Rosa Luxemburg
5 Mart 1871-15 Ocak 1919

Roza Luxemburg cesaretli ve kararlı bir devrimciydi, revizyonizme ve reformizme karşı yorulmak bilmez bir mücadeleciydi. Uzlaşmaz ve dik duruşlu değerli bir teorisyendi. Parti okulunda uzun yıllar süren öğretmenlik faaliyetinin yanı sıra çok sayıda yazı yazdı, Karl Liebknecht ile birlikte "Kızıl Bayrak" gazetesini çıkardı ve Almanya ve Polonya işçi sınıfı partilerinin önde gelen üyesiydi

5 Mart 1871'de Rozalina (Roza) Polonya'nın Rusya kısmında doğdu. Daha 19 yaşındayken, siyasal faaliyetinden dolayı yurtdışına gitmek zorunda kalmıştı. İsviçre'de okudu ve doktorasını yaptı ve Polonya İşçi Partisinin önde gelen üyesi olarak siyasal faaliyetlerini sürdürdü.
20. Yüzyılın başında Almanya'ya taşındı, Alman işçi sınıfının mücadelelesine aktif katıldı. 1898'de Almanya Sosyal demokrat Parti (SPD) üyesi oldu.

E. Bernstein revizyonizminin uzlaşmaz eleştiricilerinden birisiydi. Onun revizyonizmini yazılarında teşhir etti. Sonraki dönemde revizyonizme karşı uzlaşmaz tutumunu dönek Kautsky ile tartışmalarda yeniden kanıtladı.
Sık sık hapis cezasına çarptırıldı ve uzun dönem zindanlarda kaldı.

Çok şeyi doğru analiz etmesine rağmen, bazı noktalarda yanıldı. Yazılarında kendiliğindenci hareketi abarttığı ve partiyi, bilinçli unsuru küçümsediği görülmektedir. Bu bakış tarzı, oportünistlerle örgütsel ayrılıkta ve bağımsız bir komünist partisinin kurulmasında geç kalmışlığında bir neden olabilir. Politik ekonomi alanında da yazılarında hatalı değerlendirmeler vardı. Kapitalizmin kendiliğinden çökeceği anlayışından hareket ediyordu. Bu teorik hatalara rağmen Roza Luxemburg, Alman ve uluslararası işçi sınıfının önde gelen önderlerinden birisiydi.

Burjuvazi, proleter yığınlar içinde kök salmış Roza Luxemburg gibi işçi sınıfı önderlerinin ne denli tehlikeli olabileceklerini çok iyi biliyordu ve bu nedenle onlara karşı her türden aracı kullanarak mücadele ediyordu. Kapitalist düzeni sarsan Kasım devriminden ve arkasından gelen Ocak ayaklanmasından sonra açık katliamlar gerçekleştirmekten de çekinmemeye başladılar. "Önderlerini vur" yazılı afişler her tarafa yayıldı ve proletaryanın önderleri avına çıkıldı. SPD'nin doğrudan katılımıyla 15 Ocak 1919'da Roza Luxembung Karl Liebknecht ile birlikte kaçırıldı ve katledildi. Cesetleri Landwehr Kanalı'na atıldı. Aylarca bulunamadı. Ama Roza Luxemburg'u kaybetme planı tutmadı. Onun anısı bugün daha canlıdır.



Martinik
Mayıs 1902


Üzerinde duman tüten yıkıntı dağları, parçalanmış ceset yığınları, baktığınız her yerde buhar ve duman tüten bir ateş denizi, çamur ve küller; çırpınan bir kırlangıç gibi volkanın kayalık yamacına konmuş kıpır kıpır küçük şehirden tüm kalanlar işte bunlar. Öfkeli dev, bu insan cüretine, iki bacaklı cücelerin kör kendini beğenmişliğine karşı bir süredir gürleyip köpürüyordu. Gazabında bile iyi yürekli, vefalı olan bu dev, ayaklarına çıkmış sürünen bu fütursuz yaratıkları uyarıyordu. Dumanlar çıkarıyor, ateşten bulutlar kusuyordu, bağrında fokurtular, kaynamalar ve tüfek mermileri ve top gümbürtüsü gibi patlamalar oluyordu. Fakat insanın kaderine hükmeden yeryüzünün efendileri, kendi bilgeliklerine sarsılmaz bir inanç duyuyorlardı.

