Makaleler
Viladimir İliç Lenin
-II- 

Avrupa Birleşik Devletleri
Sloganı Üzerine


SOTSIAL-DEMOKRAT'ın 40. sayısında, yurt dışındaki Parti gruplarımızın konferansının "Avrupa Birleşik Devletleri" sloganı sorununu, sorunun ekonomik yanının basında tartışılmasından sonra ertelemeyi kararlaştırdığını haber verdik.
Konferansımızda bu sorun üzerindeki tartışma, tek yanlı siyasal bir niteliğe bürünmüştü. Belki de bu, kısmen, Merkez Komitesi Bildirisinin doğrudan bu sloganı siyasal bir slogan olarak formüle etmesi ("ivedi siyasal slogan..." deniyor orda) ve bunu yalnızca cumhuriyetçi bir Avrupa Birleşik Devletleri sloganı olarak ileri sürmekle kalmayıp, bu sloganın "Alman, Avusturya ve Rus monarşilerinin devrimle alaşağı edilmesi olmaksızın" anlamsız ve yanlış olduğu konusunu özellikle vurgulaması yüzündendi.
Sorunun böyle, bu özel sloganın siyasal bir değerlendirilmesi [sayfa 236] terimleri içinde konulmasına —örneğin bunun sosyalist devrim sloganını gölgeleyeceği ya da zayıflatacağı gerekçesine dayanarak— karşı çıkmak kesenkes yanlıştır. Gerçekten demokratik bir doğrultudaki siyasal değişmeler ve hele de siyasal devrimler, hiç bir zaman ve hiç bir koşul altında bir sosyalist devirim sloganını gölgeleyemez ya da zayıflatamaz. Tersine sosyalist devrimi yakınlaştırır, tabanını genişletir, küçük-burjuvazinin yeni kesimlerini ve yarı-proleter yığınları sosyalist savaşıma çeker. Öte yandan, siyasal devrimler, tek bir edim olarak değil de, en keskin sınıf savaşımının, içsavaşın, devrimlerin ve karşı-devrimlerin çalkantılı siyasal ve iktisadi altüst oluşları bir dönemi olarak değerlendirilmesi gereken sosyalist devrimin seyri içinde kaçınılmazdır.
Ama, Rusya'nın başı çektiği, Avrupa'nın en gerici üç monarşisinin devrimle alaşağı edilmesine bağlı olarak konan cumhuriyetçi bir Avrupa Birleşik Devletleri sloganı, siyasal bir slogan olarak oldukça sağlam bir slogan olmakla birlikte, gene de bunun ekonomik anlam ve önemi şeklindeki son derece önemli soru ortada durmaktadır. Emperyalizmin ekonomik koşulları —yani sermaye ihracı ve dünyanın "ileri" ve "uygar" sömürgeci güçler arasında paylaşılmış olması— açısından, kapitalizm altında bir Birleşik Avrupa Devletleri ya olanaksızdır ya da gericidir.
Sermaye, uluslararası ve tekelci hale gelmiştir. Dünya, bir avuç Büyük Güç, yani ulusların büyük yağmasında ve ezilmesinde başarılı olan güçler arasında bölünmüştür. Avrupa'nın dört büyük gücü —İngiltere, Fransa, Rusya ve Almanya, 250.000.000'dan 300.000.000'a değişen nüfusları ve 7.000.000 kilometre karelik alanlarıyla- hemen hemen 500.000.000'luk (494.500.000) bir nüfusa ve 64.600.000 kilometrekarelik bir alana, yani yer yüzeyinin (kutup bölgelerini katmazsak 133.000.000 kilometrekare) hemen hemen yarısına sahip olan sömürgeleri ellerinde tutmaktadırlar. Buna, bir "kurtuluş" savaşı vermekte olan yağmacılar tarafından, yani Japonya, Rusya, İngiltere ve Fransa tarafından şu sırada parça parça edilmekte olan üç Asya devletini, Çin, Türkiye ve İran'ı ekleyin. Yarı-sömürge [sayfa 237] (gerçekte bunlar şimdi onda-dokuz sömürgelerdir) denebilecek bu üç Asya ülkesinde 360.000.000 insan vardır ve alanları 14.500.000 kilometrekaredir (hemen hemen bütün Avrupa'nın alanının bir-buçuk katı).
Ayrıca, İngiltere, Fransa ve Almanya 70.000 milyon rubleye varan bir sermayeyi dışarı yatırmışlardır. Bu küçücük miktardan "meşru" bir kârı, yılda 3.000 milyon rubleyi aşan bir kârı güvenceye alma işlevi, ordularla ve donanmalarla donatılmış ve "Bay Milyon"un oğulları ve biraderlerini sömürgelerde ve yarı-sömürgelerde genel vali, konsolos, elçi, her türden resmi memur, papaz ve öteki asalaklar olarak "yerleştiren" hükümet adı verilmiş milyonerlerin ulusal komiteleri tarafından yürütülür.
İşte yeryüzünün 1.000 milyon kadar insanının bir avuç Büyük Güç tarafından soyulması, kapitalizmin en yüksek gelişme döneminde böyle örgütlenmiştir. Kapitalizm altında başka örgütlenme olanağı yoktur. Sömürgelere, "etki alanlarına", sermaye ihracına son vermek mi? Bunun olanaklı olduğunu düşünmek, her pazar zenginlere hıristiyanlığın yüce ilkelerini vaazeden ve onlara, yoksullara yılda birkaç bin milyon değilse de, hiç olmazsa birkaç yüz ruble vermelerini öğütleyen sıradan papazın düzeyine düşmek demektir.
