınmasını gerektirdiğini söyledi.
      Konu üzerinde Reç'in açıklaması böyle. Gerçi bu açıklama, olabildiği kadar çok sayıda okuru karanlıkta tutmak üzere gayet dikkatli bir dille yazılmış, ama düşünen ve gözlem yeteneği olan herkes için, işin özü apaçık ortada. Kadetlere yakınlık gösteren ve onların görüşlerini dile getiren Kievskaya Mıysl,[71] Kokoşkirı'in konuşmasını şu yorumu ekleyerek haber veriyor: "Çünkü bu, devletin parçalanmasına yolaçabilir."
      Kuşku yok ki, Kokoşkin'in konuşmasının özü buydu. Kadetler arasında, Kokoşkin'in görüşleri, Nekrasov'larla Kolyubakin'lerin aşırı ölçüde çekingen demokrasi anlayışına bile egemen olmuştu. Kokoşkin'in görüşü, (Rusya'da azınlıkta oldukları halde) Büyük-Rusların ayrıcalıklarım, üstelik içişleri bakanlığıyla elele savunan ulusalcı Büyük-Rus liberal [sayfa 146] burjuvasının görüşüdür. Kokoşkin, içişleri bakanlığının görüşünü "teorik" olarak savunmuştur — işin özü, canalıcı noktası budur.
      Ulusal-toplulukların "siyasal kaderlerini tayin hakkını daha dikkatle ele almak"... "Devletin dağılmasına yol" açmamasına dikkat etmek — işte Kokoşkin'in ulusal siyasetinin özü budur. Bu siyaset, içişleri bakanlığının güttüğü siyasetin ana doğrultusuna tamı tamına uyuyor. Ancak, Kokoşkin'le öteki kadet önderler bebek değiller. "Kutsal dinlenme günü (Sabbath) insanlar içindir, insanlar kutsal dinlenme günü için değildir" sözünü pek iyi bilirler. Devlet halk içindir, halk devlet için değil. Kokoşkin'le öteki kadet önderler bebek değiller. Ülkemizde, devletin (aslında) Purişkeviç sınıf olduğunu bilirler. Devletin bütünlüğü, Purişkeviç sınıfın bütünlüğü demektir. İnsan onların siyasetinin özüne, diplomatik süslerini bir yana koyarak bakacak olursa, Kokoşkin'lerin kaygılarının ne olduğunu çok iyi görür.
      Sorunu gözler önünde canlandırabilmek için aşağıdaki basit örneği vereceğim. Bildiğiniz gibi Norveç, 1905 yılında, Norveç'e savaş tehdidinde bulunan İsveçli toprak sahiplerinin şiddetli itirazları arasında İsveç'ten ayrıldı. İyi bir talih eseri, İsveçli feodaller, Rusya'daki kadar güçlü değiller. Bu nedenle savaş olmadı. Azınlık nüfusuyla Norveç, feodallerle militarist partinin istediği biçimde değil, ama barışçıl, demokratik, uygar bir biçimde ayrıldı. Ne oldu? Bu halkın zararına mı oldu? Uygarlık, demokrasi, ya da emekçi sınıfın çıkarları, bu ayrılıştan zarar mı gördü?
      Asla! Gerek İsveç, gerek Norveç, Rusya'dan çok daha uygardırlar. Ulusal-toplulukların "siyasal kaderlerini tayin etmeleri" formülünü demokratik bir biçimde uygulamayı başardıkları için uygardırlar. Zorlayıcı bağların koparılıp atılması, hem dil açısından, hem başka bakımlardan birbirlerine çok yakın olan bu iki ulus arasında gönüllü iktisadi bağları, kültürel dostluğu ve karşılıklı saygıyı güçlendirmiştir. İsveç ve Norveç halklarının ortak çıkarları ve birbirlerine olan yakınlıkları, gerçekte, bu ayrılıktan kazançlı çıkmıştır, çünkü ayrılık zorlayıcı bağların koparılıp atılması demek olmuştur.