Hükümet tarafından gönderilen komisyon, ayın 7’sinde St. Pierre’in endişeli halkına gökyüzü ve yeryüzünde her şeyin yolunda olduğunu duyurdu. Her şey yolunda, endişeye mahal yok! –tıpkı, devrimci volkanın kraterinde ateşten lav korkunç patlama için toplanırken, XVI. Louis’nin dans sarhoşu salonlarındaki Tenis Kortu Yemininin arifesinde söyledikleri gibi. Her şey yolunda, her yerde huzur ve sükûnet! –tıpkı 50 yıl önceki Mart patlamasının arifesinde, Viyana ve Berlin’de söyledikleri gibi. Martinik’in yaşlı, cefakeş devi, saygıdeğer komisyonun raporlarına aldırış etmedi: 7’sinde halkın içi vali tarafından rahatlatıldıktan sonra, 8’i sabahı erken saatlerde patladı ve birkaç dakika içinde valiyi, komisyonu, halkı, evleri, sokakları ve gemileri, öfkeli kalbinin ateşten soluğu altına gömdü.

Eser tamdı. 40 bin can yok oldu, bir avuç titrek mülteci kurtuldu –yaşlı dev huzur içinde gürleyip kabarabilir, zira artık kudretini göstermiştir, gücünün başlangıçta hiçe sayılmasının öcünü korkunç bir şekilde almıştır.

Ve şimdi, Martinik’de yok olmuş kentin kalıntılarına, bilinmeyen, daha önce hiç görülmemiş, yeni bir konuk geliyor: insan. Efendiler ve köleler değil, Siyahlar ve beyazlar değil, zengin ve yoksul değil, çiftlik sahipleri ve ücretli köleler değil: yerle bir olmuş küçük adada insanlar ortaya çıktı, yalnızca acıyı hisseden ve felâketi gören, yalnızca yardım etmek ve imdada yetişmek isteyen insanlar. Yaşlı Pelee Dağı bir mucize yaratmıştı! Fashoda günleri unutulmuş, Küba anlaşmazlığı unutulmuş, “la Revanche” unutulmuştu; Fransızlar ve İngilizler, çar ve Washington Senatosu, Almanya ve Hollanda para yardımında bulunuyor, telgraflar gönderiyor, yardım eli uzatıyorlar. Doğanın yakıcı nefretine karşı halkların kardeşliği, insan uygarlığının yıkıntıları üzerinde hümanizmin yeniden dirilişi. İnsanlıklarını hatırlamalarının bedeli yüksekti, fakat gürleyen Pelee Dağı’nın sesi onları kulak vermeye zorladı.

Fransa küçük adadaki 40 bin ceset için gözyaşı döküyor ve tüm dünya Ana Cumhuriyetin gözyaşlarını silmek için telâş ediyor. Ama o halde Fransa nasıl olup da yüzyıllar önce Küçük ve Büyük Antiller için sel gibi kan dökmüştü? Afrika’nın doğu kıyısı açıklarındaki denizde volkanik bir ada uzanır: Madagaskar. Bugün kaybettiği çocukları için gözyaşı döken acılı Cumhuriyetin, 50 yıl önce orada direngen yerli halka zincirlerle ve kılıçla nasıl boyun eğdirdiğini gördük. Orada volkan patlaması olmamıştı: Fransız toplarının ağzı ölüm ve yıkım kusuyordu; Fransız topçu birliklerinin açtığı ateş, özgür bir halk yere serilip, “vahşi adamlar”ın esmer kraliçesi ganimet olarak “Işık Şehri”ne götürülene kadar, binlerce gencecik insanın yaşamını yeryüzünden sildi.

Okyanus dalgalarıyla yıkanan Asya kıyılarında, gülümseyen Filipinler uzanır. Altı yıl önce iyiliksever Yankileri gördük, Washington Senatosu orada işbaşındaydı. Orada yığınlarca insanı yok eden, ateş kusan dağlar değil Amerikan tüfekleriydi; bugün yıkıntıların arasından tatlı dille hayat çıkarmak için Martinique’e birbiri ardına binlerce altın dolar gönderen şeker karteli Senato, ölüm ve yıkım saçmak için Küba’ya birbiri ardına toplar, savaş gemileri, milyonlarca altın dolar gönderiyordu.

Dün, bugün –Martinique’de çocukların annelerini, ana-babaların çocuklarını kurtaran aynı İngilizlerin, sadece birkaç yıl önce, kendi emeğiyle geçinen barış ve sükunet içindeki küçük bir halkın yaşadığı güney Afrika açıklarında nasıl büyük bir felâket yarattıklarını gördük: orada, önlerinde ve arkalarında uzanan kan, ölüm ve ıstırap gölü içinde yürüyen vahşi askerlerin, postallarla insan vücutları ve çocuk cesetleri üzerinde tepindiklerini gördük.

