Ne Yapmalı?
-I- 



Nereden Başlamalı?
Viladimir İliç Lenin
Son yıllarda Rusya Sosyal - Demokratlarının karşısına çıkan "ne yapmalı" meselesi özel bir önem taşıyor. Bu mesele, (seksenlerin sonlarında ve doksanların başlarında olduğu gibi) hangi yolu seçmemiz gerektiği meselesi değil, bilinen yolda hangi pratik adımları atmamız gerektiği ve bu adımları nasıl atacağımız meselesidir. Bu da, pratik çalışmanın sistemi ve planı meselesidir. Ve kabul edilmelidir ki, pratik faaliyette bulunan bir parti için temel bir mesele olan, mücadelenin niteliği ve metotları meselesini henüz çözmüş değiliz; bu durum da hâlâ, ortaya acıklı bir ideolojik tutarsızlık ve yalpalama çıkaran ciddi görüş ayrılıklarına yol açmaktadır. Bir yandan, henüz yok olmamış bulunan "ekonomist" [1*] akım, siyasi örgütlenme ve ajitasyon çalışmalarını kösteklemeye ve daraltmaya çabalıyor. Öte yandan, ilkesiz eklektizm kafasını yeniden uzatıyor, her yeni "akım"ı taklit ediyor ve acil talepleri, bir bütün olarak hareketin temel görevlerinden ve sürekli ihtiyaçlarından ayırdedemiyor. Bildiğimiz gibi, bu akım Raboçeye Dyelo'da [2*] yerine oturdu. Bu gazetenin, "Tarihi Bir Dönemç" ("Listok" Raboçeye Dyelo, No. 6) [3*] gibi şatafatlı bir başlık altında şatafatlı bir makalede sunduğu en son"program" açıklaması, bizim yakıştırdığımız niteliği özel bir önemle ortaya koyuyor. Daha düne kadar"ekonomizm"le flört ediliyor, Raboçaya Mysl'ın [4*] kesinlikle mahkum edilmesi karşısında öfkeye kapılınıyor ve Plehanov'un istibdada karşı mücadele meselesini koyuşu yumuşatılıyordu. Oysa bugün Liebknecht'in sözleri aktarılıyor: "Eğer şartlar yirmi dört saat içinde değişirse, taktiğin de yirmi dört saat içinde değiştirilmesi gerekir." Dolaysız saldırıya geçmek ve istibdadı yerle bir etmek için bir "güçlü savaş örgütü"nden; "kitleler arasında geniş çapta devrimci siyasi ajitasyon"dan (gerek devrimci, gerekse siyasi bakımdan artık ne kadar da faaliz!); "sokak protestoları için ardı arası kesilmeyen çağrılar"dan; "siyasi niteliği belirgin (aynen!) sokak gösterileri"nden söz edilip duruyor ve bu böylece sürüp gidiyor.
      Iskra'nın [5*] birinci sayisinda ortaya koyduğumuz ve hedefi, sadece birbirinden kopuk grupları kazanmak değil, aynı zamanda doğrudan doğruya istibdadın kalesini yerle bir etmek olan güçlü ve iyi örgütlenmiş bir partinin kurulması çağrısında bulunan programı, Raboçeye Dyelo'nun böylesine çabuk kavraması karşısında belki de kendimizi mutlu sayabilirdik; ama bu kişilerin belli bir görüş açısından yoksun oluşu mutluluğumuzu sadece gölgeliyor.
      Hiç şüphe yok ki, Raboçeye Dyelo Liebknecht'in adını boş yere kullanıyor. Özel bir meseleye ilişkin olarak ajitasyon taktiği ya da parti örgütlenmesinin belli bir ayrıntısına ilişkin olarak taktik, yirmi dört saat içinde deıiştirilebilir; ama ancak hiçbir ilkeden nasibini almamış kimseler, kitleler arasında bir mücadele ve siyasi ajitasyon örgütünün -genellikte, sürekli ve mutlak- gerekliliği konusundaki görüşlerini yirmi dört saatte ya da bu durumda yirmi dört ayda değiştirebilirler. Şartların değişmiş ve dönemlerin farklı oluşuna sarılmak saçmadır; bir mücadele örgütünün inşası ve siyasi ajitasyonun yürütülmesi,"durgun, barışçı" her şart altında ve devrimci ruhun zayıflaması ne kadar belirgin olursa olsun her dönemde esastır. Üstelik böyle dönemlerde ve böyle şartlarda bu tür çalışma özellikle gereklidir, çünkü patlama ve taşma zamanlarında örgütün kurulması çok geç olacaktır. Parti bir anda faaliyete geçebilmek için hazır durumda olmalıdır. "Yirmi dört saat içinde taktiği değiştirin!" Ama taktiğin değiştirilmesi için önce ortada bir taktiğin bulunması gerekir. Siyasi mücadeleyi her durumda ve her şart altında yürütebilecek güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerin aydınlattığı ve kararlılıkla uygulanan sistemli eylem planı diye bir şey sözkonusu olamaz; çünkü taktik denince akla gelen budur. Meseleyi gerçekten bir gözden geçirelim: bugün bize, şu "tarihi anın" Partimizi "yepyeni" bir meseleyle, terör meselesiyle karşı karşıya bıraktığı söyleniyor. Düne kadar "yepyeni" mesele, siyasi örgütlenme ve ajitasyondu; bugün ise terör. İlkelerini böylesine açıkça unutmuş kişilerin taktikte köklü bir değişikliği savunduklarını işitmek biraz garip değil mi?
      Bereket, Raboçeye Dyelo yanılıyor. Terör meselesi hiç de yeni bir mesele değildir; Rusya Sosyal-Demokrasisinin bu konuyla ilgili ortaya konulmuş görüşlerini kısaca hatırlamak yeter.
      Biz, ilke olarak, terörü hiçbir zaman reddetmedik ve edemeyiz de, Terör, savaşın belli bir anında, birliklerin belli bir durumunda ve belli şartlarda son derece uygun ve hatta zorunlu olabilecek askeri eylem biçimlerinden biridir. Ama asıl önemli olan, bugün için terörün asla savaş meydanındaki ordu için bir harekât olarak değil, tüm mücadele sistemiyle sıkı sıkıya bağlantılı ve bütünleşmiş bir harekât olarak değil, hiçbir orduyla bağlantısı olmayan zaman zaman yapılacak bağımsız bir saldırı biçimi olarak önerilmiş olmasıdır. Aslında, merkezi bir örgüt olmadan ve mahalli devrimci örgütlerin bu zayıflığıyla, terörün olup olacağı da budur. Dolayısıyla biz, mevcut şartlarda bu mücadele aracının vakitsiz ve elverişsiz olduğunu, en faal savaşçıları gerçek görevlerinden, bir bütün olarak hareketin çıkarları açısından en önemli olan görevden saptıracağını ve hükümetin değil, devrimin güçlerini dağıtacağını üzerine basa basa belirtiyoruz. Son olayları bir hatırlayalım. Devrimciler bir önderler ve örgütleyiciler kurmayından yoksunken, işçi kitlelerinin ve şehirlerdeki "sıradan halk"ın mücadelede ileri atıldığını gözlerimizle gördük. Bu sartlar altında, en atılgan devrimciler teröre başvururken, ciddi olarak güven duyulabilecek tek şey olan savaş müfrezeleririn zayıf düşmesi tehlikesi yok mudur? Huzursuzluk duyan, protestolarda bulunan, dağınık olan ve dağınık oldukları için de güçsüz olan kitleler ile devrimci örgütler arasındaki bağın kopma tehlikesi yok mudur? Oysa başarımızın biricik teminatı bu bağdır. Gözüpek bireysel darbelerin önemini inkâr edecek değiliz, ama günümüzde onca insanın bu yönde güçlü bir eğilim gösterdiği bir zamanda, terör düşüncesiyle kendinden geçmeye karşı, terörü esas ve temel mücadele aracı olarak görmeye karşı kararlı bir uyarıda bulunmak görevimizdir. Terör hiçbir zaman düzenli bir askeri harekât olamaz, olsa olsa, tayin edici bir saldırıda kullanılan metotlardan biri olarak hizmet edebilir. Ama şu anda böyle bir tayin edici saldırı için çağrı yayınlayabilir miyiz? Raboçeye Dyelo açıkça yayınlayabileceğimizi düşünüyor ve nasıl oluyorsa, şöyle haykırıyor: "Saldırı birlikleri kurun!" Ama bu da gene, mantıktan çok coşkuya dayanıyor. Bizim askeri kuvvetlerimizin ana gövdesi, gönüllülerden ve asilerden meydana gelmektedir. Biz sadece birkaç küçük düzenli birliğe sahibiz, üstelik bunlar harekete geçirilmiş bile değildir; bunların hem birbirleriyle bağlantıları yoktur, hem de saldırı birliğini bir yana bırakalım, herhangi bir birlik olacak şekilde bile eğitilmiş değildirler, Bütün bunlar göz önüne alındığında, mücadelemizin genel şartlarını değerlendirebilen ve olayların tarihi akışı içindeki her "dönemeç"te bu şartları hesaba katabilen bir kimse için, şu anda sloganımızın "saldırıya geçin" olamayacağı, "düşman kalesini kuşatın" olması gerektiği açıktır. Başka bir deyişle, Partimizin acil görevi, hemen şimdi girişilecek bir saldırı için eldeki bütün güçleri toplamak değil, bütün güçleri birleştirebilecek ve harekete fiiliyatta rehberlik edebilecek bir devrimci örgütün kurulması için çağrıda bulunmaktır. Bu örgüt, lafta değil fiiliyatta her protesto hareketini ve her patlayışı her zaman desteklemeye hazır ve bunu, tayin edici mücadele için uygun savaş kuvvetlerinin inşasında ve sağlamlaştırılmasında kullanacak bir örgüt olmalıdır.
      Şubat ve Mart olaylarından [6*] çıkarılan dersler öylesine etkileyici oldu ki, şimdilik bu sonuç konusunda ilkede bir anlaşmazlik çıkacağa benzemiyor. Ne var ki, şu anda meselenin ilke olarak çözümüne değil, pratik bir çözümüne ihtiyacımız var. Sadece ihtiyaç duyulan örgütün niteliği ve kesin amacı konusunda açıklığa kavuşmakla kalmamalı, aynı zamanda örgüt için kesin bir plan hazırlamalıyız, böylece örgütün kuruluşu bütün yönleriyle ele alınmış olacaktır. Meselenin ihmale gelmez önemi karşısında, biz kendi payımıza, şimdi basıma hazırlanan bir broşürde bir plan taslağını, daha ayrıntılı bir şekilde geliştirilmek üzere yoldaşlara sunuyoruz! [7*]
      Kanımızca, faaliyetlerimizin hareket noktasi, istenilen örgütün kurulması yolundaki ilk adım yahut da izlendiği takdirde bu örgütü düzgün bir şekilde geliştirmemizi, derinleştirmemizi ve yaygınlaştırmamızı sağlayacak olan ana yol, bütün Rusya çapında bir siyasi gazetenin çıkarılması olmalıdır. En çok ihtiyaç duyduğumuz şey bir gazetedir; gazete olmadan, Sosyal-Demokrasinin hem genel olarak başlıca ve sürekli görevi, hem de halkın en geniş tabakaları arasında siyasete ve sosyalizmin meselelerine duyulan ilginin yükseldiği bir sırada içinde bulunduğumuz anın ihmale gelmez görevi olan ilkelere bağlı, sistemli ve çok yönlü propaganda ve ajitasyonu yürütemeyiz. Bireysel eylemler, mahalli bildiriler ve gazeteler vb. biçimindeki dağınık ajitasyonu, ancak sürekli bir yayının yardımıyla yürütülebilecek genelleştirilmiş ve sistemli bir ajitasyonla güçlendirme ihtiyacı, hiçbir zaman bugünkü kadar şiddetli bir şekilde hissedilmemiştir. Hiç abartısız diyebiliriz ki, bir gazetenin sık aralarla ve düzenli olarak basılması (ve dağıtılması), militan faaliyetlerimizin bu önde gelen ve en temel kesiminin ne kadar iyi inşa edlidiğinin kesin bir kıstası olabilir. Ayrıca, gazetemiz bütün Rusya çapında olmalıdır. Yayın yoluyla halkı ve hükümeti etkilemek için çabalarımızı birleştirmede başarısızlığa uğradığımız takdirde ve başarısızlığa uğradığımız sürece, halkı ve hükümeti daha karmaşık, daha çetin, ama aynı zamanda daha tayin edici etkileme yollarını birleştirmeyi düşünmek hayalcilik olur. Hareketimiz, bölünüp parçalanma yüzünden, Sosyal-Demokratların büyük bir çoğunluğunun bakış açısını ve faaliyet alanını daraltan ve gizlilik ve uyanıklığı korumadaki ustalığını körelten bütünüyle mahalli çalışmaya gömülüp kalma yüzünden, pratik ve örgütsel bakımdan olduğu kadar, öncelikle ideolojik bakımdan da zarar görmektedir. İşte tam bu bölünüp parçalanma durumunda, yukarıda sözü edilen tutarsızılık ve bocalamaların en derin köklerini araştırmak gerekmektedir. Bu zaafın ortadan kaldırılması ve tek tek mahalli hareketlerin bütün Rusya çapında tek bir harekete dönüştürülmesi yolunda atılacak ilk adım, bütün Rusya çapında bir gazetenin çıkarılması olmalıdır. Sonuç olarak, kesinlikle bir siyasi gazeteye ihtiyacımız var. Bir siyasi organ olmadan, günümüz Avrupa'sında ismi olan bir siyasi hareket düşünülemez. Böyle bir gazete olmadan, siyasi huzursulluk duyan ve protestoda bulunan bütün unsurları biraraya getirme ve böylece proletaryanın devrimci hareketini canlandırma görevimizi asla yerine getiremeyiz. Biz ilk adımı attık, işçı sınıfı arasında "ekonomik", fabrikalarla ilgili teşhirler için güçlü bir istek yarattık; şimdi de ikinci adımı atmalı ve halkın bütün kesimlerinde siyasi teşhir için tamamen siyasi bilince dayalı güçlü bir istek yaratmalıyız. Siyasi teşhirin sesinin bugün için zayıf, ürkek ve seyrek çıkması karşısında cesaretimiz kırılmamalıdır. Bunun nedeni, polisin zorbalığına tamamen boyun eğilmiş olması değildir; bu teşhirleri yapabilecek ve yapmaya hazır olanların konuşacakları bir kürsüleri yoktur, istekli ve yüreklendirici dinleyicileri yoktur, "her şeye kadir" Rus Hükümetine karşı olan şikayetleri yöneltirken, bunun yankı bulacağı gücü halk arasında hiçbir yerde görememektedirler. Ama bugün bütün bunlar hızla değişmektedir. Böyle bir güç vardir. Bu güç, sadece siyasi mücadele çağrılarını dinlemeye ve desteklemeye değil, aynı zamanda cesaretle savaşa katılmaya da hazır olduğunu göstermiş bulunan devrimci proletaryadır. Bugün çarlık hükümetini ülke çapında teşhir edecek bir kürsü sağlamak durumundayız ve bunu yapmak görevimizdir. Bu kürsü, Sosyal-Demokrat bir gazete olmalıdır. Rusya toplumunun diğer sınıf ve tabakalarından ayrı olarak, Rusya işçi sınıfı, siyasi bilgiye karşı sürekil bir ilgi göstermekte ve illegal yayın için (sadece yoğun huzursuzluk dönemlerinde değil) sürekli ve yaygın bir talepte bulunmaktadır. Böyle bir kitle talebi var olduğunda, tecrübeli devrimci önderlerin yetiştirilmesine başlandığında ve işçi sınıfının yoğunlaşması, onu büyük şehirlerdeki işçi sınıfı mahallelerinde ve fabrikaların birarada bulunduğu yerlerde gerçekten hakim duruma getirdiğinde, artık proletarya için bir siyasi gazete çıkarmak son derece uygundur. Proletarya aracılığıyla gazete şehir küçük-burjuvazisine, köylük bölgelerdeki zanaatkarlara ve köylülere ulaşacak ve böylelikle halkın gerçek siyasi gazetesi haline gelecektir.
      Ne var ki, bir gazetenin rolü, yalnızca fikirlerin yayılması, siyasi eğitim ve siyasi müttefiklerin kazanılmasıyla sınırlı değildir. Bir gazete sadece kollektif bir propagandacı ve kollektif bir ajitatör değil, aynı zamanda kollektif bir örgütleyicidir. Bu bakımdan, gazete, inşa halindeki bir binanın çevresinde kurulan iskeleye benzetilebilir; bu iskele, yapının sınırlarını belirler, inşaat işçileri arasındaki bağlantıyı kolaylaştırır ve böylelikle onların yapılacak işleri dağıtmalarını 've örgütlü çalışmalarından çıkardıkları ortak sonuçları görmelerini sağlar. Gazetenin yardımı ve aracılığıyla. sadece mahalli faaliyetlere değil, aynı zamanda düzenli genel çalışmaya da girişecek kalıcı bir örgüt doğal olarak şekillenecek ve üyelerini siyasi olayları dikkatle izleyebilecek şekilde yetiştirecek, bu olayların halkın çeşitli tabakaları üzerindeki etkisini ve önemini değerlendirecek ve devrimci partinin bu olayları etkileyebilmesi için etkili yolları geliştirecektir. Sadece gazetenin düzenli olarak çoğaltılması ve dağıtımının sürekli olarak geliştirilmesi gibi teknik bir görev bile, birleşik partinin bir temsilciler ağını gerektirecektir; bu temsilciler birbirleriyle sürekli bir bağ kuracaklar, olayların genel durumundan haberdar olacaklar, bütün Rusya çapındaki çalışmada kendilerine düşen ayrıntılı görevleri yerine getirmeye alışacaklar ve çeşitli devrimci eylemlerin örgütlenmesinde kendi güçlerini sınayacaklardır. Bu temsilciler ağı [*] , tam gereğini duyduğumuz türden bir örgütün, yani bütün ülkeyi kucaklayacak kadar yaygın; kesin ve ayrıntılı bir işbölümüriü gerçekleştirebilecek ölçüde geniş ve çok yönlü; kendi çalışmasını her şart altında, bütün "ani dönemeçler"de ve her beklenmedik durumda düzenli olarak yürütebilecek kadar serinkanlı; bir yandan, düşman bütün kuvvetlerini tek bir noktada topladığında güçlü düşmana karşı açık savaşa girişmekten kaçınabilecek, öte yandan da, düşmanın acemiliğinden yararlanabilecek ve ona en beklemediği zamanda ve yerde saldırabilecek kadar esnek bir örgütün iskeletini oluşturacaktır. Bugün büyük sehirlerin sokaklarındaki öğrenci gösterilerini desteklemek gibi nisbeten kolay bir görevle karşı karşıyayız; ama yarın belki de, sözgeliml, belli bir yöredeki işsizler hareketini desteklemede, bir köylü ayaklanmasında devrimci bir rol oynamak üzere görevimizin başında bulunmak zorunda kalabiliriz. Bugün, hükümetin Zemstvo'ya [8*] karşı açtığı kampanyadan doğan gergin siyasi durumdan yararlanmak zorundayız; ama yarın, saldırıya geçen bir çarlık başıbozuğuna karşı halkın öfkesini desteklemek ve onu açıkça geri çekilmeye zorlamak üzere dünyayı başına yıkmak amacıyla boykotlar, suçlama bildirileri, gösteri yürüyüşleri vb. gibi yollalla yardımcı olmak zorunda kalabliliriz. Bu ölçüde bir savaş hazırlıklığı, ancak düzenli birliklerin sürekli faaliyetiyle geliştirilebilir. Eğer ortak bir gazete çıkarmak için güçlerimizi birleştirirsek, bu çalışma, sadece en yetenekli propagandacıları değil, aynı zamanda tayin edici mücadele için sloganı tam zamanında atabilen ve o mücadelede önderliği ele geçirebilen en yetenekli örgütleyicileri ve en yetenekli siyasi parti önderlerini de yetiştirecek ve ortaya çıkaracaktır.
      Son olarak, doğabilecek bir yanlış anlamayı önlemek için birkaç söz daha edelim. Durmadan sistemli ve planlı hazırlıktan söz ettik; ama asla, istibdadın ancak düzenli bir kuşatmayla ya da örgütlü bir saldırıyla yıkılabileceğini söylemek istemiyoruz. Böyle bir görüş, hem saçma, hem de nazariyatçı bir görüş olur. Tam tersine, istibdadın, kendisini sürekli olarak tehdit eden kendiliğinden patlamaların ya da önceden görülemeyen siyasi karışıklıkların etkisi sonucu çökmesi son derece mümkündür ve böyle ihtimal tarihi olarak çok daha fazladır. Ama maceracı kumarlardan sakınmak niyetinde olan hiçbir siyasi parti, faaliyetlerini, böyle patlamaları ve karışıklıkları beklemeye dayandıramaz. Biz kendi yolumuzda ilerlemeli ve düzenli çalışmamızı sebatla sürdürmeliyiz. Beklenmedik olaylara ne kadar az bel bağlarsak, herhangi bir "tarihi dönemeç" karşısında hazırlıksız yakalanmamız da o kadar imkansızlaşır.

LENİN
Mayıs 1901



Dipnotlar

[*] Hiç şüphesiz, bu temsilcilerin ancak Partimizin mahalli komiteleriyle (gruplar, eğitim mahfilleri) en yakın temas içinde başarılı bir şekilde çalışabilecekleri açıktır. Genel olarak, tasarladığımız tüm plan, elbette ancak Partiyi defalarca birleştirmeye çalışmış olan ve bu birleştirmeyi bugün değilse yarın, şu yoldan değilse bu yoldan başaracağından emin olduğumuz komitelerin en aktif desteği sayesinde gerçekleştirilebilir. 
[1*] Ekonomist - Ekonmizm, on dokuzuncu yüzyil sonları ve yirminci yüzyıl başlarında Rusya Sosyal- Demokrat hareketi içinde oportünist bir akım, uluslararası oportünizmin Rusya'daki bir çeşidiydi. Ekonomistlerin sözcüleri, Rusya'da Raboçaya Mysl gazetesi (1897-1902), yurt dışında da Raboçeye Dyelo (İşçilerin Davası) gazetesi (1899-1902) idi. Ekonomistler, siyasi mücadelenin liberal burjuvaziye bırakılmasını savunarak, işçi sınıfının kendisini, daha yüksek ücret, daha iyi çalışma şartları, vb. uğrunda ekonomik mücadeleyle sınırlamasını istiyorlardı. İşçi sınıfı partisinin önder rolü oynamasına karşıydılar. Partinin görevlerinin sadece hareketin kendiliğinden seyrini izlemek ve gelişmeleri tesbit etmek olması gerektiğini ileri sürüyorlardı. Ekomizmin tehlikesi, işçi sınıfını sınıfsal devrim yolundan saptırmasında ve onu burjuvazinin siyasi bir uzantısı haline getirmesinde yatıyordu. Ekonomizme karşı mücadelede Lenin'in Iskra'sı büyük rol oynadı. Ekonomizme öldürücü darbe, Lenin tarafindan Ne yapmalı? adlı kitapta indirildi. 
[2*] Raboçeye Dyelo - Ekonomistlerin gazetesi. Yurtdışındaki Rusya Sosyal-Demokratlar Birliği tarafından düzensiz aralıklarla çıkarılan yayın organı. 1899 Nisanından 1902 Şubatına kadar Cenevre'de yayınlandı. On iki sayı çıktı. Bu gazete Ekonomistlerin yurtdışındaki merkeziydi. Iskra'nın bir parti kurma planına karşı açık bir mücadele yürüttü, sendikalist bir siyaset izlenmesi için çağrıda bulundu ve köylülüğün devrimci niteliklerini inkar etti. 
[3*] Listok Raboçego Dyela (Rabogeye Dyelo'nun Eki) 1900 Haziranından 1901 Temmuzuna kadar Cenevre'de yayınlandı. Toplam sekiz sayı çıktı. 
[4*] Raboçaya Mysl (İşçilerin Düşüncesi) Ekonomistlerin sözcülüğünü yaparak 1897 Ekiminden 1902 Aralığına kadar yayınlandı. Toplam on altı sayı çıktı. 
[5*] Iskra - 1900 yılında Lenin tarafından çıkarılan bütün Rusya çapında ilk illegal Marksist gazete. İşçi sınıfının örgütlenmesinde tayin edici bir rol oynadı.
      Iskra'nın ilk sayısı 1900 Aralığında Leipzig'de yayınlandı. Daha sonraki sayılar Münih, Londra ve Cenevre'de basıldı. Iskra'nin yazı kurulu V. I. Lenin, G. V. Plehanov, Y. O. Martov, P. B. Akselrod, A. N. Potresov ve V. I. Zasuliç'ten meydana geliyordu. Aslında, Lenin gazetenin başyazarı ve yöneticisiydi.
      Iskra, Parti kadrolarının toplantı ve eğitim merkezi oldu. Lenin'in inisiyatifi ve doğrudan doğruya katılmasıyla, Iskra yazı kurulu bir Parti programı taslağı hazırladı ve 1903 Temmuz Ağustos aylarında toplanan Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin İkinci Kongresinin hazırlıklarını yaptı. Bu kongre, Rusya'da gerçekten devrimci, Marksist bir partinin temelini attı. Ama kongreden hemen sonra Meşevikler Iskra'nın denetimini ele geçirdiler. 52. sayısından itibaren gazete devrimci Marksizmin organı olmaktan çıktı. Lenin, eski, devrimci gazeteden (52. sayıya kadar) ayırdetmek için ona yeni, oportünist Iskra adını verdi. 
[6*] Burada, 1901 Şubat-Mart aylarında St. Petersburg, Moskova, Kiev, Harkov, Kazan, Yaroslavl, Varşova, Belostok, Tomsk, Odessa ve Rusya'nın diğer şehirlerinde meydana gelen işçi ye öğrencilerin devrimci kitle eylemleri, siyasi gösterişler, mitingler ve grevler kasdediliyor. 1900-1901 öğretim yılında meydana gelen öğrenci hareketi, akademik taleplerden kaynaklandı ve sonunda istibdadın gerici siyasetine karşı devrimci siyasi eylem niteliğini aldı. En ileri işçiler tarafından desteklendi ve Rusya toplumunun bütün kesimlerinde yankı uyandırdı. 1901 Şubat ve Mart aylarındaki grevleri ve grevlere yol açan ilk olay, Kiev Üniversitesi'nden 183 öğrencinin bir siyasi öğrenci mitingine katıldıkları gerekçesiyle askere alınmalarıydı. Hükümet, devrimci eylemlere katılanlara vahşice saldırdı. 4 (17) Mart 1901'de St. Petersburg'daki Kazan Katedrali'nin önündeki meydanda yapılan gösteri yürüyüşüne katılanlara karşı girişilen misilleme özellikle şiddetli, oldu, ama 1901 Şubat-Mart olayları, Rusya'da devrim dalgasının yükselmekte olduğunu gösterdi. İşçilerin harekete siyasi sloganlarla katılmaları çok büyük önem taşıyordu. 
[7*] Lenin'in Ne Yapmalı? Hareketimizin Canalıcı Sorunları adlı kitabına değiniliyor. Bu kitap ilk defa, 1902 Martında Stuttgart'ta Dietz Yayınevi tarafından yayınlandı. 
[8*] Zemstvo'lar - asillerin elindeki mahalli kendi kendini yönetim organları. 1864 yılında çarlık Rusya'sının merkezi vilayetlerinde kurulmuşlardı. Yetkileri sadece mahalli ekonomik meselelerle (hastanelerin işletilmesi, yol yapımı, istatistik, sigorta) kısıtlıydı ve valilerin ve İçişleri Bakanlığının denetimi altındaydılar. Bunlar hükümetin rıza göstermediği herhangi bir kararı kaldırtabiliyorlardı.




Ne Yapmalı?
Hareketimizin Canalıcı Sorunları
Viladimir İliç Lenin



1901 yazıyla Şubat 1902 arasında yazıldı
İlk kez, Mart 1902'de Dietz tarafından Stuttgart'ta yayınlandı

[Türkçe çevirisi Muzaffer Ardos tarafından yapılmıştır. Sol Yayınları, Mart 1977, Birinci Baskı]
Eriş Yayınları tarafından düzenlenmiştir.
erisyay@kurtuluscephesi.org
Özgün biçimiyle Acrobat Reader formatında:
Ne Yapmalı? (716 KB)







İ Ç İ N D E K İ L E R


ÖNSÖZ     9

BİR — DOGMACILIK VE "ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ"        13

A . "Eleştiri Özgürlüğü" Ne Demektir?
B . "Eleştiri Özgürlüğü"nün Yeni Savunucuları
C . Rusya'da Eleştiri
D . Teorik Mücadelenin Önemi Konusunda Engels 13
18
24
32

İKİ — YIĞINLARIN KENDİLİĞİNDENLİĞİ
        VE SOSYAL-DEMOKRATLARIN BİLİNÇLİLİĞİ         
40

A . Kendiliğinden-Gelme Kabarmanın Başlangıcı
B . Kendiliğindenlik Önünde Eğilme. Raboçaya Mysıl
C . Öz Kurtuluş Grubu ve Raboçeye Dyelo     41
46
57

ÜÇ — TRADE-UNIONCU SİYASET VE SOSYAL-DEMOKRAT SİYASET    70

A . Siyasal Ajitasyon ve Bunun Ekonomistler Tarafından Sınırlandırılması
B . Martinov, Plehanov'u Nasıl Derinleştirdi?
C . Siyasal Teşhirler ve "Devrimci Eylem Eğitimi"
D . Ekonomizm ile Terörizm Arasındaki Ortak Yan Nedir?
E . Demokrasi Uğruna Mücadelenin Öncüsü Olarak İşçi Sınıfı
F . Bir Kez Daha "İftiracılar", Bir Kez Daha "Aldatmacılar"   71
84
88
95
99
119

DÖRT — EKONOMİSTLERİN İLKELLİĞİ VE DEVRİMCİLER ÖRGÜTÜ   124
A . İlkellik Nedir?
B . İlkellik ve Ekonomizm
C . İşçiler Örgütü ve Devrimciler Örgütü
D . Örgütsel Çalışmanın Kapsamı
E . "Komplocu" Örgüt ve "Demokratçılık"
F . Yerel Çalışma ve Rusya'yı Kapsayan Çalışma    125
130
138
157
164
175

BEŞ — BÜTÜN RUSYA İÇİN BİR SİYASAL GAZETE "PLANI" 187
A . "Nereden Başlamalı" Makalesinden Kim Alındı
B . Bir Gazete Kolektif Bir Örgütleyici Olabilir mi?
C . Bize Gerekli Olan Nasıl Bir Örgüttür?       188
195
209

SONUÇ     218
EK — İskra'yı Raboçeye Dyelo ile Birleştirme Girişimi     222

Ne Yapmalı?'ya İlişkin Bir Düzeltme      231

Açıklayıcı Notlar 233

Adlar Dizini        260



Ne Yapmalı?
Hareketimizin Canalıcı Sorunları[1]



      "... Parti mücadeleleri, bir partiye güç
ve canlılık kazandırır; bir partinin zayıflığının
en iyi kanıtı, dağınıklık ve açık-seçik sınırların
bulanıklaşmasıdır; bir parti kendisini
arındırarak güçlenir. ..."
(Lassalle'in Marx'a 24 Haziran 1852 tarihli mektubundan)


ÖNSÖZ


      Yazarın ilk planına göre, bu kitapçık, "Nereden Başlamalı"[2] (İskra,[3] n° 4, Mayıs 1901) [1*] başlıklı makalede belirtilen düşünceleri ayrıntılı bir biçimde geliştirecekti. Bu yazıda verdiğimiz sözü (ki bu söz, birçok sorulara ve özel mektuplara verdiğimiz yanıtlarda yinelenmiştir) yerine getirmekte geciktiğimiz için, okurdan özür dilememiz gerekir. Bu gecikmenin nedenlerinden biri, geçen yılın haziranında (1901), bütün yurtdışı sosyal-demokrat örgütlerin birleştirilmesi girişimidir. Bu yoldaki çabaların sonucunu beklemek doğaldı; çünkü, bu çaba [sayfa 9] başarılı olsaydı, belki de İskra'nın örgüt anlayışını biraz farklı bir yaklaşımla açıklamak gerekecekti; herhalde böyle bir başarı, Rus sosyal-demokrat hareket içindeki iki eğilimin varlığına çok çabuk bir son vermeyi vaadediyordu. Okurun da bildiği gibi, bu girişim başarısızlığa uğradı,[4] ve ilerde göstereceğimiz gibi de, Raboçeye Dyleo'nun[5] n° 10'da ekonomizme doğru yönelmesinden sonra, başarısızlığa uğramaya mahkümdu. Dağınık ve belirsiz, ama bu yüzden de daha inatçı ve kendisini çeşitli biçimlerde yeniden dayatmaya daha da yetenekli bu eğilime karşı kesin bir mücadele başlatmanın mutlak bir zorunluluk olduğu görüldü. Buna uygun olarak kitapçığın ilk planı değiştirildi ve oldukça genişletildi.
      Kitapçığın temel konusu "Nereden Başlamalı" makalesinde ortaya atılan üç sorun olacaktı - siyasal ajitasyonumuzun niteliği ve temel içeriği; örgütsel görevlerimiz; ve bütün Rusya'yı kucaklayacak militan bir örgütü aynı anda ve çeşitli yönlerden kurma planı. Bu sorunlar, Raboçaya Gazeta'yi[6] yeniden canlandırma yolundaki başarısız girişimlerden biri sırasında, bunları aynı gazetede ortaya atmaya çalışmış olan yazarın kafasını uzun zamandır kurcalıyordu (bkz: Beşinci Bölüm). Ama bu kitapçığı yalnızca bu üç sorunun tahliliyle sınırlandırma, görüşlerimizi hiç ya da hemen hemen hiç bir polemiğe girişmeksizin, olabildiğince olumlu biçimde sunma yolundaki ilk plan, iki nedenden ötürü gerçekleşememiştir: bir yandan ekonomizm bizim sandığımızdan çok daha dirençli çıkmıştır [burada ekonomizm terimini, bu kitapçığın, deyim yerindeyse, bir taslağı olan ve İskra, n° 12'de yayınlanan (Aralık 1901) "Ekonomizmin Savunucularlıyla Bir Konuşma" [2*] adlı makalede açıklandığı biçimde, geniş anlamıyla kullanmaktayız]. Sözü edilen üç [sayfa 10] sorunun çözümü konusundaki ayrılıkların, ayrıntılar konusundaki ayrılıklardan çok, Rus sosyal-demokrat hareket içindeki iki eğilim arasındaki temel anti-tez ile açıklanabilirliği, kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde açığa çıktı. Öte yandan, İskra'daki görüşlerimizin pratiğe uygulanışının ekonomistlerde yarattığı şaşkınlık, çok kez, iki ayrı dil konuştuğumuzu ve bu yüzden, işe ta başından başlamadıkça bir anlaşmaya varamayacağımızı, ve bütün ekonomistlerle bütün temel görüş ayrılıklarımızı sistematik bir biçimde "açıklığa kavuşturmak" için, sayısız ve somut örneklerin de göstermiş, olduğu gibi, olabildiğince basit bir üslupla bir girişimde bulunmanın gerekli olduğunu açıkça göstermiştir. Ve ben, bu kitapçığın hacmini büyük ölçüde genişleteceğini ve yayınlanmasını geciktireceğini çok iyi bildiğim halde, böyle bir "açıklığa kavuşturma" girişiminde bulunmaya karar verdim; "Nereden Başlamalı" başlıklı makalede verdiğim sözü yerine getirmenin bir başka yolunu bulamadım. Dolayısıyla, gecikme yüzünden dilediğim özürlere, bu kitapçığın içerdiği ciddi yayınsal yetersizlikler için olanları da eklemeliyim. Çeşitli öteki görevlerin sık sık kesintiye uğrattığı büyük bir ivedilik içerisinde çalışmak zorunda kaldım.
      Yukarda sözü edilen üç sorunun incelenmesi, gene de bu kitapçığın ana konusu olarak kalmaktadır; ama daha genel nitelikte başka iki sorunla söze başlamayı gerekli buldum — "eleştiri özgürlüğü" gibi bunca "masum" ve "doğal" bir slogan niye bizim için gerçek bir savaş çığlığı olsun ve kendiliğinden yığın hareketi karşısında sosyal-demokratların rolü gibi temel bir sorunda niye görüş birliğine varamayalım? Bundan başka, siyasal ajitasyonun niteliki ve içeriği konusundaki görüşlerimizin açıklanmasi, trade-unioncu politika ile sosyal-demokrat politika arasındaki farkın açıklanması, ve örgütsel görevler konusundaki görüşlerimizin açıklanması da, ekonomistileri [sayfa 11] doyuran amatörce yöntemler ile bizim vazgeçilmezliğini savunduğumuz devrimcilerin örgütlendirilmesi arasındaki farkın açıklanması halini aldı. Ve ayrıca, bütün Rusya'yı kucaklayan bir siyasal gazete "plan"ı üzerinde daha da ısrarla durmaktayım. Çünkü buna yapılan itirazlar tutarsızdır ve çünkü "Nereden Başlamalı" başlıklı makalede ortaya attığım soruna, gereksindiğimiz örgütü her yönden ve aynı zamanda yaratma işine nasıl girişeceğimiz sorununa henüz gerçek bir yanıt verilmiş değildir. Ve nihayet, sonuç kısmında, ekonomistlerle kesin bir kopuşu, her şeye karşın kaçınılmaz olan bir kopuşu önlemek için, elimizden gelen her şeyi yaptığımızı; Raboçeye Dyelo'nun özel bir anlam, ya da dilerseniz "tarihsel" bir anlam kazandığını, çünkü tutarlı ekonomizmi değil, Rus - sosyal-demokrasisi tarihinin bütün bir döneminin ayırıcı özelliği olan fikir karışıklığını ve sallantıları tam olarak ve çarpıcı bir biçimde ifade ettiğini; ve bu yüzden de, ilk bakışta, Raboçeye Dyelo ile aşırı ölçüde ayrıntılı gibi görünen polemiğin de anlam kazandığını, çünkü bu döneme kesin bir son vermedikçe hiç bir ilerleme gösteremeyeceğimizi ortaya koymaya çalıştım. [sayfa 12]
     

      Şubat 1902                                                          N. LENİN


BİR
DOGMACILIK VE "ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ"