      Kokoşkin'le Anayasacı Demokrat Partinin, bizi "devletin dağılması" olasılığıyla korkutmaya çalışırken ve tüm [sayfa 147] uluslararası demokrasinin hiçbir kuşku göstermeksizin kabul ettiği apaçık bu formülü, ulusların "siyasal kaderlerini tayin etmeleri" formülünü "dikkatle idare etmemiz"de ısrar ederken, kesinlikle içişleri bakanlığının yanında yeraldıklarını, umarım bu Norveç örneği açıkça gözler önüne sermiştir. Biz sosyal-demokratlar, ulusalcılığın her türlüsüne karşıyız, demokratik merkeziyetçiliği savunuruz. Partikülarizme[6*] karşıyız. Bütün öteki koşullar eşit olduğu takdirde, iktisadi ilerlemenin ve proletarya ile burjuvazi arasındaki savaşımın sorunlarını, büyük devletlerin, küçük devletlerden daha etkin biçimde çözümleyebileceğine inanırız. Ama biz, ancak gönüllü bağlara değer veririz, zorlayıcı bağlara değil. Her nerede, uluslar arasında zorlayıcı bağlara tanık olursak, gerçi her ulus ayrılmak zorundadır diye bir görüşte direnmeyiz, ama her ulusun siyasal kaderi tayin hakkında, yani ayrılma hakkında kesinlikle ve kuvvetle direniriz.
      Bu hakkı tanımak, savunmak ve bu hak üzerinde direnmek demek, ulusların eşitliğinde direnmek demektir, zorlayıcı bağları tanımayı reddetmek demektir, hangi ulus olursa olsun herhangi bir ulusun devlette ayrıcalıkları olmasına karşı durmak demektir, değişik ulusların proletaryası arasında tam bir sınıf dayanışması ruhu yaratmak demektir.
      Zorlayıcı, feodal ve militarist bağların yerine gönüllü bağları koymak, değişik ulusların proletaryası arasındaki sınıf dayanışmasını güçlendirir.
      Her şeyin üstünde, halka yönelik özgürlüklerde ulusların eşitliğine değer veririz ve sosyalizm için...[7*]
      Ve Büyük-Rusların ayrıcalıkları konusunda direniriz. Hiçbir ulusa herhangi bir ayrıcalık yok, uluslar tam olarak eşit olmalıdır. Tüm ulusların işçileri birleşmeli kaynaşmalı-dır, deriz.
      Bundan onsekiz yıl önce, 1896'da, Londra'da yapılan İşçi ve Sosyalist Örgütler Enternasyonal kongresi, ulusal sorun konusunda, hem "halka yönelik özgürlükler", hem sosyalizm için izlenecek tek doğru yolu gösteren bir karar kabul etmiştir. O karar şöyle der: [sayfa 148]
      "Bu kongre, bütün ulusların kendi kaderlerini tayin hakkından yana olduğunu ilan eder ve askerî ve ulusalcı bir boyunduruğun ya da başka türlü bir mutlakiyet boyunduruğunun altında bulunan ülkeler işçilerine duyduğu yakınlığı (sympathy) dile getirir. Bu kongre, bütün bu ülkeler işçilerini, uluslararası kapitalizmin yenilgisi ve uluslararası sosyal-demokrasinin amaçlarının başarısı için birlikte savaşmak üzere, sınıf bilinci taşıyan dünya işçilerinin safına katılmaya çağırır."