Ah, bir de Ruslar var, kurtarıcı, yardımsever, ağlayan Tüm Rusların Çarı –eski bir tanıdık! Sizi ılık Polonyalı kanının dereler halinde aktığı ve gözyüzünün kan buharından kızıla dönüştüğü Praga mahallelerinde görmüştük. Ama bunlar eski günlerdi. Hayır! Şimdi, sadece birkaç hafta önce siz hayırsever Rusları tozlu yollarınızda, harabeye dönmüş Rus köylerinde, pejmürde kılıklı, çılgınca tahrik olmuş, homurdanan kalabalıkla göz gözeyken gördük; top ateşi ortalığı sarsıyor, güçlükle nefes alan mujikler yere düşüyor, kızıl köylü kanı yolun tozuna karışıyordu. Onlar ölmeliydiler, onlar düşmeliydiler, çünkü vücutları açlıktan iki büklüm olmuştu, çünkü ekmek, ekmek diye bağırıyorlardı!

Ve sizi de görmüştük Ana Cumhuriyet, siz gözyaşı damıtıcısını. 23 Mayıs 1871’di: parlak bahar güneşi Paris üzerinde ışıldıyordu; iş elbiseleri içindeki benzi solmuş binlerce insan, caddelerde, hapishane avlularında, beden bedene, baş başa istiflenmişti; mitralyözler kana susamış ağızlarını duvarlardaki mazgallardan içeri sokmuşlardı. Hiçbir volkan patlamadı, hiçbir lav seli akmadı. Sizin toplarınız, Ana Cumhuriyet, sımsıkı istiflenmiş kalabalığa döndürülmüştü, acı çığlıklar havayı yarıyordu; 20 binden fazla ceset Paris kaldırımlarını kaplamıştı!

Ve hepiniz –ister Fransız ister İngiliz, ister Rus ister Alman, ister Amerikan ister İtalyan– sizleri daha önce, kardeşçe uyum içinde, büyük bir uluslar topluluğunda birleşmiş halde, birbirinize yardım edip ve yol gösterirken gördük: Çin’de. Orada da kendi aranızdaki tüm kavgaları unutmuştunuz, orada da bir halklar barışı yapmıştınız; karşılıklı cinayet ve kundaklamalar için. Saç örgüleri nasıl da, sağanağın dövdüğü olgunlaşmış hububat tarlası gibi, mermilerinizden önce sıralar halinde düştüler! Feryat eden kadınlar nasıl da, arzulu sarılışlarınızın işkencelerinden kaçarken, soğuk kollarında ölüleriyle suya gömüldüler!

Ve bunların hepsi şimdi Martinik’e el atmış durumdalar, yine tek yürek ve tek beyinler; yardım ediyorlar, kurtarıyorlar, gözyaşlarını siliyorlar ve felâket getiren volkanı lanetliyorlar. Pelee Dağı, yüce gönüllü dev, gülebilirsin; bu hayırsever katillere, gözyaşı döken bu etoburlara, Samiriyeli kılığındaki bu hayvanlara iğrenerek bakabilirsin. Ama bir gün gelecek başka bir volkanın gümbürdeyen sesi yükseltecek: fokurdayan ve kaynayan bir volkan, isteseniz de istemeseniz de, yeryüzünden tüm sahte sofuluk taslayan, kan lekeli kültürü süpürüp atacak. Ve ancak onun kalıntıları üzerinde uluslar gerçek insanlık halinde bir araya gelecekler ve onun da kör, ölü doğadan başka ölümcül bir düşmanı olmayacak.


--------------------------------------------------------------------------------


[*] Bu makale, 1902 Mayısında St. Pierre’de (Fransız sömürgesi olan Martinik adasında bir şehir) meydana gelen volkanik patlamanın ardından kaleme alınmıştır. Martinik, Venezuela’nın kuzey açıklarındaki Küçük Antil adalardan birid



Toplumun Sosyalizasyonu
Aralık 1918

Şu anda başlamış olan proletarya devriminin sosyalizmi gerçekleştirmekten başka bir amacı ve sonucu olamaz. İşçi sınıfı her şeyden önce tüm politik devlet gücünü eline geçirmek için çaba sarf etmelidir. Ne var ki politik güç biz sosyalistler için sadece bir araçtır. Bu gücü uğrunda kullanmamız gereken amaç ise, tüm ekonomik ilişkilerin kökten değişimidir.

Bugün tüm zenginlikler –madenler, işyerleri ve fabrikalar olduğu kadar en büyük ve en iyi gayrimenkuller de– birkaç Junker’in ve özel kapitalistin elinde. İşçilerin büyük kısmı, çok çalışma karşılığında, bu Junkerlerden ve kapitalistlerden, yaşayacakları cüzi bir ücret alıyorlar. Bugünkü ekonominin gayesi az sayıda aylağın zenginleşmesidir.