A. "ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ" NE DEMEKTİR?


      "Eleştiri özgürlüğü", hiç kuşkusuz, günümüzün en moda sloganı ve tüm ülkelerde sosyalistler ve demokratlar arasındaki tartışmalarda en sık kullanılan slogandır. İlk bakışta, tartışmaya giren taraflardan birinin eleştiri özgürlüğüne çiddiyetle başvurmasından daha garip gözüken bir şey olamaz. Avrupa ülkelerinin çoğunluğunun, bilim ve bilimsel araştırma özgürlüğünü güvence altına alan anayasa hukukuna karşı, ileri partiler içerisinde sesler mi keseltilmiştir? Her fırsatta yinelenen bu moda sloganı duyan ama tartışanlar arasındaki anlaşmazlığın özüne henüz girememiş olan dişardan bir gözlemcinin yorumu, "burada yanlış bir şeyler olsa gerek" olacaktır; "besbelli [sayfa 13] ki, bu slogan, tıpkı lakaplar gibi kullanıla kullanıla meşru hale gelen ve neredeyse genel terimler halini alan, alışılagelen sözlerden biridir".
      Aslında da, bugünkü uluslararası sosyal-demokrasi [3*] içerisinde bu iki eğilimin oluşmuş olduğu, kimse için bir sır değildir. Bu iki eğilim arasındaki çatışma kimi zaman alev alev parlamakta, kimi zaman da "ateşkes kararlarının" heybetli külleri altında sönmeye yüz tutmakta ve içten içe yanmaktadır. "Artık eskimiş doğmacı" marksizme karşı "eleştirel" bir tutum benimseyen bu "yeni" eğilimin özü, Bernstein tarafından yeterli açıklıkta sunulmuş ve Millerand tarafından sergilenmiş bulunmaktadır.
      Sosyal-demokrasi bir toplumsal devrim partisi olmaktan çıkıp, toplumsal reformların demokratik bir partisi haline gelmelidir. Bernstein bu siyasal istemi, koskoca bir iyi uyum sağlanmış "yeni" kanıtlar ve nedenlemeler dizisiyle kuşatmıştır. Yadsınan, sosyalizmi bilimsel bir temel üzerine oturtma ve tarihin materyalist kavrayışı açısından onun gerekliliği ve kaçınılmazlığını sergileme olanağı idi. Yadsınan, artan yoksulluk, proleterleşme süreci, ve kapitalist çelişkilerin yeğinleşmesiydi; "nihai amaç" kavramı bile geçersiz ilan edildi, ve proletarya diklatörlüğü [sayfa 14]düşüncesi ise tümden reddedildi. Yadsınan, liberalizm ve sosyalizm arasındaki ilke yönünden karşıtlıklardı. Çoğunluğun iradesine uygun olarak yönetilen tam demokratik bir topluma bunun uygulanamayacağı, vb. tezine dayanılarak yadsınan şey, sınıf mücadelesi teorisi idi.
      Böylelikle, devrimci sosyal-demokrasiden burjuva toplumsal-reformculuğuna kesin bir dönüş istemine, marksizmin tüm temel düşüncelerinin, burjuvaca eleştirisine daha az kesin olmayan bir dönüş eşlik ediyordu. Marksizmin bu eleştirisinin uzun zamandan beri siyasal kürsülerden, üniversite koltuklarından, sayısız broşürlerde ve bilgiççe yazılmiş bir dizi incelemelerde yönlendirilmekte olduğu olgusu karşısında, eğitim görmüş sınıfların genç kuşaklarının tümünün on yıllar boyunca sistemli bir biçimde bu doğrultuda yetiştirilmesi olgusu karşısında, bu "yeni eleştirel" eğilimin sosyal-demokrasi içerisinde, tıpkı Minerva'nin Jupiter'in kafasından fırlaması gibi, eksiksiz olarak firlayıp çıkmasında şaşırtıcı bir şey yok. Bu yeni eğilimin içeriğinin büyümesine ve biçimlenmesine gerek yoktu, burjuva yazınından sosyalist yazına olduğu gibi aktarılmıştı.
      Devam edelim, eğer Bernstein'in teorik eleştirisi ve siyasal özlemleri kimileri için hâlâ bulanık kalıyorduysa, Fransızlar, bu "yeni yöntemi" çarpıcı bir biçimde sergileme zahmetine katlandılar. Bu kez de Fransa, "tarihsel sınıf mücadelelerinin, her seferinde, herhangi başka bir yerde olduğundan daha fazla, kesin karara kadar südürüldüğü ... ülke" (Engels, Marx'in Der 18 Brumaire'ine Giriş) [4*] olma yolundaki eski ününü kanıtladı. Fransız sosyalistleri teori yapmaya değil, eyleme başladılar. Fransa'daki demokratik olarak oldukça yüksek bir düzeye ulaşmış [sayfa 15]siyasal koşullar, bütün sonuçlarıyla birlikte "bernşayncılığı pratiğe" hemen koymaya olanak sağlamıştı. Millerand, pratik bernştayncılığın kusursuz bir örneğini verdi; Bernstein ve Vollmar'ın onu böylesine büyük bir gayretkeşlikle savunmaları ve övmeleri nedensiz değildir. Gerçekten de, eğer sosyal-demokrasi, özünde salt bir reform partisi ise ve bunu apaçık kabul etmek yürekliliğini göstermek zorunda ise, o zaman, bir sosyalist, yalnızca burjuva hükümetine katılma hakkına sahip olmakla kalmaz, bu yolda her zaman çaba göstermek zorundadır da. Eğer demokrasi, özünde, sınıf egemenliğinin ortadan kaldırılması anlamına geliyorsa, öyleyse niçin bir sosyalist bakan, tüm burjuva dünyasını sınıf işbirliği üzerine söylevlerle büyülemesin? İşçilerin jandarmalar tarafından kurşunlanması, sınıfların demokratik işbirliğinin gerçek niteliğini yüzlerce ve binlerce kez gözler önüne serdikten sonra bile, niçin bu bakan hükümette kalmasın ki? Bugün Fransız sosyalistlerinin knouteur, pendeur et déportateur [5*] adında. başka bir ad vermedikleri çarın selamlanmasına niçin katılmasın ki? Ve bütün dünyanın gözleri önünde sosyalizmin böylesine aşağılanması ve kendi kendini alçaltmasının karşılığındaki ödül, çalışan yığınların —zaferimizi güvenceye alabilecek bu biricik temelin— sosyalist bilincinin çürümesi karşılığındaki ödül, bütün bunların ödülü, zavallı reformlar, aslında burjuva hükümetlerden daha da fazlası elde edilmiş bulunan bu zavallı reformlar için şatafatlı projelerdir!
      Gözlerini bilerek kapatmayan bir kimse, sosyalizm içindeki bu yeni "eleştirel" eğilimin, oportünizmin yeni bir türünden ne daha fazla ne de daha az bir şey olmadığını görmemezlik edemez. Ve eğer insanları kuşandıkları parlak üniformaları ya da kendilerine verdikleri gösterişli [sayfa 16] unvanlarıyla değil de, eylemleriyle ve gerçekte savundukları şeylerle değerlendirirsek, "eleştiri özgürlüğünün", sosyal-demokrasi içinde oportünist bir eğilim özgürlüğü, sosyal-demokrasiyi demokratik bir reform partisine dönüştürme özğürlüğü, sosyalizme burjuva düşüncelerini ve burjuva unsurlarını sokma özgürlüğü anlamına geldiği apaçık ortaya çıkacaktır.
      "Özgürlük" büyük bir sözcüktür, ama sanayi özgürlüğü bayrağı altında en yağmacı savaşlar verilmiştir, emek özgürlüğü bayrağı altında çalışan halk soyulup soğana çevrilmiştir. "Eleştiri özgürlüğü" teriminin modern kullanımı, doğuştan taşıdığı aynı sahteliği içermektedir. Bilimde ilerlemeler kaydettiklerine kendilerini gerçekten inandırmış olanlar, eski görüşlerle yanyana yürümek için yeni görüşlerin özgürlüğünü istemezler, eskilerin yerine yeni görüşlerin konulmasını isterler. Bugün işitilmekte olan "yaşasın eleştiri özğürlüğü", boş fıçı masalını pek fazla anımsatıyor.
      Kaynaşmış bir grup halinde, sarp ve zorlu bir yolda, birbirimizin ellerine sıkı sıkıya sarılmış olarak ilerliyoruz. Düşman tarafından her yandan sarılmış durumdayız ve bunların ateşi altında hemen hemen hiç durmadan ilerlemek zorundayız. Özgürce benimsediğimiz bir kararla, düşmanla savaşmak amacıyla, daha başında kendimizi tek başına bir grup olarak ayırdığımız için ve uzlaşma yolu yerine mücadele yolunu seçmiş olduğumuz için, bizi suçlayan kimselerin bulunduğu yakınımızdaki bataklığa çekilemmek amacıyla birleşmiş bulunuyoruz. Ve şimdi aramızdan bazıları şöyle bağırmaya başlıyorlar: gelin bataklığa gidelim! Ve onları ayıplamaya başladığımız zaman da, karşılıkları şu oluyor: ne geri insanlarsınız! Sizi daha iyi bir yola çağırma özgürlüğünü bize tanımamaktan utanmıyor musunuz? Evet beyler! Yalnızca bizi çağırmakta değil, istediğiniz yere, hatta bataklığa bile gitmekte [sayfa 17] özgürsünüz. Aslında bize göre sizin gerçek yeriniz bataklıktır, oraya ulaşmanız için size her türlü yardımı yapmaya da hazırız. Yeter ki ellerimizi bırakın, yakamıza yapışmayın ve o büyük özgürlük söcüğünü kirletmeyin, çünkü biz de dilediğimiz yere gitmekte "özgürüz", yalnızca bataklığa karşı değil, yüzlerini bataklığa doğru çevirenlere karşı da savaşmakta özgürüz.!


B. "ELEŞTİRİ ÖZGÜRLÜĞÜ"NÜN
YENİ SAVUNUCULARI


      Şimdi, bu slogan ("eleştiri özgürlüğü" sloganı) son zamanlarda Yurtdışı Rus Sosyal-Demokratlar Birliğinin (Union)[14] organı Raboçeye Dyelo (n° 10) tarafından bir teorik postulat olarak değil, bir siyasal istem, "Yurtdışında faaliyet gösteren sosyal-demokrat örgütleri birleştirmek olanaklı mıdır?" sorusuna bir yanıt olarak ileri sürülmüştür: "Dayanıklı bir birlik için eleştiri özgürlüğü olmalıdır" (s. 36).
      Bu sözlerden iki kesin sonuç çıkar: l° Raboçeye Dyelo'nun, genel olarak, uluslararası sosyal-demokrasideki oportünist akımı kanadı altına aldığı, ve 2° Raboçeye Dyelo'nun Rus sosyal-demokrasisi içerisindeki oportünizm için özgürlük istediği. Bu sonuçları inceleyelim.
      Raboçeye Dyelo, "İskra ve Zarya'nın[15] uluslararası sosyal-demokrasi içerisindeki Montagne ile Gironde[16] arasında bir kopma kehanetinde bulunma eğilimi"nden "özellikle" hoşnut değildir. [6*] [sayfa 18]
      "Genel olarak söylemek gerekirse" diye yazıyor Raboçeye Dyelo editörü B. Kriçevski, "sosyal-demokrasinin saflarında işitilen bu Montagne ve Gironde sözleri, yüzeysel bir tarihsel andırışmayı temsil eder, bu da bir marksistin kalemine yakışmayan bir şeydir. Toplumsal düşünce tarihçilerinin sanabilecekleri gibi, Montagne ve Gironde farklı anlayışları ya da entelektüel eğilimleri temsil etmiyorlardı, onlar ayrı sınıfları ya da tabakaları temsil etmekteydiler: bir yandan orta burjuvazi, öte yanda küçük-burjuvazi ve proletarya. Oysa modern sosyalist hareket içinde sınıfsal çıkar çatışması yoktur; bütün [italikler Kriçevski'nindir] çeşitli biçimleriyle sosyalist hareket, tüm olarak, en aşırı bernştayncılar dahil, proletaryanın sınıf çıkarları ve onun siyasal ve iktisadi kurtuluşu için sınıf mücadelesi zemini üzerinde oluşmaktadır." (s. 32-33.)
      Cüretli bir iddia! Acaba Kriçevski, uzun zamandan beri belirtilmiş bir gerçeği, bernştayncılığın bu kadar hızla yayılışının, son yıllarda, bir "akademik" tabakanın sosyalist harekete geniş bir biçimde katılması yüzünden olduğu gerçeğini,hiç işitmemiş midir? Ve en önemlisi, yazarımız, "en aşırı bernştayncıların" bile, proletaryanın siyasal ve iktisadi kurtuluşu için sınıf mücadelesi zemini üzerinde durdukları yolundaki görüşünü neye dayandırmaktadır? Bilinmez. En aşırı bernştayncıların bu kararlı savunusu hiç bir kanıt ya da nedenleme ile desteklenmemektedir. Besbelli ki, yazar, en aşırı bernştayncıların kendi kendileri için söyledikleri şeyi yineleyecek olursa, iddialarının hiç bir kanıt gerektirmeyeceğine inanmaktadır. Ama bir akım hakkında, o akımın temsilcilerinin kendileri için söylediklerinden başka bir şeye dayanmayan [sayfa 19] bir yargıdan daha "yüzeysel" bir şey düşünülebilir mi? Partinin gelişmesinin izleyeceği iki ayrı yol, hatta birbirinin tam karşıtı iki ayrı tür ya da yol konusunda buradan kaynaklanan "vaız"lardan daha yüzeysel bir şey olabilir mi? (Raboçeye Dyelo, s. 34-35.) Bir başka deyişle, Alman sosyal-demokratları eksiksiz eleştiri özgürlüğünü kabul etmekteyken, Fransızlar buna karşıymışlar, ve işte "hoşgörü yoksunluğunun kötülüklerini" tanıtlayan Fransızların örneğiymiş.
      Bunun karşısında söyleyebileceğimiz tek şey, B. Kriçevski örneğinin marksist sıfatın, bazan, tarihi, "İlovaiski biçiminde" anlayan kimseler tarafından da benimsendiğine tanıklık ettiğidir. Alman Sosyalist Partisinin birliğini ve Fransız Sosyalist Partisinin bölünmüşlüğünü açıklamak için bu iki ülkenin tarihinin özelliklerini incelemenin, birindeki askeri yarı-mutlakiyet koşulları ile ötekindeki cumhuriyetçi parlamentarizm koşullarını kıyaslamanın, Paris Komününün etkileri ile Sosyalistlere Karşı Yasanın etkilerini tahlil etmenin, iki ülkenin iktisadi yaşamını ve iktisadi gelişmesini kıyaslamanın, ya da "Alman demokrasisinin eşi görülmedik gelişmesinin", sadece yanlış teorilere karşı değil (Mühlberger, Dühring, [7*] [sayfa 20] Katheder-Sosyalistler[20] ), aynı zamanda, yanlış taktiklere karşı da (Lassalle), sosyalizm tarihinde eşine raslanmadık çetin mücadelelerle gerçekleşmiş olması, vb. vb. üzerinde durmanın hiç gereği yok. Bütün bunlar gereksiz! Fransızlar hoşgörüden yoksun oldukları için aralarında kavga ediyorlar; Almanlar iyi çocuklar oldukları için birlik halindeler.
      Ve dikkat ediniz ki, bu eşi bulunmaz fikri derinlik ile, bernştayncıların savunmasını tamamen yıkan bir doğru "çürütülmek" istenmektedir. Bernştayncıların proletaryanın sınıf mücadelesi zemini üzerinde durup durmadıkları sorusu, ancak tarihsel deneyimle tam ve kesin olarak yanıtlandırılabilecek bir sorudur. Bunun sonucu olarak, Fransa örneği, bu bakımdan çok büyük anlam taşır, çünkü, bernştayncıların, Alman kafadarlarının yürekten onayı ile (kısmen de Rus oportünistlerinin onayıyla; bkz: Raboçeye Dyelo, n° 2-3, s. 83-84), bağımsız olarak kendi ayakları üzerinde doğrulmaya çalıştıkları tek ülke Fransa'dır. Fransızların "hoşgörü yoksunluğundan" (Nozdriyov [21] tarzında) sözetmek, "tarihsel" anlamı dışında, son derece nahoş gerçekleri öfkeli küfürlerle örtbas etme çabasından başka bir şey değildir.
      Zaten bizim, Almanları, B. Kriçevski'ye ve diger bir sürü "eleştiri özgürlüğü" savunucularına terketmeye niyetimiz yok. Eğer "en aşırı bernştayncıların" varlığı, Alman partisi saflarında hâlâ hoşgörüyle karşılanıyorsa, bu Bernstein'ın "tadil" teklifini kesin olarak reddetmiş olan Hanover kararına[22] ve (diplomatik bir dille yazılmış olmakla birlikte) Bernstein'a doğrudan doğruya bir ihtar niteliğinde olan Lübeck kararına[23] boyuneğdikleri içindir. Alman partisinin çıkarları bakımından diplomatik bir tutumun doğru olup olmadığı ve bu durumda kötü bir barışın iyi bir kavgadan daha iyi olup olmadığı tartışılabilir; kısacası, bernştayncılığın reddinde hangi yönteme [sayfa 21] başvurulmasının gerektiği konusunda ayrı görüşler bulunabilir, ama Alman partisinin, bernştayncılığı iki vesile ile reddetmiş olduğu, kimsenin görmezlikten gelemeyeceği bir olgudur. Onun için Alman örneğinin "'en aşırı bernştayncıların proletaryanın siyasal ve iktisadi kurtuluşu için sınıf mücadelesi zemini üzerinde durdukları" tezini doğruladığını sanmak, gözümüzün önünde olup bitenleri hiç anlamamak demektir. [8*]
      Üstelik Raboçeye Dyelo, gördüğümüz gibi, bununla da yetinmeyerek, "eleştiri özgürlüğü" istiyor ve Rus sosyal-demokrasisi önünde bernştayncılığı savunuyor. Besbelli ki, bu gazete, bizim, "eleştirici"lerimize ve bernştayncılara haksızlık ettiğimize kendisini inandırmış. Ama hangilerine? Kime? Nerede? Ne zaman? Bu haksızlık neymiş? Bunlar hakkında tek bir sözcük yok. Raboçeye Dyelo, tek bir Rus eleştiricisinin ya da tek bir bernetayncının adını anmıyor! Bu durumda iki olanaklı varsayımdan birini seçmemiz gerekiyor. Ya, haksızlığa uğrayan Raboçeye Dyelo'nun kendisinden başkası değildir (n° 10'daki iki makalede sadece, Raboçeye Dyelo'nun, Zarya ve İskra [sayfa 22] tarafından haksızlığa uğratıldığından sözedilmesi, bunu doğrulamaktadır). Eğer durum bu ise, bernştaycılarla her türlü dayanışmadan uzak durduğunu ısrarla iddia eden Raboçeye Dyelo'nun, "en aşırı bernştayncıları" ve eleştiri özgürlüğünü savunmadan, doğrudan doğruya kendisini savunamaması garip olgusu nasıl açıkılanacaktır? Ya da, haksızlığa uğrayan, bazı üçüncü şahıslardır. Eğer durum bu ise, bunların adlarını bildirmemek için ne gibi nedenler olabilir?
      Görüyoruz ki, Raboçeye Dyelo, kurulduğu günden beri oynamış olduğu saklambaç oyununu (ki bunu aşağıda da göstereceğiz) sürdürüyor. Ve ayrıca, ünlü "eleştiri özgürlüğü"nün bu ilk pratik uygulanışını da kaydedelim. Gerçekte bu, sadece, her türlü eleştiriden kaçınmaya indirgenmekle kalmamış, aynı zamanda, bağımsız fikirleri ifade etmekten tamamen kaçınmaya da indirgenmiştir. Sanki utanılacak bir hastalıkmış gibi Rus bernştayncılığının sözünü etmekten kaçınan Raboçeye Dyelo'nun kendisi (Starover'in yerinde deyimini kullanacak olursak[25] ) hastalığın tedavisi için, hastalığın Alman çeşidi için olan en son Alman reçetesinin sözcüğü sözcüğüne kopya edilmesini önermektedir! Eleştiri özgürlüğü yerine, kölece (daha kötüsü: maymunca) taklitçilik! Uluslararası modern oportünizmin bu aynı toplumsal ve siyasal içeriği, kendisini, ulusal özelliklere göre çeşitli biçimlerde ortaya koymaktadır. Oportünistler bir ülkede uzun zamandan beri ayrı bir bayrak altında birleşmişlerdir; bir diğerinde teoriyi savsaklamışlar ve gerçekte radikal sosyalistlerin siyasetini izlemişlerdir; bir üçüncüsünde devrimci partinin bazı üyeleri oportünizm kampına gelmişler ve amaçlarına, ilkeler ve yeni taktikler uğruna açık mücadeleyle değil, partilerini yavaş yavaş, hissedilmez ve, deyim yerindeyse, cezalandırılamaz bir biçimde yozlaştırarak ulaşmaya çalışmışlardır; bir dördüncü ülkede ise, [sayfa 23] aynı cinsten kaçaklar, "legal" eylemle "illegal" eylemi tamamen orijinal bir biçimde birleştirerek, siyasal köleliğin karanlıklarında aynı yöntemlere başvurmaktadırlar, vb.. Eleştiri özgürlüğünden ve bernştayncılıktan, Rus sosyal-demokratlarının birliğini sağlamanın bir koşulu olarak sözetmek ve Rus bernştayncılığının kendisini nasıl ortaya koyduğunu ve bunun ne gibi özel sonuçlar verdiğini açıklamamak, hiç bir şey söylememek amacıyla laf etmektir.
      Raboçeye Dyelo'nun söylemek istemediğini (ya da, belki de kavrayamadığını), birkaç sözcük ile de olsa, biz kendimiz söylemeye çalışalım.


C. RUSYA'DA ELEŞTİRİ


      İncelemekte olduğumuz konu bakımından Rusya'nın başlıca ayırıcı özelliği, bir yandan işçi sınıfının kendiliğinden hareketinin başlangıcının, ve öte yandan ilerici kamuoyunun marksizme yönelmesinin, heterojen unsurların, ortak düşmana karşı (zamanını doldurmuş siyasal ve toplumsal dünya görüşüne karşı) savaşmak üzere tek bir bayrak altında bileşmeleri sonucunu vermiş olmasıdır. "Legal marksizm"in en canlı olduğu günlerin sözünü ediyoruz. Genel olarak söylemek gerekirse, bu, 80'lerde ya da 90'ların başlarında olanaklılığına kimsenin inanmayacağı tümüyle ilginç bir olguydu. Otokrasinin egemen olduğu bir ülkede, tamamen köleleştirilmiş bir basınla, en küçük bir siyasal huzursuzluk ve karşı gelme filizlenmesinin ezildiği kudurgan bir siyasal gericilik döneminde, devrimci marksizmin teorisi, birdenbire, sansür altında bulunan yazına girme yolunu buluyor ve Ezop dilinde ifade edilmekle birlikte, "ilgili" herkes tarafından anlaşılıyor. Hükümet, sadece, (ihtilâlci) Narodnaya Volya'nın teorisini tehlikeli saymaya kendisini alıştırmıştır, ve [sayfa 24] alışılageldiği gibi bu organın geçirdiği iç evrimi izleyememektedir ve ona karşı yöneltilen her eleştiriyi sevinçle karşılar. Hükümetin olup biteni anlamasına kadar, ve koca sansürcüler ve jandarmalar ordusu yeni düşmani keşfedip üzerine çullanana kadar (bizim Rus ölçülerimize göre) epey zaman geçti. Oysa bu süre içinde, marksist kitaplar birbiri ardından yayınlanıyordu, marksist dergiler ve gazeteler kuruluyordu; hemen hemen herkes marksist olmuştu, marksistler övülüyorlardı, onlara binbir iltifat yağıyordu, yayınevleri marksist yapıtların olağanüstü hızlı satışından çok memnundular. Bu yüzden bu ortama kendini kaptırmış acemi marksistler arasında, birden fazla "kendini beğenmiş yazar..."[26] bulunması çok doğaldı.
      Şimdi artık, bu dönemden rahatça, geçmişte kalmış bir olay olarak sözedebiliriz. Marksizmin yazın alanında çiçek açtığı bu kısa dönemin aşırı ve çok ılımlı görüş sahibi kimseler arasındaki ittifaktan ileri geldiği bir sır değildir. Aslında, bu ılımlı unsurlar, burjuva demokratlardı; bu durum (ki bu onların daha sonra gösterdikleri "eleştirel" gelişme ile açıkça doğrulanmıştır), daha henüz "ittifak" yürürlükte iken, bazıları tarafından anlaşılmıştı. [9*]
      Durum bu olduğuna göre, sonraki "fikir karışıklığı"nın başlıca sorumluları, geleceğin "eleştiricileri" ile ittifaka girmiş olan devrimci sosyal-demokratlar değil midir? Bu soru, olumlu yanıtıyla birlikte, çok katı görüşlü kimselerden, zaman zaman işitilmektedir. Ama böyleleri tamamıyla yanılmaktadırlar. Güvenilmez kimselerle bile olsa, geçici ittifaklara girmekten korkanlar, ancak [sayfa 25] kendisine güvenemeyenlerdir; böyle ittifaklar olmasaydı tek bir siyasal parti varolamazdı. Legal marksistlerle birleşme, bir bakıma, Rus sosyal-demokratlarının girdikleri gerçekten siyasal ilk ittifaktı. Bu ittifak sayesindedir ki, narodniklere karşı şaşılacak hızla zafer kazanıldı ve marksist düşünceler (kaba bir biçimde de olsa) çok yaygınlaştı. Üstelik bu ittifak hiç bir "koşula" dayandırılmamıştı. Bunun kanıtı, Rusya'nın İktisadi Gelişmesi Sorunu Üzerine Materyal adlı marksist koleksiyonunun, 1895'te, sansür tarafından yakılmasıdır. Eğer legal marksistlerle yapılan yazınsal anlaşma bir siyasal ittifakla kıyaslanabilirse, o zaman bu kitap da bir siyasal antlaşmayla kıyaslanabilir.
      Bağların kopması, elbette ki, "müttefiklerin" burjuva demokrat olduklarının anlaşılması yüzünden olmadı. Tersine, burjuva demokrasisi akımının temsilcileri, Rusya'nın bugünkü durumu demokratik görevleri ön plana çıkardığı sürece, sosyal-demokrasinin doğal ve özlenen müttefikleridirler. Ama böyle bir ittifakın zorunlu koşulu, sosyalistlerin, işçi sınıfına, onların çıkarlarının burjuvazinin çıkarlarına taban tabana karşıt olduğunu gösterme olanağına tam olarak sahip bulunmaları olmalıdır. Legal marksistlerin çoğunluğunun kapıldığı bernştayncılık ve "eleştirel" eğilim ise, sosyalistleri bu olanaktan yoksun bırakmaktaydı ve marksizmi kabalaştırarak, toplumsal çelişkileri körletme teorisini savunarak, toplumsal devrim ve proletarya diktatörlüğü düşüncesinin saçma olduğunu ilân ederek, işçi sınıfı hareketini ve sınıf mücadelesini dar trade-unionculuğa ve küçük tedrici'reformlar uğruna "gerçekçi" mücadeleye indirgeyerek, sosyalist bilinci baltalamaktaydılar. Bu, sosyalizmin bağımsızlık hakkının ve bunun sonucu olarak da varlık hakkının burjuva demokrasisi tarafından yadsınmasıyla aynı anlama geliyordu; bu, o zamanlar, henüz başlangıç [sayfa 26] aşamasında olan işçi sınıfı hareketini, pratikte, liberal hareketin bir eklentisi haline getirmesiyle aynı anlama geliyordu.
      Bu koşullar altında, kopuş, doğal olarak zorunluydu. Ama Rusya'nin "kendine özgü" özelliği, kendisini, bu kopuşun, sosyal-demokratların en ulaşılabilir ve yaygın "legal" yazından safdışı edilmesi anlamına gelişinde ortaya koydu. "Eleştiri" bayrağına sarılan ve marksizmi "yıkmanın" neredeyse tekelini elinde bulunduran "eski marksistler", bu legal basında mevzilendiler. (Şimdi Raboçeye Dyelo tarafından benimsenen) "ortodoksluğa karşıyız" ve "yaşasın eleştiri özgürlüğü" sloganları moda oldu. Ve sansürün ve jandarmaların bile bu modanın karşısında duramadıklarının kanıtı, ünlü Bernstein'ın (Herostratean anlamında ünlü) yapıtının[28] üç Rusça baskısının yayınlanması ve Bernstein'ın, Bay Prokopoviç ve ötekilerin yapıtlarının Zubatov[29] tarafından salık verilmesidir (İskra, n° 10). Şimdi sosyal-demokratlara, zaten çetin olan, ama dıştan yaratılan engellerle büsbütün çetinleşen bir görevi yerine getirmek düşüyordu — yeni akımla mücadele etme görevi. Ama bu akım, kendisini, yalnızca yazın alanıyla sınırlamıyordu. "Eleştiriciliğe" doğru eğilim ile birlikte, pratik içinde olan bazı sosyal-demokratlar, ekonomizme kapıldılar.
      Legal eleştiricilikle illegal ekonomizm arasındaki ilişki ve bağımlılığın ortaya çıkış ve gelişme biçimi ilginç bir konudur; özel bir makalenin ana konusunu oluşturabilecek bir konu. Biz, burada, bu bağın tartışma götürmez varlığını belirtmekle yetineceğiz. Credo'nun haklı olarak eriştiği kötü ün, bu bağlantıyı açık sözlülükle formüle etmesinden ve ekonomizmin temel siyasal eğilimini açıklamasından ileri gelmekteydi — işçiler, iktisadi mücadeleyi (ya da daha doğrusu, özgül işçi sınıf siyasetini de kucakladığı için, trade-unioncu mücadeleyi) yürütürlerken, [sayfa 27] marksist aydınlarda siyasal "mücadele"yi yürütmek için liberallerle birleşsinler. "Halk arasında" trade-unioncu eyleme girişmek bu görevin ilk yarısını yerine getirmekti, legal eleştiri de ikinci yarısını. Bu sözler, ekonomizme karşı öyle kusursuz bir silahtı ki, Credo olmasaydı onu yaratmak gerekirdi.
      Credo yaratılmadı; yazarlarının izni alınmadan ve belki de onların isteklerine karşın yayınlandı. Her ne hal ise, yeni "programın" [10*] günışığına çıkarılmasına yardımcı olan bu satırların yazarı, sözcülerin kendileri tarafından kâğıda aktarılan görüşlerinin özetinin çoğaltılarak Credo başlığı altında dağıtılmasından ve hatta buna karşı protestoyla birlikte basında yayınlanmasından ötürü yakınmalar ve suçlamalar duymuştur! Bu olaya değinmiyoruz, çünkü bu, ekonomizmimizin çok kendine özgü bir özelliğini açığa vurmaktadır — açıklık korkusu! Bu, ekonomizmin genel bir özelliğidir, yalnızca Credo'nun yazarlarının değil. Bu özelliği ekonomizmin en açık sözlü ve en dürüst savunucusu olan Raboçaya Mysıl, (Vademecum'da[32] ekonomist belgelerinin yayınlanmasından ötürü öfkeye kapılan) Raboçeye Dyelo, iki yıl önce kendi profession de foi'sının[33] bunun reddi ile beraber yayınlanmasına izin vermeyen Kiev Komitesi [11*] ve ekonomizmin birçok öteki bireysel temsilcileri de göstermiş1erdir.
      Eleştiri özgürlüğü yandaşlarının bu eleştiri korkusu, yalnızca kurnazlık olarak açıklanamaz (ama kurnazlığın [sayfa 28] da zaman zaman burada işin içine sokulduğundan kuşku yoktur; yeni akımın genç ve henüz narin filizlerini muhaliflerin saldırılarına maruz bırakmak ihtiyatsızlıktır!). Hayır, ekonomistlerin çoğunluğu, (ekonomizmin niteliği gereği) her türlü teorik çatışmalara, hizip anlaşmazlıklarına, geniş siyasal sorunlara, devrimcileri örgütleme planlarına vb. içten bir kırgınlıkla bakmamaktadırlar. Oldukça tutarlı bir ekonomist, bir gün, bana, "bütün bunları yurtdışındakilere bırakalım!" dedi, o, böylelikle çok yaygın bir görüşü (ve gene salt trade-unioncu bir görüşü) ifade ediyordu; bizi ilgilendiren işçi sınıfı hareketi, buradaki, kendi yöremizdeki işçi örgütleridir; gerisi yalnızca doktrinerlerin icadıdır, İskra n° 12'de yayınlanan mektubun yazarlarının Raboçeye Dyelo n° 10 ile uyum içerisinde ifade ettikleri gibi, "ideolojinin abartılması"dır.
      Şimdi şu sorun ortaya çıkıyor: Rus "eleştiriciliği"nin ve Rus bernştayncılığının kendine özgü özelliği bu olduğuna göre, oportünizme yalnız sözle değil, eylemle karşı durma çabasını göstermiş olanların görevi ne olmalıydı? Birincisi, legal marksizm döneminde henüz başlamış olan ve yeniden yeraltında çalışan yoldaşların omuzuna yüklenen teorik çalışmayı başlatma çabalarına girişmeliydiler. Böyle bir çalışma olmaksızın hareketin başarılı bir biçimde büyümesi olanaksızdı. İkincisi, halkın kafasını geniş ölçüde karıştıran legal "eleştiricilik"e karşi etkin olarak mücadeleye girişmeliydiler. Üçüncüsü, programımızı ve taktiklerimizi aşağılama yolundaki her türlü bilinçli ya da bilinçsiz çabanın içyüzünü açığa çıkararak ve çürüterek pratik hareketteki fikir kargaşalığına ve sallantılara etkin biçimde karşı durmalıydılar.
      Raboçeye Dyelo'nun bunlardan hiç birini yapmadığı iyi bilinmektedir; aşağıda bu çok iyi bilinen olguyu ayrıntılı olarak ve çeşitli yönlerden inceleme fırsatını bulacağız. Ama şimdilik, biz, yalnızca "eleştiri özgürlüğü" istemiyle [sayfa 29] bizim yerli eleştiriciliğimizin ve Rus Ekonomizminin özel çizgileri arasında varolan çarpıcı çelişkiyi belirtmekle yetineceğiz. Bunun için, Yurtdışı Rus Sosyal-Demokratları Birliğinin Raboçeye Dyelo'nun görüşünü onayladığı karar metnine bir gözatmak yetecektir.
      "Sosyal-demokrasinin daha ileri ideolojik gelişmesinin çıkarı bakımından, sosyal-demokrat teorinin sınıf ve devrimci niteliğine aykırı düşmediği sürece, bu teorinin parti yazınında eleştirilmesi özgürlüğünün tanınmasını kesin olarak gerekli saymaktayız." (İki Konferans, s. 10.)
      Peki bunun nedeni nedir? Bu kararın "birinci bölümünün, Lübeck Parti kongresinde Bernstein hakkında alınan kararla çakışması". ... Safdilliliklerinden ötürü "birlikçiler" bu kopyacılıkla nasıl da kendi kendilerine bir Testimonium Paupertatis (yoksulluk tasdiknamesi) verdiklerinin farkında değiller... "Ama ... kararın ikinci bölümü, eleştiri özgürlüğünü, Lübeck Kongresinin yaptığından çok daha fazla sınırlandırmaktadır."
      O halde Yurtdışı Birlik, Rus bernştayncılarını mı hedef almaktadır? Eğer almıyorsa, o zaman, Lübeck Kongresine yapılan atıf tamamen anlamsız kalır. Ama kararın "eleştiri özgürlüğünü sınırladığı"nı söylemek doğru değildir. Hanover kararını kabul ederken, Almanlar, Bernstein'in önerdiği tadilleri tek tek reddettiler, ve Lübeck kararlarında da, adını anarak, şahsen Benstein'a ihtarda bulundular. Bizim "özgürlük" taklitçilerimiz ise, Rus "eleştiriciliğinin" ve Rus ekonomizminin tek bir belirtisine bir defacık bile atıfta bulunmamaktadırlar. Bu ihmal karşısında, sadece teorinin sınıf ve devrimci karakterinden sözetmek, özellikle Yurtdışı Birlik, "ekonomizm denen şeyi" oportünizmle özdeşleştirmeyi reddettiği zaman, yanlış yorumlara alanı boş bırakmaktadır. (İki Koneferans, s. 8, § 1.) Bütün bunları geçerken söylüyoruz. Asıl sorun, Rusya'da, oportünistlerin, devrimci sosyal-demokratlar [sayfa 30] karşısındaki konumlarının, Almanya'dakinin tam karşıtı olduğunu belirtmektir. O ülkede, bildiğimiz gibi, devrimci sosyal-demokratlar, mevcut olanı —evrensel olarak bilinen ve onyıllar boyu deneyimlerle bütün ayrıntılarıyla açıklığa kavuşturulmuş olan eski program ve taktikleri— muhafaza etmekten yanadırlar. Ama "eleştiriciler", değişiklikler getirmek istemektedirler; ve bu eleştiriciler önemsiz bir azınlığı temsil ettiklerine göre, revizyonist çabalarında pek pısırık davrandıklarına göre, çoğunluğun "yenilikleri" sadece reddetmekle yetinmesindeki nedenleri anlayabiliriz. Rusya'da ise, mevcut olanı muhafaza etmekten yana olan eleştiriciler ve ekonomistlerdir: "eleştiriciler" kendilerini marksist saymaya devam etmemizi ve şimdiye kadar tam olarak yararlandıkları "eleştiri özgürlüğünü" kendileri için güvence altına almamızı istemektedirler (çünkü gerçekte bunlar hiç bir zaman herhangi bir parti bağını [12*] tanımamışlardır, ve üstelik öğütlerde bulunma dışında biz, eleştiri özgürlügünü "sınırlayabilecek" genel olarak kabul edilmiş bir parti örgütüne hiç bir zaman sahip olmadık); ekonomistler, "bugünkü hareketin egemen niteliğini" devrimcilerin tanımasını istemektedirler (Raboçeye Dyelo, n° 10, s. 25) [sayfa 31] yani mevcut olanın "meşruluğunu" kabul etmemizi istemektedirler; "ideologların", hareketi, "maddi unsurlarla maddi ortamın karşılıklı etkisi sonucu meydana gelen" yolundan "saptırmaya" çalışmamalarını istemektedirler ("Mektup", İskra n° 12'de); "bugünkü koşullarda işçiler için olanaklı olan mücadelenin özlenen bir mücadele olduğunun ve şu anda gerçekten yürütülen mücadelenin" olanaklı tek mücadele olduğunun kabul edilmesini istemektedirler. ("Raboçaya Mysıl'ın Özel Eki", s. 14.) Biz devrimci sosyal-demokratlar ise, tam tersine, kendiliğindenliğe, yani "şu anda" mevcut olana bu tapınma ile yetinmiyoruz. Son yıllarda egemen olan taktiklerin değiştirilmesini istiyoruz; "birleşmeden önce ve birleşebilmemiz için, her şeyden önce sağlam ve kesin sınır çizgilerini çizmemiz gerekir" diyoruz (İskra'nin yayına başlama duyurusuna bakınız). [13*] Kısacası Almanlar mevcut olanı savunuyorlar ve değişiklikleri reddediyorlar; biz ise mevcut olanın değişmesini istiyoruz, ve mevcut olana boyuneğmeyi, onunla uzlaşmayı reddediyoruz.
      Alman kararlarının "özgür" kopyacıları, bu "önemsiz" farkı gözden kaçırmışlardır.