      Biz de Rusya ulusları işçilerini, saflarını birleştirmeye çağırıyoruz. Çünkü ulusların eşitliğini ve halka yönelik özgürlükleri ancak böyle bir birlik güvence altına alabilir ve sosyalizmin çıkarlarını ancak böyle bir birlik sağlama bağlayabilir.
      1905 yılı, Rusya'da bütün ulusların işçilerini birleştirmiştir. Gericiler ulusal düşmanlığı kışkırtmaya çalışıyorlar. Bütün ulusal-toplulukların liberal burjuvazisi, hepsinin önünde de Büyük-Rus burjuvazisi, kendi ulusunun ayrıcalıkları için savaşıyor (örneğin Polonya kolosu[72] Polonya'daki Yahudilerin eşit haklara sahip olmasına karşı çıkıyor), ulusal ayrım için, kendi ulusunun tek olması için savaşıyor, böylece de bizim içişleri bakanlığımızın güttüğü siyasetin yürümesine yardım ediyor.
      Buna karşılık, işçi sınıfının önderliğindeki gerçek demokrasi, ulusların tam eşitliği ve sınıf savaşımlarında bütün uluslar işçilerinin birliği bayrağını yüce tutar. Bu açıdan biz, "kültürde ulusal özerklik" denen şeyi, yani belli bir devlet içinde eğitim işlerinin ulusal-topluluklara göre bölünmesini ya da eğitimin devletin elinden alınması ve ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal-topluluklara verilmesi önerisini reddederiz. Demokratik bir devlet, çeşitli bölgelerine, özellikle karma nüfuslu bölgelerine özerklik vermelidir. Bu tür bir özerklik, demokratik merkeziyetçilikle hiçbir biçimde çelişmez; tam tersine, karma bir nüfusu olan geniş bir devlette gerçek demokratik merkeziyetçilik, ancak bölgesel özerklikle mümkün olabilir. Demokratik bir devlet, yerli dillere tam bir özgürlük tanımak ve herhangi bir dilin bütün ayrıcalıklarını ortadan kaldırmak zorundadır. Demokratik bir devlet, bir ulusun başka bir ulusu, belli bir bölgede ya da kamu işlerinin herhangi bir dalında ezmesine ya da baskı altına [sayfa 149] almasına izin vermeyecektir.
      Eğitimin devlet elinden alınması ve ayrı ayrı örgütlenmiş ulusal-topluluklar arasında uluslara göre bölünmesiyse demokrasi açısından zararlıdır, proletarya açısındansa bir kat daha zararlıdır. Bu uluslar arasında ayrımcılık güdülmesini beslemekten başka bir şeye yaramaz. Oysa biz, ulusları birleştirmeye çalışmalıyız. Ayrımcılık, şovenizmin artmasına yolaçar. Oysa biz bütün ulusların işçilerini olabildiği ölçüde yakın bir birliğe getirmeye çalışmalıyız; her türlü şovenizme karşı, kendi ulusunu ayrı tutmaya dönük her türlü anlayışa karşı, ulusalcılığın her türlüsüne karşı ortak bir savaşım vermek üzere birleştirmeye çalışmalıyız. Bütün ulusların işçileri için tek bir eğitim siyaseti vardır: Yerli dilin özgürlüğü ve demokratik ve laik eğitim.
      Rusya'daki tüm siyasal sisteme karşı etkili bir propaganda yaptıkları ve Rusya'nın demokratik bir devlete dönüşmesinin kaçınılmazlığını ortaya koyan bir ibret dersi verdikleri için, sözümü, Purişkeviç'e, Markov Il'ye ve Bobrinski'ye şükranlarımı belirterek bitiriyorum. [sayfa 150]
   