Bu gidişe dur denmeli. Bütün toplumsal zenginlik, derinlerde gizlenen ve yüzeydeki tüm doğal kaynaklarıyla toprak, tüm fabrikalar ve işyerleri sömürgenlerin ellerinden alınmalı ve insanlığın ortak mülkiyetine geçmelidir. Gerçek bir işçi hükümetinin ilk görevi, bir dizi kararnameyle en önemli üretim araçlarının ulusal mülk olduğunu ilan etmek ve onları toplumun kontrolüne vermektir.

Fakat asıl ve en zor vazife bundan sonra başlıyor: ekonominin tamamen yeni temeller üzerinde yeniden inşası.

Halihazırda her işletmede üretim tek tek kapitalistlerin kendi inisiyatifine göre yürütülüyor. Neyin ne şekilde üretileceği, üretilen malların nerede, ne zaman ve nasıl satılacağı sanayici tarafından belirleniyor. İşçiler tüm bunları görmüyor, onlar sadece görevini yerine getirmesi gereken canlı makineler.

Sosyalist bir ekonomide bu tamamen farklı olmak zorundadır! Özel işveren ortadan kalkacaktır. O zaman üretim bir bireyin zenginleşmesi için değil, halkın çoğunluğunun her türlü ihtiyacını karşılayacak araçların sağlanması için yapılacaktır. Fabrikalar, işyerleri ve tarımsal işletmeler, buna uygun olarak, yeni bir bakış açısıyla yeniden organize edilmelidir:

İlk olarak: eğer üretimin amacı herkes için güzel bir hayat, bol yiyecek ve diğer kültürel geçim araçlarını sağlamak ise, o zaman emek verimliliğinin bugün olduğundan çok daha yüksek olması gerekir. Toprak çok daha fazla ürün vermeli, fabrikalarda en ileri teknoloji kullanılmalı, sadece en verimli kömür ve maden ocakları işletilmeli, vs. Dolayısıyla sosyalizasyon her şeyden önce sanayi ve tarımdaki büyük işletmelere yayılacaktır. Biz küçük çiftçinin ve zanaatkârın elinden zar zor geçindiği küçük toprak parçasını ve atölyeyi almak istemiyoruz ve buna ihtiyacımız da yok. Onlar zamanla bize gönüllü olarak katılacaklar ve sosyalizmin özel mülkiyete göre değerini kabul edecekler.

İkinci olarak; toplumdaki herkesin zenginliklerden yararlanabilmesi için herkes çalışmak zorundadır. Ancak eli ve beyni ile topluma yararlı işler gerçekleştiren kişiler, kendi ihtiyaçlarını karşılayacak araçları toplumdan alma hakkını kazanabilirler. Birçok zengin sömürücünün şu an sürdürdüğü hazır yiyici hayat sona erecek. Küçük çocuklar, yaşlı ve hastalar dışında, çalışabilecek herkes için genel çalışma zorunluluğu sosyalist ekonomide olmazsa olmaz bir husustur. Toplumun geri kalan büyük çoğunluğu, çalışamayacak durumda olan bu insanların bakımını –bugünkü değersiz sadakalarla değil, cömert koşullarda– derhal sağlamak, çocukların kamusal bakımını, yaşlıların zevk alacakları bir bakımı, hastalar için kamusal sağlık bakımını vs. üstlenmek zorundadır.

Üçüncü olarak, aynı bakış açısıyla, yani toplumun genel refahı için, hem üretim araçlarının hem de işgücünün idaresinde hassas ve tutumlu olunmalıdır. Bugün nereye gidersek gidelim göreceğimiz israf sona erdirilmelidir. Doğal olarak sosyalist toplumun cinayet silahlarına ihtiyacı olmadığı için tüm savaş ve mühimmat sanayii ortadan kaldırılmalı ve bunun yerine buralarda kullanılan değerli malzeme ve insan emeği yararlı ürünler için istihdam edilmelidir. Aylak zenginler için her türlü gösterişli malı üreten lüks tüketim malları sanayileri de özel hizmetçilikle birlikte ortadan kalkmalıdır. Buralara bağlanan bütün insan emeği için daha değerli ve yararlı bir iş bulunacaktır.