D. TEORİK MÜCADELENİN ÖNEMİ KONUSUNDA
ENGELS


      "Dogmacılık, doktrincilik" "partinin kemikleşmesi —düşüncenin zincire vurulmasının sonucu olan kaçınılmaz ceza—" bunlar Raboçeye Dyelo'daki "eleştiri özgürlüğünün" şövalyece savunucularının silaha sarıldıkları düşmanlardır. Bu sorunun gündeme alınmasından pek memnunuz ve sadece bir başka sorunun da eklenmesini öneririz:
      Peki yargıçlar kimlerdir? [sayfa 32]
      Önümüzde iki yayıncı duyurusu var. Biri, "Yurtdışı Rus Sosyal-Demokratlar Birliğinin Yayın Organının Programı - Raboçeye Dyelo" (Raboçeye Dyelo, n° 1'den yeniden basılmış) ve öteki, "Emeğin Kurtuluşu Grubunun Yayınlarının Yeniden Başlayacağı Duyurusu". Her ikisi de 1899 tarihini, "marksizmin bunalımı"nın uzun süreden beri tartışma konusu olduğu bir tarihi taşıyor. Peki ne buluyoruz? Birinci duyuruda bu olayla ilgili herhangi bir değinmeyi ya da bu sorunla ilgili olarak bu yeni organın benimsemek eğiliminde olduğu konuma ilişkin belirli bir ifadeyi boşuna aramış olacağız. Bu programda olsun, Yurtdışı Birliğin 1901'deki Üçüncü Kongresinde[34] benimsenmiş olan ek kararda olsun (İki Konferans, s. 15-18), teorik çalışma konusunda ve şu anda karşı karşıya bulunduğu ivedi görevler konusunda tek bir sözcük söylenmemektedir. Bütün bu zaman boyunca Raboçeye Dyelo'nun yazıkurulu, bu teorik sorunları, bu sorunlar bütün dünyadaki sosyal-demokratların zihinlerini karıştıran sorunlar olmasına karşın, görmezlikten gelmişlerdir.
      Öteki duyuru ise, tersine, her şeyden önce son yıllarda teoriye karşı azalan ilgiye parmak basıyor, "proletaryanın devrimci hareketinin teorik yönüne uyanık bir dikkat" gösterilmesini ısrarla istiyor, ve hareketimiz içindeki "bernştayncı ve öteki karşı-devrimci eğilimleri amansızca eleştirmeye" çağırıyor. Zarya'nın bugüne kadarki sayıları bu programın nasıl yürütülmekte olduğunu göstermektedir.
      Böylece, görüyoruz ki, düşünce kemikleşmesine vb. karşı üst perdeden söylenen sözler, teorik düşüncenin gelişmesi konusundaki ilgisizliği ve çaresizliği gizlemektedir. Rus sosyal-demokratlarının durumu, genel olarak Avrupa'daki (çok önceleri Alman marksistleri tarafından da belirtilen) bir olguyu, yani o pek övülen eleştiri özgürlüğünün [sayfa 33] bir teorinin yerine bir başkasının konması demek olmayıp, bu türden bütünleşmiş ve işlenmiş teoriden özgür olmak anlamına geldiğini; seçmecilik ve ilke yoksunluğu anlamına geldiğini açıkça göstermektedir. Hareketimizin gerçek durumuyla azçok tanışıklığı olanlar, marksizmin geniş bir biçimde yaygınlaşmasının yanında, teorik düzeyin belli ölçüde düşmekte olduğunu görmemezlik edemezler. Pek çok insan, çok az bir teorik eğitimle, hatta hiç eğitilmeden, hareketin pratik önemi ve pratik başarıları yüzünden, harekete katılmışlardır. Bundan Raboçeye Dyelo'nun, bir zafer havasıyla Marx'ın şu sözlerini aktarırken nasıl patavatsız olduğunu değerlendirebiliriz: "İleriye doğru atılan her adım, her gerçek ilerleme, bir düzine programdan daha önemlidir." [14*] Teorik kargaşalık döneminde bu sözcükleri yinelemek tıpkı bir cenazede yaslılara "gözünüz aydın!" demeye benzer. Üstelik Marx'ın bu sözleri, içerisinde ilkelerin formülasyonundaki seçmeciliği şiddetle mahküm ettiği, Gotha Programı[35] konusunda yazdığı mektuptan alınmıştır. Eğer birleşmek zorundaysanız, diye yazıyordu parti liderlerine Marx, hareketin pratik amaçlarını karşılayacak anlaşmalara girin, ama ilkeler konusunda herhangi bir pazarlığa izin vermeyin, teorik "ödünler" vermeyin. Marx bu düşüncede idi, ve hâlâ aramızda -onun adına- teorinin önemini küçümseme yolunu arayan kimseler var!
      Devrimci teori olmadadan, devrimci hareket olamaz. Moda halinde oportünizm övgüsünün, pratik eylemin en dar biçimlerine delicesine bir kapılmayla elele gittiği bir zamanda, bu düşünce üzerinde pek güçlü olarak direnilemez. Ancak Rus sosyal-demokratları için teorinin önemi, çoğu kez unutulan şu üç durumdan ötürü önem kazanmaktadır: [sayfa 34] birincisi, partimizin sadece oluşum sürecinde olması, özelliklerinin daha yeni belirlenmeye başlaması, ve hareketi doğru yolundan saptırma tehdidinde bulunan devrimci düşüncenin öteki eğilimleriyle henüz hesaplaşmadan uzak oluşuyla. Tersine tam da şu yakın geçmiş, (Akselrod'un uzun zaman önce ekonomistleri uyardığı bir durum olan)[36] sosyal-demokrat olmayan devrimci eğilimlerin yeniden canlanışı ile damgalanmıştır. Bu koşullar altında, ilk bakışta "önemsiz" gibi görünen bir yanılgı en kötü sonuçlara yolaçabilir ve ancak burnunun ötesini göremeyenler, hizip tartışmalarını ve görüş ayrılıkları arasındaki en keskin farklılıkları zamansız ya da gereksiz sayabilir, Rus sosyal-demokrasisinin yazgısı gelecek birçok yıllar boyunca şu ya da bu "ayrılığın" güçlenmesine bağlıdır.
      İkincisi, sosyal-demokrat hareket, özünde, uluslararası bir harekettir. Bu, sadece ulusal şovenizmle savaşmak zorunda olduğumuz demek değil, genç bir ülkede yeni bir hareketin ancak öteki ülkelerin deneyimlerinden yararlanacak olursa başarılı olabileceği demektir de. Bu deneyimlerden yararlanmak için bunları salt tanımak ya da yalnızca en son kararlarını kopya etmek yetmez. Gerekli olan, bu deneyimleri eleştirici bir tutumla ele almak ve bunları bağımsız olarak sınamadan geçirmektir. Modern işçi sınıfı hareketinin ne büyük ölçüde geliştiğini ve dallandığını kavrayan bir kimse, bu görevi yerine getirmek için nasıl bir teorik kuvvetler yedeğine ve siyasal (aynı zamanda da devrimci) deneyime gerek olduğunu anlayacaktır.
      Üçüncüsü, Rus sosyal-demokrasisinin ulusal görevleri, dünyada başka hiç bir sosyalist partinin daha önce karşılaşmadığı türdendir. İlerde, halkın tümünün otokrasinin boyunduruğundan kurtarılması işinin bize yüklediği siyasal ve örgütsel görevlere eğilme firsatını bulacağız. Şu noktada, yalnılzca, öncü savaşçı rolünün ancak en ileri teorinin [sayfa 35] kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebileceğini belirtmek istiyoruz. Bunun ne demek olduğunun somut bir kavrayışına sahip olmak için okur, Herzen, Belinski, Çernişevski gibi Rus sosyal-demokrasisinin öncellerini ve yetmişlerin parlak, devrimci yıldızlarını anımsasın; Rus yazınının şimdi kazanmakta olduğu dünya ölçüsündeki önem üzerine kafa yorsun; bir de... ama bu kadar yeter!
      Sosyal-demokrat harekette teorinin önemiyle ilgili Engels'in 1874'te söylediklerini aktaralım. Engels, sosyaldemokrasinin büyük mücadelesinin, aramızda olduğu gibi iki biçimini (siyasal ve iktisadi) değil, teorik mücadeleyi ilk ikisi ile bir tutarak üç biçimini kabul ediyor. Hem pratik yönden hem de siyasal yönden güçlü hale gelmiş bulunan Alman işçi sınıfı hareketine öğütleri, bugünün sorunları ve anlaşmazlıkları yönünden öylesine öğreticidir ki, uzun zamandan beri kütüphanelerde büyük bir güçlükle bulunabilen Der deutsche Bauernkrieg'e [15*] yazdığı önsözden uzunca bir bölüm aktardığımızdan ötürü okuru sıkmayacağımızı umarız:
      "Alman işçilerinin, öbür Avrupa işçilerine göre, başlıca iki üstünlüğü var. Birincisi, Alman işçileri, Avrupa'nın en teorisyen halkına mensupturlar; üstelik, sözümona 'kültürlü' Almanya'da iyiden yitip gitmiş olan teorik anlayışı korumuşlardır. Eğer daha önce Alman felsefesi hele Hegel felsefesi olmasaydı, Alman bilimsel sosyalizmi —olmuş olacak tek bilimsel sosyalizm— hiç bir zaman kurulamazdı. İşçilerin teorik anlayışı olmasaydı, onlar bu bilimsel sosyalizmi hiç bir zaman özümlemiş oldukları derecede özümleyemezlerdi. Ve bu üstünlüğün ne kadar büyük bir üstünlük olduğunu, bir yandan, her türlü teoriye karşı, çeşitli sendikaların kusursuz örgütlenişine karşın, İngiliz [sayfa 36] işçi hareketinin pek bir ilerleme göstermemesinin başlıca nedenlerinden biri olan kayıtsızlık, ve öte yandan da, prudonculuk tarafından, ilk biçimi içinde Fransızlar ve Belçikalılarda, sonradan, Bakunin eliyle karikatürleştirilmiş biçimi içinde, İspanyol ve İtalyanlarda yaratılan anlaşmazlık ve karışıklık tanıtlar.
      "İkinci üstünlük, Almanların, işçi hareketine, zaman bakımından aşağıyukarı en son gelmiş olmalarıdır. Tıpkı teorik Alman sosyalizminin, doktrinlerinin tüm fantezi ve ütopyalarına karşın, bütün zamanların en büyük kafaları arasında sayılan ve bugün doğruluklarını bilimsel olarak tanıtladığımız birçok fikirleri öncelemiş bulunan üç adamın, Saint-Simon, Fourier ve Owen'ın omuzları üzerinde yükseldiğini hiç bir zaman unutmayacağı gibi, pratik Alman işçi hareketi de, İngiliz ve Fransız [işçi -ç.] hareketinin omuzları üzerinde geliştiğini, onların pahalıya edinilmiş deneylerinden sadece yararlanıp, şimdi o zaman çoğu kaçınılmaz olan yanılgılarından kaçınılabildiğini hiç bir zaman unutmamalıdır. İngiliz trade-unionları ile Fransız siyasal işçi mücadelelerinin geçmişi olmasaydı, hele Paris Komünü tarafından verilen devsel atılım olmasaydı, bugün hareketin neresinde olurduk?
      "Alman işçilerinin, durumlarının üstünlüklerinden, az görülür bir kavrayışla yararlanmasını bildiklerini kabul etmek gerek. Bir işçi hareketi varolalı beri, mücadele, ilk kez olarak, —teorik, siyasal ve pratik-iktisadi (kapitalistlere karşı direnç)— üç yönü içinde, uyum, bağlantı ve sistematik bir biçimde yürütülmüştür. Alman [işçi -ç.] hareketinin yenilmez gücü, işte, deyim yerindeyse, bu tek merkezli (concentrique) saldırıdadır.
      "Bir yandan, elverişli konumları nedeniyle, öte yandan İngiliz [işçi -ç.] hareketinin adasal özellikleri ve Fransız [işçi -ç.] hareketinin zorla bastırılması sonucu, Alman işçileri, şimdilik proleter mücadelenin ön safında [sayfa 37] yer almış bulunuyorlar. O1ayların, bu şeref yerini ne kadar zaman onlara bırakacağı önceden söylenemez. Ama, bu yeri tuttukları sürece, görevlerini, gerektiği gibi yerine getireceklerdir, bunu ummak gerek... Bunun için, tüm mücadele ve ajitasyon alanlarındaki çabalarını bir kat daha artırmalıdırlar. Önderlerin ödevi, özellikle, bütün teorik sorunlar üzerinde gitgide daha çok bilgi edinmek, günü geçmiş dünya görüşlerinin geleneksel lakırdılarının etkisinden kendilerini gitgide daha çok kurtarmak, ve sosyalizmin bir bilim durumuna geldiğinden bu yana, bir bilim olarak yürütülmek, yani irdelenmek istediğini hiç mi hiç unutmamak olacaktır. Buna göre, böylece kazanılan gitgide daha açık görüşleri, işçi yığınları arasında artan bir çabayla yaymak, ve parti ve sendikalar örgütünü gitgide daha güçlü bir biçimde sağlamlaştırmak önem kazanacaktır. ...
      "Eğer Alman işçileri böyle davranmakta devam ederlerse, hareketin başında yürüyeceklerdir demiyorum —sadece herhangi bir ulus işçilerinin hareketin başında yürümeleri, hareketin yararına değildir—, ama savaş çizgisi uzerinde şerefli bir yer tutacaklar ve, hesapta olmayan ağır sınavlar ya da büyük olaylar, onlardan daha çok cesaret, daha çok karar ve daha çok enerji istediği zaman, pusatlanmış ve hazır olacaklardır." [16*]
      Engels'in sözlerinin kehanet olduğu çıktı ortaya. Birkaç yıl içerisinde Alman işçileri Sosyalistlere Karşı Yasa biçiminde beklenmedik çetin, sınavlarla karşı karşıya geldiler. Ve bu sınavları savaşa hazır halde karşıladılar ve bundan zaferle çıkmayı başardılar.
      Rus proletaryası çok daha çetin sınavlardan geçmek zorunda kalacaktır; onun savaşmak zorunda kalacağı canavar yanında, anayasal bir ülkedeki anti-sosyalist yasa [sayfa 38] ancak bir cüce olarak kalır. Tarih bizi şu anda herhangi başka bir ülkenin proletaryasının karşı karşıya kaldığı bütün ivedi görevlerin en devrimcisi olan bir görevle karşı karşıya getirmiştir. Bu görevin yerine getirilmesi, yalnızca Avrupa gericiliğinin değil, (şimdi denebilir ki) Asya gericiliğinin de bu en güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını, uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü yapacaktır. Ve biz, bin kez daha geniş ve daha derin olan hareketimizi, aynı fedakâr kararlılık ve tutkuyla başlatacak olursak, öncellerimizin, yetmişlerin devrimcilerinin, kazanmış bulundukları bu onurlu unvanı elde edeceğimize güvenme hakkına sahip olacağız. [sayfa 39]


İKİ
YIĞINLARIN KENDİLİĞİNDENLİĞİ VE
SOSYAL-DEMOKRATLARIN BiLİNÇLİLİĞİ



      Yetmişlerin hareketinden çok daha geniş ve derin olan bizim hareketimizin, o sıra hareketin esinlendiği aynı fedakâr kararlılık ve enerjisiyle esinlenmesi gerektiğini söyledik. Gerçekten, öyle sanıyoruz ki, bugünkü hareketin gücünün, yığınların, (özellikle sanayi proletaryasının) uyanmasında olduğundan ve zayıflığının da devrimci liderler arasında bilinç ve inisiyatif yokluğundan ileri geldiğinden şimdiye kadar kimse kuşku duymamıştır.
      Bununla birlikte, son zamanlarda, şimdiye kadar bu sorun konusunda geçerli olan bütün görüşlerin altüst olması tehlikesini yaratan şaşırtıcı bir keşifte bulunuldu. Bu keşif, İskra ve Zarya ile giriştiği polemikte özel noktalar [sayfa 40] üzerindeki itirazlarla yetinmeyen ve "genel anlaşmazlığı" daha derin bir köke bağlamaya çalışan Raboçeye Dyelo'nun eseridir. Bu gazete, görüş ayrılığının, özünde, "kendiliğinden unsur ile bilinçli 'yöntemsel' unsurun göreli öneminin farklı değerlendirilmesinden" ileri geldiğini yazmaktadır. Raboçeye Dyelo, suçlamasını, "gelişmenin, nesnel ya da kendiliğinden unsurunun önemini küçümseme" [17*] olarak ifade etmektedir. Buna biz şu karşılığı veririz: bu tez, o kadar anlamlıdır ki, bugün, Rus sosyal-demokratlarını ayıran teorik ve siyasal görüş farklarını öyle derinliğine aydınlatmaktadır ki, İskra ve Zarya ile girişilen polemik Raboçeye Dyelo'nun bu "genel anlaşmazlığı" keşfetmesinden başka bir sonuç vermemiş olsaydı bile, biz, bu sonuçtan da büyük memnunluk duyardık.
      Bu yüzden, bilinç ile kendiliğindenlik arasındaki ilişki sorunu işte bu kadar büyük bir genel ilgi uyandırmaktadır, ve onun için, bu sorun, ayrıntılı olarak incelenmelidir.


A. KENDİLİĞİNDEN-GELME KABARMANIN
BAŞLANGICI


      Bir önceki bölümde, Rusya'nin eğitim görmüş gençliğinin doksanların ortalarında marksizmin teorilerini genel olarak nasıl yuttuğunu belirttik. Aynı dönemde, ünlü 1896 St. Petersburg sanayi savaşını[37] izleyen grevler, aynı şekilde genel bir niteliğe büründü. Bunların bütün Rusya'ya yayılması, daha yeni uyanmakta olan halk hareketinin derinliğini açıkça gösterdi, ve eğer "kendiliğinden unsurdan" sözedeceksek, o halde, hiç kuşkusuz, kendiliğinden olarak kabul edilmesi gereken şey, her şeyden önce bu grev hareketidir. Ama kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik [sayfa 41] vardır. Yetmişlerde ve altmışlarda (ve hatta 19. yüzyılın ilk yarısında) Rusya'da grevler oldu, ve bunlara makinelerin vb.'nin "kendiliğinden" tahribi eşlik etmişti. Bu "başkaldırmalarla" karşılaştırıldığında doksanların grevleri, bu dönemde işçi sınıfı hareketinin yaptığı ilerlemeyi belirtmesi ölçüsünde, "bilinçli" diye bile tanımlanabilirdi. Bu da göstermektedir ki, "kendiliğinden unsur", özünde, tohum halindeki bir bilinçlenmeden başka bir şey değildir. İlkel başkaldırmalar bile, bilinçliliğin belli bir ölçüde uyanmış olduğunu ifade ediyordu. İşçiler, kendilerini ezen sistemin kalıcılığına ilişkin çağlar boyu sürüp gelen inançlarını kaybediyorlardı... otoriteye kölece boyuneğmeyi kesin bir biçimde terkederek ortak direnmenin gereğini, anlamaya demeyeceğim ama, hissetmeye başlıyorlardı. Ama bu gene de bir mücadele niteliğinden çok, umutsuzluk ve öç alma patlamaları niteliğindeydi. Doksanların grevleri, bilinçliliğin çok daha büyük parıltılarını açığa vuruyordu; belirli istemler ileri sürülmüştü, grevin zamanı iyi seçilmişti, başka yerlerdeki durumlar ve örnekler üzerinde tartışılmıştı vb.. Başkaldırmalar ezilenlerin sadece direnmeleriydi, oysa sistemli grevler tohum halindeki sınıf mücadelesini temsil ediyordu, ama yalnızca tohum halindeki. Kendi başlarına alındıklarında, bu grevler, salt sendika mücadeleleriydi, henüz sosyal-demokrat mücadeleler değillerdi. Bunlar işverenlerle işçiler arasında uyanmaya başlayan düşmanlıkları gösteriyordu, ama isçiler, kendi çıkarlarının, modern siyasal ve toplumsal sisteminin tümüyle uzlaşmaz bir biçimde çatıştığının bilincinde değillerdi ve olamazlardı da, yani onların bilinci henüz sosyal-demokrat bir bilinç değildi. Bu anlamda, doksanların grevleri, "başkaldırmalarla" karşılaştırıldığında çok büyük bir ilerlemeyi temsil etmelerine karşın, salt kendiliğinden bir hareket olarak kaldı.
      İşçiler arasında sosyal-demokrat bilincin olamayacağını [sayfa 42] söyledik. Bu bilinç onlara dışardan getirilmeliydi. Bütün ülkelerin tarihi göstermektedir ki, işçi sınıfı, salt kendi çabasıyla sadece sendika bilincini, yani sendikalar içerisinde birleşmenin, işverenlere karşı mücadele etmenin ve hükümeti gerekli iş yasalarını çıkarmaya zorlamanın vb. gerekli olduğu inancını geliştirebilir. [18*]) Oysa sosyalizm teorisi, mülk sahibi sınıfların iyi eğitim görmüş temsilcileri tarafından, aydınlar tarafından geliştirilen, felsefi, tarihsel ve iktisadi teorilerden doğup gelişmiştir. Toplumsal konumlarıyla, modern bilimsel sosyalizmin kurucuları Marx ve Engels de, burjuva aydın tabakasına mensupturlar. Tam aynı yolda, Rusya'da sosyal-demokrasinin teorik ögretisi, işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesinden tamamen bağımsız olarak doğmuştur; devrimci sosyalist aydın tabaka arasındaki düşünce gelişmesinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak doğmuştur. Sözünü etmekte olduğumuz dönemde, doksanların ortalarında, bu ögreti yalnızca Emeğin Kurtuluşu grubunun tam olarak formüle ettiği programını temsil etmekle kalmamış, Rusya'daki devrimci gençliğin çoğunluğunu da kendi yanına kazanmış bulunuyordu.
      Böylece, hem çalışan yığınların kendiliğinden uyanışına, onların yaşam bilincine ve mücadele bilincine yönelik bir uyanışına, hem de sosyal-demokrat teoriyle silahlanmış ve işçilere yönelmeye zorlanan devrimci bir gençliğe sahiptik. Buna ilişkin olarak, bu dönemin ilk sosyal-demokratlarının ekonomik ajitasyonu büyük bir gayretle yürüttükleri halde (bu eylemlerinde, onlara, o zamanlar hâlâ elyazması halinde bulunan Ajitasyon Üzerine adlı kitapçığın içerdiği gerçekten de yararlı görüşler kılavuzluk [sayfa 43] etmekteydi), bunu tek görevleri olarak görmedikleri yolundaki çoğu kez unutulan (ve oldukça az bilinen) bir olguyu belirtmek özel önem taşımaktadır. Tersine daha başında Rus sosyal-demokrasisi için genel olarak en uzak tarihsel görevleri, ve özel olarak da otokrasiyi devirme görevini koymuşlardı. Böylece, 1895'in sonlarına doğru İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliğini[38] kuran sosyal-demokratların St. Petersburg grubu, Raboçeye Dyelo adındaki bir gazetenin ilk sayısını hazırladı. Bu sayı, 8 Aralık 1895 gecesi grubun üyelerinden olan Anotoli Alekseyeviç Vaneyev'in [19*] evine yapılan bir baskınla jandarmanın eline geçtiğinde basıma hazır durumdaydı, böylelikle Raboçeye Dyelo'nun ilk basımı günışığına çıkma firsatına kavuşamadı. Bu sayının başyazısı (belki de otuz yıl sonra bir Russkaya Starina,[39] polis arşivlerinden bunu günışığına çıkaracaktır), Rusya'daki işçi sınıfının tarihsel görevlerini özetliyor ve siyasal özgürlüklerin gerçekleştirilmesini bu görevlerin başına koyuyordu. Bu sayı aynı zamanda "Bakanlarımız Ne Düşünüyor?" [20*] başlığı altında, polisin temel eğitim komitelerini ezmesini ele alan bir makaleyi de içeriyordu. Bunlardan başka St. Petersburg'dan ve Rusya'nın başka yerlerinden gelen mektuplar da (örneğin Yaroslavl Guberniyasındaki işçilerin katliami[40] konusunda bir mektup) vardı. Doksanların Rus sosyal-demokratlarının, eğer yanılmıyorsak bu "ilk çabası", tümüyle yerel, hele de "ekonomik" bir gazete değildi, tersine otokrasiye karşı grev hareketini devrimci hareketle birleştirmeye ve gerici bilisizlik polltikası altında ezilen [sayfa 44] herkesi sosyal-demokrasinin saflarına kazanmayı amaçlıyordu. Bu dönemin hareketinin durumuyla biraz olsun tanışıklığı olan hiç kimse, böyle bir gazetenin başkentin işçileri ve devrimci aydın tabaka arasında sıcak bir karşılık göreceğinden ve yaygın bir tiraji sağlayacağından kuşku duyamazdı. Girişimin başarısızlığı, sadece, bu dönemin sosyal-demokratlarının devrimci deneyim ve pratik eğitimden yoksun oluşları yüzünden zamanın ivedi gereksinmelerini karşılayamadıklarını göstermiştir. Bunlar St. Peterburgski Raboşi Listok[41] için ve özellikle Raboçaya Gazeta ve 1898 ilkyazında kurulan Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisinin Bildirge'si' için de söylenmelidir. Kuşkusuz, o zamanin sosyal-demokratlarını hazırlıksız oldukları için kınamak aklımızın ucundan bile geçmez. Ama bu hareketin deneyiminden yararlanabilmek ve ondan pratik dersler çıkarabilmek için şu ya da bu eksikliğin nedenlerini ve önemini iyice anlamamız gerekir. Bu nedenle, 1895-98 döneminde faal olan sosyal-demokratların bir bölümünün (belki de hatta çoğunluğunun), haklı olarak, o zaman bile, "kendiliğinden" hareketin hemen başında, en kapsamlı bir programla ve en militan taktiksel bir çizgiyle çıkmanın olanaklı olduğunu düşündükleri olgusunu belirtmenin büyük önemi vardır. [21*] Devrimcilerin çoğunluğunun [sayfa 45] eğitimden yoksun oluşu, bu tümüyle doğal olgu, herhangi bir özel korku yaratamazdı. Bir kez görevler doğru bir biçimde belirlenince, bir kez bu görevleri gerçekleştirmek yolunda yinelenen girişimler için enerji olunca, geçici başarısızlıklar sadece küçük talihsizlikleri temsil ediyordu. Devrimci deneyim ve örgütsel yetenek elde edilebilecek şeylerdir, yeter ki bunları erde etme isteği olsun, yeter ki, eksiklikler kabul edilsin, devrimci eylemde bu eksikliklerin kabul edilmesi bunların yarı yarıya giderilmesi demektir.
      Ama bu bilinç (ki bu, sözü edilen grubun üyeleri arasında çok canlı idi) sönmeye başladığında, eksikliklere erdemler olarak bakmaya hazır, hatta kendiliğindenlik önünde kölece boyuneğişlerine teorik bir temel bulmaya çalışan kimseler —ve hatta sosyal-demokrat organlar— boygöstermeye başladığında, sadece ufak-tefek talihsizlikler olan şeyler, başlıbaşına talihsizlikler haline geldi. Bu eğilimden, içeriği yanlış olarak ve çok dar bir biçimde ekonomizm olarak nitelenen bu eğilimden, sonuçlar çıkarmanın zamanıdır.


B. KENDİLİĞİNDENLİK ÖNÜNDE EĞİLME
RABOÇAYA MYSIL


      Kendiliğindenliğe bu boyuneğişin yazınsal ifadelerini ele almadan önce, Rus sosyal-demokrasisindeki geleceğin iki çatışan eğiliminin St. Petersburg'da çalışan yoldaşlar arasında hangi koşullar altında doğduğu ve büyüdüğüne ışık tutan (yukarda sözü edilen kaynak tarafından bize ulaştırılan) şu ilginç olguyu belirtmek isteriz. 1897'nin başında, sürgünlerinden hemen önce, A. A. Vaneyev ve birkaç yoldaşı, İşçi Sınıfının Kurtuluşu için Mücadele Birliğinin "eski" ve "genç" üyelerini biraraya getiren özel bir toplantıya katıldılar.[42] Konuşmaların ağırlık noktasını örgüt sorunları, özellikle de son biçimi ile "Listok" [sayfa 46] Rabotnika, n° 9-10, s. 46'da[43] yayınlanmış olan "işçilerin karşılıklı yardım fonu tüzüğü" konusu oluşturuyordu. "Eski" üyelerle (St. Petersburg sosyal-demokratları bunları alaya alarak "dekabristler," olarak adlandırırlardı) "genç" üyeler (ki bunlar, daha sonra Raboçaya Mysıl çalışmalarına aktif olarak katıldılar) arasında kesin ayrılıklar hemen kendini gösterdi, ve aralarında şiddetli tartışmalar başladı. "Genç" üyeler yayınlanmış haliyle tüzüğün temel ilkelerini savunuyorlardı. "Eski" üyeler birincil gereksinmenin bu olmadığını, ama Mücadele Birliğinin bütün değişik işçi yardımlaşma fonlarının, ögrenci propaganda çevrelerinin, vb. bağlı olacağı bir devrimciler örgütü halinde güçlendirilmesi gerektiğini savunuyorlardı. Hiç söylemeye gerek yok ki, tartışma içinde bulunan taraflar, bu sıradaki anlaşmazlıkların, bir bölünmenin başlangıcı olduğunu kavramaktan uzaktılar; tersine, bunları, tek başına ve raslansal şeyler olarak görüyorlardı. Bu olgu da gösteriyor ki, Rusya'da da ekonomizm, "eski" sosyal-demokratlara karşı bir mücadele olmaksızın ortaya çıkmış ve yaygınlaşmış değildir (ki bu, bugünün ekonomistlerinin unutmak istedikleri bir şeydir). Ve eğer, esasında, bu mücadele, ardından "belgesel" izler birakmamış ise, bunun tek nedeni o sırada faaliyet gösteren çevrelerin üyeliğinin öylesine sürekli bir değişiklikten geçmesidir ki, hiç bir süreklilik sağlanamamış ve bunun sonucu olarak da görüş ayrılıkları herhangi bir belge ile kaydedilmemiştir.
      Raboçaya Mysıl'ın kuruluşu ekonomizmi günışığına çıkardı, ama bir çırpıda değil. Yeni eğilimin çeşitli kentlerdeki başarıları ve başarısızlıklarında raslantının ne ölçüde olduğunu ve bunun gerçekte ayrı bir eğilimi mi ifade ettiği, yoksa salt belli kimselerin eğitim yoksunluğundan mi ileri geldiği konusunda, ne "yeninin" savunucularının ne de karşıtlarının karar verebildikleri -ve bunu yapma firsatını gerçekten de bulamadıkları- zaman süresini [sayfa 47] anlayabilmek için, eylem koşullarını ve Rus çalışma gruplarının çoğunluğunun kısa ömürlü niteliğini somut bir biçimde kafamızda canlandırmamız gerekir (bu, ancak, bunu bizzat yaşamış olanların yapabilecekleri bir şeydir). Örneğin, Raboçaya Mysıl'ın ilk teksir edilmiş kopyaları sosyal-demokratların büyük bir çoğunluğuna hiç bir zaman ulaşmadı, ve eğer ilk sayısındaki başyazıya değinebiliyorsak, bunun tek nedeni, yukarda belirtilen gazetelerden ve gazete projelerinden oldukça farklı olan bu yeni gazeteyi, hiç kuşkusuz, büyük bir gayretle, olduğundan fazla abartan V. İ.[44] tarafından yazılan bir makalede ("Listok" Rabotnika, n° 9-10, s. 47 ve devami) yeniden yayınlanmış olmasıdır. [22*] Raboçaya Mysıl'ın tüm havasını ve genel olarak ekonomizmi büyük bir açıklıkla ortaya koyduğu için, bu başyazı üzerinde durmaya değer.
      "Mavi ceketliler"in[45] silahının işçi sınıfı hareketini hiç bir zaman duraksatamayacağını belirttikten sonra, başyazı, sözlerini şöyle sürdürüyor: "... işçi sınıfı hareketinin canlılığı, işçilerin, sonunda, kendi yazgılarını liderlerinin ellerinden koparıp kendi ellerine almaları olgusundan ileri gelmektedir"; bu temel tez daha sonra ayrıntılarıyla geliştirilmektedir. Gerçekte, liderler (yani sosyal-demokratlar, Mücadele Birliğinin örgütleyicileri), denebilir ki, polis tarafından işçilerin ellerinden koparılıp alınmıştır; [23*] ama işçiler liderlerine karşı mücadele ediyorlarmış gibi ve liderlerinin [sayfa 48] boyunduruğundan kendilerini kurtarıyorlarmış gibi gösterilmektedir! Devrimci örgütün güçlendirilmesi ve siyasal faaliyetin genişletilmesi yönünden ileri adımlar atma çağrısı yerine, tümüyle sendika mücadelesine geri çekilme çağrısı yapılmıştır. "Hareketin ekonomik temelinin siysal ülküyü hiç bir zaman unutmama çabasıyla gölgelendiği" ve işçi sınıfı hareketinin parolasının "ekonomik koşullar için mücadele" (!) ya da daha da iyisi "işçiler, işçiler içindir" parolası olduğu ilân edildi. Grev fonlarının "hareket için öteki örgütlerden yüz kez daha yararlı olduğu" (1897 Ekiminde söylenmiş bu sözleri, 1897'nin başlangıcında genç üyelerle "dekabristler" arasındaki tartışmayla kıyaslayınız) vb. açıklandı. "İşçilerin 'kaymağına' değil, 'ortalamaya', işçi yığınlarına ağırlık vermeliyiz"; "siyaset her zaman itaatle ekonomiyi izler"[24*] vb. vb. gibi ucuz deyişler, hareket tarafından çekilen ama çoğu durumlarda, ancak legal olarak ortaya çıkan yayınlardaki kadarıyla marksizm kırıntılarıyla tanışıklığı olan gençlik yığınları üzerinde, karşı durulmaz bir etki yaratan moda haline geldi.
      Siyasal bilinç, kendiliğindenlik —Bay V. V.'nin "fikirlerini" yineleyen "sosyal-demokratların" kendiliğindenliği, bir rubleye bir kopek katmanın her türlü sosyalizmden ve siyasetten daha değerli olduğu ve "gelecek kuşaklar için değilde kendileri ve çocukları için savaştıklarını bilerek savaşmaları" gerektiği (Raboçaya Mysıl, n° 1, başyazı) yolundaki savlarla kandırılan işçilerin kendiliğindenliği— tarafından tümüyle boğulmuştu. Bu çeşit sözler, [sayfa 49] sosyalizme olan nefretleri içerisinde, İngiliz trade-unionculuğunu kendi topraklarına taşımak ve işçilere, katıksız sendikal mücadeleye girişmekle, [25*] geleceğin bilmem hangi sosyalizmi için, bilmem hangi kuşakları için değil, kendileri ve çocukları için mücadele etmiş olacaklarını öğütlemeye çalışan (Alman "Sozial-Politiker"i Hircsh gibi) Batı Avrupa'nın burjuvazisinin her zaman gözde bir silahı olmuştur. Ve şimdi de "Rus sosyal-demokrasisinin V. V.'leri", bu burjuva sözleri yinelemeye girişmiş1erdir. Bu noktada çağdaş ayrılıkları, tahlilimizin bundan sonrasi için yararlı olacak üç durumu kaydetmek önemlidir. [26*]
      Birincisi, yukarda değindiğimiz siyasal bilincin kendiliğindenlik tarafından boğulması da, kendiliğinden oldu. Bu bir sözcük oyunu gibi görünebilir, ama ne yazık ki acı gerçek budur. Bu, birinin ötekine üstün geldiği, birbirlerine tamamen karşıt iki görüş arasındaki açık bir mücadelenin bir sonucu olarak olmamıştır, bu, giderek daha çok "eski" devrimcinin jandarma tarafından "koparılıp alınması" ve giderek daha çok sayıda "Rus sosyal-demokrasisinin" "genç" "V. V.'lerinin" sahnede gözükmesi olgusu yüzünden olmuştur. Bugünkü Rus hareketine katılmış olanlar demeyeceğim, ama en azından onun havasını koklamış olan herkes, durumun tamamen bu olduğunu pek iyi bilir. Ve eğer biz, yine de bu herkesçe bilinen olgu konusunda okurun iyice açıklığa kavuşması yolunda fazla direniyorsak, ve eğer, daha da açıklığa kavuşturmak için Raboçeye Dyelo'nun ilk basımındaki ve 1897'nin başında "eskiler" ile "gençler" arasındaki tartışmalardaki [sayfa 50] olguları aktarıyorsak, bunu "demokrasi"leriyle övünen kimselerin geniş kamuoyunun (ya da çok genç kuşağın) bu olgular konusundaki bilisizliği üzerine spekülasyona girmelerinden ötürü yapıyoruz. Bu nokta üzerinde daha ilerde duracağız.
      İkincisi, ekonomizmin yazınsal ifadesinin hemen başlarında, "işçi hareketinin katıksız ve yalın" yandaşlarının, proleter inücadele ile en yakın "organik" ilişkilere (Raboçeye Dyelo'nun deyimi) tapanların, işçi olmayan aydın tabakanın (sosyalist bir aydın tabakanın bile) karşıtlarının, durumlarını savunmak için "katıksız" burjuva "trade-unionculuğu" tezlerine sığınmak zorunda kalmaları gibi son derece ilginç bir durum —bugünün sosyal-demokratları arasında egemen olan bütün ayrılıkları anlamak için çok tipik bir durum— gözlemliyoruz. Bu, Raboçaya Mysıl'ın, daha hemen başında —bilinçsiz olarak—, Credo'nun programını uygulamaya başladığını göstermektedir. Bu, (Raboçeye Dyelo'nun kavrayamadığı bir şeyi) işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğinin her türlü putlaştırılmasının, "bilinçli unsurun" sosyal-demokrasinin rolünün her türlü küçümsenmesinin, bunu küçümseyenin onu isteyerek yapıp yapmamasından tamamen bağımsız olarak, işçiler üzerinde burjuva ideolojisinin etkisini güçlendirmek anlamını taşıdığını göstermektedir. Bütün bu "ideolojinin öneminin abartılması" [27*] konusunda, bilinçli unsurun rolünün abartılması [28*] vb. konusunda sözedenler, katıksız ve yalın işçi hareketinin, eğer işçiler yalnızca "kendi yazgılarını liderlerinin ellerinden kurtarılirlarsa", kendisi için bağımsız bir ideolojiyi geliştirebileceğini ve geliştireceğini düşünmektedirler. Ama bu derin bir yanılgıdır. Yukarda söylenenleri tamamlamak için, Karl Kautsky'nin Avusturya [sayfa 51] Sosyal-Demokrat Partisinin yeni program taslağıyla ilgili olarak şu son derece doğru ve önemli sözlerini aktaracağız. [29*]
      "Revizyonist eleştiricilerimizden pek çoğu, Marx'ın, ekonomik gelişme ve sınıf mücadelesinin yalnızca sosyalist üretimin koşullarını yaratmakla kalmayıp, aynı zamanda, ve doğrudan doğruya onun gerekliliğinin bilincini [italikler K. K.'nin] de yarattığını ileri sürdüğüne inanırlar. Ve bu eleştiriciler, İngiltere'nin, kapitalist gelişmenin en yüksek düzeyine ulaştiği bu ülkenin, bu bilince herhangi başka bir ülkeden daha uzak olduğunu öne sürerler. Taslağa bakıldığında, böylece çürütülen bu sözde ortodoks marksist görüşün Avusturya programının taslağını hazırlayan komitece de paylaşıldığını düşünmek mümkündür. Program taslağında şöyle denmektedir: 'Kapitalist gelişme arttıkça, proletaryanın sayısı da artar, proletarya arttıkça kapitalizme karşı savaşa zorlanır ve bu savaşa uygun duruma gelir. Proletarya sosyalizmin olabilirliği ve zorunluluğu bilincine ulaşır. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç, proleter sınıf mücadelesinin zorunlu ve doğrudan bir sonucu olarak ortaya çıkar.' Ama bu kesenkes yanlıştır. Elbette, bir öğreti olarak, sosyalizmin kökleri, tıpkı proletaryanın sınıf mücadelesi gibi, modern ekonomik ilişkilerde bulunmaktadır ve sosyalizm, ikincisi gibi kapitalizmin yığınlarda yarattığı yoksulluk ve sefalete karşı mücadeleden ortaya çıkar. Ama sosyalizm ve sınıf mücadelesi, yanyana doğar, birbirinden değil; herbiri farklı koşullarda ortaya çıkar. Modern sosyalist bilinç, yalnızca derin bilimsel bilgi temeli üzerinde yükselebilir. Gerçekten de, modern iktisat bilimi, diyelim modern teknoloji kadar, sosyalist üretim için bir koşuldur, ve proletarya, ne denli isterse istesin, ne birini [sayfa 52] ne de ötekini yaratabilir; her ikisi de modern toplumsal süreçten ortaya çıkar. Bilimin taşıyıcısı proletarya değil, burjuva aydın tabakadır [italikler K. K.'nin]: modern sosyalizm, bu tabakanın tek tek üyelerinin zihinlerinden kaynaklanmıştır, ve bunu entelektüel olarak daha gelişmiş olan ve koşulların elverdiği yerlerde modern sosyalizmi proleter sınıf mücadelesine sokan proleterlere iletenler de bunlar olmuştur. Demek oluyor ki, sosyalist bilinç sınıf mücadelesine dışardan [von aussen Hinein getragenes] verilen bir şeydir, onun içinden kendiliğinden çıkan [urwüchsig] bir şey değildir. Bu yüzdendir ki, eski Hainfeld programı pek haklı olarak, sosyal-demokrasinin görevinin, proletaryayı, konumunun bilinci ve görevinin bilinci ile doldurmak [aslında: proletaryayı doyurmak] olduğunu söylemektedir. Eğer bilinç, sınıf riücadelesinden kendi başına doğsaydı buna gerek olmazdı. Yeni taslak, bu önermeyi, eski programdan aynen almıştır ve bunu yukarda belirtilen önermeye iliştirmiştir. Ama bu, düşünce çizgisini tümüyle koparmaktadır..."
      Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız bir ideolojiden sözedilemeyeceğine göre, [30*] tek seçenek şu oluyor [sayfa 53] —ya burjuva ideoloisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık "üçüncü" bir ideoloji yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji sözkonusu olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir. Kendiliğindenlikten çok sözedilmektedir. Ama işçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına, Credo programı doğrultusunda gelişmesine yolaçar; çünkü kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, trade-unionculuktur, Nur-Geurerkschaftlerei'dir, ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir. Demek oluyor ki, görevimiz, sosyal-demokrasinin görevi, kendililindenliğe karşı savaşmak, işçi sınıfı hareketini burjuvazinin kanatları altına sokmak yolundaki bu kendiliğinden trade-unioncu çabadan uzaklaştırmak, ve devrimci sosyal-demokrasinin kanadı altına sokmaktır. İskra, n° 12'de yayınlanan ekonomist mektubun yazarları tarafından kullanılan, en güçlü ideologların işçi sınıfı hareketini maddi öğelerin karşılıklı etkileşimi ve maddi ortamla belirlenmiş yolundan uzaklaştırma çabalarının başarısızlığa uğradığı yolundaki sözleri, bu nedenle, sosyalizmden vazgeçmeyle aynı şeydir. Eğer bu yazarlar, yazın ve toplumsal faaliyet alanına giren herkesin yapması gerektiği gibi, ne söylediklerini korkusuzca, tutarlı bir biçimde ve derinlemesine değerlendirebilselerdi, onlar için "o işe yaramaz kollarını boş göğüsleri üzerinde bağlamak" ve eylem alanını, işçi sınıfı hareketini "en az direnme çizgisine" doğru, yani burjuva trade-unionculuğu çizgisine doğru çeken Struve'lere, Prokopoviç'lere, ya da bu hareketi kilise ve [sayfa 54] jandarma "ideolojisi" çizgisine doğru çeken Zubatov'lara terketmekten başka yapacakları bir şey kalmazdı.
      Almanya örneğini anımsayalım. Lassalle'ın Alman işçi sınıfı hareketine sunduğu tarihsel hizmet neydi? Bu hareketi (Schulze-Delitsch ve benzerlerinin iyi yürekli yardımlarıyla), ilerlemeci trade-unionculuk ve kooperatifçilik yolundan uzaklaştırıp, kendiliğinden gitmekte olduğu yola çevrilmiş olmasıydı. Böyle bir görevi yerine getirmek için kendiliğinden öğenin değerinin küçümsenmesinden, süreç olarak taktiklerden, unsurlarla ortam arasındaki karşılıklı etkileşimlerden, vb.'den sözetmekten çok farklı bir şeyler yapmak gerekiyordu. Kendiliğindenliğe karşı amansız bir mücadele gerekiyordu, ve ancak birçok yılları kapsayan böyle bir mücadeleden sonradır ki, örneğin Berlin'in çalışan halkını ilerlemeci partinin bir dayanağı olmaktan çıkarıp sosyal-demokrasinin en sağlam kalelerinden biri haline getirmek, mümkün olabilmiştir. Bu mücadele bugün bile (Alman hareketinin tarihini Prokopoviç'ten, felsefesini ise Struve'den öğrenenlerin sanabilecekleri gibi) hiç bir biçimde bitmiş değildir. Şimdi bile Alman işçi sınıfl, deyim yerindeyse, bir sürü ideolojiler arasında parçalanmıştır. İşçilerin bir kesimi katolik ve monarşist sendikalar içerisinde örgütlenmiştir; bir başka kesimi İngiliz trade-unionculuğunun burjuva müritleri tarafından kurulan Hirsch-Duncker sendikaları[47] içerisinde örgütlenmiştir; üçüncü kesimi sosyal-demokrat sendikalar içerisinde örgütlenmiştir. Son grup, geri kalanlardan çok daha kalabalıktır, ama sosyal-demokrat ideoloji bu üstünlüğü yalnızca bütün öteki ideolojilere karşı kararlı bir mücadele vererek sağlayabilmiştir ve böyle koruyabilecektir.
      Ama niye, diye soracaktır okur, kendiliğinden hareket, en az direnme çizgisini izleyen hareket, burjuva ideolojisinin egemenliğine yolaçıyor? Şu basit nedenle ki, [sayfa 55] burjuva ideolojisi köken bakımından sosyalist ideolojiden çok daha eskidir, çok daha gelişkindir, ve boy ölçüşemeyecek kadar daha çok yayılma olanaklarına sahiptir. [31*] Ve herhangi bir ülkede sosyalist hareket ne denli genç ise, sosyalist olmayan ideolojiyi güçlendirme yolundaki bütün girişimlere karşı o denli gayretli mücadele verilmeli, ve işçiler o denli kararlı bir biçimde, "bilinçli unsurun abartılması" vb.'ye karşı feryat eden kötü danışmanlara karşı uyarılmalıdır. Ekonomist mektubun yazarları, Raboçeye Dyelo ile birlik içinde, hareketin çocukluğunun özelliği olan hoşgörüsüzlüğe sövüp saymaktadır. Buna bizim yanıtımız şudur: evet, hareketimiz gerçekten de çocukluk dönemindedir, ve onun daha hızla büyümesini sağlamak için, kendiliğindenliğe yaltaklanmalarıyla onun büyümesini geciktirenlere karşı hoşgörüsüzlükle dolu olmalıdır. Hiç bir şey, çok uzun süre önce mücadelenin her türlü kesin aşamalarını geçirmiş olan "ustalar" olma havasına bürünmemiz kadar gülünç ve zararlı olamaz.
      Üçüncüsü, Raboçaya Mysıl'ın ilk sayısı "ekonomizm" teriminin (elbette ki, biz, bu ifade şu ya da bu yolda kendini kabul ettirmiş olduğuna göre, onun terkedilmesini önermiyoruz) bu yeni akımın gerçek niteliğine tam olarak uymadığını gösteriyor. Raboçaya Mysıl, siyasal mücadeleyi tümden reddetmiyor; ilk sayısında yayımlanan işçilerin yardım sandığının tüzüğü, hükümete karşı [sayfa 56] mücadele etmekten sözetmektedir. Ne var ki, Raboçaya Mysıl "siyasetin ekonomiyi itaatle izlediğine" inanmaktadır (Raboçeye Dyelo, programında "Rusya'da ekonomik mücadelenin siyasal mücadeleden, herhangi başka bir ülkeden çok daha fazla ayrılamaz olduğunu" ileri sürdüğünde bu tezi değişikliğe uğratmaktadır). Eğer siyasetten kastı sosyal-demokrat siyaset ise, o zaman Raboçaya Mysıl ve Raboçeye Dyelo'nun tezleri baştanbaşa yanlıştır. İşçilerin ekonomik mücadelesi (ayrılmaz olmamakla birlikte) burjuva siyasetiyle, kilise siyasetiyle, vb., görmüş olduğumuz gibi çoğu kez ilişkilidir. Eğer siyasetle, sendika siyasetini, yani bütün işçilerin, hükümetin, içerisinde bulundukları durumu ortadan kaldırmayan, yani emeğin sermayeye bağımlılığını yoketmeyen, ama bu koşulların ortaya çıkardığı sıkıntıları hafifleten önlemler almasını sağlamak yolundaki ortak çabalarını kastediyorsa, Raboçeye Dyelo'nun tezleri doğrudur. Bu çaba, sosyalizme karşı olan İngiliz trade-unioncularının, katolik işçilerin, "Zubatov" işçilerinin, vb. gerçekten de ortak özelliğidir. Siyaset vardır, siyaset vardır. Böylece görüyoruz ki, Raboçaya Mysıl siyasal mücadelenin kendiliğindenliğine, bilinçsizliğine boyuneğdiği ölçüde, siyasal mücadeleyi yadsımıyor. Bizzat işçi sınıfı hareketinden kendiliğinden çıkan siyasal mücadeleyi (daha doğrusu işçilerin siyasal istek ve istemlerini) tümüyle kabul ederken, sosyalizmin ve Rusya'nın günümüz koşullarının genel görevlerine uygun düşen özel bir sosyal-demokrat politikanın bağımsız olarak ortaya çıkarılmasını kesenkes reddediyor. Daha ilerde Raboçeye Dyelo'nun da aynı yanılgılara düştüğünü göstereceğiz.