  6 (19) Nisan 1914'ten sonra   Collected Works,
yazıldı.
İlk kez 1924'te
Proletarskaya Revolutsia, n° 3 (26)'te
yayınlandı.        vol. 20, s. 217-225.


 
 
 
 
ULUSAL EŞİTLİK

      PUT PRAVDİ, n° 48 (28 Mart) Dumadaki Rus sosyal-demokrat işçi grubu, ulusal eşitlik yasa tasarısının ya da resmî adıyla "Yahudilere Hiçbir Yetki Tanınmayışını ve Köken ve Bir Ulusa Bağlılık Temeline Dayalı Sınırlamaları Kaldırmayı Öngören Tasarı"nın metnini yayınladı.
      Rus işçiler, salt var olma ve geçimlerini sağlama savaşımının yarattığı dehşet ve karışıklık ortamında, Rusya'da yaşayan onmilyonlarca "bağımlı halk"ı inim-inim inleten ulusal baskı boyunduruğunu unutamazlar, unutmamalıdırlar. Egemen ulus —Büyük-Ruslar—toplam imparatorluk nüfusunun yüzde 45 kadarını oluşturuyor. Her 100 kişiden 50'yi aşkını "bağımlı halk"tır.
      Bu geniş nüfusun yaşam koşulları Ruslarınkinden daha kötüdür. [sayfa 151]
      Ulusal-topluluklara zulüm siyaseti, ulusları bölme siyasetidir. Aynı zamanda halkın kafasını düzenli olarak yozlaştırma siyasetidir bu. Kara-yüzlerin planı, çeşitli uluslar arasında karşıtlığı kışkırtmak, bilisiz, horlanmış yığınların kafasını zehirlemektir. Herhangi bir kara-yüzler gazetesini alın elinize, göreceksiniz ki, Rus-olmayan ulusların ezilmesi, bir yanda Rus köylüsü, Rus küçük-burjuvazisi ve Rus zanaatçısı, öte yanda Yahudi, Finli, Polonyalı, Gürcü ve Ukraynalı köylü, küçük-burjuva ve zanaatçı arasında karşılıklı güvensizlik tohumlarını ekmek, tüm kara-yüzler çetesi için ekmek ve su kadar önemlidir.
      Ancak işçi sınıfının gereksindiği şey, bölünme değil, birliktir. İşçi sınıfının en büyük düşmanı, onun düşmanlarının bilisiz yığınlar arasında ektikleri vahşice önyargılar ve boşinanlardır. "Bağımlı halklar"a zulüm, iki ağzı da kesen bir silahtır, hem "bağımlı halklar"ı, hem Rus halkını keser.
      İşte işçi sınıfı, hangi biçim altında olursa olsun ulusal-topluluklara zulmedilmesine, bu nedenle sert bir biçimde karşı çıkmalıdır.
      İşçi sının, dikkatini Rus-olmayanların üzerine saldırmaya çekmek isteyen kara-yüzlerden gelme kışkırtmaları, tam eşitlik gereğine, herhangi bir ulusun sahip olduğu her türlü ayrıcalığın tam ve kesin biçimde reddi gereğine duyduğu inancı dile getirerek karşılamalıdır.
      Kara-yüzler, Yahudilere karşı özellikle zehirli bir nefret kampanyası yürütüyorlar. Purişkeviç'ler bütün günahlarını Yahudilerin sırtına yüklemeye çalışıyorlar.
      Dumadaki RSDİ grubu, tasarısında, Yahudilere yetki tanınmayışı olayına ağırlık vererek, bu bakımdan çok yerinde bir iş yapmıştır.
      Okullar, basın, parlamento kürsüsü — her şey, her şey, Yahudilere karşı bilisiz, vahşice, kısır bir nefret yaratmak için kullanılmaktadır.
      Bu kirli ve alçakça işi, yalnızca kara-yüzler denen ayaktakımı değil, ama onların yanısıra gerici profesörler, araştırmacılar, gazeteciler ve Duma üyeleri de yapıyor. Halkın zihnini bulandırmak için milyonlarca, milyarlarca ruble harcanıyor.
      Rus işçilerin, ulusal-topluluklara baskıya karşı olan bu tasarıyı, onbinlerce proleterin imzasıyla ve bildirileriyle [sayfa 152] desteklemeleri, onlara onur kazandırır... Hangi ulustan olduklarına bakmaksızın tüm Rusya işçilerinin tam birliğini ve kaynaşmasını pekiştirmenin en iyi yolu budur. [sayfa 153]
   
  Put Pravdi, n° 62,   Collected Works,
16 Nisan 1914  vol. 20, s. 237-238


 
 
 
 
ULUSLARIN EŞİTLİĞİ VE ULUSAL
AZINLIKLARIN HAKLARININ
KORUNMASI HAKKINDA TASARI[73]