Eğer bu şekilde herkesin herkes için, kamu yararı ve çıkarı için çalıştığı bir işçi toplumu kurarsak, işin kendisinin çok farklı bir şekilde organize edilmesi gerekir. Bugün sanayide, tarımda ve ofisteki iş, proleterler için çoğunlukla işkence ve yüktür. İnsanlar işe sadece gitmek zorunda olduğu için gidiyorlar, zira aksi takdirde geçim araçlarını elde edemezler. Herkesin beraberce kendi refahları için çalıştığı sosyalist toplumda, işgücünün çalışma hayatındaki sağlığı ve çalışma şevki en önemli şeydir. Herkesin üzerine düşeni yaparken iyi vakit geçirebilmesi için, normal kapasiteyi aşmayan kısa çalışma saatleri, sağlıklı iş mekânları, her türden rehabilitasyon yöntemi ve iş çeşitliliği hayata geçirilmelidir.

Fakat bütün bu reformlar uygun bir insan malzemesine gereksinim duyar. Halihazırda kapitalist, onun ustabaşısı veya gözetmeni elinde kırbacı ile işçilerin başında durmaktadır. Açlık, proleterleri Junker veya büyük çiftçi için çalışmak üzere fabrika veya büroya yöneltiyor. İşverenler zamanın boşa harcanmamasına, malzemenin israf edilmemesine ve hem iyi hem de verimli iş çıkarılmasına dikkat eder.

Sosyalist toplumda eli kırbaçlı sanayicilerin varlığı sona erer. İşçiler kendi refahı ve yararı için çalışan özgür ve eşit insanlardır. Yani kendi başlarına, kendi inisiyatifleriyle çalışırlar, kamu varlıklarını israf etmezler ve en güvenilir ve dikkatli işi çıkarırlar. Her sosyalist kuruluş, kuşkusuz, ne yaptığını tam olarak bilen ve işlerin düzgün ilerlemesini, en iyi işbölümünün ve en yüksek verimliliğin elde edilmesini sağlayacak direktifler verebilen teknik yöneticilere ihtiyaç duyar. Artık mesele bu emirlere gönüllü olarak eksiksiz uymakta, disiplin ve düzeni sağlamakta ve zorluklara ve karışıklıklara yol açmamaktadır.

Kısaca, sosyalist ekonomide işçi, açlığın kırbacı olmadan, kapitalist ve köle yöneticisi başında durmadan da, düzenli ve çok çalışabileceğini, disiplini koruyabileceğini ve elinden gelenin en iyisini yapabileceğini göstermek zorundadır. Bu da iç disiplin, entelektüel olgunluk, yüksek ahlâk, dürüstlük ve sorumluluk duygusu, proleterin tam anlamıyla bir iç yeniden doğuşunu gerektirir.

Sosyalizmi tembel, uçarı, egoist, düşüncesiz, kaygısız insanlarla gerçekleştiremezsiniz. Sosyalist bir toplumun, kendi bulunduğu yerden, genel refah için tutku ve hevesle dolu, yoldaşı insanlar için fedakârlık ve duygudaşlıkla dolu, en zoru gerçekleştirmeye kalkışacak cesaret ve kararlılıkla dolu insanlara ihtiyacı vardır.

Bununla birlikte, böyle bir insan türünün gelişmesi için onlarca yıl ya da bir asır beklememize gerek yok. Şu anda, mücadelede ve devrimde, proleter kitleler gerekli idealizmi öğreniyorlar ve kısa sürede entelektüel olgunluğa erişecekler. Devrimi gerçek anlamda zafere ulaştırabilmemiz için aynı zamanda cesaret ve dayanıklılığa, içsel berraklık ve fedakârlığa ihtiyacımız var. Bizler bugün devrime yatkın savaşçıları yetiştirirken aynı zamanda yeni bir düzenin asli unsuru olarak gerekli olan geleceğin sosyalist işçilerini de yaratmış oluyoruz.

Özellikle işçi sınıfı gençliği bu vazifeler için yeterince niteliklidir. Gelecek nesil olarak, büyük bir olasılıkla, şimdiden sosyalist ekonominin gerçek temellerini oluşturmuş durumdalar. Onun işi, artık, insanlığın geleceğinin taşıyıcısı olma yüce misyonunu üstlenecek güçte olduğunu göstermektir. Koskoca bir eski dünya hâlâ devrilmeyi ve tamamen yeni bir tanesiyse inşa edilmeyi bekliyor. Fakat biz bunu yapacağız değil mi genç arkadaşlar? Yapacağız! Tıpkı şarkıda söylendiği gibi:

Kuşlar kadar özgür olmak için,

Sayemizde boy veren şeyler hariç,

Elbette hiçbir eksiğimiz yok, karıcığım, çocuğum:

Sadece zaman!