C. ÖZ KURTULUŞ GRUBU[48] VE
Raboçeye Dyelo


      Raboçaya Mysıl'ın birinci sayısındaki pek az bilinen ve şimdi hemen hemen unutulmuş olan başyazı üzerinde [sayfa 57] uzun uzadıya durmamızın nedeni, bu yazının, sonraları bir sürü derecikler halinde günışığına çıkmış olan o genel düşünce selinin ilk ve en çarpıçı ifadesi olmasıdır. V. İ., Raboçaya Mysıl'ın ilk sayısını ve başyazısını överken, yazının, "keskin ve ateşli" bir üslupla yazılmış olduğunu söylemekte haklıydı ("Listok" Rabotnika, n° 9-10, s. 49). Yeni bir şey söylediğine inanan inançlı herkes, "ateşli" bir üslupla yazar ve görüşlerini yüreklilikle belirtir ve savunur. Ancak iki tarafı idare edenler "ateşli" üsluptan yoksundurlar; ancak böyleleri, bir gün Raboçaya Mysıl'ın ateşini överken, ertesi gün onun hasımlarının "ateşli polemiğine" saldırabilirler.
      "Raboçaya Mysıl'ın Özel Eki" üzerinde durmayıp (ilerde ekonomistlerin düşüncelerini en tutarlı biçimde ifade eden bu yapıtı inceleme firsatını bulacağız), "İşçilerin Öz Kurtuluşu Grubunun Çağrısı"na (Mart 1899, Londra'da yayınlanan Nakanune[49] , n°, 7, Temmuz 1899'da yeniden basılmıştır) kısaca değineceğiz. "Çağrı"yı kaleme alanlar, haklı olarak "Rusya işçilerinin daha yeni yeni uyanmakta olduklarını, çevrelerine henüz bakındıklarını, ve elde etikleri ilk mücadele araçlarına içgüdüyle sarıldıklarını" söylemektedirler. Ama bununla birlikte, içgüdüyle olan bir şeyin, sosyalistlerin yardıma koşmalarını gerektiren bilinçsiz (kendiliğinden) bir şey olduğunu, modern toplumda "elde edilen ilk mücadele aracının" her zaman sendikal mücadele aracı olacağını, ve "ilk elde edilen" ideolojinin de burjuva (sendika) ideolojisi olacağını unutarak, bundan Raboçaya Mysıl'ın varmış olduğu aynı yanlış sonuçları çıkarmaktadırlar. Aynı şekilde, bu yazarlar, siyaseti "reddetmiyorlar", sadece (sadece!) Bay V. V.'nin siyasetin üstyapı olduğu, ve bundan ötürü de, "siyasal ajitasyonun iktisadi mücadele uğruna yapılan ajitasyonun üstyapısı olması gerektiği; ve bu siyasetin bu mücadele temeline dayanması ve onu izlemesi [sayfa 58] gerektiği" yolundaki görüşlerini yineliyorlar.
      Raboçeye Dyelo'ya gelince, bu gazete, faaliyetine ekonomistleri "savunmakla" başlamıştır. İlk sayısında (n° 1, s. 141-142), ünlü broşüründe [32*] ekonomistleri uyaran "Akselrod'un, hangi genç arkadaşları kastettiğini bilmediğini" iddia ettiği zaman, düpedüz gerçeğe aykırı konuşmuştur. Bu gerçeğe aykırı beyan üzerine, Akselrod ve Plehanov'la giriştiği polemikte, Raboçeye Dyelo "kimlerin sözkonusu edildiğini bilmiyormuş gibi görünerek, yurtdışındaki bütün genç sosyal-demokratları, bu haksız suçIamaya karşı savunmak isteğini" teslim etmiştir. (Suçlama, Akselrod'un ekonomistlere yönelttiği dargörüşlülük suçlamasıydı.)[50] Gerçekte bu suçlama tamamen haklıydı, ve Raboçeye Dyelo, suçlamanın, başkalarıyla birlikte kendi yazıkurulunun bir üyesi olan V. İ.'yi de hedef aldığını çok iyi biliyordu. Geçerken belirteyim ki, bu polemikte, Rus Sosyal-Demokratların Görevleri [33*] başlıklı broşürümün yorumlanması konusunda, Akselrod tamamen haklıydı ve Raboçeye Dyelo da tamamen hatalıydı. Broşür, 1897'de Raboçaya Mysıl'ın çıkmasından önce, yukarda niteliğini belirttiğim St. Petersburg Mücadele Birliğinin ilk eğiliminin egemen olduğunu haklı olarak sandığım bir sırada yazılmıştı. Ve bu eğilim, hiç değilse, 1898'in ortalarına kadar egemendi. Onun için Raboçeye Dyelo'nun ekonomizmin varlığını ve tehlikesini yadsıyabilmek için, 1897-1898'de St. Petersburg'da, ekonomist görüşler tarafından safdışı edilmiş görüşleri açıklayan bir broşürü dayanak olarak göstermeye hakkı yoktu. [34*]
      Ama, Raboçeye Dyelo, ekonomistleri "savunmakla" [sayfa 59] kalmadı, kendisi de durmadan aynı temel hatalara düştü. Bu fikir karışıklığınının kaynağı, Raboçeye Dyelo'nun programının şu tezine getirilen yorumun bulanıklığında aranmalıdır: "Birliğin görevlerini ve yayın faaliyetinin niteliğini esas olarak belirleyecek olan [italikler bizim] Rus yaşantısının en önemli olayı, bizce, son ylllarda ortaya çıkmış olan yığınsal işçi sınıfı hareketidir [italikler Raboçeye Dyelo'nun]." Yığın hareketinin çok önemli bir olay olduğu tartışma götürmez. Ama sorunun özü, yığınsal işçi sınıfı hareketinin "görevleri belirleyeceği" sözünün nasıl anlaşılacağındadır. Bu, iki şekilde yorumlanabilir. Bu, ya bu hareketin kendiliğindenliği önünde boyuneğmek, yani sosyal-demokrasinin rolünü işçi sınıfı hareketine tabi duruma indirgemektir (ki, Raboçaya Mysıl, Öz Kurtuluş Grubu ve öteki ekonomistler, bunu böyle yorumlamaktadırlar), ya da bu, yığın hareketinin karşımıza yeni teorik, siyasal ve örgütsel görevler, yığın hareketinin ortaya çıkmasından önceki dönemde bizim için doyurucu olabileceklerden çok daha karmaşık görevler çıkardığı anlamına gelmektedir. Raboçeye Dyelo birinci yoruma eğilim göstermiştir ve hâlâ göstermektedir; çünkü bu gazete, yeni görevler hakkında, belirli hiç bir şey söylemeyip ve bu "yığın hareketi", sanki önümüze koyduğu görevleri açıkça anlama ve onları yerine getirme zorunluluğundan bizi kurtarıyorcasına savlar ileri sürüp durmuştur. Bu bakımdan, Raboçeye Dyelo'nun, otokrasinin [sayfa 60] devrilmesi görevini, işçi sınıfı hareketinin birinci görevi olarak kabul etmenin olanaksız olduğunu düşündüğünü, ve bu görevi (yığın hareketi adına) kısa vadeli siyasal istemler uğruna mücadele derekesine düşürdüğünü belirtmemiz yeter (Yanıt, s. 25).
      Raboçeye Dyelo'nun editörü B. Kriçevski'nin bu gazetenin n° 7'de yayınlanan ve aynı hataları yineleyen "Rus Hareketinde İktisadi ve Siyasal Mücadele" başılklı makalesi [35*] üzerinde durmayarak doğrudan doğruya Raboçeye Dyelo, n° 10'a geçeceğiz. Elbette ki, Kriçevski ve Martinov'un Zarya ve İskra'ya karşı yönelttikleri çeşitli itirazlar üzerinde ayrıntılı olarak duracak değiliz. Biz burada, sadece, Raboçeye Dyelo, n° 10'un dayandığı ilkelerin temelleriyle ilgilenmekteyiz. Şu halde, Raboçeye Dyelo'nun aşağıda sunulan iki önerme arasında "taban tabana karşıt bir çelişki" görmesi garip olgusunu incelemeyeceğiz: [sayfa 61]
      "Sosyal-demokrasi kendi elini-kolunu bağlamaz, eylemlerini daha önceden tasarlanmış herhangi bir planla ya da siyasal mücadele yöntemiyle sınırlandırmaz; partinin elinde bulunan güçlere denk düştüğü sürece bütün mücadele araçlarını benimser" vb.. (İskra, n° 1.) [36*]
      Bir de şu önerme:
      "... Her koşul altında ve her an, siyasal mücadeleye girişmekte ustalaşmış güçlü bir örgüt olmadan, sağlam ilkelerle aydınlanmış ve azimle yürütülen, taktik diye adlandırılmaya layık o sistemli eylem planından sözedilemez." (İskra, n° 4.) [37*]
      Akla-uygun olmak koşuluyla, bütün mücadele araçlarını, bütün mücadele plan ve yöntemlerini ilke olarak kabul etmek ile belirli bir siyasal anda sıkı sıkıya uygulanan bir plan gereğince hareket yönünü belirleme istemini birbirine karıştırmak, eğer taktikten sözediyorsak, hastalıkları tedavi etmenin çeşitli yöntemlerinin tip tarafından tanınması ile belli bir hastalığa belli bir tedavi yönteminin uygulanması gereğini birbirine karıştırmayla aynı şeydir. Ama gerçek şu ki, Raboçeye Dyelo'nun kendisi de, bizim kendiliğindenliğe boyuneğme diye adlandırdığımız bir hastalığa tutulmuştur, ve bu hastalık için her türlü "tedavi yöntemini" reddetmektedir. Onun için bu gazete "plan-olarak-taktiklerin marksizmin özüyle çeliştiği" (n° 10, s. 18) yolunda, taktiklerin "partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyüme süreci" olduğu yolunda (s. 11, italikler Raboçeye Dyelo'nun) parlak bir keşifte bulunmuştur. Bu sözler ünlü bir özdeyiş olma, Raboçeye Dyelo "eğiliminin" kalıcı bir anıtı haline gelme şansına sahipti. "Nereye?" sorusuna bu yönetici organın verdiği karşılık şudur: hareket, başlangıç noktası ile hareketin bir sonraki noktası arasındaki uzaklığı degiştirme sürecidir. [sayfa 62] Bu eşi görülmedik derinlik örneği, sadece merak konusu bir şey olmayıp (öyle olsaydı üzerinde uzun boylu durmanın gereği kalmazdı), koca bir akımın programıdır, R. M.'nin ("Raboçaya Mysıl'in Özel Eki"nde) şu sözcüklerle ifade ettiği, programın ta kendisidir: Özlemi duyulacak olan mücadele, mümkün olan mücadeledir, ve. mümkün olan mücadele belli bir anda verilmekte olan mücadeledir. Bu, kendini edilgen olarak kendiliğindenliğe uyduran sınırsız oportünizm eğiliminin ta kendisidir.
      "Plan-olarak-taktikler marksizmin özüyle çelişir!" Ama bu, marksizme iftira etmektir; marksizmin, narodniklerin bize karşı mücadelelerinde karşımıza diktikleri karikatüre benzetilmesidir. Sınıf bilincine ulaşmiş olan militanların inisiyatif ve enerjisini küçümsemek demektir, oysa marksizm, tam tersine, sosyal-demokratın inisiyatif ve enerjisine devasa bir iti kazandırır, onun önünde en geniş bakış açısı sağlar, ve (eğer böyle ifade edilmesi uygun görülürse) milyonlarca işçinin "kendiliğinden" mücadeleye giren büyük gücünü onun emrine verir. Uluslararası sosyal-demokrasinin bütün tarihi, bazan şu, bazan da bir başka siyasal lider tarafından ileri sürülen, bazıları liderin ileri görüşIülüğünü ve doğru siyasal ve örgütsel görüşIerini doğrulayan, bazıları da kısa görüşlülüğü ve siyasal hataları yansıtan planlarla doludur. Almanya, tarihinin bir dönüm noktasında iken, imparatorluğun kurulması, Reichstag'in açılması ve bütün halka seçim hakkının tanınması sözkonusu iken, sosyal-demokrat siyaset ve genel çalışma için, Liebknecht'in bir planı, Schweitzer'in ise bir başka planı vardı. Sosyalistlere Karşı Yasa Alman sosyalistlerinin tepesine indiği zaman, Most ve Hasselmann'in bir planı vardı - bunlar hemen şiddete ve teröre başvurmaya hazırdılar; Höchberg, Schramm ve (kısmen de) Bernstein'ın ise bir başka planları [sayfa 63] vardı -bunlar, sosyal-demokratlara, aşırı ölçüde sert ve devrimci oldukları için yasanın çıkarılmasına kendilerinin neden olduklarını ve şimdi bağışlanabilmeleri için tutum ve davranışlarının kusursuz olması gerektiğini va'zetmeye koyuldular. İllegal bir yayın organını[51] hazırlayan ve sürdürenlerin de bir üçüncü planı vardı. Geriye bakarak, hangi yolun tutulacağı konusunda mücadele verildikten sonra, ve seçilen yolun doğru olup olmadığı konusunda tarih hükmünü verdikten sonra, partiyle birlikte büyüyen parti görevleri hakkında derin vecizeler söylemek elbette ki kolaydı. Ama fikir kargaşalığının hüküm sürdüğü bir anda, [38*] Rus "eleştiricilerinin" ve ekonomistlerinin sosyal-demokrasiyi trade-unionculuk derekesine düşürdükleri bir zamanda ve teröristler eski hataları yineleyen "plan-olarak-taktiklerin" kabul edilmesini olanca güçleriyle savundukları bir sırada böyle bir zamanda, bu türden derin sözler etmekle yetinmek, kendi kendine "yoksulluk tasdiknamesi" vermeye benzer. Birçok Rus sosyal-demokratının, inisiyatif ve enerji yoksunluğundan, "siyasal propagainda, ajitasyon ve örgütlenme alanının" [39*] yetersizliğinden, devrimci çalışmanın daha geniş ölçüde örgütlendirilmesi için "planların" yokuluğundan yakındıkları bir sırada, böyle bir zamanda, "plan-olarak-taktiklerin marksizmin özüyle çeliştiğini" ilan etmek, sadece marksizmi teori alanında kabalaştırmak değil, pratikte de partiyi geriye doğru sürüklemek demektir.
      Raboçeye Dyelo vaızına şöyle devam ediyor:
      "Devrimci sosyal-demokratin görevi, sadece, kendi [sayfa 64] bilinçli çalışmasıyla nesnel gelişmeyi hızlandırmaktır, bu gelişmeyi ortadan kaldırmak, ya da kendi öznel planlarını bunun yerine koymak değildir. İskra bütün bunları teoride bilir; ama, marksizmin bilinçli devrimci çalışmaya haklı olarak yüklemiş olduğu büyük önem, İskra'yı, uygulamada, taktikler konusundaki doktriner görüşIeri yüzünden, gelişmenin nesnel ya da kendiliğinden unsurunun önemini küçümsemeye sürüklemektedir." (s. 18)
      Bay V. V. ve ortaklarına layık olağanüstü bir teorik kargaşalığın bir başka örneği. Filozofumuza şunu sormak isteriz: Öznel planlar hazırlayan bir kimse, nasıl olur da nesnel gelişmeyi "küçümseyebilir"? Bu, ancak, nesnel gelişmenin bazı sınıfları, tabaka ya da grupları, bazı ulusları ya da ulus gruplarını vb. yarattığını ya da güçlendirdiğini, yıktığını ya da zayıf düşürdüğünü, ve böylelikle nesnel gelişmenin güçler arasında belirli bir uluslararası siyasal mevzilenmeyi, ya da devrimci partiler tarafından takınılan tutumu vb. belirlediği gerçeğini gözden kaçırmakla olabilir. Eğer planları hazırlayan bunu yaptıysa, onun suçu kendiliğinden unsuru küçümsemek olmayacak, tersine, bilinçli unsuru küçümsemek olacaktır; çürikü o zaman, plan hazırlayıcının nesnel gelişmeyi anlamada gerekli "bilinçten" yoksun olduğunu göstermiş olacaktır. Onun için kendiliğindenlikle bilinçliliğin "göreli öneminin değerlendirilmesi" (italikler Raboçeye Dyelo'nundur) konusundaki bu sözlerin kendisi tam bir "bilinç" yoksunluğunu açığa vurmaktadır. Eğer "gelişmenin" bazı "kendiliğinden unsurları", genel olarak, insan bilinci tarafından kavranabiliyorsa, bu durumda bunların yanlış değerlendirilmesi, "bilinçli unsurun küçümsenmesi" ile aynı şey olacaktır. Ama eğer bunlar, kavranamıyorsa, bu durumda bunları bilemeyiz ve üzerinde konuşmamız olanaksızdır. Öyleyse B. Kriçevski neden sözediyor? Eğer İskra'nın "öznel planlarının" yanlış oldukları [sayfa 65] görüşünde ise (ki, bu görüşte olduğunu bildiriyor), bu planların hangi nesnel olguları hesaba katmadıklarını göstermesi, ve ancak o zaman bunları göremediği için İskra'yı siyasal bilinçten yoksun olmakla, —ya da onun sözcüklerini kullanarak— "bilinç unsurunu küçümsemekle" suçlaması gerekirdi. Ama eğer o, nesnel planlardan memnun kalmayarak, bize karşı "kendiliğinden unsuru küçümseme"nin dışında bir iddia ileri süremiyorsa (!), bu, şunu gösterir: l° teorik olarak, marksizmi, Beltov[52] tarafından yeteri kadar alaya alınan Karayev ve Mihaylovski tarzında anladığını; ve 2° pratikte legal marksistlerimizi bernştayncılığa doğru, ve sosyal-demokratlarımızı da ekonomizme doğru çekmiş olan "gelişmenin kendiliğinden unsurları" ile pekâlâ tatmin olduğunu, ve Rus sosyal-demokrasisini her ne pahasına olursa olsun "kendiliğinden" gelişme yolundan ayırmaya kesin karar vermiş olanlara karşı "öfke ile dolu" olduğunu.
      Bundan sonra gerçekten eğlendirici olan şeyler gelmektedir. "insanlar nasıl, doğal bilimlerin bütün keşiflerine karşın, gene eski biçimde üreyeceklerse, yeni bir toplumsal düzenin doğuşu da, gelecekte, toplumsal bilimlerdeki keşiflere ve bilinçli savaşçıların sayısının artmasına karşın, esas olarak kendiliğinden bir patlamanın sonucu olarak gerçekleşecektir." (s. 19.) Tıpkı atalarımızın o eski tarz bilgelikleriyle, "Herkes dünyaya bir çocuk getirebilir" demeleri gibi, bugün de (Nartsis Tuporilov tarzında)[53] "modern sosyalistler", kendi bilgelikleriyle, "yeni bir toplumsal düzenin kendiliğinden doğuşuna herkes katılabilir", demektedirler. Biz de herkesin katılabileceği görüşündeyiz. Bu tür katılma için gerekli olan tek şey, ekonomizm egemen olduğunda ekonomizme, [sayfa 66] ve terörizm ortaya çıktığında da terörizme teslim olmaktır. Nitekim Raboçeye Dyelo bu yılın ilkyazında, terörizm salgınına karşı uyarıcı birkaç söz söylemenin o kadar önemli olduğu bir anda, kendisi için "yeni" olan bu sorunla karşı karşıya gelince şaşırıp kaldı. Ve şimdi altı ay sonra, sorunun azçok küllendiği bir sırada, şöyle bir beyanla ortaya çıkıyor: "Biz, terörist duyguların yükselmesine karşı çıkmanın sosyal-demokrasinin görevi olmadığı ve olmaması gerektiği görüşündeyiz." (Raboçeye Dyelo, n° 10, s. 23.) Bu konuda bir de Konferans kararını ileri sürüyorlar: "Konferans, sistemli ve saldırgan nitelikte terörün zamansız olduğu görüşündedir." (İki Konferans, s. 18.) Bütün bunlar ne kadar açık-seçik ve tutarlı! Karşı çıkmamak ama zamansız ilân etmek, ve bu da öyle bir biçimde ilân ediliyor ki, sistemli ve saldırgan nitelikte olmayan terör, "kararın" kapsamına girmiyor. Böyle bir kararın son derece tehlikesiz, ve hataya karşı güvence altına alınmış bir karar olduğunu teslim etmek gerekir; tıpkı konuşup da bir şey söylemeyen bir kimsenin kendisini hataya karşı güvence altına almış olması gibi. Böyle bir kararı kaleme almak için gerekli olan tek şey, hareketin kuyruğunda gidebilme yeteneğini göstermektir. İskra, terör sorununu yeni bir şey olarak ilân ettiği için Raboçeye Dyelo'yu alaya aldığında, [40*] bu gazete, İskra'yı, "Parti örgütüne, 15 yılı aşan bir süre önce, bir göçmen yazarlar grubu tarafından önerilen taktik sorunlarla ilgili çözümleri dayatmak gibi inanılmaz bir küstahlık" ile suçladı (s. 24). Gerçekten küstahlık, hem de bilinç unsurunun aşırı bir önemsenmesi: önceden teorik sorunları bir çözüme bağlayacaksın, sonra da örgütü, partiyi ve yığınları bu çözümün doğru olduğuna inandırmaya çalışacaksın. [41*] Öyle yapacağına şimdiye kadar [sayfa 67] söylenmiş şeyleri yineleseydin, ve hiç kimseye hiç bir şey "dayatmadan", her "'dönemeçte", bazan ekonomizm doğrultusunda, bazan terörizm doğrultusunda zikzaklar çizseydin ne kadar daha iyi olurdu. Raboçeye Dyelo, dünyasal bilgeliğin bu büyük kuralını bile genelleştiriyor ve İskra ile Zarya'yı "programlarını şekilsiz kaos üzerinde dolaşan bir ruh gibi, hareketin karşısına çıkarmak"la (s. 29) suçluyor. Ama sosyal-demokrasinin işlevi, kendiliğinden hareketin üzerinde dolaşan bir "ruh" olmak ve bununla yetinmeyip bu hareketi "kendi programı" düzeyine yükseltmek değildir de nedir? Bu işlev, herhalde hareketin kuyruğunda sürüklenmek olamaz; bu, en iyi durumda bile harekete hiç bir yarar sağlamaz, ve en kötüsü hareket için son derece zararlı olur. Ama Raboçeye Dyelo, sadece bu "süreç-olarak-taktikler"i izlemekle kalmıyor, onu, ilke düzeyine yükseltiyor, öyle ki, bu gazetenin eğilimini oportünizm olarak değil (kuyruk sözcüğünden gelen) kuyrukçuluk olarak nitelendirmek daha doğru olacaktır. Ve teslim etmek gerekir ki, hareketi arkadan izlemeye, onun kuyruğu olmaya azmetmiş olan kimseler, "gelişmenin kendiliğinden unsurunu küçümsemeye" karşı, kesin olarak ve sonsuza dek güvence altına alınmışlardır.

*

      Ve böylece, Rus sosyal-demokrasisinde, "yeni akım" tarafından işlenen temel hatanın, bu akımın kendiliğindenliğe boyuneğmesi ve yığınların kendiliğindenliğinin biz sosyal-demokratlardan yüksek derecede bir bilinç gerektirdiğini anlayamamış olduğu sonucuna varmış bulunuyoruz. Yığınların kendiliğinden kabarışı, ne kadar büyük ve hareket de ne kadar yaygın olursa, sosyal-demokrasinin teorik, siyasal ve örgütsel çalışması için daha yüksek bir bilinç göstermesi gereği de o ölçüde artar.
      Rusya'da yığınların kendiliğinden kabarışı, [sayfa 68] öyle büyük bir hızla gelişti (ve halen de gelişmektedir) ki, genç sosyal-demokratların bu devasa görevleri yerine getirmekte hazırlıksız oldukları ortaya çıktı. Bu hazırlıksızlık, hepimizin ortak talihsizliğidir, bütün Rus sosyal-demokratlarının talihsizliğidir. Yığınların kabarışı kesintisiz bir süreklilikle gelişti ve yayıldı; sadece başladığı yerlerde devam etmekle kalmadı, yeni yörelere, toplumun yeni katlarına yayıldı (işçi sınıfı hareketinin etkisi ile öğrenci gençlik arasında, genel olarak aydınlar arasında ve giderek köylü arasında yeniden kaynaşmalar oldu). Ama devrimciler bu kabarışın gerisinde kaldılar, hem "teorileriyle", hem de eylemleriyle gerisinde kaldılar; onlar bütün harekete yön verebilecek olan değişmez ve sürekli bir örgüt kuramadılar.
      Birinci Bölümde, Raboçeye Dyelo'nun teorik görevlerimizi küçümsediğini ve moda olan "eleştiri özgürlüğü" sioganını "kendiliğindenlik"le yineleyip durduğunu belirttik; bu sloganı yineleyenler, Almanya'daki ve Rusya'daki oportünist "eleştiriciler"in tutumu ve devrimcilerin tutumunun birbirinin tam karşıtı olduğunu anlayacak "bilinç"ten yoksundular.
      Bundan sonraki bölümlerde kendiliğindenliğe bu boyuneğişin, siyasal görevler alanında ve sosyal-demokrasinin örgütsel çalışmasında nasıl ifadesini bulduğunu göstereceğiz. [sayfa 69]


ÜÇ
TRADE-UNİONCU SİYASET VE
SOSYAL-DEMOKRAT SİYASET



      Sözümüze, gene, Raboçeye Dyelo'yu övmekle başlayacağız. Raboçeye Dyelo n° 10'da, Martinov'un İskra ile olan görüş ayrılıklarını inceleyen yazıya koyduğu başlık, "Teşhir Yazını ve Proleter Mücadele"dir. Yazar görüş ayrılıklarının özünü şöyle formüle ediyor: "Biz, [işçi partisinin] gelişmesini engelleyen düzeni teşhir etmekle yetinemeyiz. Biz, aynı zamanda, proletaryanın bugünkü ivedi çıkarlarını da savunmak zorundayız. ... İskra ... aslında, devrimci muhalefetin, yurdumuzdaki durumu ve özellikle siyasal durumu teşhir eden bir organdir... Biz ise, proletaryanın mücadelesiyle sıkı organik bağ içinde, işçi sınıfının davası için çalışmaktayız ve [sayfa 70] çalışacağız." (s. 63.) Bu formülden ötürü Martinov'a ancak gönül borcu duyulabilir. Bu formül, genel bir ilgiye lâyıktır, çünkü, özünde sadece Raboçeye Dyelo ile değil, aynı zamanda, genel olarak bizimle ekonomistler arasında, siyasal mücadele konusundaki mevcut bütün fikir ayrılıklarını da kucaklamaktadır. Ekonomistlerin "siyaseti" tümüyle reddetmediklerini, durmadan siyasetin sosyal-demokrat anlayışından trade-unioncu anlayışına doğru saptıklarını yukarda gösterdik. Martinov da işte tamamen böyle bir sapma içindedir; ve bu yüzden de, bu sorun konusunda onun görüşlerini ekonomist yanılgının bir modeli olarak alacağız. Ne, "Raboçaya Mysıl'ın Özel Eki"nin yazarlarının, ne "Öz Kurtuluş Grubu" ve ne de İskra, n° 12'de yayınlanan Ekonomist Mektup'un yazarlarının bu seçimimizden ötürü bizi kınamaya hakları olamayacaklarını tanıtlamaya çalışacağız.