      1. Rusya'nın kırsal ve kentsel yönetim birimlerinin (köyler, volostlar, uyezdler, guberniyalar, kasabaların kesim' ve bölümleri, dış mahalleler, vb.) sınırları, bugünkü ekonomik koşullar ve nüfusun ulusal bileşimi hakkındaki kayıtlar temel alınarak gözden geçirilecektir.
      2. Bu kayıtlar, genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla ve nispi temsil esası çerçevesinde seçilecek kurullar tarafından tutulacaktır; (nispi temsil esası çerçevesinde) bir kurul üyesi seçemeyecek kadar küçük olan ulusal azınlıklar, istişari görev yapacak olan bir kurul üyesi seçeceklerdir.
      3. Yeni sınırlar, ülkenin merkez parlamentosunca onaylanacaktır.
      4. Hiçbir ayrım yapmaksızın ülkenin her yöresinde, genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla ve nispi temsil esası çerçevesinde [sayfa 154] seçilmiş yerel özyönetim kurulacaktır; özel yer konumsal ya da iktisadi koşullar ve yaşam koşulları altında bulunan ya da nüfus bileşimi özellik gösteren bölgeler, özerk bölge olma ve özel bölge diyeti seçme hakkına sahip olacaktır.
      5. Özerk diyetlerin ve yerel özyönetimlerin yetki sınırları, ülkenin merkez parlamentosunca kararlaştırılacaktır.
      6. Devletteki bütün uluslar mutlak olarak eşittir; herhangi bir ulusa ya da sahip olduğu dile her türlü ayrıcalık anayasaya aykırı sayılır ve hiçbir biçimde kabul edilmez.
      7. Belli bir bölgede ya da çevrede, devlet ve kamu işlerinin yürütülmesinde hangi dilin kullanılacağına yerel özyönetim kurumları ve özerk diyetler karar verecektir; ancak bütün ulusal azınlıklar, eşitlik ilkesi temeline dayalı olarak kendi dillerinin mutlak biçimde korunmasını isteme hakkına, örneğin devletten ve kamu kuruluşlarından, onlara hitabedilen dilde karşılık alma hakkına, vb. sahip olacaklardır. Ulusal azınlıkları da kapsayan dillerin eşitliği ilkesini ihlal eden zemstvolar, kentler, vb. tarafından parasal, yönetsel, yasal alanlarda ve öteki alanlarda alınmış kararlar ve önlemler geçerli sayılmayacak ve nerede oturursa otursun, devletin herhangi bir yurttaşınca yapılacak itiraz üzerine iptal edilecektir.
      8. Devletin, kırsal ya da kentsel her özyönetim birimi, nüfusun kültürel ve eğitsel gereksinmeleri için yapılacak harcamaları kent ve zemstvo kurumlarının denetim ve yönetimi altında tümüyle ve özerk olarak gözetmek üzere, genel, doğrudan, eşit ve gizli oyla ve nispi temsil esası çerçevesinde eğitim kurulları seçecektir.
      9. Karma nüfuslu bölgelerde eğitim kurullarının üye sayısı yirmiden az olmayacaktır. Bu sayı, özyönetim kurullarınca ve özerk diyetlerce artırılabilir. Ulusal azınlığın, nüfusun yüzde 5'ine kadar çıktığı bölgeler karma nüfuslu sayılır.
     
      10. Bir özyönetim biriminde, nispi temsil esası çerçevesinde, eğitim kuruluna bir üye seçemeyecek kadar küçük olan her ulusal azınlık, kurula istişari yetki taşıyan bir üye seçme hakkına sahip olacaktır.
      11. Belli bir bölgede, ulusal azınlıkların kültürel ve eğitsel gereksinimlerine harcanan paranın, genel harcama içindeki payı, ulusal azınlıkların o bölgede tüm nüfus içindeki oranından daha az olmayacaktır. [sayfa 155]
      12. Devletin her yöresinde her on yılda bir, yurttaşların kullandığı yerel dili dikkate alan bir nüfus sayımı yapılacaktır; karma nüfuslu bölge ve çevrelerde nüfus sayımı her beş yılda bir yapılacaktır.
      13. Eğitim kurullarınca alman ve ulusların ya da bölge halkınca kullanılan dillerin tam eşitliğini ya da kültürel ve eğitsel harcamaların ulusal azınlıkların nüfus içindeki oranıyla uyuşumlu olması ilkesini ihlal eden tüm karar ve önlemler geçersiz sayılacak ve her nerede oturursa otursun herhangi bir yurttaşın itirazı üzerine iptal edilecektir. [sayfa 156]
   
  6 (19) Mayıs 1914'den sonra yazıldı.      Collected Works,
İlk kez 1937de Lenin Miscellany XXX’da yayınlandı. vol. 20, s. 281-283.




Dipnotlar


[2*] Collected Works, vol. 18, s. 427-29'a bakınız. -Ed. 
[3*] Bkz: Collected Works, vol. 18, s. 461 ve vol. 19, s 427-29. -Ed. 
[4*] Bkz: Collected Works, vol. 20, s. 20-21. -Ed. 
[5*] Yazının bu noktalardan sonra gelen sayfaları bulunamamıştır. -Ed. 
[6*] Bir partiye, bir hizbe, bir ulusa özel bir bağlılık gösterme. Bir imparatorluk ya da federasyon içindeki her devletin kendi hükümetine, kendi yasalarına, kendi haklarına sahip olmakta özgür bırakılması ilkesi. -ç. 
[7*] Elyazmasının bundan sonraki iki sayfası bulunamamıştır. -Ed.



Bu Blogda Ara