1 Mayıs'ın Kökenleri Nedir?
Şubat 1894


Bir proleter bayram gününü, sekiz saatlik iş gününü elde etme aracı olarak kullanma düşüncesi ilk kez Avustralya'da doğdu. Avustralyalı işçiler, 1856'da, sekiz saatlik işgünü lehinde gösteriler yaparak, toplantılar ve eğlenceler düzenleyerek, hep birlikte bir günlük iş bırakmaya karar verdiler. Bu kutlamanın yapılacağı gün olarak da 21 Nisan tarihi saptandı. Avustralyalı işçiler bu kararı, yalnızca 1856'da uygulamaya niyetlenmişlerdi. Ama bu ilk kutlamanın Avustralyalı proleter kitleler üzerinde çok büyük etkisi oldu, onları canlandırıp yeni bir heyecana yol açtı ve bu kutlamanın her yıl tekrarlanmasına karar verildi.

Gerçekten işçilere, kendi kendilerine kararlaştırdıkları bir anda, kitle halinde işi bırakmaktan daha fazla cesaret ve kendi gücüne güven duygusunu ne verebilirdi? Fabrikaların ve atölyelerin ebedi kölelerine, kendi öz birliklerini toplamaktan daha fazla ne cesaret verebilirdi? Böylece, proleter bir kutlama günü düşüncesi hızla benimsendi ve Avustralya'dan diğer ülkelere yayılmaya başladı, ta ki sonunda tüm proleter dünyayı fethedene dek.

Avustralyalı işçilerin örneğini ilk izleyen Amerikalılar oldu. 1886'da l Mayıs'ın evrensel bir iş bırakma günü olmasına karar verdiler, l Mayıs'ta 200 bin Amerikalı işçi iş bıraktı ve 8 saatlik işgünü talebinde bulundu. Daha sonra uygulanan polisiye ve yasal baskılarla, işçilerin bu ölçekte bir gösteriyi tekrarlaması birkaç yıl engellendi. Yine de 1888'de bu yolda yeniden karar aldılar ve gelecek gösterinin l Mayıs 1890'da olmasını kararlaştırdılar.

Bu sırada Avrupa'daki işçi hareketi de güçlendi ve canlandı. Bu hareketin en güçlü ifadesi, 1889'da toplanan Uluslararası İşçiler Kongresi oldu. 400 delegenin katıldığı bu Kongrede, sekiz saatlik işgünü talebinin en başta yer alması gerektiği yolunda karar alındı. Bunun üzerine Fransız sendikalarının temsilcisi, Bordeaux'lu işçi Lavigne, bu talebin tüm ülkelerde evrensel bir iş bırakma ile dile getirilmesini teklif etti. Amerikan işçilerinin temsilcisi, yoldaşlarının l Mayıs 1890'da grev yapılması yolunda aldığı karara dikkat çekti ve Kongre bu tarihte uluslararası bir proletarya gününün kutlanmasına karar verdi.

Otuz yıl önce Avustralyalı işçiler, aslında yalnızca bir günlük kutlama düşünmüşlerdi. Kongre, tüm ülkelerin işçilerinin, l Mayıs 1890'da sekiz saatlik işgünü için, hep birlikte gösteriler yapmasını kararlaştırdı. Kimse bu kutlamanın daha sonraki yıllarda da tekrarlanmasından söz etmedi. Doğal olarak, kimse, bu düşüncenin bir şimşeğin çakışı gibi başarı kazanacağını ve işçi sınıfı tarafından kısa zamanda benimseneceğini önceden göremezdi. Bununla birlikte, l Mayıs'ın her yıl kutlanacak sürekli bir kurum haline getirilmesinin gerekliliğini herkesin kavraması ve hissetmesi için, l Mayıs'ın yalnızca bir kez kutlanması yeterli oldu.

İlk l Mayıs'ta sekiz saatlik işgününün uygulanması talep edildi. Ama bu hedefe ulaşıldıktan sonra da, l Mayıs'ın kutlanmasına son verilmedi. İşçilerin burjuvazi ve egemen sınıf karşısındaki mücadelesi devam ettiği sürece, ve tüm talepleri karşılanmadığı sürece, l Mayıs, işçi sınıfının bu taleplerinin her yıl dile getirildiği gün olacaktır. Ve daha iyi günler doğduğunda, dünya işçi sınıfı kurtulduğunda, büyük bir olasılıkla insanlık o zaman da l Mayıs'ı, geçmişte verilen zorlu mücadelelerin ve çekilen acıların anısına yine kutlayacaktır.