A. SİYASAL AJİTASYON VE BUNUN EKONOMİSTLER
TARAFINDAN SINIRLANDIRILMASI


      Rus işçilerinin iktisadi mücadelesinin, [42*] iktisadi (çalışma ve meslek) koşulları teşhir eden "yazın"ın yaratılmasıyla zamandaş olarak, yaygın bir gelişme ve pekişme gösterdiğini herkes bilir. "Bildiriler" esas olarak fabrika sistemini teşhir ediyorlardı, ve böylece kısa bir süre içinde işçiler arasında gerçekleri teşhir etme tutkusu ortalığı sardı. İşçiler, sosyal-demokrat çalışma çevrelerinin kendilerine, yoksul yaşamları konusunda, dayanılmaz ağırlıktaki çalışmaları ve haklardan yoksun oluşları konusunda [sayfa 71] bütün gerçekleri açıklayan yeni türden bir bildiri sunmayı istediklerini ve bunu yapabileceklerini anlar anlamaz, bizi, fabrikalardan ve atelyelerden gelen mektup yağmuruna tutmaya başladılar. Bu "teşhir yazını", sadece bildiride sözü edilen fabrikada değil, ama teşhir edilen gerçeklerin yayılabildiği bütün fabrikalarda da büyük bir etki yaratmiştir. Ve ayrı ayrı işIetmelerde ve mesleklerde bulunan işçiler arasında yoksulluk ve yoksunluk durumu hemen hemen aynı olduğuna göre, "işçilerin yaşamları konusundaki gerçekler" herkesi harekete geçiriyordu. En geri işçiler arasinda bile "basında kendilerinden sözettirme" tutkusu uyandı — soyguna ve baskıya dayanan mevcut toplumsal düzenin tümüne karşı, savaşın bu ilkel biçimi için duyulan soylu bir tutkuydu bu. Ve çoğunlukla, bu "bildiriler", gerçekten bir savaş ilânıydılar, çünkü bu teşhirler, işçileri harekete getiriyor, onları en göze batan haksızlıkların kaldırılmasını istemeye ve isteklerini grevlerle desteklemeye yöneltiyordu. Nihayet işverenler de, bu bildirilerin savaş ilânı anlamını taşıdıklarını kabul etmek zorunda kaldılar, o kadar ki, birçok hallerde çatışmaların patlak vermesini bile beklemediler. Her zaman olduğu gibi, bu teşhirlerin salt yayınlanması bile, derhal etkili oluyordu ve güçlü bir manevi baskı yaratıyordu. Birden çok durumda, bildirinin salt ortaya çıkışı bile, öne sürülen istemlerin tümünün ya da bir kısmının yerine getirilmesine yetiyordu. Tek sözcükle, iktisadi (fabrika) teşhirler, iktisadi mücadelenin önemli bir manivelasıydı, ve şimdi de öyledir. Ve işçilerin kendi kendilerini savunmalarını zorunlu kılan kapitalizm varoldukça, bunlar, bu önemlerini korumayı sürdüreceklerdir. Avrupa'nin en ileri ülkelerinde bile, geri bir sanayi kolundaki, ya da unutulmuş bir ev sanayii kolundaki aşırı haksızlıkların teşhir edilmesinin, sınıf bilincinin uyanması için, sendikal mücadelenin başlaması [sayfa 72] ve sosyalizmin yayılması için bir başlangıç noktası olabildiği hâlâ görülebilir. [43*]
      Rus sosyal-demokratlarının büyük çoğunluğu, son zamanlarda, hemen hemen bütün zamanlarını fabrika koşullarının teşhirinin örgütlendirilmesine ayırmışlardır. Bunun ne kadar doğru olduğunu anlamak için —o kadar ki, bunun, kendi başına ele alındığında, özünde henüz sosyal-demokrat olmayıp, yalnızca sendikal çalışma olduğu gerçeğini gerçekten de gözden kaçırmışlardır— Raboçaya Mysıl'a bir gözatmak yeter. Nitekim yapılan teşhirler, yalnızca belirli bir sanayi kolunda işçilerle işverenler arasındaki ilişkilere değiniyordu, ve bunların sağladığı tek şey, işgücü satıcılarının "metalarını" daha iyi koşullarla satmayı ve salt ticari alışveriş konusunda alıcılarla savaşmayı öğrenmeleri oldu. Bu teşhirler (eğer bir devrimciler örgütü tarafından gerektiği gibi kullanılsaydı), sosyal-demokrat eylemin bir başlangıcı ve onu oluşturan bir parçası olabilirdi; ama öte yandan bunlar, "salt sendikal" mücadeleye ve sosyal-demokrat olmayan bir işçi sınıfı hareketine de yolaçabilirdi (ve kendiliğindenliğe tapınma tutumu veri olarak alındığında yolaçması kaçınılmazdı da). Sosyal-demokrasi, yalnızca işgücünün [sayfa 73] daha uygun koşullarla satılması için değil, aynı zamanda mülksüzlerin kendilerini zenginlere satmaya zorlayan toplumsal düzenin kalkması için de işçi sınıfı mücadelesine önderlik eder. Sosyal-demokrasi, yalnızca belirli bir işverenler grubuyla değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkilerde işçi sınıfını temsil eder. Demek ki, sosyal-demokratlar, kendilerini, yalnızca iktisadi mücadeleyle sınırlamakla kalmamalı, iktisadi teşhirlerin örgütlendirilmesi işinin başlıca eylemleri haline gelmesine de izin vermemelidirler. İşçi sınıfının siyasal eğitimi ve bu sınıfın siyasal bilincinin geliştirilmesini etkin olarak ele almak zorundayız. Zarya ve İskra, ekonomizme karşı ilk saldırılarını artık yapmış olduklarına göre, bu konuda "herkes görüş birliğine varmıştır" (ama aşağıda göreceğimiz gibi, bazıları için bu, yalnızca, sözde kalmaktadır).
      Karşımıza şu sorun çıkıyor: siyasal eğitim neyi içermelidir? Bu otokrasiye karşı işçi sınıfı düşmanlığının propagandasından ibaret olabilir mi? Elbette ki hayır. İşçilere siyasal bakımdan ezildiklerini açıklamak yetmez (nasıl ki, onlara çıkarlarının işverenlerin çıkarlarına uzlaşmaz karşıtlıkta olduğunu açıklamak da yetmezse). Ajitasyon, bu baskının her somut örneği ele alınarak yürütülmelidir (tıpkı iktisadi baskının somut örnekleri etrafında ajitasyon yürütmeye başlamış olmamız gibi). Bu baskı toplumun çeşitli sınıflarını etkilediğine göre, kendisini yaşamın ve eylemin en çeşitli alanlarında -meslek, kamu, özel, aile, din, bilim vb. alanlarında- ortaya koyduğuna göre, otokrasinin siyasal teşhirini bütün yönleriyle örgütlemeye girişmeyecek olursak, işçilerin siyasal bilincini geliştirme görevimizi yerine getiremeyeceğimiz besbelli değil midir? Baskının somut belirtileri etrafında ajitasyon görevini yerine getirebilmek için, bu [sayfa 74] belirtileri teşhir etmek gerekir (nasıl ki ekonomik ajitasyonu yürütebilmek için fabrikalarda yapılan haksızlıkları teşhir etmek zorunluysa).
      Bunun yeterince açık olduğu düşünülebilir. Ama durum şudur ki, siyasal bilincin bütün yönleriyle geliştirilmesinin gereği konusunda, "herkes", ancak lafta görüş birliğindedir. Örneğin Raboçeye Dyelo, çok yönlü siyasal gerçekleri açıklama kampanyasını örgütlendirme görevine sarılma (ya da bu yolda ilk adımı atma) şöyle dursun, bu görevi üzerine alan İskra'yı yolundan uzaklaştırmaya çalışmaktadır. Söylediklerini dinleyiniz: "İşçi sınıfının siyasal mücadelesi sadece (hiç de "sadece" değil) iktisadi mücadelenin en gelişmiş ve en etkili biçimidir." (Raboçeye Dyelo'nun programı, Raboçeye Dyelo, n° 1, s. 3) "Sosyal-demokratlar, şu anda, iktisadi mücadelenin kendisine olabildiğince siyasal bir nitelik kazandırma göreviyle karşı karşıya bulunmaktadırlar." (Martinov, Raboçeye Dyelo, n° 10, s. 42) "İktisadi mücadele, yığınları etkin siyasal mücadeleye çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip bir araçtır." (Yurtdışı Birlik Konferansının aldığı karar, ve bu kararda yapılan "değişiklikler", İki Konferans, s. 11 ve 17) Görüldüğü gibi, Raboçeye Dyelo, ilk sayısından son "Yazıkuruluna Talimat"a kadar, hep bu tezleri benimsemiştir, ve bunlar, besbelli ki, siyasal ajitasyonla siyasal mücadele konusunda tek bir görüşu ifade etmektedir. Bu görüşü, ekonomistler arasında yaygın olan ve siyasal ajitasyonun iktisadi ajitasyonu izlemesi gerektiği yolundaki görüş açısından ele alalım. İktisadi mücadelenin, genel olarak [44*], yığınları siyasal [sayfa 75] mücadeleye sürükleyebilecek "en geniş uygulanabilirliğe sahip araç" olduğu doğru mudur? Tamamiyle yanlıştır. Yalnızca iktisadi mücadeleyle olan bağlantısı bakımından değil, polis zorbalığının ve otokratik zulmün bütün belirtileri, yığınları "çekmekte" hiç de daha az "geniş uygulanabilirliğe sahip" bir araç değildir. Zemskiye naçalniki [54] ve köylülerin kırbaçlanması, memurların rüşvetçiliği ve polisin kentlerde "sıradan halka" karşı davranışı, açlara karşı mücadele, halkın aydınlanma ve bilgi için olan çabasının baskı altına alınması, vergilerin zorla tahsili ve dinsel mezheplerin ezilmesi, erlere karşı aşalayıcı davranışlar ve öğrencilerle liberal aydınlara kışla yöntemlerinin uygulanması -bütün bunlar, ve zorbalığın buna benzer binlerce belirtisi, "iktisadi" mücadeleyle doğrudan doğruya bağlantılı olmamakla birlikte, siyasal ajitasyon için ve yığınları siyasal mücadeleye çekmek için, genel olarak, daha az "geniş uygulanabilirliğe sahip" fırsatlar mıdır? Doğru olan, bunun tam tersidir. İşçilerin (bizzat kendilerinin ya da onlarla yakın bağları olanların), zulümden, zorbalıktan ve hak yoksunluğundan acı çektiği durumların toplamı içinde, sendikal mücadeledeki polis zorbalığı durumları, hiç şüphe yok ki, azınlıkta kalır. O halde sosyal-demokratların, genel olarak söylemek gerekirse, hiç de daha az "geniş uygulanabilirliğe sahip" olmayan öteki araçlara da sahip bulunması gerekirken, niçin araçlardan yalnızca birini "en geniş uygulanabilirliğe sahip araç" ilan ederek siyasal ajitasyonun kapsamını önceden sınırlandıralım?
      Artık belirsiz bir hal almış uzak geçmişte (bundan [sayfa 76] tam bir yıl önce!..) Raboçeye Dyelo şöyle yazıyordu: "Hükümet, polisi ve jandarmayı karşılarına çıkarır çıkarmaz", "yığınlar, bir grevden sonra, ya da hiç değilse birkaç grevden sonra, kısa vadeli siyasal istemleri anlamaya başlıyorlar". (Ağustos 1900, n° 7, s. 15.) Bu oportünist aşamalar teorisi, Yurtdışı Birlik tarafından artık terkedilmiştir; Birlik, şu sözleriyle şimdi, bize, bir ödünde bulunmaktadır: "Daha başlangıçta siyasal ajitasyonu tamamıyla bir iktisadi temel üzerinde yürütmenin hiç de gereği yoktur." (İki Konferans, s. 11.) Birliğin, geçmişteki hatalarının bir kısmından bu şekilde dönmesi, geleceğin Rus sosyal-demokrasisi tarihçisine, ekonomistlerimizin sosyalizmi nerelere kadar alçalttıklarını bir sürü kanıttan daha açık olarak gösterecektir! Ama siyaseti sınırlandırmanın bir biçiminin terkedilmesinin. bize öteki biçimleri kabul ettireceğini sanıyorsa, Yurtdışı Birlik, gerçekten çok saf olmalıdır. Bu durumda da, iktisadi mücadelenin mümkün olduğu kadar geniş bir temel üzerinde yürütülmesi gerektiğini, bundan her zaman siyasal ajitasyon için yararlanılması gerektiğini, ama bunun için iktisadi mücadeleyi yığınları etkin siyasal mücadeleye çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç saymanın "hiç de gereği olmadığını" söylemek daha mantıki olmaz mı?
      Yurtdışı Birlik, Yahudi İşçileri Birliğirin (Bund)[55] Dördüncü Kongresinin kararlarından birinde yer alan "en iyi araçlar" deyimi yerine, kendisinin "en geniş uygulanabilirliğe sahip araçlar" deyimini koymuş olmasına önem vermektedir. Bu kararlardan hangisinin daha iyi olduğunu söylemekte güçlük çektiğimizi itiraf edelim. Bizce her ikisi de, bir diğerinden daha kötüdür. Hem Yurtdışı Birlik, hem de Bund, (belki de kısmen farkında olmayarak geleneğin etkisi altında) siyasete, ekonomist, trade-unioncu bir yorum getirme hatasına düşmektedirler. [sayfa 77] Bu hataya "en iyi" sözcüklerini kullanarak mı, yoksa ,"en geniş uygulanabilirliğe sahip" sözcüklerini kullanarak mi düşüldüğü, temelde hiç bir şeyi değiştirmez. Eğer Yurtdışı Birlik "iktisadi bir temel üzerindeki siyasal ajitasyonun en geniş ölçüde uygulanan ("uygulanabilirliğe sahip" değil) araç olduğunu söyleseydi, bu, sosyal-demokrat hareketimizin gelişiminin belli bir dönemi için doğru olurdu. Bu, [Ekonomistler bakımından ve 1898-1901 döneminde] pratik içinde çalışanların (eğer çoğunluğu bakımından değilse bile) birçoğu bakımından doğru olurdu; çünkü pratik içindeki bu ekonomistler, siyasal ajitasyonu (eğer uyguladılarsa), hemen tamamıyla, iktisadi bir temel üzerinde uygulamışlardır. Böyle bir çizgiyi izleyen siyasal ajitasyon, Raboçaya Mysıl ve Öz Kurtuluş Grubu tarafından kabul edilmiş ve, hatta gördüğümüz gibi, örgütlenmiştir de. Raboçeye Dyelo iktisadi ajitasyon gibi yararlı bir işin, siyasal mücadelenin sınırlandırılması gibi zararlı bir şeyin eşliğinde yürütülmüş olmasını sert biçimde suçlamalıydı; bunu yapacağına, (ekonomistler tarafından) en geniş ölçüde uygulanan araçların, en geniş uygulanabilirliğe sahip araçlar olduğunu ilân etmektedir! Bu durumda, bu kimselere ekonomist dediğimizde, karşılığında bize sövmekten, bize "yalancılar", "bozguncular", "Papalık elçileri" ve "iftiracılar" demekten, [45*] ve kendilerine hakaret ettiğimiz iddiasıyla bütün dünya önünde bizden yakınmaktan, ve yemin edercesine "şu anda ekonomizmle lekelenmemiş tek bir sosyal-demokrat örgüt yoktur" [46*] demekten başka ellerinden bir şey gelmiyor. Ah şu kötü, iftiracı siyasetçiler! Ekonomizm denen şeyi, sırf insanlığa düşman oldukları için ve başka insanları en amansız hakaretlere uğratmak için icat etmiş olmalılar. [sayfa 78]
      Martinov "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak"tan sözederken, sosyal-demokrasiye yüklediği görevin somut ve gerçek anlamı ne olabilir? İktisadi mücadele, işçilerin, işgüçlerini daha elverişli koşullarla satmak için, çalışma koşullarını, yaşam koşullarını iyileştirmek için, işverenlere karşı kolektif mücadelesidir. Bu mücadele, zorunlu olarak, sendikal bir mücadeledir, çünkü çalışma koşulları farklı meslek dallarında büyük farklılıklar gösterir, ve bu yüzden de bu koşulların iyileştirilmesi uğruna mücadele, ancak meslek örgütü temeli üzerinde yürütülebilir (Batı ülkelerinde sendika temeli aracılığıyla; Rusya'da geçici meslek birlikleri ve bildiriler vb. aracılığıyla). Demek ki, "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik" kazandırmak demek, bu mesleki istemlerin yerine getirilmesi için uğraşmak, her meslek kolundaki çalışma koşullarını (Martinov'un makalesinin bir sonraki sayfasında, s. 43'de), "yasal ve idari önlemler" yoluyla iyileştirmek demektir. İşçi sendikalarının yapmakta oldukları ve her zaman yapmış oldukları da bundan başka bir şey değildir. Bay ve Bayan Webb gibi ağırbaşlı bilim adamlarının (ve "ağırbaşlı" oportünistlerin) yapıtlarını okuyunuz, o zaman İngiliz işçi sendikalarının uzun zamandan beri "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma" görevini benimsediklerini ve o görevi uzun zamandan beri yerine getirmekte olduklarını, uzun zamandan beri grev hakkı için, kooperatif ve sendika hareketi önünde bütün yasal engellerin ortadan kaldırılması için, kadınların ve çocukların korunmasını sağlayacak yasalar için, sağlık, ve fabrika yasaları vb. aracılığıyla çalışma koşullarının iyileştirilmesi için mücadele etmekte olduklarını göreceksiniz.
      Demek ki, "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma" yolundaki gösterişli sözler, "korkunç derecede" derin ve devrimci görünüş altında, [sayfa 79] sosyal-demokrat siyaseti, sendikal siyaset derekesine düşürme geleneksel eğilimini gizlemektedir! İskra'nın "dogmanın devrimcileştirilmesini, yaşamın devrimcileştirilmesinden daha üstün" [47*] tuttuğu iddia edilen tek yanlılığını giderme maskesi altında, iktisadi reformlar uğruna mücadeleyi yepyeni birşeymiş gibi önümüze sürmektedirler. Gerçekte, "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak" sözü, iktisadi reformlar uğruna mücadeleden başka bir anlam taşımaz. Martinov'un kendisi de, eğer kendi sözlerinin anlamını biraz düşünmüş olsaydı, bu basit sonuca ulaşabilirdi. Martinov en ağır silahlarını İskra üzerinde deneyerek şöyle diyor: "Partimiz, hükümetin karşısına, iktisadi sömürüye, issizliğe, açlığa vb. karşı somut yasal ve idari önlem istemleriyle çıkabilirdi ve çıkmalıydı." (Raboçeye Dyelo, n° 10, s. 42-43.) Somut önlem istemleri — bu, toplumsal reform istemleri anlamına gelmez mi? Ve tarafsız okura bir kez daha soruyoruz: Raboçeye Dyelo'culara İskra'yla görüş ayrılıklarında, iktisadi reformlar uğrunda mücadele zorunluluğu tezlerini ileri sürdüklerinden ötürü (bu yaygın ve biraz garip adlandırma bize bağışlansın!), maskeli bernştayncılar dediğimizde kendilerine iftira mı ediyoruz?
      Devrimci sosyal-demokrasi, reformlar uğruna mücadeleyi eylemine her zaman katmıştır ve şimdi de katmaktadır. Ama sosyal-demokrasi, "iktisadi" ajitasyonu, sadece hükümetten her türden önlemleri yerine getirmsini istemek için değil, aynı zamanda (ve esas olarak) hükümetin bir otokratik hükümet olmasına son vermesini istmek için de kullanılır. Üstelik devrimci sosyal-demokrasi, [sayfa 80] hükümete karşı bu istemini yalnızca iktisadi mücadele temeli üzerine dayandırarak değil, aynı zamanda, toplumsal ve siyasal yaşamın genel olarak bütün alanlarına dayandırarak ileri sürmeyi görev bilir. Kısacası, devrimci sosyal-demokrasi, bütünün bir parçası olarak reformlar uğruna mücadeleyi, özgürlük uğruna ve sosyalizm uğruna devrimci mücadeleye tâbi kılar. Oysa Martinov, aşamalar teorisini yeni bir biçimde canlandırıyor ve sanki siyasal mücadele yerine tamamıyla iktisadi bir gelişme yolu izlenmesini va'zetmeye çalışıyor. İçinde bulunduğumuz devrimci hareketin yükselişi döneminde reformlar uğruna mücadeleyi, sözde özel bir "görev" gibi ileri sürmekle, o, partiyi geriletmekte, hem "ekonomist" ve hem de liberal oportünizmin ekmeğine yağ sürmektedir.
      Devam edelim. Reformlar uğruna mücadeleyi, "İktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma" gösterişli tezinin arkasında utanmazca gizleyerek, Martinov, tamamıyla iktisadi (aslında tamamıyla fabrikaya değgin) reformları özel bir şeymiş gibi ileri sürdü. Bunu niçin yaptı? Bilmiyoruz. Belki de dikkatsizliğinden ötürü. Ama aklından "fabrika" reformları yanında başka şeyler de geçiyor olsaydı, yukarıya aktardığımız tezinin tümü, her türlü anlamını yitirirdi. Belki de, bunu, hükümetin ancak iktisadi alanda "ödünler"de bulunmasının olanaklı ve olası olduğunu düşündüğünden ötürü yapmıştır. [48*] Eğer öyle ise, bu, garip bir kuruntudur. Kırbaç cezası, pasaportlar, toprak tazminatı ödemeleri,[56] dinsel mezhepler, sansür vb., vb.'ye ilişkin yasalar çıkartılması konusunda da ödünler koparmak olanaklıdır ve koparılmaktadır. [sayfa 81] Elbette ki "iktisadi" ödünler (ya da sözde ödünler) hükümet bakımından en ucuzu ve en elverişlisidir, çünkü hükümet bunlarla işçi sınıfının güvenini kazanacağını ummaktadir. İşte bundan ötürü, biz sosyal-demokratlar, hiç bir durumda ya da hiç bir şekilde, iktisadi reformalara daha büyük önem verdiğimiz, ya da bu reformların özel bir önem taşıdığını sandığımız, vb. inancını (ya da yanılgısını) uyandıracak bir davranışta asla bulunmamalıyız. Yukarda sözü edilen yasal ve idari önlemlerle ilgili somut istemlerden sözederken, "bu gibi istemler" diye yazıyor, Martinov, "kof bir ses olarak kalmaz, çünkü, elle tutulur sonuçlar vaaddettiği için, işçi yığını tarafından etkin olarak desteklenebilirler. ..." Hayır, hayır, biz ekonomist değiliz! Biz yalnız, Bernstein'lar, Prokopoviç'ler, Struve'ler, R. M.'ler ve tutti quanti [49*] yaptığı gibi, somut sonuçların "elle tutulurluğu" önünde kölece eğilmekteyiz! Biz, sadece, (Nartsis Tuporilov ile birlikte) "elle tutulur sonuçlar vaadetmeyen" her şeyin "kof bir ses"ten başka bir şey olmadığının anlaşılmasını istiyoruz! Biz sadece çalışan yığınlar sanki (kendi dargörüşlülüklerini onlara yüklemeye kalkışanlara karşın bu alandaki yeteneklerini şimdiden tanıtlamış gibi), hiç bir elle tutulur sonuç vaadetmese bile, otokrasiye karşı her türlü karşı çıkışı etkin olarak destekleyemezlermiş gibi, muhakeme yürütmeye çalışıyoruz!
      Örneğin Martinov'un kendisinin sözünü ettiği örnekleri, işsizliğe ve açlığa karşı "önlemleri" ele alalım. Eğer vaatlerine inanmak gerekirse, Raboçeye Dyelo, "elle tutulur sonuçlar vaadeden" (yasa tasarıları biçiminde?) "yasal ve idari önlemler için somut istemlere" ilişkin bir program hazırlayıp geliştirmeye çalışırken, her zaman "dogmanın devrimcileştirilmesini yaşamın devrimcileştirilmesinden [sayfa 82] daha üstün tutan" İskra, işsizlikle kapitalist düzenin tümü arasındakı kopmaz bağı açlılamaya çalıştı, "açlık tehlikesine" karşı uyarıda bulundu, polisin "açlara karşı savaşını" ve insafsız "geçici ağır ceza kurallarını" teşhir etti; ve Zarya da Yurt Haberleri Dergisi'nin açlığı ele alan bir kesimini [50*] bir ajitasyon broşürü biçiminde özel bir yeni basım olarak yayınladı. Hey Tanrım! Bu dargörüşlü ve bağnaz doktrinerler ne onmaz bir "tek yanlılık" içindeydiler! "Bizzat yaşamın" çağrılarına kulaklarını nasıl da tıkıyorlardı! Bunların makaleleri "elle tutulur sonuçlar vaadeden" tek bir, evet (ne korkunç şey!) tek bir "somut istem" içermiyordu! Zavallı doktrinerler! Bunlar, taktiklerin bir büyüme süreci, ve büyüyen şeyin süreci vb. olduğunu ve iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak gerektiğini ögrensinler diye, Kriçevski ve Martinov'a gönderilmelidirler!
      "İşçilerin işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadelesinin ["hükümete karşı iktisadi mücadele"!] doğrudan taşıdığı devrimci anlamdan başka, bu mücadelenin şöyle bir anlamı da vardır: böylelikle işçiler devamlı olarak siyasal haklardan yoksun bulundukları bilincine varırlar." (Martinov, s. 44.) Bu pasaji buraya aktarmamızın nedeni, yukarda söylenenleri yüzüncü ve bininci kez yinelemek değil, Martinov'a bu mükemmel yeni formülünden ötürü özel teşekkürlerimizi sunmaktır: "işçilerin işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadelesi". Ne paha biçilmez bir inci! Ekonomistler arasındaki bütün kısmı anlaşmazlıkları ve bütün nüansları ortadan kaldıran bu açık ve kısa önerme, işçileri "genel çıkarlar için bütün işçilerin koşullarının iyileştirilmesi uğruna siyasal mücadele"ye [51*] çağırmaktan başlayıp, aşamalar teorisinden geçerek, konferansın "en geniş uygulanabilirliğe sahip [sayfa 83] araçlar" vb. konusundaki kararıyla son bulan ekonomizmin özü, burada ne erişilmez bir beceri ve ustalıkla ifade edilmektedir. "Hükümete karşı iktisadi mücadele" trade-unioncu siyasetin ta kendisidir, ve bu da sosyal-demokrat siyasetten hâlâ çok uzaktır.


B. MARTİNOV, PLEHANOV'U NASIL DERİNLEŞTİRDİ?


      Bir arkadaş bir gün, "Son zamanlarda, aramızda, ne kadar çok sosyal-demokrat Lomonosov'lar belirdi!" dedi. Kastettiği şey, ekonomizmi benimseyen birçoklarının, sadece "kendi kavrayışlarıyla" (örneğin iktisadi mücadelenin, işçileri, haklardan yoksun oluşları üzerinde düşünmeye sevkedeceği gibi) büyük gerçeklere varma, ve bunu yaparken anadan doğma dehalara özgü bir küçümseme ile devrimci fikir ve hareketin daha önceki gelişmesinin bize verdiklerini yok sayma yolundaki şaşılası eğilimdi. Lomonosov-Martinov, işte tam böyle, anadan doğma dehadır. Onun "kendi kavrayışıyla" nasıl Akselrod'un çok eskiden söylemiş olduğu şeyleri yeniden keşfettiğini (doğal ki, bizim Lomonosov'umuz, Akselrod'un adını ağzına almamaktadır); örneğin, burjuvazinin şu ya da bu katının muhalefetini nasıl görmezlikten gelemeyeceğimizi anlamaya başladığını görmek için "İvedi Sorunlar" başlıklı makalesine bir gözatmak yeter (Raboçeye Dyelo, n° 9, s. 61, 62, 71; bununla Raboçeye Dyelo'nun Akselrod'a Yanıt'ını kıyaslayınız, s. 22, 23-24) vb.. Ama ne yazık ki, Martinov, sadece "keşfetmeye başlamıştır", daha fazlası değil. Çünkü o, Akselrod'un fikirlerini o kadar az anlamıştır ki, "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele"den sözedebilmektedir. Raboçeye Dyelo, üç yıl süreyle (1898-1901), Akselrod'u anlamak için çaba gösterdi, ama henüz anlamış değildir! Bunun nedenlerinden biri, sosyal-demokrasinin, "tıpkı insan türü gibi", ancak başarabileceği [sayfa 84] görevleri üzerine alması olmasın?
      Ama Lomonosov'ların ayırıcı özellikleri, yalnızca, birçok şeylerin cahili olmaları değil (böyle olsaydı talihsizlik yarı yarıya azalmış olurdu!), aynı zamanda kendi cahilliklerinin de farkında olmamalarıdır. Bu da gerçekten büyük bir talihsizliktir; ve işte bu talihsizliktir ki onları, Plehanov'u sezdirmeden "derinleştirme" girişimine itmektedir.
      "Plehanov bu kitabı [Rusya'da Açlığa Karşı Mücadelede Sosyalistlerin Görevleri] yazalı beri", diyor Lomonosov-Martinov, "köprülerin altından çok sular aktı. İşçi sınıfının iktisadi mücadelesini on yıl boyunca yönetmiş olan sosyal-demokratlar ... parti taktikleri için, geniş bir teorik temeli henüz atamamışlardır. Bu sorun şimdi ön plana geçmiştir ve eğer biz, böyle bir teorik temeli atmak istiyorsak, Plehanov'un bir zamanlar geliştirmiş olduğu taktik ilkeleri elbette ki oldukça derinleştirmemiz gerekir. ... Bizim propaganda ile ajitasyon arasındaki ayrıma ilişkin tanımımız, bugün Plehanov'unkinden değişik olmalıdır. [Martinov, az yukarda, Plehanov'un şu sözlerini aktarmıştır: "Propagandacı, birçok düşünceyi bir-iki kişiye verir; ajitatör ise, bir-iki düşünceyi geniş yığınlara verir."] Propaganda denince, tüm ya da kısmi belirtileriyle olsun, bireyler ya da geniş yığınlar tarafından anlaşılır biçimde yapılmış olsun, bugünkü toplum düzeninin devrimci açıdan açıklanmasını anlamamız gerekir. Sözcüğün tam anlamıyla [aynen böyle!] ajitasyondan anlamamız gereken şey ise, yığınların, beliri, somut eyleme çağrılması ve proletaryanın toplum yaşamına doğrudan doğruya devrimci müdahelesinin sağlanması olmalıdır."
      Rus —ve uluslararası— sosyal-demokrasisini, Martinov sayesinde, daha kesin ve daha derin yeni bir terminoloji bulduğu için kutlarız. Şimdiye kadar (Plehanov'la ve uluslararası işçi sınıfı hareketinin bütün liderleriyle birlikte), [sayfa 85] diyelim ki, işsizlik sorununu ele alan bir propagandacının, bunalımların kapitalist niteliğini, modern toplumda bunalımların kaçınılmazlığının nedenini, bu toplumun bir sosyalist toplum biçimine geçiçinin zorunluluğunu vb. açıklaması gerektiğini sanırdık. Kısacası, propagandacı "birçok düşünceyi" vermelidir, o kadar çok ki, bu düşünceler birbirleriyle bağlantılı bir bütün olarak ancak (nispeten) az sayıda kimseler tarafından anlaşılabilir olacaktır. Aynı konu üzerinde konuşan ajitatör ise en çarpıcı ve en çok bilinen bir olguyu, diğelim işsiz bir işçinin ailesinin açlıktan ölmesine, artan yoksullaşmayı, vb. örnek olarak ele alacak, ve herkesin bildiği bu olgudan yararlanarak "yığınlara" tek bir düşünceyi, örneğin servet artışıyla yoksulluğun artışı arasındaki çelişkinin saçmalığı düşüncesini iletme yolunda çaba harcayacaktır; ve bu çelişkinin daha tam bir açıklamasını propagandacıya bırakrak, bu göze batan haksızlığa karşı yığınlar arasında hoşnutsuzluk ve öfke yaratmaya çalışacaktır. İşte bu yüzdendir ki, propagandacı, genellikle, yazı yazarak görevini yerine getirir; ajitatör ise konuşarak. Propagandacının özelliklerinin ajitatörünkinden farklı olması gerekir. Örneğin Kautsky'nin ve Lafargue'ın propagandacı olduklarını, Bebel ile Guesde'in ise ajitatör olduklarını söyleriz. Pratik eylemin bunlardan ayrı olarak bir üçüncü alanını ya da bir üçüncü işlevini bulup çıkarmak, ve "yığınları, belirli, somut bir eyleme çağırma"yı bu işlevin içine dahil etmek, düpedüz saçmalıktır; çünkü, tek, başına bir eylem olarak çağrı, ya teorik incelemenin propaganda broşürünün, ajite edici söylevinin doğal ve kaçınılmaz tamamlayıcısıdır, ya da salt bir yürütme işlevini temsil eder. Örneğin, Alman sosyal-demokratlarının tahıl gümrüklerine karşı girişmiş bulundukları mücadelelerini ele alalım. Teorisyenler, diyelim ki, ticari antlaşmalar ve serbest ticaret için mücadele "çağrısı" ile birlikte gümrük siyaseti üzerine özel [sayfa 86] incelemeler kaleme alıyorlar. Propagandacı aynı şeyi bir dergide, ajitatör de halkın önünde verdiği söylevlerde yapıyor. Şu anda, yığınların "somut eylemi", tahıl gümrüklerinin artırılmasına karşı bir dilekçenin imzalanarak Reichstag'a sunulması biçimini alıyor. Bu eyleme çağrı, dolaylı olarak teorisyenlerden, propagandacılardan ve ajitatörlerden gelmektedir, ve dolaysız olarak da fabrikalarda ve evlerde dilekçeyi dolaştırıp imza toplayan işçilerden gelmektedir. "Martinov'un terminolojisine" göre, burada Kautsky ve Bebel'in her ikisinin de propagandacı olması gerekir, ve imza toplayan işçilerin de ajitatör. Bu açık değil mi?
      Almanların bu örneği, bana, Almanca Verballhornung sözcüğünü anğmsatıyor. Sözcük anlamıyla "balhornlaştırma" diye çevrilebilir. Bir yayınevi sahibi olan Johann Ballhorn, 16. yüzyılda, Leipzig'de yaşıyordu; bir alfabe yayınladı. Bu kitapta, âdet olduğu üzere, öteki resimler yanında, bir de horoz resmi vardı; ama horoz resmi mahmuzsuz çizilmişti ve yanına da birkaç yumurta konmuştu. Alfabenin kapağında şu açıklama vardı: "Bu baskı, Johann Ballhorn tarafından düzeltilmiştir". O zamandan beri metni ilk halinden daha kötü bir duruma getiren "düzeltmelere", Almanlar Verballhornung derler. Martinov'un Plehanov'u "derinleştirmesi" karşısında, insan, Ballhorn'un öyküsünü anımsamadan edemiyor.
      Bizim Lomonosov'umuz bu fikir karışıklığını niçin "icat" etti? İskra'nin "Tıpkı Plehanov'un bundan onbeş yıl önce yaptığı gibi, sorunun yalnız bir yönünü gözönünde bulundurduğunu" (39) göstermek için. "Hiç değilse şu anda, İskra'da, propaganda görevleri, ajitasyon görevlerini arka plana itmektedir." (52.) Eğer bu son önermeyi Martinovca'dan normal insan diline çevirecek olursak (çünkü insanlık bu yeni icat edilmiş terminolojiyi henüz öğrenmeyi becerememiştir), şunu elde ederiz: İskra'da [sayfa 87] siyasal propaganda ve ajitasyon görevleri, "hükümete" "elle tutulur sonuçlar vaadeden", "yasal ve idari önlemlere ilişkin somut istemler sunma" görevini (ya da henüz Martinov'un yükselememiş olan eski insanlığının eski terminolojisini kullanmamıza bir kez daha izin verilirse, toplumsal reform istemlerini) arka plana itmektedir. Okur bu tezi aşağıdaki tiratla kıyaslasın:
      "Bizi, bu programlarda şaşırtan bir başka şey de [devrimci sosyal-demokratların ileri sürdükleri programlar sözkonusudur], bu programların, işçilerin fabrika sorunlarıyla ilgilenen imalâtçı yasama meclislerine [ki, Rusya'da mevcuttur] katılmalarının önemini ... ya da hiç değilse belediye organlarına katılmalarının önemini [devrimci nihilizmleri yüzünden] tamamıyla görmezden geliyor olmalarına karşın, durmadan işçilerin parlamentodaki eylemlerinin [ki, Rusya'da mevcut değildir] yararlarını vurguluyor olmalarıdır. ..."
      Bu tiradin yazarı, daha dobra ve daha açık bir tarzda, Lomonosov-Martinov'un kendi kavrayışıyla keşfettiği şeyi ifade etmektedir. Yazar, "Raboçaya Mysıl'ın Özel Eki"ndeki R. M.'dir (s. 15).


C. SİYASAL TEŞHİRLER VE
"DEVRİMCİ EYLEM EĞİTİMİ"


      İskra'nın karşısına "çalışan yığınların eylemini yükseltme teorisi"ni sürmekle, Martinov, gerçekte, bu eylemi alçaltma eğilimini açığa vurmuştur; çünkü, o, bütün ekonomistlerin önünde secdeye yattıkları iktisadi mücadelenin, yeğ sayılması gereken mücadele, özel önem taşıyan ve yığınların eylemini yükseltebilmek için "en geniş uygulanabilirliğe sahip" bir araç olduğunu, bunun, bu eylem için en geniş alan olduğunu söylemiştir. Bu tipik bir yanılgıdır, çünkü yalnız Martinov'a özgü bir şey olmaktan [sayfa 88] uzaktır. Gerçekte "emekçi yığınların eylemini yükseltmek", ancak, bu eylem "iktisadi bir temel üzerinde siyasal ajitasyon"la sınırlanmadığı zaman olanaklıdır. Siyasal ajitasyonun zorunlu olarak genişlemesinin temel bir koşulu, siyasal teşhirlerin kapsamlı bir biçimde örgütlendirilmesidir. Ancak, böyle bir teşhir aracılığıyladır ki, yığınlar siyasal bilinç ve devrimci eylemi eğitebilirler. İşte bunun içindir ki, bu eylem, bütün uluslararası sosyal-demokrasinin en önemli işlevlerinden birisidir, çünkü siyasal özgürlük bile bu teşhirleri ortadan kaldırmaz, olsa olsa onun doğrultusunu birakcık değiştirir. Nitekim Alman Partisi, özellikle siyasal teşhir kampanyasını yorulmak bilmez bir enerjiyle yürütüyor olması sayesinde durumunu güçlendirmekte ve etki alanını genişletmektedir. Eğer işçiler, hangi sınıfları etkiliyor olursa olsun, zorbalık, baskı, zor ve suistimalin her türlüsüne karşı tepki göstermede eğitilmemişlerse, ve işçiler bunlara karşı, başka herhangi bir açıdan değil de, sosyal-demokrat açıdan tepki göstermede eğitilmemişlerse, işçi sınıfı bilinci, gerçek bir siyasal bilinç olamaz. Eğer işçiler, öteki toplumsal sınıfların herbirini, entellektüel, manevi ve siyasal yaşamlarının bütün belirtilerinde gözleyebilmek için somut ve her şeyden önce güncel siyasal olgular ve olaylardan yararlanmasını öğrenmezlerse; eğer materyalist tahlil ve ölçütleri, nüfusun bütün sınıflarının, tabakalarının ve gruplarının yaşam ve eylemlerinin bütün yönlerine pratik olarak uygulamayı öğrenmezlerse, çalışan yığınların bilinci, gerçek bir sınıf bilinci olamaz. Kim, işçi sınıfının dikkatini, gözlemini ve bilincini, tamamıyla ya da hatta esas olarak işçi sınıfı üzerinde yoğunlaştırıyorsa, böylesi, sosyal-demokrat değildir; çünkü, kendini iyi tanıyabilmesi için, işçi sınıfının, modern toplumun bütün sınıfları arasında karşılıklı ilişkiler konusunda tam bir bilgi, sadece teorik bilgisi değil, hatta daha doğru olarak ifade edelim; [sayfa 89] teorik olmaktan çok, siyasal yaşam deneyimine dayanan pratik bilgisi olması gerekir. Bu nedenle yığınları siyasal harekete çekmek için en geniş uygulanabilirliğe sahip araç olarak ekonomistlerimizin va'zettikleri iktisadi mücadele kavramı, pratik sonuçları bakımından çok zararlı ve gericidir. Bir sosyal-demokrat haline gelebilmesi için, işçi, toprakbeyi ile papazın, yüksek memur ile köylünün, öğrenci ile serserinin iktisadi niteliği ve toplumsal ve siyasal özellikleri konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıdır; onların güçlü ve zayıf yanlarını bilmelidir; her sınıf ve tabakanın kendi bencil özlemlerini, kendi gerçek "iç yapısını" gizlemek için kullandığı bütün parlak sözlerin ve safsataların anlamını kavramalıdır; belirli kurumların ve yasaların yansıttığı şu ya da bu çıkarların neler olduğunu ve bu yansıtmanın nasıl olduğunu anlamalıdır. Ama bu "açık-seçik tablo", herhangi bir kitaptan edinilemez. İşçi, bunu, ancak canlı örneklerden, belirli bir anda çevremizde olup bitenlerin, herkesin üzerinde konuştuğu ya da birisinin fısıldadığı şu ya da bu olayda, rakamlarda, mahkeme kararlarında vb. belirenin sıcağı sıcağına teşhirinden edinebilir. Bu kapsamlı siyasal teşhirler, yığınları devrimci eylem bakımından eğitmenin zorunlu ve temel bir koşuludur.
      Rus işçileri, polisin halka zorbaca davranışına karşı, dinsel mezheplere zulmedilmesine, köylülerin kırbaçlanmasına karşı, amansız sansüre, askerlere işkence edilmesine, en masum kültürel girişimlerin bastırılmasına vb. karşı niçin hâlâ bu kadar az devrimci eylemde bulunmaktadır? Böyle bir eylem, "elle tutulur sonuçlar vaadetmediği"nden, "olumlu" fazla birşey sağlamadığından, "iktisadi mücadelenin" onları buna "itmediği"nden ötürü müdür? Böyle bir görüşü benimsemek, yineliyoruz, saldırıyı gerekmediği yere yöneltmek olur, kişinin kendi darkafalılığını "ya da bernştayncılığını" işçi yığınlarına [sayfa 90] yüklemek olur. Eğer bütün utanç verici haksızlıklara karşı yeteri kadar geniş, çarpıcı ve anında teşhirleri hâlâ örgütleyemiyorsak suç bizdedir, yığın hareketinin gerisinde kalışımızdadır. Bunu yaptığımız zaman (ve bunu yapmak zorundayız ve yapabiliriz de), en geri işçi bile, öğrencilerin ve dinsel mezheplerin de, köylülerin ve yazarların da, kendisini yaşamının her adımında baskı altında tutan ve ezen aynı karanlık güçler tarafından hareketlere ve keyfi davranışlara ugradıklarını anlayacak ya da içinde duyacaktır; ve bunu duyunca, kendisi de tepki göstermek isteyecektir, bu yolda dayanılmaz bir istek duyacak ve gereğini yapmayı bilecektir; bugün sansürcüleri "yuhalayacak", yarın bir köylü ayaklanmasını amansızca bastırmış olan valinin evi önünde gösteri yapacak, öbür gün kutsal engizisyonun işini gören papaz kılıklı jandarmalara bir ders verecektir, vb. Şimdiye kadar çalışan yığınların önüne mümkün olan bütün konularda uygun teşhirleri sermekte çok az şey, ya da hemen hiç bir şey yapmadık. Bir çoğumuz, henüz bu yükümlülüğümüzün bilincine varmış değildir, ve fabrika yaşamının dar çerçevesi içinde "günlük tekdüze mücadelenin" ardında kendiliğinden sürüklenmektedir. Bu durumda, "İskra, günlük tekdüze mücadelenin ilerleyişinin önemini küçümseme ve buna karşılık parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasını yeğ tutma eğilimindedir" (Martinov, s.61) demek, partiyi geriletmek, hazırlıksızlığımızı ve geriliğimizi savunmak ve yüceltmek demektir.
      Yığınları eyleme çağırmaya gelince, enerjik bir siyasal ajitasyon olur olmaz, canlı ve çarpıcı teşhirler etkin olur olmaz, bu, kendi kendine olacaktır. Bir suçluyu suçüstü yakalamak ve onu hemen bütün halkın önünde ve her yerde teşhir etmek, bir sürü "çağrılar" kaleme almaktan çok daha etkilidir; ve etkisi öyledir ki, çok kez kimin yığınlara "çağrıda" bulunduğunu ve kimin şu ya da [sayfa 91] bu gösteri planını vb. önerdiğini saptamayı kesinkes olanaksız kılar. Deyimin genel değil somut anlamındaki eylem çağrıları, ancak eylem yerinde yapılabilir; ancak harekete bizzat kendileri girişenler, ve bunu anında yapabilenler böyle çağrılarda bulunabilirler. Biz sosyal-demokrat yazarlara düşen de, siyasal teşhirleri ve siyasal ajitasyonu derinleştirmek, genişletmek ve yeğinleştermektir.
      Geçerken "eylem çağrıları" konusunda bir noktaya değinelim. İlkyaz olaylarından[57] önce, işçiler için elle tutulur sonuç1ar vaadetmediği kesin olan bir sorunda, yani ögrencilerin askere alınması sorununda, işçileri etkin olarak müdahale etmeye çağıran tek gazete İskra olmuştur. "183 öğrencinin askere alınması" ile ilgili 11 Ocak tarihli emrin yayınlanmasından hemen sonra, İskra (Şubat sayısı, n° 2 [52*]) bu konuda bir makale yayınladı ve henüz gösteriler başlamadan önce işçileri "öğrencilerin yardımına koşmaya" çağırdı, "halkı" hükümetin bu küstahça meydan okumasına karşı çıkmaya çağırdı. Şimdi soruyoruz. Martinov'un "eylem çağrıları"ndan bu kadar sözetmesine ve giderek "eylem çağrıları"nın eylemin özel bir biçimi olduğunu ileri sürmesine karşın, bu çağrı hakkında tek sözcük söylememiş olmasını nasıl açıklamak gerekir? Bunun ardından da, "elle tutulur sonuçlar vaadeden" istemler uğruna mücadeleye yeteri kadar "çağrılar" yayınlamadığı için İskra'nın tek yanlı olduğunu iddia etmesi düpedüz darkafalılık değil midir?
      Raboçeye Dyelo da dahil olmak üzere, ekonomistlerimiz başarılıydılar, çünkü, geri işçilere ayak uydurdular. Ama sosyal-demokrat işçi, devrimci işçi, (ve bunların sayısı gittikçe artmaktadır) "elle tutulur sonuçlar vaadeden" istemler vb. uğruna mücadele konusundaki gevezelikleri öfkeyle reddedecektir, çünkü o, bunun, eski türkünün, [sayfa 92] rubleye bir kopek ekleme türküsünün yeni biçimde ifade edilmesinden başka bir şey olmadığını anlayacaktır. Ve bu işçi, Raboçaya Mysıl ve Raboçeye Dyelo'dan kendisine akıl öğretmeye gelenlere şöyle diyecektir: bizim kendi başımıza pekâlâ üstesinden geleceğimiz bir işe böyle aşırı gayretkeşlikle karışmakla, kendinizi boş yere meşgul ediyorsunuz ve asıl görevlerinizden kaçıyorsunuz baylar. Sosyal-demokratların görevinin iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak olduğu yolundaki iddianızda zekice olan hiç bir şey yoktur; bu, sadece bir başlangıçtır ve sosyal-demokratların temel görevi değildir; çünkü, Rusya dahil, bütün dünyada, iktisadi mücadeleye siyasal nitelik kazandırmaya ilk kalkışan, çok kez, bizzat polis olmuştur; hükümetin kimi desteklediğini kavramayı işçiler kendileri öğreniyorlar. [53*] Yeni bir Amerika keşfetmiş gibi bu kadar övgüsünü yaptığınız "işçilerin işverene ve hükümete karşı iktisadi mücadelesi", bugün Rusya'nın her tarafında, en ücra köşelerinde bile, grevlerden sözedildiğini işitmiş, ama sosyalizm konusunda hiç bir şey duymamış işçilerin kendileri tarafından yürütülmektedir. Elle tutulur sonuçlar vaadeden somut istemler ileri sürerek biz işçiler arasında [sayfa 93] harekete geçirmek istediğimiz "eylemi" biz zaten ortaya koyuyoruz ve günlük, sınırlı sendikal çalışmalarımızda, bu somut istemleri çoğu kez aydınlardan hiç bir yardım görmeksizin biz kendimiz ileri sürüyoruz. Ama bu eylem bize yetmiyor; biz sadece "iktisadi" siyaset lapasıyla beslenecek çocuklar değiliz. Biz ötekilerin bütün bildiklerini bilmek istiyoruz. Siyasal yaşamın bütün yönlerini ayrıntılı olarak öğrenmek ve tek tek her siyasal olaya etkin olarak katılmak istiyoruz. Bunu yapabilmek için, aydınların, bizzat bizim pek iyi bildiğimiz şeyleri biraz daha az yinelemeleri, ve henüz bilmediğimiz [54*] şeyleri, fabrikadaki "iktisadi" deneyimin bize hiç bir zaman öğretmeyeceği şeyleri, yani siyasal bilgileri biraz daha fazla vermeleri gerekir. Bu bilgileri, siz aydınların edinmesi kolaydır, ve bunları şimdiye kadar sunduğunuz miktarlardan yüz kez ve bin kez daha büyük miktarlar halinde bize sunmanız [sayfa 94] görevinizdir; bu bilgileri, bize, sadece tartışmalar, broşürler ve makaleler biçiminde değil (açık sözlülüğümüzü bize bağışlayın; bunlar çok kez bir hayli cansıkıcı olmaktadırlar), hükümetimizin ve yönetici sınıflarımızın yaşamın bütün alanlarında şu anda ne yaptıklarını canlı teşhirler biçiminde iletiniz. Bu görevinizi yerine getirmek için daha çok çaba gösteriniz ve "çalışan yığınların eylemini yükseltmek" konusunda biraz daha az konuşunuz. Biz sizin sandığınızdan çok daha aktifiz, ve hiç bir "elle tutulur sonuç" vaadetmeyen istemleri bile açık sokak savaşlarıyla pekâlâ destekleyecek durumdayız. Bizim eylemimizi "yükseltmek" size düşmez, çünkü eylemden asıl yoksun olan sizlersiniz. Kendiliğindenliğe daha az boyuneğin ve kendi eyleminizi yükseltmeyi biraz daha çok düşünün baylar!


D. EKONOMİZM İLE TERÖRİZM ARASINDAKİ
ORTAK YAN NEDİR?


      Son dipnotta, bir raslantI olarak fikir birliği içinde olan bir ekonomist ile sosyal-demokrat olmayan bir teröristin görüşlerini aktardık. Ama genel olarak söylemek gerekirse, bu ikisi arasında, daha sonra üzerinde durmamız ve burada devrimci eylem için eğitim sorununa ilişkin olarak değinmemiz gereken raslansal değil, zorunlu bir iç bağıntı vardır. Ekonomistler ile bugünün teröristleri arasında ortak bir kök bulunmaktadır, ve bu, bir önceki bölümde genel bir olgu olarak incelediğimiz ve şimdi de siyasal eylem ve siyasal mücadele üzerinde etkisi bakımından ele alacağımız kendiliğindenliğe kölece boyuneğiştir. "Günlük tekdüze mücadeleyi" vurgulayanlar ile bireylerden en özverili mücadeleyi bekleyenler arasındaki fark o kadar büyüktür ki, ilk bakışta, bu söylediklerimiz bir paradoks gibi gözükebilir. Ama bu, bir paradoks [sayfa 95] değildir. Ekonomistlerle teröristler kendiliğindenliğin yalnızca farklı uçlarına boyuneğmektedirler; ekonomistler "salt işçi hareketi" önünde boyuneğmektedirler, teröristler ise devrimci mücadele ile işçi sınıfı hareketini birbirini tamamlayan bir bütün içinde birleştirme yeteneğinden ya da olanağından yoksun olan aydınların tutkulu öfkesinin kendiliğindenliği önünde boyuneğmektedirler. İnançlarını yitirmiş olanların ya da bunun mümkün olduğuna hiç bir zaman inanmamiş olanların öfkeleri ve devrimci enerjileri için, terör dışında bir çıkış yolu bulmaları gerçekten zordur. Böylece sözünü ettiğimiz kendiliğindenliğe kölece boyuneğişin her iki biçimi de, ünlü Credo programının uygulamaya konuluşunun başlangıcından başka bir şey değildir: İşçiler "işverene ve hükümete karşı iktisadi mücadeleye" girişsinler (Credo'nun yazarı, kendi görüşlerini Martinov'un diliyle ifade ettiğimiz için bizi bağışlasın. Bizim bunu yapmaya hakkımız olduğu kanısındayız, çünkü Credo'da da işçilerin iktisadi mücadelede "siyasal düzene karşı çıktıkları" söylenmektedir) ve aydınlar da siyasal mücadeleyi kendi gayretleriyle yürütsünler — elbette ki teröre başvurarak! Bu, üzerinde direnilmesi gereken tamamen mantıki ve kaçınılmaz bir sonuçtur — programı uygulamaya başlayanların kendileri henüz bunun kaçınılmaz olduğunu anlamıyor olsalar bile. Siyasal eylemin, en iyi niyetlerle ya terör çağrısında bulunanların, ya da iktisadi mücadelenin kendisine bir siyasal nitelik kazandırmaktan sözedenlerin bilincinden çok ayrı olan bir mantığı vardır. Cehenneme giden yol, iyi niyetle döşenmiştir, ve bu durumda, iyi niyet, kişiyi "en az direnme çizgisine", katıksız burjuva Credo programı çizgisine kendiliğinden sürüklenmekten kurtaramaz. Hiç kuşku yok ki, birçok Rus liberalinin —liberalliği resmen benimseyenlerin ve marksizm maskesi takan liberallerin— bütün yürekleriyle teröre yakınlık duymaları ve günümüzde ortalığı [sayfa 96] sarmış olan terörist havayı kışkırtmaları da bir raslantı değildir.
      İşçi hareketini her yoldan destekleme görevini benimseyen, ama programına, terörü ve deyim yerindeyse, sosyal-demokrasiden kurtuluşu da almış olan devrimci-sosyalist Svoboda grubunun kuruluşu, sosyal-demokratik duraksamaların bu sonuçlarını daha 1897'nin sonunda, ("Bugünün Görev ve Taktikleri") "iki bakışaçısı"nı yazdığı sıra sözcüğü sözcüğüne önceden belirtmiş olan P. B. Akselrod'un takdire değer ileri görüşlülüğünü bir kez daha doğrulamıştır. Rus sosyal-demokratları arasındaki daha sonra ortaya çıkan bütün tartışmalar ve anlaşmazlıklar, tıpkı bitkinin tohumda bulunması gibi, bu iki bakışaçısında mevcuttur. [55*]
      Bundan, ekonomizmin kendiliğindenliğine karşı direnemeyen Raboçeye Dyelo'nun terörizmin kendiliğindenliğe karşı da niçin direnemediğini anlamak mümkündür. Svoboda'nın, terörizmi savunmak için öne sürmüş olduğu özgül savları burada belirtmek çok ilginç olacaktır. Svoboda, terörizmin, caydırıcı rolünü "tamamen reddediyor" (Devrimciliğin Yeniden Doğuşu, s. 64), ama bunun yerine terörizmin "kızıştırıcı önemini" vurguluyor. Birincisi, bu, [sayfa 97] terörizm üzerinde direnen geleneksel (sosyal-demokrasi öncesi) düşünceler çevriminin parçalanış ve düşüş aşamalarından birini temsil etmesi bakımından tipiktir. Hükümetin terörle "yıldırılamayacağı"nı ve bu yüzden de yıkılamayacağını teslim etmek, terörü, bir mücadele sistemi olarak programın öngördüğü bir eylem alanı olarak tümüyle mahküm etmek demektir. İkincisi, bu, "devrimci eylem için eğitim" konusunda ivedi görevlerimizi anlamakta kusur etmemizin bir örneği olarak daha da tipiktir. Svoboda, terörü, işçi sınıfını "kızıştırma" aracı olarak, ona güçlü bir iti sağlama aracı olarak savunuyor. Kendi kendisini böylesine çürüten bir sav düşünmek zordur. İnsanın şu soruyu sorası geliyor: Rus yaşamında yeralan haksızlıklar yeterli değil midir ki, özel "kızıştırıcı" araçları icadetmek gereksin? Öte yandan, Rus zorbalığının bile kızıştıramadığı ve kızıştıramayacağı kimselerin, kollarını kavuşturarak, hükümetin bir avuç teröristle düellosunu kenardan seyredecekleri besbelli değil midir? Gerçek şudur ki, Rus yaşamındaki toplumsal kötülükler, çalışan yığınları heyecan doruğuna ulaştırmaktadır, ama biz, Rus yaşam koşullarının düşündüğümüzden çok daha geniş boyutlara ulaştırdığı ve gürül gürül akan tek bir sel haline getirilmesi gereken halkın bütün bu öfke damlacıklarını ve dereciklerini, deyim yerindeyse, biraraya getirip yoğunlaştıramıyoruz. Bunun başarılabileceği, işçi sınıfı hareketindeki muazzam büyüme ile ve yukarda değinilen işçilerin siyasal yazın susuzluğu ile kesin olarak tanıtlanmaktadır. Öte yandan, terör çağrıları ve iktisadi mücadelenin kendisine bir siyasal nitelik kazandırma çağrıları, şu anda, Rus devrimcilerinin omuzuna yüklenenen ivedi görevden, yani kapsamlı siyasal ajitasyonu örgütlendirme görevinden kaçmanın iki farklı biçiminden başka bir şey değildir. Svoboda, "yığınlar arasında yeğin ve güçlü bir ajitasyon başlar başlamaz, terörün kızıştırıcı işlevinin [sayfa 98] sona ermiş olacağını" (Devrimciliğin Yeniden Doğuşu, s. 68) açıkça kabul ederek, ajitasyonun yerine terörü koymak istemektedir. Bu, hem teröristlerin hem de ekonomistlerin, ilkyazda meydana gelen olayların [56*] ortaya koyduğu çarpıcı kanıtlara karşın, yığınların devrimci eylemini küçümsediklerini tanıtlamaktadır; ve birinci grup yapay "kızıştırıcılar" peşinde koşarken, ikinci grup da "somut istemler"den sözediyor. Ama her ikisi de siyasal ajitasyonda ve siyasal teşhirlerin örgütlendirilmesinde kendi eylemlerini geliştirmede yeterli dikkati göstermiyorlar. Ve şimdi olsun ya da başka bir zaman olsun, hiç bir başka iş, bu görevin yerini alamaz.