1 Mayıs Düşüncesi İlerliyor
1 Mayıs 1913

Emperyalizmin vahşi taşkınlıkları arasında, dünya proletaryasının bayramı yirmi dördüncü kez kutlanıyor. 1 Mayıs’ın kutlanması yolunda bir çağ açan kararın alınmasından bugüne kadar geçen çeyrek yüzyıl içinde meydana gelen olaylar, tarihin akışında önemli bir evreyi oluşturuyor. 1 Mayıs gösterileri ilk kez yapılmaya başlandığında, Enternasyonal'in öncüsü olan Alman işçi sınıfı da, aşağılık bir olağanüstü yasanın (Anti Sosyalist yasa) zincirlerini kırıyor ve özgür, yasal bir gelişme yoluna giriyordu. Dünya pazarında 1870'lerdeki bunalımı izleyen uzun çöküntü dönemi aşılmış ve kapitalist ekonomi, yaklaşık on yıl kadar sürecek olan olağanüstü bir büyüme evresine girmişti. Öte yandan, dünya barışının bozulmadığı yirmi yıllık bir dönem boyunca insanlık modern Avrupa devlet sisteminin kan içinde vaftiz edildiği savaş dönemlerini hatırlayarak, derin bir soluk almıştı. İnsanlığın barışçı-kültürel bir gelişim yolunda ilerlemesi için engel yokmuş gibi görünüyordu; sosyalizmin safları içinde, emek ile sermaye arasında akılcı, barışçı bir tartışmanın yaşanabileceği umutları ve yanılsamaları filiz veriyordu. 1890'ların başlarına damgasını vuran, “iyi niyete elini uzatmak” gibi önerilerdi. 1890'ların sonlarına damgasını vuran ise, “sosyalizme yavaş yavaş, adım adım ilerleme” vaatleriydi. Bunalımların, savaşların ve devrimlerin geçmişte kaldığı, bunların modern toplumun doğum sancıları olduğu varsayılıyordu; parlamentarizm ve sendikalar, devlet ve fabrika içind eki demokrasi, yeni ve daha iyi bir düzenin kapılarım açacak sanılıyordu.

Olayların gelişimi, bütün bu hayalleri korkunç bir sınavdan geçirdi. 1890'ların sonunda, vaat edilen sessiz, sosyal reformlarla sağlanacak kültürel gelişme yerine, kapitalist çelişmeleri son derece keskinleştiren vahşi bir dönem başladı; toplumun temellerinde görülen bir fırtına ve gerilim, bir patlama ve çarpışma, bir sallantı ve sarsıntı. 1890'ları izleyen dönemde, on yıllık ekonomik refah döneminin karşılığı, dünya çapında yaşanan iki şiddetli bunalımla ödendi. Dünya barışının sağlandığı yirmi yıllık bir dönemi, geçen yüzyılın sonlarındaki altı kanlı savaş ve yeni yüzyılın başlarındaki dört kanlı devrim izledi. Sosyal reformlar yerine komplo yasaları, ceza yasaları ve ceza uygulaması; sanayi demokrasisi yerine sermayenin tekellerde ve büyük işveren birliklerinde yoğunlaşması ve uluslararası çapta dev lokavt uygulamaları. Ve devlet içinde demokrasinin yeniden gelişmesi yerine, burjuva liberalizminin ve burjuva demokrasisinin en son kalıntılarının da sefilce yıkılışı. Özellikle Almanya'da 1890’lardan sonra burjuva partilerin kaderi şöyle oldu: Nasyonal Sosyalistlerin doğuşu ve derhal umutsuzca dağılışları; “radikal” muhalefetin bölünüşü ve parçalarının geriliğin batağında yeniden birleşmesi; ve nihayet “merkez”in radikal bir halk partisi olmaktan çıkarak tutucu bir hükümet partisine dönüşmesi. Diğer kapitalist ülkelerde de partilerin gelişiminde benzer bir değişim görüldü. Bugün devrimci işçi sınıfı, kendi karşısında düşmanca kenetlenen hâkim sınıfların gericiliğine ve sinsi dolaplarına direnirken, genellikle tek başına kaldığını görmektedir.