E. DEMOKRASİ UĞRUNA MÜCADELENİN
ÖNCÜSÜ OLARAK İŞCİ SINIFI


      En geniş siyasal ajitasyonun ve bunun sonucu olarak da her yönlü siyasal teşhirin yürütülmesinin, eylemimizin, eğer bu eylemimiz gerçekten sosyal-demokrat bir eylem olacaksa, mutlak olarak zorunlu ve başlıca görevi olduğunu gördük. Ama biz, bu sonuca, sadece işçi sınıfının en ivedi gereksinmesinden, siyasal bilgi ve siyasal eğitim gereksinmesinden hareket ederek vardık. Oysa sorunu bu biçimde koymak, çok dar olarak koymak olur, çünkü burada sosyal-demokrasinin, ve özellikle bugünün Rus sosyal-demokrasisinin genel demokratik görevlerini gözönünde tutmamış oluyoruz. Sorunu daha somut olarak açıklayabilmek için, konuyu, ekonomistlere "en yakın" bir yönden, pratik yönden ele alacağız. İşçi sınıfının siyasal bilincinin geliştirilmesinin zorunlu olduğu konusunda "herkes görüş birliği içerisindedir". Çözülmesi gereken sorun bunun nasıl yapılacağı ve yapılması için neyin [sayfa 99] gerekli olduğu sorunudur. İktisadi mücadele, işçileri, sadece hükümetin işçi sınıfına karşı tutumunu "kavramaya yöneltir"; onun için "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kavandırmak" için ne kadar çaba harcarsak harcayalım, iktisadi mücadelenin sınırları içersinde kaldığımız sürece, işçilerin siyasal bilincini (sosyal-demokrat siyasal bilinç düzeyine kadar) hiç bir zaman geliştiremeyiz, çünkü bu çerçeve çok dardır. Martinov'un sorunu karmakarışık etme yeteneğini göstermesi bakımından değil, bütün ekonomistlerin işledikleri temel hatayı, yani işçilerin siyasal bilincini, deyim yerindeyse, içerden, işçilerin iktisadi mücadelesinden, yani bu mücadeleyi biricik (ya da hiç değilse başlıca) temel sayarak geliştirmenin olanaklı bulunduğu yolundaki inançlarını açık-seçik ifade etmesi bakımından, Martinov formülü, bizim için bir ölçüde değer taşır. Böyle bir görüş, kökten yanlıştır. Kendilerine karşı giriştiğimiz polemiklere alınan ekonomistler, bu anlaşmazlıkların kökeni konusunda derinliğine düşünmeyi reddetmektedirler, ve bu, farklı dillerden konuştuğumuzdan, birbirimizi anlayamamak sonucunu doğurmaktadır.
      Siyasal sınıf bilinci, işçilere, ancak dışardan verilebilir, yani ancak iktisadi mücadelenin dışından, işçilerle işverenler arasındaki ilişki alanının dışından verilebilir. Bu bilgiyi elde etmenin mümükün olduğu biricik alan, bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır. Onun için, işçilere siyasal bilgi vermek için ne yapmalı sorusuna yanıt, pratik içindeki işçilerin ve özellikle ekonomizme eğilim gösterenlerin çoğunlukla yeterli buldukları, "işçiler arasına gidilmelidir" yanıtı olamaz. İşçilere siyasal bilgiyi verebilmek için, sosya-demokratlar nüfusun bütün sınıfları arasına gitmek zorundadırlar; onlar [sayfa 100] askeri birliklerini bütün yönlere sevketmek zorundadırlar.
      Böyle kaba bir formülü kasıtlı olarak seçişimiz, kendimizi bu aşırı ölçüde basitleştirmiş biçimde ifade edişimiz, paradokslarla uğraşmak istediğimizden ötürü değil, ekonomistleri, şimdiye kadar affedilmez bir biçimde ihmal ettikleri görevlerini görmeye "yöneltmek", anlamamakta direndikleri trade-unioncu siyasetle sosyal-demokrat siyaset arasındaki farkın ne olduğunu onlara göstermek içindir. Onlar için okurdan sabırsızlanmamasını, söylediklerimizi sonuna kadar sabırla dinlemesini isteyeceğiz.
      Son birkaç yıldan beri en yaygın olarak görülen sosyal-demokrat çalışma çevresi tipini ele alalım ve nasıl çalıştığını inceleyelim. Bu çevrenin "işçilerle bağı" vardır ve bununla yetinir; sadece fabrikalardaki aşırı adaletsizlikleri, hükümetin kapitalistleri tutmasını ve polis zorbalığını şiddetle suçlayan bildiriler yayınlamakla kalır. İşçi toplantılarında, tartışmalar, bu konuların sınırlarını hiç bir zaman aşmaz ya da çok seyrek olarak aşar. Devrimci hareketin tarihi konusunda, hükümetin iç ve dış siyaseti sorunları üzerinde, Rusya'nın ve Avrupa'nın iktisadi evrimi sorunları üzerinde, modern toplumdaki çeşitli sınıfların konumları konusunda vb. konferanslar ve tartışmalar çok seyrektir. Toplumun öteki sınıflarıyla sistemli biçimde bağlar kurmaya ve bunları geliştirmeye gelince, kimse böyle bir şeyi aklından bile geçirmez. Gerçekten, bu türden çevrelerin üyelerinin çoğunluğunun kafalarında canlandırdıkları ideal önder, bir sosyalist siyasal liderden daha çok, bir sendika sekreteri niteliğindedir. Çünkü herhangi bir sendikanın, örneğin bir İngiliz sendikasının sekreteri de, iktisadi mücadelede işçilere yardım eder, fabrikadaki haksızlıkların teşhirinde onlara yardım eder; grev ve grev gözcülüğü (yani belirli bir [sayfa 101] fabrikada grev olduğu konusunda herkesi uyarma) "özgürlüğünü baltalayan yasaların" ve önlemlerin adalete aykırı olduklarını açıklar, hakem mahkemelerinin burjuva sınıflardan gelme yargıçlarının taraf tuttuklarını açıklar, vb., vb.. Kısacası, her sendika sekreteri "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyi" yürütür ve bu mücadelenin yürütülmesine yardımcı olur. Ve bunun henüz sosyal-demokratçılık olmadığı; sosyal-demokratın sendika sekreteri olmak ülküsüne değil, keyfiliğin ve baskının kendini gösterdiği her yerde bunun bütün belirtilerine karşı tepki göstererek, polis şiddetini ve kapitalist sömürüyü tümüyle sergileyen bir tablo yaratmak ve bütün bunları genelleştiren sosyalist inançları ve demokratik haklar yolundaki davayı sergilemek, bunu herkese ve proletaryanın tarihsel sınıf mücadelesine katılmak isteyen her insana göstermek için en küçük fırsattan yararlanarak halkın sözcüsü olma ülküsüne sahip olması gerektiği iyice vurgulanmalıdır. Örneğin Robert Knight gibi bir lideri (İngiltere'de en güçlü sendikalardan biri olan Kazan İmalâtçıları Derneğinin ünlü sekreteri ve lideri), Wilhelm Liebknecht ile kıyaslayınız, ve Martinov'un İskra ile olan tartışmasında çizdiği karşıtlıkları bu ikisine uygulamayı deneyiniz. Robert Knight'ın (Martinov'un yazısını gözönünde bulundurarak yazıyorum) "yığınları belirli somut eylemlere çağırma" işine daha çok giriştiğini (Martinov, op. cit., s. 39), Wilhelm Liebknecht'in ise, daha çok, "bugünkü düzenin tümünün ya da kısmi belirtilerinin devrimci açıdan aydınlatılmasına" önem verdiğini (38-39); Robert Knight'ın "proletaryanın kısa vadeli istemlerini formüle ettiğini ve bu istemlere hangi yoldan ulaşılacağını gösterdiğini" (41), Wilhelm Liebknecht'in ise bir yandan bunu yaparken, "aynı zamanda, çeşitli muhalefet katlarının eylemlerine kılavuzluk etmekte", "onlara kesin bir eylem programı kabul ettirmeye çalışmakta" [57*] kusur [sayfa 102] etmediğini (41); Robert Knight'ın "iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak için" elinden geleni yaptığını (42) ve "elle tutulur sonuçlar vaadeden somut istemleri hükümete sunmayı" pek güzel başardığını (43); Liebknecht'in ise, daha çok "tek yanlı" "teşhirlere" önem verdiğini (40); Robert Knight'ın "günlük tekdüze mücadelenin ileriye doğru yol almasını" daha önemli saydığını (61), Liebknecht'in ise "parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasına" (61) daha çok önem verdiğini; Liebknecht'in yönettiği gazeteyi "ülkemizdeki gerçek durumu, özellikle siyasal durumu, halkın en çeşitli katlarının çıkarlarını etkilemesi ölçüsünde teşhir eden devrimci bir muhalefet organı" (63) haline getirdiğini, Robert Knight'ın ise, "proleter mücadeleyle sıkı organik bağlar kurarak işçi sınıfı davası için çalıştığını" (63) —eğer burada "sıkı organik bağlar" sözü, yukarda, Kriçevski ve Martinov'un görüşlerini incelediğimiz kendiliğindenliğe kölece boyuneğme anlamında kullanılıyorsa— Knight'ın, elbette ki, Martinov gibi, "etkisini derinleştirdiği inancıyla, etki alanını sınırlandırdığını" (63) göreceksiniz. Kısacası, Martinov'un, sosyal-demokrasiyi de facto [58*] trade-unionculuk düzeyine indirgediğini göreceksiniz; her ne kadar o bunu sosyal-demokrasinin iyiliğini istemediğinden ötürü değil, sadece Plehanov'u anlama zahmetine katlanacağına, onu derinleştirmede biraz acele ettiğinden ötürü yapmaktaysa da.
      Ama biz açıklamamıza dönelim. Proletaryanın siyasal bilincini tam olarak geliştirmeyi gerçekten gerekli sayıyorsa, sosyal-demokrasinin "nüfusun bütün sınıfları arasına" gitmesi gerektiğini söyledik. Bu, şu soruya yolaçıyor: [sayfa 103] Bu nasıl yapılacaktır? Bunu yapmaya yeterli güçlerimiz var mıdır? Bütün öteki sınıflar arasında böyle bir çalışmaya zemin var mıdır? Bu, sınıf bakışaçısından bir gerileme demek değil midir, ya da bizi bir gerilemeye götürmeyecek midir? Bu soruları ele alalım.
      Biz teorisyenler olarak, propagandacılar olarak, ajitatörler olarak ve örgütçüler olarak "nüfusun bütün sınıfları arasına gitmeliyiz". Sosyal-demokratların teorik çalışmalarının çeşitli sınıfların toplumsal ve siyasal koşullarının bütün özgül özelliklerini incelemeyi amaç edinmesi gerektiği konusunda kimsenin kuşkusu yoktur, ama fabrika yaşamının özgül özelliklerinin incelenmesi yolunda yapılanlarla kıyaslandığında, bu yönde yapılanlar son derece yetersizdir. Komitelerde ve inceleme çevrelerinde, bütün zamanını rrietalurji sanayiinin özel bir kolunu incelemeye ayıran kimselere bile raslayabiliriz; ama ülkemizin toplumsal ve siyasal yaşamının belirli ivedi bir sorunu üzerinde, nüfusun öteki katları arasında sosyal-demokrat çalışmanın yürütülmesi için araç olabilecek malzeme toplama işini özellikle üzerine almış olan (sık sık olduğu gibi, şu ya da bu nedenden ötürü pratik çalışmadan uzak durmak zorunda kalmış) örgüt üyelerine pek raslanmamaktadır. İşçi sınıfı hareketinin bugünkü önderlerinin çoğunluğunun eğitimden yoksun bulunduğunun sözünü ederken, bu bakımdan da eğitimin eksik olduğunu görmemezlik edemeyiz, çünkü bu da, ekonomistlerin "proleter mücadelesiyle sıkı organik bağlar" konusundaki anlayışıyla ilgilidir. Elbette ki asil önemli olan şey, halkın bütün katları arasında propaganda ve ajitasyondur. Batı Avrupa sosyal-demokratlarının çalışması, bu bakımdan herkesin katılabileceği mitingler ve gösterilerle, sosyal-demokratın parlamentoda bütün sınıfların temsilcilerine sesleniyor olması olgusuyla kolaylaşmaktadır. Bizde ne parlamento var, ne de toplanma özgürlüğü; bununla birlikte [sayfa 104] biz, bir sosyal-demokratı dinlemek isteyen işçiler için mitingler düzenleyebiliyoruz. Bir demokratı dinlemek isteyen bütün toplumsal sınıfların temsilcileri için de mitingler düzenleme yol ve araçlarını bulmalıyız; çünkü pratikte "komünistlerin her devrimci hareketi desteklediklerini", [59*] ve bundan ötürü sosyalist inançlarımızı bir an bile gizlemeksizin bütün halk önünde genel demokratik görevlerimizi açıklamak ve vurgulamak zorunda olduğumuzu unutan kimse, sosyal-demokrat olamaz. Pratikte, her türlü genel demokratik sorunun ortaya atılmasında, öneminin belirtilmesinde ve çözüme bağlanmasında herkesin önüne geçme yükümlülüğünde olduğunu unutan kimse, sosyal-demokrat değildir.
      Sabırsız okur "ama bu görüşe herkes katılmaktadır!" diyecektir, ve Yurtdışı Birliğin son konferansının Raboçeye Dyelo yazıkurulu için kabul etmiş olduğu yeni talimâtlarda kesin olarak şöyle denmektedir: "Proletaryayı ya özel bir sınıf olarak, ya da özgürlük uğruna mücadelede bütün devrimci güçlerin öncüsü olarak doğrudan doğruya etkileyen toplumsal ve siyasal yaşamin bütün olayları, siyasal propaganda ve ajitasyona konu olmalıdır." (İki Konferans, s. 17, italikler bizim.) Evet, bunlar çok doğru ve çok güzel sözlerdir, ve eğer Raboçeye Dyelo bunları anlasaydı ve ikinci solukta bunlarla çelişen şeyler söylemekten kaçınabilseydi, bize bu kadarı yeterdi. Çünkü kendimizi, "öncü", ileri birlik olarak adlandırmamız yetmez, öyle davranmalıyız ki bütün öteki birlikler bizim başta yürüdüğümüzü anlasınlar ve bunu kabul etmek zorunda kalsınlar. Şimdi biz, okura şunu soruyoruz: "öteki birliklerin" temsilcileri, biz "öncü" olduğumuzu söylediğimiz zaman, sadece bu sözümüzle yetinecek kadar aptal mıdırlar? Şöyle bir durumu gözünüzün önüne getirin: [sayfa 105] bir, sosyal-demokrat, eğitim görmüş Rus radikallerinin ya da liberal anayasacıların "birliğine" geliyor ve, biz öncüyüz diyor; "bizim önümüzdeki görev, elimizden geldiği kadar, iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmaktır". Radikal ya da anayasacı, eğer biraz akıllıysa (ve Rus radikalleri ile anayasacıları arasında birçok akıllı kimseler vardır), bu sözler karşısında sadece gülümseyecek ve diyecektir ki (elbette bunu içinden diyecektir, çünkü çoğunlukla o deneyim sahibi bir diplomattır): "Sizin 'öncünüz' budalalardan oluşuyor olmalı. Bunlar, işçilerin iktisadi mücadelesinin kendisine siyasal bir nitelik kazandırmak görevinin, bizim görevimiz, burjuva demokrasisinin ilerici temsilcilerinin görevi olduğunu bile anlamıyorlar. Batı Avrupa burjuvazisi gibi, biz de işçileri siyasete çekmek isteriz, ama sadece trade-unioncu siyasete, sosyal-demokrat siyasete değil. İşçi sınıfının trade-unioncu siyaseti, işçi sınıfının burjuva siyasetinin ta kendisidir, ve bu 'öncünün' görev diye sözünü ettiği şey, trade-unioncu siyasetin formüle edilmesinden başka bir şey değildir! Varsın onlar istedikleri kadar kendilerini sosyal-demokrat ilân etsinler, ben etiketler karşısında heyecanlanacak kadar çocuk değilim. Ama onlar o kötü bağnaz doktrinerlerin etkisi altında kalmamalıdırlar, varsınlar, farkında olmadan sosyal-demokrasiyi trade-unioncu kanallara yöneltenlere 'eleştiri özgürlüğü' tanısınlar."
      Ve anayasacımız, sosyal-demokrasinin öncülüğünden sözeden sosyal-demokratların, hareketimizde kendiliğindenliğin hemen tamamen egemen olduğu bugün, "kendiliğinden unsurun küçümsenmesinden", "parlak ve eksiksiz düşüncelerin propagandasına kıyasla, günlük tekdüze mücadelenin ileriye doğru hareketinin öneminin küçümsenmesinden", vb., vb. korktuğu kadar hiç bir şeyden korkmadığıni ögrenince, dudağındaki belli belirsiz gülümseme [sayfa 106] kahkahaya dönecektir! Bilincin kendiliğindenliğe üstün geleceğinden korkan, bizimle görüş birliğinde olmayanların bile genel olarak kabul etmek zorunda kalacakları yürekli bir "planı" ileri sürmekten korkan bir "öncü". Acaba "öncü" ile "artçı"yı birbirine karıştırmıyorlar mı?
      Gerçekten de Martinov'un şu uslamlamasını inceleyelim. 40. sayfada İskra'nın suistimalleri teşhir taktikleri bakımından tek yanlı olduğunu, "hükümete karşı güvensizliği ve kini ne kadar yayarsak yayalım, onu devirmek için yeterli etkin toplumsal enerjinin geliştirilmesinde başarı sağlamadığımız sürece amacımıza ulaşamayacağımızı" söylüyor. Bu arada belirtilebilir ki, bu, şimdiye kadar örneklerini çok gördüğümüz yığınları harekete geçirme özleminin, kişinin kendi eylemini sınırlandırma özlemiyle birleşmesidir. Ama şu anda asıl sorun bu değildir. Martinov burada, buna uygun olarak, ("devirmek için") devrimci enerjiden sözetmektedir. Ve hangi sonuca varmaktadır? Normal zamanlarda çeşitli toplumsal katlar, kaçınılmaz olarak ayrı ayrı yollardan yürüdüklerine göre, "biz sosyal-demokratların çeşitli muhalefet katlarının eylemini aynı zamanda yönetemeyeceğimiz, onlara kesin bir eylem programı kabul ettiremeyeceğimiz, çıkarları için nasıl bir günlük mücadele yürütmeleri gerektiğini kendilerine gösteremeyeceğimiz besbellidir. ... Liberal tabakalar, kendi kısa vadeli çıkarları için etkin mücadeleyi kendileri yürüteceklerdir, ve bu mücadele, onları siyasal düzenimizle karşı karşıya getirecektir" (s. 41). Böylece. devrimci enerjiden, otokrasinin devrilmesi için etkiyi mücadeleden sözetmekle işe başlayan Martinov, çabucak sendika enerjisine ve kısa vadeli çıkarlar uğruna etkin mücadeleye dönüvermektedir! Hiç kusku yok ki, ögrencilerin, liberallerin vb. "kısa vadeli çıkarları" için mücadeleyi biz yönetemeyiz; ama sorunumuz bu [sayfa 107] değildir çok saygıdeğer ekonomist! Tartıştığımız sorun, çeşitli toplumsal katların, otokrasinin devrilmesine olanaklı ve zorunlu katılışı sorunuydu; ve eğer biz, "öncü" olmak istiyorsak, bu "çeşitli muhalefet katlarının eylemine" sadece kılavuzluk edebilecek durumda olmakla kalmayız, bunu yapmak zorundayız da. Öğrencilerimiz ve liberallerimiz, vb. "onları siyasal düzenimizle karşı karşıya getiren mücadeleyi" yalnızca kendileri yürütmekle kalmayacaklardır, bu yönde en büyük katkı, otokratik hükümetin polisinden ve memurlarından gelecektir. Ama "biz", eğer ön saflardaki demokratlar olmak istiyorsak, sadece üniversite ya da zemstvo vb. koşullarından yakınanların düşüncelerini, tüm siyasal düzenin beş para etmediği düşüncesine yöneltmeyi üstlenmeliyiz. Bütün muhalefet katlarının mücadeleye ve partimize ellerinden gelen desteği verebilmelerini saglamak için kendi partimizin önderliği altında, çok yönlü bir siyasal mücadelenin örgütlendirilmesi görevini biz üzerimize almalıyız. Pratik içindeki sosyal-demokratlarımızı; bu çok yönlü mücadelenin bütün belirtilerine kılavuzluk edebilen, kaynaşma halindeki öğrencilere, hoşnutsuz zemstvo mensuplarına, öfkeli dinsel mezhep mensuplarına, gadre uğrayan ilkokul ögretmenlerine, vb., vb. gereken anda "kesin bir eylem programı kabul ettirmesini" bilen siyasal önderler olarak eğitmek, bizim işimiz olmalıdır. Onun için Martinov'un "bunlara ilişkin olarak, ancak olumsuz istismar teşhircileri rolünü oynayabiliriz ... yalnızca çeşitli hükümet görevlilerine bağladıkları umutları dağıtabiliriz" (italikler bizim) yolundaki iddiası tamamıyla yanlıştır. Bunu söylemekle Martinov, devrimci "öncü"nün gerçekten oynaması gereken rolün ne olduğunu hiç bir biçimde anlamadığını göstermektedir. Ve eğer okur bunu gözönünde tutarsa, Martinov'un vardığı şu sonucun gerçek anlamını anlayacaktır: "İskra ülkemizdeki gerçek [sayfa 108] durumu, özellikle siyasal durumu, halkın en çeşitli katlarını etkilemesi ölçüsünde teşhir eden devrimci muhalefetin organıdır. Biz ise, proleter mücadeleyle sıkı organik bağlar kurarak işçi sınıfı davası için çalışıyoruz ve çalışmayı sürdüreceğiz. Etki alanımızı sınırlandırmakla bu etkiyi derinleştiriyoruz." (63) Bu sonucun gerçek anlamı şudur: İskra, işçi sınıfının (yanlış anlama yüzünden, eğitim noksanlığı yüzünden, ya da kanıları yüzünden pratik içinde bulunanlarımızın kendilerini sık sık onunla sınırlandırdıkları) trade-unioncu siyasetini, sosyal-demokrat siyaset düzeyine yükseltmek istiyor. Oysa Raboçeye Dyelo, sosyal-demokrat siyaseti trade-unioncu siyaset düzeyine düşürmek istiyor. Ve üstelik, iki tutumun "ortak dava içinde tamamen bağdaşabileceği" (63) yolunda bütün dünyaya güvence veriyor. O sancta simplicitas! [60*]
      Devam edelim. Bütün toplumsal sınıflar arası propaganda ve ajitasyonumuzu yürütebilmek için yeteri kadar gücümüz var mı? Elbette var. Sık sık bunu yadsımaya eğilim gösteren bizim ekonomistlerimiz, hareketimizin (aşağıyukarı) 1894'ten 1901'e kadar gösterdiği devasa ilerlemeyi gözden kaçırıyorlar. Gerçek "kuyrukçular" gibi, onlar da, hareketimizin çoktan tarihe karışmış olan başlangıçtaki aşamalarında yaşamayı sürdürüyorlar. İlk dönemde, gerçekten çok az gücümüz vardı, ve o sıra kendimizi yalnız işçiler arasındaki eyleme adamamız ve bu yoldan sapmalara karşı çıkmamız çok doğal ve yerindeydi. O sıra bütün görevimiz işçi sınıfı içinde durumumuzu pekiştirmekti. Ama şimdi harekete dev gibi güçler kazanılmış bulunmaktadır. Eğitim görmüş sınıfların genç kuşağının en iyi temsilcileri bize gelmektedir. Taşranın her yerinde, orada yaşamak zorunda olan, harekete geçmişte [sayfa 109] katılmış bulunan, ya da şimdi katılmak isteyen ve sosyal-demokrasiye eğilim gösteren kimseler var (oysa, 1894'te, Rus sosyal-demokratlarını parmakla saymak mümkündü). Hareketimizin temel siyasal ve örgütsel eksiklerinden biri, bütün bu güçlerden yararlanmayı ve onlara uygun işler vermeyi beceremememizdir (bu konuya bundan sonraki bölümde döneceğiz). Bu güçlerin büyük bir çoğunluğu "işçiler arasına gitme" olanaklarından tamamıyla yoksundur, öyle ki, güçleri esas işimizden başka tarafa çekme tehlikesi sözkonusu olamaz. Ve işçilere gerçek, kapsamlı ve canlı siyasal bilgiler sağlayabilmek için her yerde, toplumun bütün katlarında ve devlet mekanizmamızın bütün iç çarkları hakkında bilgi edinebileceğimiz bütün mevkilerde "kendi adamlarımız", sosyal-demokratlar bulunmalıdır. Böyleleri, sadece propaganda ve ajitasyon için değil, ama daha çok örgütlendirme için gereklidir.
      Nüfusun bütün sınıfları arasında eylem zemini var mıdır? Kim bundan kuşku duyuyorsa bilinç bakımından yığınların kendiliğinden uyanışının gerisinde kalmaktadır. İşçi sınıfı hareketi kimilerinde hoşnutsuzluk, kimilerinde muhalefeti destekleme umutları, ve kimilerinde de otokrasinin dayanılmaz bir hal aldığı ve mutlaka devrilmesi gerektiği bilincini uyandırdı ve uyandırmaya devam ediyor. Eğer biz, görevimizin, her hoşnutsuzluk belirtisinden yararlanmak ve ne kadar küçük olursa olsun her protesto hareketini biraraya getirip bunları en iyi bir biçimde kullanmak olduğunu anlamazsak (ki çoğunlukla gerçek durum böyledir), ancak sözde "siyasetçiler" ve sosyal-demokratlar oluyoruz. Milyonlarca ve milyonlarca köy emekçisinin, zanaatçının, küçük esnafın vb. biraz yeteneği olan bir sosyal-demokratın konuşmasını büyük bir istekle dinlemeye her zaman hazır olması durumu bunun dışındadır. Gerçekten de, içinde hak yoksunluğu [sayfa 110] ve zulümden yakınmayan ve bu yüzden de en ivedi genel demokratik gereksinmelerin sözcüsü olarak sosyal-demokratların propagandasına açık olan bireylerin, grupların ya da çevrelerin bulunmadığı tek bir toplumsal sınıf var mıdır? Nüfusun bütün sınıfları ve katları arasında bir sosyal-demokratın siyasal ajitasyonunun ne olabileceği konusunda açık bir fikre sahip olmak isteyenlere, bu ajitasyonun başlıca biçimi olarak (ama elbette ki biricik biçimi değil) sözcüğün geniş anlamıyla siyasal teşhirleri gösterebiliriz.
      İlerde daha ayrıntılı olarak ele alacağım "Nereden Başlamalı" başlıklı makalemde şöyle yazıyordum (İskra, Mayıs 1901, n° 4): "Nüfusun azıcık olsun siyasal bilince erişmiş olan her kesiminde siyasal teşhir için bir tutku yaratmalıyız. Siyasal teşhirin sesinin bugün bu kadar zayıf, ürkek ve seyrek duyulur olmasından cesaretimiz kırılmamalıdır. Bu, polis zorbalığına toptan boyuneğildiğinden ötürü değildir; bu, teşhirlerde bulunabilenlerin ve bulunmaya hazır olanların konuşabilecekleri bir kürsüden yoksun bulunmalarından, kendilerini dinlemeye istekli ve onlara cesaret veren bir dinleyici yığınından yoksun bulunmalarındandır; onlar, halk arasında "her şeye kadir" Rus hükümetine karşı yakınmalarını yöneltmeye değecek o gücü hiç bir yerde görememektedirler. ... Şimdi çar hükümetinin ulus çapında teşhiri için bir kürsü sağlama durumundayız, ve bunu yapmak görevimizdir. Bu kürsü bir sosyal-demokrat gazete olmalıdır." [61*]
      Siyasal teşhirler için en ideal dinleyici yığını, çok yönlü ve canlı siyasal bilgiyi herkesten çok gereksinen ve bu bilgiyi, bu mücadele "elle tutulur sonuçlar" vaadetmediği zaman bile, etkin mücadeleye dönüştürme yeteneğine herkesten çok sahip bulunan işçi sınıfıdır. Ulus [sayfa 111] çapında teşhirler için gerekli kürsü, ancak bütün Rusya'yı kapsayan bir gazete olabilir. "Bugünün Avrupa'sında bir siyasal organ olmadan siyasal hareket denmeye lâyık bir hareket düşünülemez"; hiç kuşku yok ki, Rusya, bu bakımdan bugünün Avrupa'sının bir parçası sayılmalıdır. Basın, yurdumuzda, çoktan beri bir güç haline gelmiştir; öyle olmasaydı, hükümet, basını satın almak için ve Katkov'ları ve Meşçerski'leri desteklemek için onbinlerce ruble harcamazdı. Ve otokratik Rusya'da yeraltı basınının sansür duvarını yarması ve legal ve tutucu basını kendisinden açıkça sözetmeye zorlaması yeni bir şey değildir. 1870'lerde ve hatta 1850'lerde durum buydu. İllegal yeraltı basınını okumak, ve İskra'ya (n° 7) mektup gönderen bir işçinin deyimiyle,[59] bu basından "yaşamasını ve ölmesini" ögrenmek isteyen halk kesimleri, şimdi, çok daha geniş ve çok daha derindir, iktisadi teşhirler, nasıl fabrika sahiplerine karşı savaş ilân etme anlamını taşırsa, siyasal teşhirler de, aynı ölçüde, hükümete karşı savaş açma anlamına gelir. Teşhir kampanyası ne kadar geniş ve güçlü olursa, ve savaşı başlatmak için savaşı ilân eden toplumsal sınıf ne kadar kalabalık ve kararlıysa, bu savaş ilânının manevi önemi de o kadar büyük olacaktır. Onun için bizatihi siyasal teşhirler, karşı çıktığımız düzeni dağıtmak için, düşmandan iğreti ya da geçici müttefiklerini ayırmak için, otokrasinin kalıcı ortakları arasında düşmanlığı ve güvensizliği yayabilmek için güçlü bir araçtır.
      Zamanımızda, teşhirleri ancak gerçekten ulus çapında örgütlendirecek bir partidir ki, devrimci güçlerin öncüsü olabilir. "Ulus çapında" sözcüğünün çok derin bir anlamı vardır. İşçi sınıfından olmayan teşhircilerin büyük bir çoğunluğu (unutmayalım ki, öncü olabilmek için, öteki sınıfları da sürüklemeliyiz) duru kafalı siyasetçiler ve pratik duyguya sahip kavrayışlı kişilerdir. "Her şeye [sayfa 112] kadir" Rus hükümetinden yakınmak şöyle dursun, küçük bir memurdan bile "yakınmanın" ne kadar tehlikeli olduğunu çok iyi bilirler. Ve böyleleri, bize, şikayetlerini, ancak bunun gerçekten bir etkisi olacağını, bizim bir siyasal gücü temsil ettiğimizi gördükleri zaman ileteceklerdir. Dışımızda kalanların gözünde böyle bir güç olabilmek için, artçı teori ve pratiğin üzerine bir "öncü" etiketi yapıştırmak yetmez; bilincimizi, inisiyatifimizi ve enerjimizi yükseltmek için çok çalışmamız ve inatla çalışmamız gerekir.
      Eğer biz, hükümetin teşhirini ulus çapinda örgütlendirme işini gerçekten üzerimize alacaksak, hareketimizin sınıfsal niteliği nasıl belirecektir? — "proleter mücadele ile sıkı organik bağlar kurma" meraklısı, işte böyle soracaktır ve gerçekten de sormaktadır. Yanıt çok yönlüdür: ulus ölçüsündeki bu teşhirleri örgütlendirecek olan biz sosyal-demokratlarız; ajitasyonun ortaya çıkardığı bütün sorunlar tutarlı bir sosyal-demokrat ruhla açıklanacaktır, ödünlerde bulunmadan, marksizmin kasıtlı ya da kasıtsız çarpıtılmasına hiç bir ödün vermeden; bütün alanları kapsayan siyasal ajitasyon, tüm halk adına hükümete karşı saldırıyı, proletaryanın devrimci eğitimini ve siyasal bağımsızlığının korunmasını, işçi sınıfının iktisadi mücadelesine kılavuzluğu ve onun kendisini sömürenlerle olan ve artan sayıda proleteri bilinçlendiren ve bizim saflarımıza getiren bütün kendiliğinden çatışmalarından yararlanmayı ayrılmaz bir bütün içinde birleştiren bir parti tarafından yürütülecektir.
      Ama ekonomizmin en karakteristik özelliklerinden biri, proletaryanın en ivedi gereksinmeleriyle (siyasal ajitasyon ve siyasal teşhir yoluyla kapsamlı bir siyasal eğitim) genel demokratik hareketin gereksinmeleri arasındaki bu bağı, hatta bu özdeşliği anlayamamasıdır. Bu anlayamama sadece "Martinov'vari" sözlerde değil, bu [sayfa 113] sözlerle aynı anlamı taşıyan ve sözde sınıfsal bakışaçısından sorunu ele alan bazı kaynaklar tarafından da ifade edilmektedir. Örneğin İskra, n° 12'de yayınlanan "ekonomist" mektup yazarları şöyle diyorlar: [62*] "İskra'nın bu temel kusuru [ideolojinin abartılması], sosyal-demokrasinin çeşitli toplumsal sınıflar ve eğilimler karşısında tutumu sorununda gösterdiği tutarsızlığının da nedenidir. İskra, mutlakiyete karşı derhal mücadeleye geçme sorununu, teorik uslamlama yoluyla ["parti ile birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesiyle" değil] çözüme bağlamıştır. Belki de, bu gazete, bugünkü durumda, böyle bir görevin işçiler için zor olacağını sezmektedir [sadece sezmek değil, İskra, bu görevin isçilere, onlara emzikli bebek muamelesi yapan ekonomist aydınlardan çok daha kolay gelecegini bilmektedir, çünkü işçiler, Martinov'un unutulmaz dilini kullanacak olursak, hiç bir "elle tutulur sonuç" vaadetmeyen istemler uğruna bile mücadeleye hazırdırlar], ama işçilerin bu mücadele için yeteri kadar güç toplamasını beklemeye sabrı olmadığı için, İskra, liberallerin ve aydınların saflarından müttefikler aramaya başlamıştır. ..."
      Evet evet, ekonomistlerimizin kendi geriliklerinin hatasını işçilerin üzerine atmaktan vazgeçecekleri, kendi enerji yoksunluklarını işçilerin sözde güç yetersizliğiyle haklı göstermekten vazgeçecekleri yolunda her çeşitten "uzlaşmacının" uzun zamandan beri vaadettikleri o mutlu günleri "beklemekten", bıktık usandık, ve gerçekten "sabrımızı" tükettik. Ekonomistlerimize soruyoruz: [sayfa 114] "İşçi sınıfının mücadele için güç toplaması" ile kastettikleri nedir? Bunun, iğrenç otokrasimizin bütün yönlerini açıkça görebilsinler diye, işçilerin siyasal yönden eğitilmesi demek olduğu açık değil midir? Ve asıl bu iş için, zemstvolara karşı, öğretmenlere, istatistikçilere, öğrencilere vb. karşı siyasal saldırılara ilişkin teşhirlerde bizimle birlikte olmaya hazır bulunan "liberallerin ve aydınların saflarından müttefiklere" muhtaç değil miyiz? Bu "ince mekanizmayı" anlamak gerçekten o kadar zor mudur? P. Akselrod, 1897'den beri, bize "Rus sosyal-demokratlarının, proleter olmayan sınıflar arasından yandaşlar ve doğrudan ya da dolaylı müttefikler kazanmaları görevinin, her şeyden önce ve esas olarak proletaryanın kendisi içinde yürütülen propagandanın niteliği ile çözüleceğini" söyleyip durmamış mıdır? Ama Martinov'lar ve öteki ekonomistler, işçilerin, ilkin "işverene ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyle" (trade-unioncu siyaset için) güç toplamaları gerektiğini, ve ancak bundan sonra (herhalde trade-unioncu "eylem için eğitim"den hareketle) sosyal-demokratik eyleme "geçmeleri" gerektiğini savunmaktadırlar!
      "... Bu arayış içerisinde", diye devam ediyor ekonomistler, "İskra sık sık sınıfsal bakışaçısından ayrılmakta, uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını bulandırmakta, 'müttefikler' arasındaki hoşnutsuzluğun nedenlerinin ve derecesinin büyük farklılıklar göstermesine karşın, hükümete karşı duyulan hoşnutsuzluğun ortak niteliğini ön plana koymaktadır. Örnegin, İskra'nın zemstvolar karşısındaki tutumu böyledir. İddia ettiklerine göre, İskra, "hükümetin verdiği sus paylarından hoşnut olmayan soylulara işçi sınıfının desteğini vaadetmekte ama bu toplumsal katlar arasındaki uzlaşmaz sınıf karşıtlığı konusunda tek söz bile etmemektedir". Okur, her ne olursa olsun, mektubun yazarlarının değindikleri "Otokrasi ve [sayfa 115] Zemstvolar" (İskra, n" 2 ve 4) adlı makaleye[60] dönecek olursa, [63*] bunların, hükümetin "toplumsal kastlara dayanan bürokratik zemstvoların ılımlı ajitasyonuna" karşı, ve "mülk sahibi sınıfların bile bağımsız eylemine" karşı tutumunu ele aldığını görecektir. Bu makalede, hükümet zemstvolara karşı mücadele ederken, işçilerin kayıtsız kalamayacaklarını belirtmekte, ve zemstvolar da, devrimci sosyal-demokrasi bütün gücüyle hükümete karşı çıktığı zaman, ılımlı söylevler vermekten vazgeçip, sağlam ve kararlı biçimde davranmaya çağrılmaktadır. Mektubu kaleme alanların burada hangi görüşe karşı geldikleri belli değildir. Yoksa işçilerin "mülk sahibi sınıflar" ve "toplumsal kastlara dayanan bürokratik zemstvolar" sözlerini "anlayamayacaklarını mı" sanıyorlar? Yoksa zemstvoları ılımlı dili bırakıp sert konuşmaya zorlamanın "ideolojiyi abartmak" olduğunu mu sanıyorlar? İşçilerin, otokrasinin zemstvolara karşı davranışı hakkında da hiç bir bilgi sahibi olmadan, otokrasiye karşı mücadele için "güç toplayabileceklerini" mi sanıyorlar? Bütün bunlar da bir bilinmez olarak kalıyor. Yalnız bir şey açık, o da, sosyal-demokrasinin siyasal görevlerinin ne olduğu konusunda, mektup yazarlarının çok belirsiz bir görüşleri olduğudur. Bu, şu sözlerden de belli, "İskra'nın öğrenci hareketine karşı tutumu da böyledir" (yani "uzlaşmaz sınıf karşıtlıklarını da bulandırıyor"). İşçileri, sınırsız zorbalık, kargaşalık ve saldırının kaynağının üniversite gençliği olmayıp Rus hükümeti olduğunu mitinglerle, gösterilerle ilân etmeye çağıracağımıza (İskra, n° 2) [64*] herhalde biz de Raboçaya Mysıl'ın savlarına benzer savlar ileri sürmeliydik! Bu türden düşünceler, 1901'in güzünde, Şubat ve Mart olaylarından sonra, yeni ögrenci [sayfa 116] ayaklanmalarının arifesinde sosyal-demokratlar tarafından ifade edilmişti. Bu da, bu alanda bile otokrasiye karşı "kendiliğinden" protesto hareketinin, hareketin bilinçli sosyal-demokrat önderliğini geride bıraktığını gösterir. Polisin ve kazakların saldırılarına uğrayan öğrencileri savunmak için işçilerin kendiliğinden hareketleri, sosyal-demokrat örgütlerin bilinçli eylemini aşmış bulunmaktadır!
      "Bununla birlikte", diye devam ediyorlar mektubu kaleme alanlar, "öteki makalelerde, İskra, her türlü uzlaşmayı sert bir biçimde suçluyor ve örneğin guesdcilerin uzlaşmaz davranışını savunuyor." Sosyal-demokratlar arasında bugün mevcut olan anlaşmazlıkların güya temel nitelikte olmadığını ve bir bölünmeyi gerektirmediğini kendini beğenmiş bir eda ile ve hafiflikle iddia edenlere bu sözcükler üzerinde ciddi olarak düşünmelerini öğütleriz. Kimileri otokrasinin çeşitli sınıflara karşı gösterdiği düşmanliği açıklamakta ve çeşitli toplumsal katların otokrasiye karşı gösterdikleri muhalefetten işçileri haberdar etmede çok az şey yazıldığını iddia ederken, ve kimileri de, bu aydınlatma işinde bir "uzlaşma" —herhalde "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele" teorisiyle uzlaşma— görürken, bunların aynı ögüt içinde birlikte çalışmaları mümkün müdür?
      Köylülüğün kurtuluşunun kırkınci yıldönümü dolayısıyla, biz sınıf mücadelesinin kırsal kesimlere götürülmesi gereğini savunduk (n° 3) [65*] ve Witte'nin gizli muhtırasi ile ilgili olarak da yerel hükümet organlarıyla otokrasinin uzlaşmasının olanaksız olduğundan sözettik (n° 4). Yeni yasa dolayısıyla feodal toprak beylerine ve onlara hizmet eden hükümete saldırdık (n° 8) [66*] ve illegal zemstvo kongresini selamladık. Zemtsvonun, utanç [sayfa 117] verici dilekçelerden vazgeçerek (n° 8), [67*] mücadeleye geçmesini istedik. Siyasal mücadelenin gereğini anlamaya ve bu mücadeleye girişmeye başlayan öğrencileri bir yandan yüreklendirirken (n° 3), öte yandan öğrencileri sokak gösterilerine katılmaktan vazgeçmeye çağıran "katıksız öğrenci" hareketi yandaşlarının gösterdikleri "isyan ettirici anlayışsızlığı" en sert biçimde eleştirdik (Moskova Öğrencileri Yürütme Komitesi tarafından 25 Şubatta yayınlanan manifestoyla ilgili olarak, n° 3). Bir yandan zindancılar hükümetinin "sessiz-sedasız yazarlara, yaşlı profesörlere, bilim adamlarına ve tanınmış liberal zemstvo üyelerine" nasıl zorbaca davrandıklarına işaret ederken (n° 5, "Yazına Karşı Polis Saldırısı"), Rossiya[61] gazetesinin düzenbaz liberallerinin "anlamsız düşlerini" "yalancı ikiyüzlülüklerini" gözler önüne serdik (n° 5). "İşçilerin gönençlerinin sağlanmasında devlet himayesi" programının gerçek anlamını açıkladık ve "yukardan reformlara izin vererek aşağıdan reform istemlerini oyalamak, bu istemlerin ileri sürülmesini beklemekten yeğdir" yolundaki "değerli itirafı" selamladık (n° 6). [68*] Protestoda bulunan istatistikçileri yüreklendirdik (n° 7) ve grev kırıcısı istatistikçileri kınadık (n° 9). Bu taktiklerde, proletaryanın sınıf bilincinin bulandırılmasını ve liberalizm ile bir uzlaşma gören kimse, Credo programının gerçek anlamını kavrayamamaktadır ve lafta ne kadar reddederse etsin, o programı de facto uygulamaktadır. Çünkü böyle bir yaklaşımla, bu kişi sosyal-demokrasiyi "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele"ye doğru sürüklemekte ve liberalizme boyuneğmekte, her "liberal" konuya etkin olarak müdahalede bulunma ve o sorunda kendi tutumunu, sosyal-demokratik tutumunu belirleme görevini bırakmaktadır. [sayfa 118]


F. BİR KEZ DAHA "İFTİRACILAR", BiR KEZ DAHA
"ALDATMACILAR"


      Okurun anımsayacağı gibi, bu çok edepli deyimler, bizim "işçi sınıfı hareketini burjuva demokrasisinin bir aleti haline getirmek için dolaylı olarak ortam hazırlama" yolundaki suçlamamızı bu biçimde yanıtlayan Raboçeye Dyelo'ya aittir. Raboçeye Dyelo, saflığından, bu suçlamamızın ancak bir polemik yöntemi olduğu kararına vardı: şu kötü dogmacılar, bizim hakkımızda çeşitli kötü şeyler söyleme yolunu tutmuşlardır, burjuva demokrasinin bir aleti olmaktan kötü ne olabilir ki? Ve böylece büyük puntolarla bir "tekzip" yayınlıyorlar. "Düpedüz iftira, başka bir şey değil" (İki Konferans, s. 30), "aldatmaca" (31), "maskaralik" (33): Raboçeye Dyelo, tıpkı Jüpiter gibi, (Jüpiter'e hiç benzemese de) suçlu olduğu için öfkeleniyor, ve ağzından kaçırdığı küfürlerle hasmının uslamlama biçimini kavrama yeteneğinden yoksun olduğunu tanıtlıyor. Oysa yığın hareketinin kendiliğindenliği önünde her türlü boyuneğişin, sosyal-demokrat siyaseti her türlü trade-unioncu siyaset düzeyine düşürmenin, işçi hareketini burjuva demokrasisinin bir aleti haline getirmek için ortam hazırlama sonucuna vardığını anlamak için uzun boylu düşünmenin gereği yoktur. Kendiliğinden işçi sınıfı hareketi, tek başına, ancak trade-unionculuğu doğurabilir (ve kaçınılmaz olarak doğurmaktadır), oysa işçi sınıfının trade-unioncu siyaseti, işçi sınıfının burjuva siyasetinin ta kendisidir. İşçi sınıfının siyasal mücadeleye ve hatta siyasal devrime katılması, tek başına, onun siyasetini sosyal-demokrat siyaset yapamaz. Raboçeye Dyelo bunu yadsıyabilir mi? Bu gazete, herkes önünde, ve kaçamağa sapmadan, açıkça, uluslararası sosyal-demokrasinin ve Rus sosyal-demokrasisinin en ivedi sorunlarını nasıl anladığını artık açıklamayacak mıdır? [sayfa 119] Hayır, bunu yapmayacaktır. Çünkü, "burada olmaz" yöntemi diye tanımlayabileceğimiz oyuna başvurmaktadır — "ben değilim, beygir de benim değil, sürücü de ben değilim. Biz ekonomist değiliz; Raboçaya Mysıl ekonomizmi savunmuyor; zaten Rusya'da ekonomizm diye bir sey yok." Bu pek ustaca "siyasal" bir oyundur, ama bir tek kusuru var, o da bu oyuna başvuran yayıncıların, çoğu kez, "hizmetinizdeyim efendim" olarak adlandırılmasıdır.
      Raboçeye Dyelo, burjuva demokrasisinin, Rusya'da, genel olarak, sadece bir "hayalet" olduğunu sanmaktadır (İki Konferans, s. 32). [69*] Ne mutlu insanlar! Devekuşu gibi başlarını kuma gömüyorlar ve etraflarındaki her şeyin yok olduğunu sanıyorlar. Her ay dünyaya marksizmin bozguna uğratıldığını, hatta yok edildiğini muzaffer bir edayla ilân eden liberal yazarlar; işçilere sınıf mücadelesinin Brentano'vari[62] anlayışını ve siyasetin trade-unioncu anlayışını ileten liberalleri yüreklendiren (St. Petersburgskiye Vedomosti,[63] Russkiye Vedomosti,[64] ve daha niceleri gibi) liberal gazeteler; gerçek eğilimleri Credo'da o kadar güzel açıklanan ve yazınsal ürünleri Rusya'da bir uçtan bir uca tek başına, gümrüksüz, vergisiz dolaşan marksizm eleştiricileri yığını; özellikle Şubat ve Mart olaylarından sonra sosyal-demokrat olmayan devrimci eğilimlerin yeniden canlanması — bütün bunlar, besbelli ki, hayaletten başka bireşey değil! Bunların burjuva demokrasisiyle en ufak bir ilişkileri yok herhalde! [sayfa 120]
      Raboçeye Dyelo ve İskra, n° 12'de yayınlanan ekonomist mektubun yazarları, "ilkyazdaki olayların, sosyal-demokrasinin otoritesini ve saygınlığını artıracağına, bu gibi sosyal-demokrat olmayan devrimci eğilimleri canlandırmasının nedeni üzerinde düşünmelidirler".
      Bunun nedeni, bizim, görevimizi yapmamış olmamızdı. İşçi yığınları bizden daha etkindiler. Muhalefet katları arasında hüküm süren hava hakkında tam bilgisi bulunan ve harekete önderlik edebilecek, kendiliğinden bir gösteriyi siyasal bir gösteri haline dönüştürecek, onun siyasal niteliğini genişIetecek vb. yetenekte yeterince eğitilmiş liderlerden ve örgütçülerden yoksunduk. Bu koşullar altında bizim geriliğimizden, kaçınılmaz olarak, daha hareketli ve daha enerjik olan sosyal-demokrasi dışındaki devrimciler yararlanacaklardır, ve işçiler, polise ve askeri birliklere karşı ne kadar enerjik ve özverili bir biçimde savaşırlarsa savaşsınlar, hareketleri ne kadar devrimci olursa olsun, sosyal-demokrat öncüyü değil, ancak o devrimcileri, burjuva demokrasisinin artçısını destekleyen bir güç olmakla kalacaklardır. Örneğin bizim ekonomistlerimizin sadece zayıf yanlarını taklit ettikleri Alman sosyal-demokratlarını alalım. Almanya'da niçin tek bir siyasal olay olmaz ki, sosyal-demokrasinin otoritesine ve saygınlığına bir şeyler eklemesin? Çünkü, sosyal-demokrasi, belirli bir olayin en devrimci değerlendirmesini yapmada ve zulme karşı her protestoyu savunmada her zaman ötekilerin önüne geçmeyi bilmiştir. Alman sosyal-demokrasisi, iktisadi mücadelenin, işçileri, her türlü siyasal haklardan yoksun olduklarını düşünmeye yöneltecegi ve somut koşulların işçi sınıfı hareketini kaçınılmaz olarak devrim yoluna sürükleyeceği savlarıyla kendisini avutmaz. Toplumsal ve siyasal yaşamın bütün alanlarına ve bütün sorunlarına müdahale eder; Kayzer Wilhelm, belediye başkanı seçilen bir ilerici burjuvayi atamayı [sayfa 121] reddettiği zaman, duruma müdahale eder (bizim ekonomistlerimiz bunun gerçekte liberalizmle bir uzlaşma olduğunu Almanlara ögretmeye henüz fırsat bulamadılar!); ve "müstehcen yayınlara ve resimlere karşı" yasa hazırlandığında, hükümet, profesörlerin seçimini etkilemeye kalkıştığında, vb. vb., müdahale eder. Bütün sınıflar arasında siyasal hoşnutsuzluk yaratarak, miskinleri harekete geçirerek, geride kalanları şevklendirerek, proletaryanın siyasal bilincini ve siyasal eylemini geliştirmek için zengin malzeme sağlayarak, sosyal-demokratlar, her yerde ön saftadırlar ve bunun sonucu, bu savaşçı öncü Örgüt, sosyalizmin düşmanlarının bile saygısını kazanmaktadır, ve sadece burjuva çevrelerden değil, saraya bağlı bürokratik çevrelerden bile gelen önemli bir belgenin, bilinmez bir mucizeyle Vorwärts gazetesinin bürolarına ulaşması oldukça sık görülen bir durumdur.
      Raboçeye Dyelo'nun kavrayış düzeyini aşan ve ellerini havaya kaldırarak "Maskaralık!" diye haykırmasına neden olan görünürdeki "çelişkinin" sırrı buradadır. Hele bir düşünün: Biz, Raboçeye Dyelo, yığınsal işçi sınıfı hareketini ön plana alıyoruz (ve bunu, büyük puntolarla, ilân ediyoruz!); herkesi, kendiliğinden unsurun önemini küçümsemeye karşı uyarıyoruz; iktisadi mücadelenin kendisine —kendisine— bir siyasal nitelik kazandırmak istiyoruz; proletaryanın mücadelesiyle sıkı ve organik bağlar kurmak istiyoruz. Ve gene de, bizim, işçi sınıfı hareketini burjuva demokrasisinin bir aleti haline getirmek için ortam hazırladığımız söyleniyor! Ve bunu söyleyen de kim? Her "liberal" soruna müdahale ederek ("proletaryanın mücadelesiyle organik bağı" anlayamamak bu kadar olur!), öğrenciler ve hatta (ne dehşet verici bir şey!) zemstvolar üzerinde bu kadar durarak liberalizm ile "uzlaşan" kimseler! Çabalarının (ekonomistlere kıyasla) daha büyük bir kısmını nüfusun proleter olmayan sınıfları [sayfa 122] arasındaki eyleme harcamak isteyen kimseler! Bu "maskaralık" değil de nedir?
      Zavallı Raboçeye Dyelo! Acaba bir gün bu zor bilmecenin çözümünü bulabilecek mi? [sayfa 123]


DÖRT
EKONOMİSTLERİN İLKELLİĞİ
VE DEVRİMCİLER ÖRGÜTÜ



      Raboçeye Dyelo'nun yukarda incelediğimiz, iktisadi mücadelenin, siyasal ajitasyonun en geniş uygulanabilirliğe araç olduğu, ve bizim görevimizin artık iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırma vb. olduğu yolundaki iddiaları, sadece siyasal bakımdan değil, örgütsel görevlerimiz bakımından da dar bir görüşü ifade etmektedir. "İşverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele" bütün Rusya'yı kucaklayan merkezi bir örgütü hiç de gerektirmez ve bu yüzden de bu mücadeleden, siyasal muhalefetin, protestoların ve öfkenin bütün belirtilerini tek bir genel saldırı içersinde birleştirecek bir örgüt, profesyonel devrimcilerden meydana [sayfa 124] gelen ve bütün halkın gerçek siyasal liderlerinin yönetiminde bulunan bir örgüt, hiç bir zaman doğamaz. Bu, anlaşılır bir şey. Herhangi bir örgütün niteliğini doğal ve kaçınılmaz olarak belirleyen şey, o örgütün eyleminin içeriğidir. Onun için Raboçeye Dyelo, yukarda tahlil edilen görüşleri ile, sadece siyasal eylemin değil, aynı zamanda örgütsel çalışmanın da darlığını savunmakta ve meşrulaştırmaktadır. Burada da Raboçeye Dyelo, her zaman olduğu gibi, kendiliğindenliğe boyuneğen bir bilince sahip organ olduğunu ortaya koymaktadır. Oysa kendiliğinden gelişen örgüt biçimlerine kölece boyuneğmenin, örgütsel çalışmamızın dar sınırlılığını ve ilkelliğini anlayamamanın, bu en önemli alanda ne kadar "geri" olduğumuzu anlayamamanın, bütün bunları kavrayamamanın, hareketimizin tutulmuş olduğu gerçek bir hastalık olduğunu söylüyorum ben. Bu öyle bir hastalıktır ki, çöküşle gelmez; bu, besbelli ki bir büyüme hastalığıdır. Bu konuda her türlü geriliğin savunusuna karşı, darlığın hoşgörülmesine karşı ödünsüz mücadeleye girişmenin zamanı, kendiliğinden öfke dalgasının bizim hareketin liderlerinin ve örgütçülerinin üzerinden de aştığı şu sıradır. Pratik çalışmaya katılanların ya da böyle bir çalışmaya girmek için hazırlanmakta olanların hepsinde, aramızda yaygın bulunan amatörlüğe karşı hoşnutsuzluk ve bundan kurtulmamız için sarsılmaz bir kararlılık yaratmak özellikle gereklidir.


A. İLKELLİK NEDİR?


      Bu soruyu, 1894-1901 döneminin tipik bir sosyal-demokrat çalışma çevresinin faaliyetini kısaca anlatarak yanıtlamaya çalışacağız. O dönemde, öğrenci gençliğin tümünün marksizme sarıldığını belirttik. Bu öğrenciler, marksizmle, elbette ki, sadece bir teori olarak [sayfa 125] ilgilenmiyorlardı, onunla "Ne Yapmalı?" sorusuna bir yanıt olarak, düşmana karşı savaşmak için bir çağrı olarak ilgileniyorlardı. Bu yeni savaşçılar, şaşılacak ölçüde ilkel donatım ve eğitimle savaşa girdiler. Çok kez hemen hemen hiç donatımları yoktu ve eğitim diye bir şey görmemişlerdi. Sabanını bırakıp savaşa katılan köylüler gibi ellerinde sopalarla yürüdüler. Bir öğrenci çevresi, hareketin eski üyeleriyle hiç bir bağlantısı olmadan, başka yörelerdeki, hatta aynı kentin başka kesimlerindeki (ya da başka eğitim kurumlarındaki) inceleme çevreleriyle hiç bir bağlantı kurmadan, devrimci çalışmanın çeşitli bölümlerini örgütlendirmeden, belirli bir zaman süresini kapsayan sistemli bir eylem planı olmadan, işçilerle ilişki kuruyor ve çalışmaya koyuluyor. Bu çevre, yavaş yavaş propaganda ve ajitasyonunu yaygınlaştırıyor; eylemleriyle oldukça geniş bir işçi kesiminin ve eğitim görmüş tabakanın belirli bir kesiminin sempatisini kazanıyor; bu kesimler ona para sağlıyorlar ve "komite" gençlerden oluşan yeni grupları bunlar arasından ediniyor. Komitenin (ya da mücadele birliğinin) çekici gücü büyüyor, eylem alanı genişliyor, eylemini tamamen kendiliğinden bir biçimde yayıyor; bir yıl ya da birkaç ay önce, öğrenci çevrelerinin toplantılarında konuşan ve "Nereye?" sorusunu tartışan, işçilerle bağlantı kuran ve bu bağlantıları sürdüren, bildiri yazıp yayınlayan bu kimseler, artık öteki devrimci gruplarla ilişkiler kuruyorlar, yazın ediniyorlar, yerel bir gazetenin yayınına girişiyorlar, bir gösteri düzenlemekten sözetmeye başlıyorlar, ve nihayet açık savaşa geçiyorlar (bu açık savaş ilanı, duruma göre ilk ajitasyon bildirisi, bir gazetenin ilk sayısı ya da ilk gösteri yürüyüşü olabilir). Çoğunlukla bu çıkışlar, daha ilk anında tam bir fiyaskoyla sonuçlanır. İlk anında ve tam bir fiyasko, çünkü, bu açık savaş daha önce düşünülmüş ve uzun uzadıya saptamış sistemli bir plan, inatçı ve uzun [sayfa 126] süreli bir mücadele planı sonucu değildi, sadece inceleme çevresinin gelenksel çalışmasının kendiliğinden büyümesi sonucuydu; çünkü, polis, besbelli ki, hemen her seferinde, yerel hareketin, üniversite sıralarında "adları duyulmuş olan" başlıca militanlarını tanıyordu, ve bir baskın için kendisine en elverişli anı kollarken, kasıtlı olarak, elle tutulur bir suçüstü sağlayabilmek için, devrimci grubun yayılmasına gözyummuştur ve her seferinde tanıdıkları bazı kimselerin "tohumluk olarak" serbest gezmelerine izin vermiştir (bildiğim kadar "tohumluk" terimi hem bizimkilerin hem de çar polisinin kullandığı bir terimdir). Böyle bir savaşı, bir köylü yığınının, ellerinde sopalarla, modern askeri birliklere karşı savaşına benzetmemek insanın elinden gelmiyor. Ve insan, savaşçıların tam bir eğitim yoksunluğuna karşın, yayılan, büyüyen ve başarılar sağlayan hareketin canlılığına şaşıyor. Tarihsel bakımdan donatımın ilkelliğinin başlangıçta yalnız kaçınılmaz olmakla kalmadığı, savaşçıların geniş ölçüde seferber edilmesinin koşulu olarak meşru bile olduğu doğrudur; ama ciddi çatışmalar yer almaya başlayınca (ve bunlar fiilen 1896 yazındaki grevlerle başlamıştır), savaş örgütümüzün eksikliklerini gittikçe daha çok duymaya başladık. İlkten şaşkınlığa düşen ve gaf üstüne gaf yapan hükümet (örneğin sosyalistlerin yaptıklarının kötülüklerini anlatarak kamouyona başvurması, ya da işçilerin başkentlerden taşradaki sanayi merkezlerine sürülmesi gibi), kısa zamanda mücadelenin yeni koşullarına ayak uydurabildi ve kusursuz biçimde donatılmış bir ajan provakatör, casus ve polis birliklerini ustaca kullanmaya başladı. Baskınlar o kadar sıklaştı, o kadar çok insanı etkiledi ki, ve bu baskınlar sonucu yerel inceleme çevreleri öylesine silinip süpürüldü ki, işçi yığınları hemen hemen bütün liderlerini kaybettiler, hareket inanılmaz ölçüde dağınık bir nitelik aldı ve çalışmalarda [sayfa 127] süreklilik ve uyum tümüyle olanaksızlaştı. Yerel liderlerin böyle darmadağın edilişi, inceleme çevreleri üyelerinin rasgele kişilerden oluşması, teorik, siyasal ve örgütsel sorunlarda gerekli eğitimin olmaması ve bu sorunlarda dargörüşlülük, bütün bunlar, yukarda anlatılan koşulların kaçınılmaz sonuçları idi. İşler öyle bir hale geldi ki, birçok yerlerde işçiler, gereken sağlamlığı gösteremediğimizden ve gizlilik kurallarına uyamadığımızdan ötürü, aydınlara olan inancını yitirmeye ve onlardan uzak durmaya başladılar. İşçiler şöyle diyordu: aydınlar pek dikkatsiz davranıyorlar ve polis baskınlarına yolaçıyorlar!
      Hareket konusunda azıcık bilgisi olan bir kimse, aklı başında sosyal-demokratların tümünün, sonunda bu amatörce yöntemlere bir hastalık olarak bakmaya başladıklarının farkındadır. Hareketi yakından bilmeyen okurun, hareketin özel bir aşamasını ya da özel bir hastalığını "icat ettiğimizi" sanmaması için, yukarda sözlerini aktardığımız tanıktan, aşağıya bir pasaj daha alacağız. Pasajin uzunluğundan dolayı okurun bizi bağışlayacağına inanıyorum.
      B-v, Raboçeye Dyelo, n° 6'da şöyle yazıyor: "Daha geniş pratik eyleme tedrici geçiş, Rus işçi sınıfı hareketinin şu anda aşmakta olduku genel geçici döneme doğrudan doğruya bağlı bulunan bu geçiş, karakteristik bir özellik olmakla birlikte, Rus işçilerinin devriminin genel mekanizmasında daha az ilginç olmayan bir başka özellik de vardır. Eyleme uygun devrimci güçlerin genel olarak bulunmayışından [70*] sözetmekteyiz, bu yokluk sadece St. Petersburg'da değil tüm Rusya'da duyulmaktadir. İşçi sınıfı hareketinin genel olarak yeniden canlanışıyla, çatışan yığınların genel olarak gelişmesiyle, grevlerin giderek [sayfa 128] sıklaşmasıyla, işçilerin artan açık yığın mücadelesiyle, ve hükümet baskısının, tutuklamaların, sınırdışı etmelerin ve sürgünlerin yoğunlaşmasıyla, usta devrimci güçlerin bu yokluğu gittikçe daha çok göze batar bir hale gelmektedir, ve hiç kuşku yok ki, bu durum, hareketin derinliğini ve genel niteliğini etkilememezlik edemez. Birçok grev, devrimci örgütlerin güçlü ve doğrudan etkisi olmaksızın yapılmaktadır. ... Ajitasyon bildirileri ve illegal yazın eksikliği duyulmaktadır. ... İşçilerin inceleme çevreleri ajitatörlerden yoksun kalmaktadır. ... Üstelik durmadan para sıkıntısı çekilmektedir. Kısacası, işçi sınıfı hareketinin büyümesi devrimci örgütlerin büyüme ve gelişmesini aşmaktadır. Etkin devrimcilerin sayısal gücü, hoşnutsuz işçi yığınları üzerindeki etkiyi kendi ellerinde yoğunlaştırmalarını ya da bu hoşnutsuzluğa birazcık olsun uyum ve örgütlülük getirmelerine olanak vermeyecek kadar azdır. ... Dağınık, birbirine bağlı olamayan ayrı ayrı inceleme çevreleri, ayrı ayrı devrimciler, organları orantılı biçimde gelişmiş tek bir güçlü ve disiplinli örgütü temsil etmemektedirler. ..." Dağıtılan inceleme çevrelerinin yerine derhal yenilerinin örgütlendirilmesinin, "ancak hareketin canlılığını tanıtladığını ... ama gerektiği gibi eğitilmiş devrimcilerin yeter sayıda bulunduğunu tanıtlamadığını" kabul eden yazar şu sonuca varıyor: "St. Petersburg devrimcileri arasında pratik eğitimin bulunmayışı, çalışmaların sonuçlarında görülebilir. Son yargılamalar ve özellikle Öz Kurtuluş Grubunun ve Sermayeye Karşı Emek Grubunun[65] yargılanmaları açıkça göstermiştir ki, işçi sınıfının koşulları ve bunun sonucu olarak da belirli bir fabrikada ajitasyon yapma koşulları konusunda ayrıntılı bilgiden yoksun, gizlilik ilkelerinden habersiz, ve sosyal-demokrasinin ancak genel ilkelerini anlayabilen [eğer anlıyorsa] genç militan, çalışmasını ancak dört, beş ya da altı ay kadar yürütebilmektedir. Bunun ardından, bütün [sayfa 129] örgütün ya da hiç değilse örgütün bir kısmının yıkılmasına neden olan tutuklamalar gelmektedir. Onun için şu soruyla karşılaşmaktayız: eğer ömrü aylarla ölçülecekse, bu grup, başarılı eylem yürütebilir mi? ... Besbelli ki, mevcut örgütlerin kusurlarının sadece bu geçiş döneminden ileri geldiğini söyleyemeyiz. ... Besbelli ki, çalışmakta olan örgütlerin sayısal ve her şeyden öte niteliksel yapıları küçümsenecek bir etmen değildir, ve bizim sosyal-demokratlarımızın birinci görevi ... örgütleri etkin bir biçimde birleştirmek ve örgüt üyeleri arasında sıkı bir ayıklama yapmaktır."


B. İLKELLİK VE EKONOMIZM


      Şimdi de, kuşkusuz her okurun aklına gelmiş olması gereken bir sorunu ele alalım. Bütün hareketi etkileyen büyüme hastalığı olan bu ilkellikle, Rus sosyal-demokrasisinin içerisindeki akımlarından biri olan ekonomizm arasında bir bağlantı kurulabilir mi? Biz kurulabileceği görüşündeyiz. Pratik eğitimden, örgütsel çalışmalarını yürütme yeteneğinden yoksunluk, hiç kuşku yok ki, daha başından beri, her zaman, devrimci marksizmi savunanlar dahil, hepimizin ortak noksanlığıdır. Eğer sorun sadece pratik eğitimden yoksunluk olsaydı, kimse pratik içinde çalışanları suçlayamazdı. Ama "ilkellik" terimi eğitim yoksunluğundan daha fazla bir şeyi kapsar; bu terim, genel olarak, devrimci çalışmada dar kapsamlılığı, bu kadar dar eylem temeli üzerinde iyi bir devrimciler örgütünün kurulamayacağını anlayamamayı, ve nihayet (ki bu en önemlisidir) bu darlığı haklı gösterme ve onu özel bir "teori" durumuna yükseltmeyi, yani bu sorunda da kendiliğindenliğe böylece boyuneğmeyi ifade eder. Bu türden çabalar açıga çıkar çıkmaz, ilkelliğin ekonomizmle bağları bulunduğu ve genel olarak kendimizi ekonomizmden [sayfa 130] (yani marksist teorinin ve sosyal-demokrasinin rolünün ve siyasal görevlerinin dar anlayışından) kurtarmadıkça, örgütsel eylemimizin bu darlığından da hiç bir zaman kurtulamayacağımız açıkça belli oldu. Bu çabalar, kendilerini, iki yönde ortaya koydular. Bazıları, işçi yığınlarının, devrimcilerin onlara "kabul ettirmeye" çalıştıkları geniş ve militan siyasal görevleri bizzat kendilerinin ortaya atmadıklarını; henüz kısa vadeli siyasal istemler uğruna mücadele etmeyi, "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyi" [71*] yürütmeyi sürdürmeleri gerektiğini (ve doğal olarak yığın hareketinin "erişebileceği" bu mücadeleye denk düşen ve en az hazırlıklı gençliğin bile "erişebileceği" bir örgüt olması gerektiğini) söylemeye başladılar. Her türlü "teoricilik" teorisinden uzak olan bazıları ise, "siyasal bir devrimi gerçekleştirmenin" olanaklı ve zorunlu olduğunu, ama bunun, proletaryayı sıkı ve inatçı mücadele içerisinde eğitmek üzere güçlü bir devrimciler örgütü yaratmayı gerektirmediğini söylediler. Yapmamız gereken tek şey, o eski dostumuza, "erişilebilir" sopaya sarılmaktır. Üstü örtülü konuşmayı bir tarafa bırakırsak, genel bir grev örgütlemeli [72*] ya da "kızıştırıcı terör" yoluyla işçi sınıfı hareketinin "ruhsuz" ilerleyişini kamçılamalıyız. [73*] Biri oportünist, öteki "devrimci" olan bu iki eğilim, egemen olan amatörlüğe boyuneğmektedir; bunlar amatörlükten kurtulunabileceğine inanmamakta ve ilk ve zorunlu pratik görevimizin, siyasal mücadeleye gerekli enerjiyi, oturmuşluğu ve sürekliliği sağlayabilecek olan bir devrimciler örgütünün yaratılması olduğunu görememektedirler.
      B-v'nin şu sözlerini aktardık: "İşçi sınıfı hareketinin [sayfa 131] büyümesi, devrimci örgütlerin büyüme ve gelişmesini aşmaktadır." "Yakından gözlemde bulunan bir kimsenin bu değerli görüşü" (Raboçeye Dyelo'nun B-v'nin yazısı hakkındaki yorumu böyledir) bizim için çifte bir değer taşır. Bu beyan, Rus sosyal-demokrasimizin bugünkü bunalımının başlıca nedeninin, liderlerin ("ideologların", devrimcilerin, sosyal-demokratların) yığınların kendiliğinden atılımının gerisinde kalmış olmaları yolundaki görüşümüzü doğrular. Bu beyan, aynı zamanda, ekonomist mektubu (İskra, n° 12) yazanlar tarafından, Kriçevski ve Martinov tarafından ileri sürülen, kendiliğinden unsuru, günlük tekdüze mücadeleyi küçümsemenin tehlikesini belirten, süreç olarak taktikleri vb. savunan savların tümünün, ilkelliği övme ve savunmadan başka bir şey olmadığını gösterir. "Teorisyen" sözcüğünü dudak bükmeden telâffuz edemeyen, eğitimden yoksunluğa ve geriliğe kapılmış olmalarına "yaşamın gerçeklerini sezme" adını takmış olan bu adamlar, gerçekte en zorunlu pratik görevlerimizi anlayamadıklarını açığa vurmaktadırlar. Arkada kalanlara şöyle bağırıyorlar: "Ayak uydur! İleriye geçme!" Örgütsel çalışmada enerji ve inisiyatiften yoksun bulunanlara geniş ve yürekli eylem için gerekli "planları" bulunmayanlara, "süreç-olarak-taktikler" va'zediyorlar! Bizim işlediğimiz en büyük günah, siyasal ve örgütsel görevlerimizi, her günkü iktisadi mücadelenin kısa vadeli, "elle tutulur" "somut" çıkarları düzeyine indirgememizdir; ama onlar, iktisadi mücadelenin kendisine siyasal bir nitelik kazandırın! diye hep aynı nakaratı yineleyip duruyorlar. Yineliyoruz: halk masalındaki kahraman, geçen cenaze alayına, "gözünüz aydın!" diye bağırırken ne kadar "yaşamın gerçeklerini" seziyorduysa, böyle bir davranışta bulunanlar da o kadar seziyorlar.
      Bu ukalâların gerçekten "Narsis'e lâyık" eşsiz bir kendini beğenmişlikle, "işçi çevrelerinin sözcüğün gerçek ve [sayfa 132] pratik anlamıyla, yani siyasal istemler uğruna geçerli ve başarılı pratik mücadele anlamında siyasal görevlerle genel olarak (aynen böyle!) başedemeyişleri" konusunda ("Raboçeye Dyelo'nun Yanıtı", s. 24) Plehanov'a nasıl ders verdikleri anımsansın. Çevre vardır, çevre vardır, baylar! Elbette ki, "amatör" çevreleri, amatörlüklerinin farkına varıp da bundan vazgeçemedikleri sürece, siyasal görevlerle başedemezler. Eğer ayrıca, bu amatörler, kendi ilkel yöntemlerine vurgunsalar, ve "pratik" sözcüğünün altını çizmekte direniyorlarsa ve pratik olmanın, bir kimsenin kendi görevlerini, yığınların en geri katının anlayış düzeyine indirgemesini gerektirdiğini sanıyorlarsa, o zaman böyleleri deva bulmaz amatörlerdir ve, elbette ki, bunlar genel olarak herhangi bir siyasal görevle başedemezler. Ama Alekseyev ve Mişkin tipinde, Halturin ve Jelyabov tipinde bir liderler çevresi, en gerçek ve en pratik anlamıyla siyasal görevlerle başedecek yetenektedir, ve böyleleri, siyasal görevleri, ateşli propagandalarının kendiliğinden uyanan yığınlarda yankı bulmasından ötürü, kaynayan enerjilerinin devrimci sınıfın enerjisinde destek bulmasından ötürü başarabilmektedirler. Plehanov, bu devrimci sınıfın varlığına işaret etmekle, ve bu sınıfın kendiliğinden uyanışının kaçınılmaz olduğunu tanıtlamakla kalmayıp, "işçi çevrelerine bile" yüksek, geniş kapsamlı siyasal görev yüklerken bin kez haklıydı. Ama siz, o zamandan beri fışkırmış olan yığın hareketine, bu görevi alçaltmak, "işçi çevrelerinin" enerjisini ve eylem alanını daraltmak için işaret ediyorsunuz. Eğer siz, kendi ilkel yöntemlerinize vurgun değilseniz, nesiniz? Pratik olmakla övünüyorsunuz, ama her pratik Rus işçisinin, sadece bir çevrenin değil, bir kişinin enerjisinin bile devrim davası için nasıl mucizeler yaratabileceğini bildiğini göremiyorsunuz. Yoksa siz, bizim hareketimizin 1870'lerin önderleri gibi önderler çıkaramayacağını mı [sayfa 133] sanıyorsunuz? Eğer bunu sanıyorsanız, niçin? Eğitimden yoksun olduğumuz için mi? Ama biz, kendi kendimizi eğitiyoruz, ve eğitmeye devam edeceğiz, ve gün gelecek eğitilmiş olacağiz! "İşverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele" durgun suyunun yüzeyini yosunlar kapladığı ne yazık ki doğrudur; aramızda öyleleri çıktı ki, kendiliğindenliğin önünde, (Plehanov'un bir deyişini kullanırsak) Rus proletaryasının "kıçına" vecd içinde bakarak, secde ediyorlar. Ama biz, bu yosunlardan kurtulacağız. Rus devrimcilerinin, gerçekten devrimci bir teorinin kılavuzluğunda, gerçekten devrimci ve kendiliğinden uyanan sınıfa dayanarak, heybetiyle doğrulmasının zamanı nihayet —nihayet!— gelmiştir. Bunun olabilmesi için, pratik içinde çalışanlar yığınının, bunlardan daha da kalabalık olan ve okul sıralarından beri pratik eylem rüyası görenler yığınının, siyasal görevlerimizi aşağılama ve örgütsel çalışmalarımızın alanını sınırlandırma yolundaki her türlü öneriyi alay ve küçümseme konusu yapmaları yeterlidir. Ve hiç telaşlanmayın, baylar, bunu başaracağız!
      "Nereden Başlamalı" adlı makalemde, Raboçeye Dyelo'nun görüşüne karşı şunları söyledim: "Özel bir soruna ilişkin ajitasyon taktiklerini ya da parti örgütüne ilişkin herhangi bir ayrıntıdaki taktikleri 24 saat içinde değiştirmek mümkündür. Ama 24 saat içinde demeyeceğim, 24 ay içinde bile, insanın bir mücadele örgütünün ve yığınlar içinde siyasal ajitasyonun genel, sürekli ve mutlak zorunluluğu konusundaki görüşünü değiştirebilmesi için her türlü ilkeden yoksun olması gerekir." [74*] Raboçeye Dyelo'nun karşılığı şu oldu: "İskra'nın, olgulara dayandığını iddia ettiği bu biricik suçlaması tamamen dayanaksızdır. Raboçeye Dyelo okurları çok iyi bilirler ki, daha başlangıçta, [sayfa 134] biz, İskra'nın çıkmasını beklemeden, siyasal ajitasyona çağrıda bulunmakla kalmadık ... [bunu sadece işçi inceleme çevrelerinin değil, "yığınsal işçi sınıfı hareketinin de, mutlakiyeti devirmeyi birinci siyasal görev sayamayacağını", ancak kısa vadeli siyasal istemler uğruna mücadele ile yetinmesi gerektiğini ve "yığınların ancak bir ya da birkaç grevden sonra kısa vadeli siyasal istemleri anlamaya başladıklarını" söyleyerek yaptınız], ...yurtdışından Rusya içinde çalışan yoldaşlara ilettiğimiz yayınlarımızda, siyaset ve ajitasyon ile ilgili biricik sosyal-demokrat malzemeyi sağladık ... [ve bu biricik malzemede, sadece en geniş siyasal ajitasyonu sırf iktisadi mücadeleye dayandırmakla kalmayıp, bu sınırlı ajitasyonun "en geniş ölçüde uygulanabilen" ajitasyon olduğunu iddia etmeye kadar işi vardırdınız. Baylar, görmüyor musunuz ki, İskra'nın yayınlanmasının ve Raboçeye Dyelo'ya karşı mücadeleye girişmesinin zorunluluğunu tanıtlayan, bunun, sağlanan biricik malzeme olduğu yolundaki kendi savınızdır!]. ... Öte yandan, bizim yayın eylemimiz, partinin taktik birliği için fiilen zemin hazırlamıştır ... [taktiğin partiyle birlikte büyüyen parti görevlerinin büyümesi süreci olduğu inancındaki birliği mi? Gerçekten çok değerli bir birlik!]. ... Ve böylelikle bir 'militan örgütün' yaratılması olanağını sağlamıştır; o örgüt ki, onun uğuna Yurtdışı Birlik, yurtdışındaki bir örgütün yapabileceği her şeyi yapmıştır." (Raboçeye Dyelo, n° 10, s. 15.) Asıl konudan kaçmak için boşuna çaba! Elinizden geleni yaptığınızı yadsımak aklımın kenarından geçmez. Ben sizin için "olanaklı" olanın sınırlarının kendi görüşünüzün darlığıyla çizilmiş olduğunu iddia ettim ve şimdi de ediyorum. Bir "militan örgütün" "kısa vadeli siyasal istemler" mücadelesinden, ya da "işverenler ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyi" yürütmesinden sözetmek gülünçtür. [sayfa 135]
      Ama eğer okur, amatörlüğe olan ekonomist sevdanın incilerini görmek istiyorsa, seçmeci ve sallantılı Raboçeye Dyelo'dan yüzünü çevirip tutarlı ve kararlı Raboçaya Mysıl'a bakmalıdır. Özel Ek'inde, s. 13'te R. M. şöyle yazıyor: "Şimdi de gerçek devrimci aydın denen tabaka üzerine bir çift sözümüz var. Bu tabakanın, çarlığa karşı kesin mücadeleye girişmeye hazır olduğunu birçok kez tanıtladığı doğrudur. Ama talihsizlik şurda ki, devrimci aydın tabakamız, siyasal polisin en amansız baskısına uğradığından, siyasal polise karşı mücadelenin otokrasiye karşi siyasal mücadele olduğunu sandı. Onun için bu tabaka, bugüne kadar, 'otokrasiye karşı mücadele için kuvvetlerin nereden sağlanabileceğini' anlayamamıştır."
      (Sözcüğün en kötü anlamıyla) kendiliğinden harekete tapan bu kimsenin, polise karşı mücadeleye tepeden bakıp onu horgörmesi, gerçekten eşi bulunmaz bir davranış! Kendiliğinden yığın hareketinde siyasal polise karşı mücadeleye girişmemizin hiç de önemli olmadığı savına dayanarak, gizli eylemi örgütlendirmedeki beceriksizliğimizi haklı göstermeye hazırdır! Devrimci örgütlerdeki eksikliklerimiz o denli ciddi bir sorun haline gelmiştir ki, bu korkunç vargıya çok az kimse katılır, ama örneğin Martinov buna katılmıyorsa, bu, kafasındaki fikirleri mantıksal sonuçlarına kadar düşünemediğinden ya da düşünmeye cesareti yetmediğinden ötürüdür. Yığınların somut istemleri, elle tutulur sonuçlar vaadeden istemlerı "ileri sürme" "görevi", gerçekten de, istikrarlı, merkezi bir militan devrimciler örgütünün yaratılması için özel çabalar sarfedilmesini gerektirmekte midir? Böyle bir "görev", "siyasal polise karşı" hiç "mücadele etmeyen" yığınlar tarafından yerine getirilemez mi? Üstelik, eğer birkaç lider dışında. "siyasal polise karşı mücadelede" hiç bir yeteneği olmayan, işçiler (büvük çoğunluk) tarafından da [sayfa 136] üstlenilmeseydi, bu görev başarılabilir miydi? Yığının ortalama öğesi olan bu işçiler, grevlerde ve polisle ve askeri birliklerle yapılan sokak çatışmalarında insanüstü bir enerji ve özveri gösterebilirler ve tüm hareketimizin sonucunu belirIeyebilirler (ve belirleyecek olanlar yalnızca onlardır); ama siyasal polise karşı mücadele özel nitelikler gerektirir, profesyonel devrimciler gerektirir. Ve biz, yığınların sadece somut istemler değil, işçi yığınlarının gittikçe artan sayıda profesyonel devrimciler de "öne sürmesini" sağlamalıyız. Böylece, profesyonel devrimciler örgütü ile salt işçi hareketi arasındaki ilişki sorununa varmış bulunuyoruz. Bu sorun, yazına çok az yansımışsa da, ekonomizme azçok eğilim gösteren yoldaşlarla yaptığımız konuşma ve polemiklerde, bu, biz "siyasetçileri" büyük çapta meşgul etmiştir. Bu, özel ele alış biçimi gerektiren bir sorundur. Ama bu sorunu ele almadan önce, ilkellik ile ekonomizm arasındaki bağ konusundaki tezimizi gösteren bir başka aktarma daha sunalım.
      Bay N. N., Yanıt'inda şöyle yazmaktadır: "Emeğin Kurtuluşu grubu, mücadele için maddi güçlerin nereden sağlanacağını düşünmeden ve mücadelenin hangi yolu izleyeceğini belirtmeden, hükümete karşı doğrudan doğruya mücadeleye girişilmesini istemektedir." Bu tümcedeki sözcüklerin altını çizen yazar, "yol" sözcüğüne şu dipnotu eklemektedir: "Bunu gizliliğin gereği olarak açıklayamayız, çünkü program bu komplonun değil, bir yığın hareketinin sözünü etmektedir. Ve yığınlar gizli yollardan ilerleyemez. Gizli bir grev düşünebilir miyiz? Gizli gösteriler ve dilekçeler düşünebilir miyiz? (Vademecum, s. 59.) Böylece, yazar, "maddi güçler" sorununa (grevlerin ve gösterilerin örgütleyicileri) ve mücadelenin izleyeceği "yollar" sorununa çok yaklaşmaktadır. Ama, yığın hareketine "tapındığı" için, yani bu harekete devrimci eylemimizi yüreklendiren ve ona hız veren bir şey değil de, bizi [sayfa 137] devrimci eylemi yürütme zorunluluğundan kurtaran bir şey olarak baktığı için, gene de şaşkın bir durumdadır. Ona katılanlar için ve onunla doğrudan doğruya ilgili bulunanlar için bir grevin sır olarak kalması olanaksızdır, ama bir grev, hükümet, grevcileri tecrit etmek ve grev hakkında bütün haberlerin yayılmasını önlemek amacıyla gereken önlemleri aldığından, Rus işçi yığınları için bir "sır" olarak kalabilir (ve çoğunlukla kalmaktadır). Burada "siyasal polise karşı" özel bir "mücadele" gereklidir, böyle bir mücadeleyi de grevlerde yer alan geniş yığınlar fiilen yürütemez. Böyle bir mücadele, devrimci eyleme profesyonel olarak girmiş kimseler tarafından "sanatın bütün kurallarına" uygun olarak örgütlendirilmelidir. Yığınların kendiliğinden harekete katılmaları olgusu, bu mücadelenin örgütlendirilmesini, daha az zorunlu kılmaz. Tersine daha zorunlu yapar; çünkü biz sosyalistler, eğer polisin her grevi ve her gösteriyi bir sır haline getirmesini önlemezsek (ve zaman zaman kendimiz de gizlice grevler ve gösteriler hazırlamazsak), yığınlara karşı doğrudan görevimizi başaramıyoruz demektir. Ve biz bunu başaracağız, çünkü kendiliğinden uyanan yığınlar da, kendi saflarından, artan sayıda "profesyonel devrimciler" yetiştireceklerdir (ama elbette ki, biz, işçilere yerlerinde saymayi öğütleme gafletinde bulunmazsak).


C. İŞÇİLER ÖRGÜTÜ VE DEVRİMCİLER ÖRGÜTÜ


      Siyasal mücadeleden "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadeleyi" anlayan bir sosyal-demokrat için, "devrimciler örgütü" ile "işçiler örgütü"nün aşağıyukarı aynı şey olması doğaldır. Nitekim fiilen olan da budur; öyle ki, örgütten sözettiğimizde, ayrı ayrı diller konuşmaktayız. Örneğin daha önceden tanımadığım[66] oldukça tutarlı bir ekonomistle aramda geçen konuşmayı iyice [sayfa 138] anımsamaktayım. Siyasal Devrimi Kim Gerçekleştirecek? adlı broşürü tartışıyorduk, ve kısa zamanda bu yapıtın örgüt sorununu görmezlikten geldiği görüşünde birleştik. Nerede ise aramızda tam bir görüş birliğine varacaktık ki, konuşmanın ilerlemesiyle, ayrı ayrı dillerde konuştuğumuz ortaya çıktı. Muhatabım, yazarı, grev fonlarını, karşılıklı yardımlaşma derneklerini vb. görmezden gelmekle suçluyordu, oysa siyasal devrimi "gerçekleştirecek olan" temel etmen olarak benim aklımda olan bir devrimciler örgütüydü. Aramızdaki görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkınca da, anımsadığım kadarıyla, bu ekonomistle görüş birliği içinde olduğum tek bir ilke sorunu bile yoktu.
      Aramızdaki görüş ayrılığının kaynağı nerede idi? Ekonomistlerin hem örgüt, hem de siyaset sorunlarında durmadan sosyal-demokrasiden trade-unionculuğa kaymakta oldukları gerçeğindeydi. Sosyal-demokrasinin siyasal mücadelesi, işçilerin işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadelesinden çok daha geniş ve karmaşık bir mücadeledir. Aynı biçimde (ve bundan ötürü), devrimci sosyal-demokrat partinin örgütlenmesi, kaçınılmaz olarak, işçilerin iktisadi mücadele için örgütlenmesinden, ayrı türde bir örgütlenme olmak zorundadır. İşçilerin örgütü, ilkin sendikal bir örgüt olmalıdır; ikincisi, olabildiğince geniş olmalıdır; üçüncüsü, koşullar elverdiğince gizlilikten uzak, açık olmalıdır (söylemenin gereği yok ki, burada olsun, daha ileride olsun, sözkonusu olan, yalnızca otokratik Rusya'dır), buna karşılık, devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kişilerden oluşmalıdır (işte bunun için, devrimciler örgutünden sözederken, devrimci sosyal-demokratları kastetmekteyim). Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, işçilerle aydınlar arasındaki, ve hele ayrı ayrı meslekler arasındaki her türlü ayrım kesin olarak silinmelidir. Besbelli ki, bu örgüt, pek geniş tutulmamalı [sayfa 139] ve olabildiğince gizli olmalıdır. Bu üç ayırıcı nokta üzerinde duralım
      Siyasal özgürlüklerin var olduğu ülkelerde, sendika örgütüyle siyasal örgüt arasındaki ayrım apaçıktır, sendikalarla sosyal-demokrasi arasındaki ayrım gibi. Biriyle öteki arasındaki ilişkilerin, tarihsel, hukuksal vb. koşullara göre ülkeden ülkeye değişmesi doğaldır; bu ilişkiler az ya da çok sıkı, karmaşık vb. olabilir (bize göre olabildiğince daha sıkı ve daha az karmaşık olmalıdır); ama özgür ülkelerde sendika örgütünü sosyal-demokrat parti ile aynı şey saymaya kalkışmak sözkonusu olamaz. Rusya'da, ilk bakışta, otokrasinin boyunduruğu, sosyal-demokrat örgütle işçi dernekleri arasındaki her türlü ayrımı silmektedir, çünkü bütün işçi dernekleri ve bütün inceleme çevreleri yasaklanmıştır ve işçilerin iktisadi mücadelesinin başlıca belirtisi ve silahı olan grev, adi bir suç sayılmaktadır (bazan da bir siyasal suç!). Böylece, bizdeki durum, bir yandan iktisadi mücadeleyi yürüten işçileri siyasal sorunlarla uğraşmaya "iterken", öte yandan sosyal-demokratları da, sendikacılıkla sosyal-demokrasiyi birbirine karıştırmaya "itmektedir" (ve bizim Kriçevski'lerimiz, Martinov'larımızı ve benzerleri, birinci cinsten "itelemeyi" usanmadan tartışırken, ikinci cinsten "itelemenin" farkına varmamaktadırlar). Gerçekten de, gözümüzün önüne, "işverenlere ve hükümete karşı iktisadi mücadele"ye yüzde doksandokuz gömülmüş olan kimseleri getiriniz. Bunlardan bazıları, eylemlerinin tamamı süresince (dört ila altı ay) daha çapraşık bir devrimciler örgütünün gereğini düşünmek zorunluluğunu hiç bir zaman duymayacaktır. Başkaları, belki de, oldukça geniş ölçüde dağıtılan bernştayncı yazına raslayacaklar ve, bunun etkisi altında "günlük tek düze mücadelenin" ileriye hareketinin derin anlam taşıdığı inancına varacaklardır. Başkaları da, belki, "proletaryanın mücadelesiyle sıkı ve [sayfa 140] organik bağlar kurma", sendika hareketiyle sosyal-demokrat hareket arasında bağlar kurma örneğini bütün dünyaya gösterme gibi çekici bir düşünceye kapılacaklardır. Böyleleri, bir ülkeye kapitalizmin ve bunun sonucu olarak da işçi sınıfı hareketinin girmesi ne kadar gecikirse, o ülkedeki sosyalistlerin sendika hareketine o kadar çok katılabileceklerini ve bu hareketi destekleyebileceklerini, ve bu ülkede sosyal-demokrat olmayan sendikaların varlığı için nedenlerin o ölçüde azalacağını iddia edebilirler. Bu sav, buraya kadar tamamen doğrudur; ama ne yazık ki, kimileri daha da ileri giderek bu durumdan sosyal-demokrasi ile sendikacılığın tam bir kaynaşması düşünü görüyorlar. Biraz aşağıda, St. Petersburg Mücadele Birliğinin Tüzüğü örneğinden, bu gibi düşlerin örgüt planlarımız üzerinde nasıl olumsuz etkide bulunduğunu göreceğiz.
      İktisadi mücadeleyi amaçlayan işçi örgütleri, sendikal örgütler olmalıdır. Her sosyal-demokrat işçi, elinden geldiği kadar bu örgütleri desteklemeli ve bunların içinde etkin olarak çalışmalıdır. Bu böyle olmakla birlikte, "sendikalarda" üyeliğe yalnız sosyal-demokratların seçilmesini istemek, elbette ki bizim çıkarımıza olan bir şey değildir; çünkü, böyle bir şey, olsa olsa, bizim yığınlar üzerindeki etkimizin kapsamını daraltır. İşverenlere ve hükümete karşı mücadele için birleşmenin gereğini anlayan her işçi, sendikalara girebilmelidir. Eğer sendikalar, hiç değilse bilinçlenmenin bu ilkel derecesine ulaşmış olan herkesi birleştirmezse, ve çok geniş örgütler olarak kurulmazsa, sendikaların asıl amacına ulaşmak olanaksızlaşır. Bu örgütler ne kadar geniş tutulursa, bunlar üzerindeki etkimiz de o ölçüde geniş olur. Bu etki, sadece iktisadi mücadelenin "kendiliğinden" gelişmesi yüzünden ileri gelmez, sosyalist sendika üyelerinin, yoldaşlarını etkilemede gösterdikleri doğrudan ve bilinçli çabadan da ileri gelir. Ama geniş bir örgüt sıkı gizlilik yöntemleri [sayfa 141] uygulayamaz (çünkü daha fazlasını ister). Çok sayıda üye gereği ile gizlilik yöntemlerini uygulama gereği arasındaki çelişki nasıl uzlaştırılacaktır? Sendikaları olabildiğince açık, her şeyi ortada örgütler haline nasıl getireceğiz? Genel olarak söylemek gerekirse, bu sonuca yalnızca iki yoldan varabiliriz: ya sendikalar yasallaştırılır (bazi ülkelerde, bu, sosyalist ve siyasal birliklerin yasallaştırılmalarından önce gelmiştir), ya da örgüt gizli tutulur, ama öylesine "serbest" ve şekilsiz, Almanların dediği gibi lose'dir [75*] ki, üyelerin büyük çoğunluğunu ilgilendirdiği kadarıyla, gizlilik yöntemlerinin gerekliliği hemen hemen sıfıra inmiş olur.
      Sosyalist olmayan ve siyasal olmayan işçi birliklerinin yasallaştırılmaları Rusya'da başlamış bulunmaktadır, ve hiç kuşku yok ki, hızla büyüyen sosyal-demokrat işçi sınıfı hareketimizin kaydettiği her ilerleme, çoğunlukla kurulu düzenin yandaşlarından, ama kısmen de işçilerin kendilerinden ve liberal aydınlardan gelen bu yoldaki yasallaştırma girişimlerini artıracak ve yüreklendirecektir. Sendikalara legalite bayrağl Vasiliyev'ler ve Zubatov'lar tarafından daha şimdiden çekilmiş bulunuyor. Ozerov'lar ve Vorms'lar bunlara destek olmayı vaadettiler ve desteklediler, ve işçiler arasında da, daha şimdiden, bu yeni eğilimin yandaşlarına raslanmaktadır. Bundan böyle, bu eğilimi hesaba katmamazlık edemeyiz. Bunu nasıl hesaba katacağız, bu konuda sosyal-demokratlar arasında iki ayrı görüş olamaz. Zubatov'ların ve'Vasilyev'lerin, çar jandarmasının ve papazların bu harekette oynadıkları rolü durmadan teşhir etmeli ve işçilere böylelerinin gerçek niyetlerini açıklamalıyız. İşçlerin legal toplantılarındaki liberal siyasetçilerin verdikleri söylevlerde, bütün uzlaşıcı ve "uyumluluğu savunan" sözleri teşhir etmeliyiz. Bu gibi söylevlerin, barışçı sınıf işbirliğinin özlenen bir şey [sayfa 142] oldugu yolunda içten gelme bir inancın sonucu söylenmiş olması, ya da iktidardan bazi ödünler koparmak için söylenmesi, ya da sadece bir dikkatsizlik sonucu olması, durumu değiştirmez. Ve nihayet, bu gibi açık toplantılarda ve izinli derneklerde, "ateşli olanları" saptayan ve kendi ajan provokatörlerini illegal örgütlere sokmak için legal örgütlerden yararlanmaya çalışan polisin sık sık kurduğu tuzaklar konusunda işçileri uyarmalıyız.
      Bunu yaparken, işçi sınıfı hareketinin yasallaşmasının, uzun vadede Zubatov'ların değil, bizim işimize yarayacağını unutmamak gerekir. Tersine, yaban otlarını buğdaydan ayırmamıza yardımcı olacak olan şey, teşhir kampanyamızdır. Yaban otunun ne olduğunu belirtmiş bulunuyorum. Buğdaydan kastımiz en geri kesimler de dahil olmak üzere, gittikçe artan sayıda işçileri toplumsal ve siyasal sorunlara çekmek, ve gelişmesiyle bize ajitasyonumuz için bol bol malzeme sağlayacak olan ve esas olarak legal olan işlevlerden (legal kitapların dağıtımı, yardımlaşma sandıkları vb.) kendimizi, devrimcileri, kurtarmaktır. İşte bu anlamda, Zubatov'lara ve Ozerov'lara şöyle diyebiliriz, ve demeliyiz: Hadi bakalım baylar, elinizden geleni yapın! İşçilerin yolu üzerine (ya doğrudan provokasyonla, ya da "struveciliğin"[67] yardımıyla işçilerin morallerinin "dürüstçe" kırılmasıyla) her tuzak kuruşunuzda sizi teşhir etmek boynumuzun borcudur. Ama ileriye doğru gerçek bir adım attığınız zaman, bu adım "ürkek bir zikzak" olsa bile, size, "lütfen devam ediniz!" diyeceğiz. Ve ileri adım sayılabilecek tek adım, işçilerin eylem alanının, az da olsa, gerçekten genişlemesidir. Bu tür her genişleme bizim yararımıza olacak ve, ajan provakatörlerin sosyalistleri avlaması yerine, sosyalistlerin taraftar kazanacakları türden legal derneklerin kurulmasını hızlandıracaktır. Kısacası, bizim görevimiz yaban otuna karşı mücadeledir. Saksılarda bugday yetiştirmek bizim işimiz [sayfa 143] değildir. Yaban otlarını yolarak tarlayı buğdaya hazırlarız. Ve Afanisi İvanoviç'ler ve Pulherya İvanovna'lar[68] saksıdaki ekinlerine bakadursun, biz sadece bugünün yaban otlarını biçmek için değil, yarının buğdayını biçmek için de harmancılarımızı hazırlamalıyız. [76*]

Bu Blogda Ara