Gerek ekonomik gerekse siyasal alandaki tüm bu gelişmelere damgasını vuran ve sonuçların indirgeneceği formül, emperyalizmdir. Bu, yeni bir unsur, ya da kapitalist toplumun genel tarihsel yolunda görülen beklenmedik bir dönüş değil. Silahlanma ve savaşlar, uluslararası çatışmalar ve sömürge politikası, kapitalizmin tarihine beşikten beri eşlik etmiştir. Modern toplumun gidişinde yeni bir dönem yaratan olgu, bu etkenlerin aşırı biçimde yoğunlaşması ve bu çelişmelerin birbirini daha da sıkıştırarak dev boyutlarla üstüste yığılmasıdır. Emperyalizm olgusu, yoğun bir sermaye birikiminin ve bununla birlikte giden çelişmelerin –içte sermaye ile emek rasında, dışta kapitalist devletler arasında– çoğalması ve keskinleşmesinin hem nedeni, hem de sonucu olan, diyalektik bir etkileşim içinde, son aşamayı, yani dünyanın saldırgan sermaye tarafından paylaşılmasını başlatmıştır. Aralarındaki rekabet bütün kapitalist ülkelerde, kara ve denizlerde aşırı bir silahlanma yarışını başlatmış ve kanlı savaşlar zinciri, Afrika'dan Avrupa'ya dek yayılmıştı. Bu durum tüm dünyayı bir anda ateşe verebilecek olan kıvılcımı her an yaratabilir; üstelik yıllardır yenilemeyen bir enflasyon hayaleti, tüm kapitalist dünyayı kaplayan kitlesel açlık hayaleti –bütün bunlar, yaklaşık çeyrek yüzyıl sonra, dünya işçi bayramının kutlanacağı günün yaklaştığını gösteren işaretlerdir. Ve bütün bu işaretler, canlı gerçekliğin ve 1 Mayıs düşüncesinin gücünün ateşli bir kanıtıdır.

1 Mayıs düşüncesinin dayandığı muhteşem temel, proleter kitlelerin kendi kendilerine, doğrudan ileri adım atmalarıdır; günlük parlamenter süreç içinde devletin engellemeleriyle atomize olan ve kendi iradelerini ancak oy kullanıp kendi temsilcilerini seçerek ortaya koyabilen milyonlarca işçinin gerçekleştirdiği siyasal kitle eylemidir. Fransız Lavigne'nin Enternasyonalin Paris Kongresinde yaptığı harikulâde önerisiyle, proletaryanın iradesinin bu parlamenter ve dolaylı ifadesine, dolaysız, uluslararası bir kitle gösterisi eklendi: sekiz saatlik işgünü, dünya barışı ve sosyalizm için bir mücadele aracı ve ifadesi olarak grev.

Ve fiiliyatta bu düşünce, bu yeni mücadele biçimi, son on yıl içinde ne büyük bir yükseliş kaydetti! Kitle grevi, siyasal mücadelenin uluslararası düzeyde kabul olunan, zorunlu bir aracı haline geldi. Bir gösteri ve bir mücadele silahı olarak kitle grevi, son on beş yılda tüm ülkelerde farklı biçim ve ölçülerde tekrarlandı. Kitle grevi, Rusya'da, proletaryadaki yeni devrimci canlanmanın bir işareti olmuş, Belçika proletaryasının elinde inatçı bir mücadele aracı haline gelmiş, ve böylece canlı gücünü bugün de ispatlamıştır. Ve bugün Almanya'daki en son ve en yakıcı sorun –Prusya’daki oy hakkı–, daha önceki yarımyamalak işleyiş nedeniyle, mümkün olan tek çözüm yolunun Prusya proletaryasının kitle grevine dek yükselecek bir kitle eylemi olduğunu açıkça ortaya çıkarmıştır.

Bunda şaşılacak bir şey yok! Son on yıl içinde emperyalizmin bütün gelişimi ve genel eğilimi, uluslararası işçi sınıfını şu gerçeği gittikçe daha açık ve seçik görmeğe yöneltti: Emperyalist politikanın korkunç baskısına karşı proletaryanın doğru cevap vermesini sağlayabilecek olan, yalnızca, geniş kitlelerin bizzat sahneye çıkışı, kitle gösterileri ve kitle grevleridir: bunlar devlet iktidarı için verilecek devrimci mücadeleler dönemini zorunlu olarak er veya geç başlatacaktır. Şu andaki çılgınca silahlanma ve savaş taşkınlıkları karşısında, dünya barışının sürmesini sağlayabilecek ve bir dünya yangını tehdidini defedebilecek olan, yalnız ve yalnızca, emekçi kitlelerdeki mücadele kararlılığı, onların güçlü kitle eylemlerini gerçekleştirme yetenekleri ve buna hazır oluşlarıdır. Ve uluslararası birliğin bir ifadesi olarak, barış ve sosyalizm mücadelesinin bir aracı olarak 1 Mayıs düşüncesi, kararlı kitle eylemleri düşüncesi, Enternasyonalin en güçlü askerleri arasında, yani Alman işçi sınıfı arasında ne kadar çok kök salarsa, er ya da geç patlak vermesi kaçınılmaz olan dünya savaşının emek dünyası ile sermaye dünyası arasındaki proletaryanın zaferiyle sonuçlanacak nihai mücadeleye yol açacağı o kadar kesin olacaktır.




Bu Blogda Ara