Kapitalizm altındaki bir Avrupa Birleşik Devletleri, sömürgeleri paylaşma anlaşmasıyla birdir. Oysa kapitalizm ortamında kuvvetten başka paylaşma temeli, paylaşma ilkesi yoktur. Bir mülti milyoner, kapitalist bir ülkenin "ulusal gelirini", "yatırılan sermayeye orantılı olarak" paylaşmak dışında (fazladan bir primle birlikte, ki böylece en büyük sermaye, payı olandan fazlasını alır), başkasıyla paylaşamaz. Kapitalizm, üretim araçlarında özel mülkiyet ve üretimde anarşidir. Bu temele dayanan "adil" bir gelir bölüşümünü vaazetmek prudonculuktur, ahmakça darkafalılıktır. Bölüşüm "kuvvet oranının" dışında olamaz. Ve kuvvet, ekonomik gelişmenin ilerlemesiyle değişir. 1871'den sonra Almanya, Fransa ve İngiltere'den üç ya da dört kat daha hızlı güçlenmiş; Japonya ise, Rusya'dan hemen hemen on kat daha hızlı güçlenmiştir. Kapitalist bir devletin [sayfa 238] gerçek gücünün sınanmasında savaştan daha başka bir yol yoktur ve olamaz da. Savaş, özel mülkiyet ilkeleriyle çelişmez — tersine, bu ilkelerin doğrudan ve kaçınılmaz bir sonucudur. Kapitalizmin koşullarında tek tek girişimlerin, ya da tek tek devletlerin eşit ekonomik büyümesi olanak dışıdır. Kapitalizm koşullarında dönemsel olarak bozulan dengenin yeniden kurulmasında, sanayide bunalımdan ve siyasette de savaştan başka bir araç yoktur.
Kuşkusuz, kapitalistler arasında ve güçler arasında geçici olarak anlaşmalar olabilir. Bu anlamda, Avrupa kapitalistleri arasında bir anlaşma olarak, bir Birleşik Avrupa Devletleri olanağı vardır. ... ama ne için bir anlaşma? Yalnızca Avrupa'daki sosyalizmi ortaklaşa ezmek, sömürgelerin bugünkü bölüşülmesinde haklarının yendiğini düşünen ve son yarım yüzyılda, yaşlılıktan çürümeye başlayan geri ve monarşist Avrupa'dan çok daha büyük bir hızla güçlenen Japonya ve Amerika'ya karşı sömürge yağmasını ortaklaşa korumak amacıyla. Amerika Birleşik Devletleri'yle kıyaslandığında, Avrupa, tüm olarak ekonomik durgunluğu simgeler. Bugünkü ekonomik temel üzerinde, yani kapitalizm koşullarında, bir Avrupa Birleşik Devletleri, Amerika'nın daha hızlı gelişmesini geciktirmek için gericiliğin örgütlenmesi anlamını taşır. Demokrasi ve sosyalizm davası denince yalrızca Avrupa'nın akla geldiği dönemler bir daha geri dönmemek üzere geçip gitmiştir.
(Yalnız Avrupa değil), bir Dünya Birleşik Devletleri, —komünizmin tam zaferi, demokratik devlet de dahil olmak üzere, devletin toptan yokolmasını sağlayana dek— bizim sosyalizme bağladığımız ulusların birliğinin ve özgürlüğünün devlet biçimidir. Ne var ki, ayrı bir slogan olarak bir Dünya Birleşik Devletleri sloganı pek doğru sayılmaz, birincisi, sosyalizmle içiçe geçtiğinden ötürü; ikincisi de, tek bir ülkede sosyalizmin zaferinin olanaksız olduğu anlamında yanlış yorumlara yolaçabileceği ve aynı zamanda da, böyle bir ülkenin öteki ülkelerle ilişkileri açısından da yanlış anlamalara neden olabileceğinden ötürü doğru sayılamaz.
Eşitsiz ekonomik ve siyasal gelişme, kapitalizmin mutlak [sayfa 239] yasasıdır. Böylece, sosyalizmin zaferi, önce birkaç, ya da hatta yalnızca bir tek kapitalist ülkede olanaklıdır. Bu ülkenin başarılı proletaryası, kapitalistleri mülksüzleştirdikten ve kendi sosyalist üretimini örgütledikten sonra, öteki ülkelerin ezilen sınıflarını kendi davasına çekerek, bu ülkelerde kapitalistlere karşı ayaklanmalara yolaçarak, ve sömürücü sınıflara ve onların devletine, gerektiğinde silahlı kuvvetlere bile karşı koyarak, dünyanın geri kalanının, kapitalist dünyanın karşısına çıkacaktır. Proletaryanın, burjuvaziyi alaşağı ederek zafere kavuşacağı toplumun siyasal biçimi bir demokratik cumhuriyet olacaktır, ki bu, o ulusun ya da ulusların proletaryasının, daha sosyalizme geçmemiş bulunan devletlere karşı savaşımında güçlerini giderek daha çok merkezileştirecektir. Ezilen sınıfın, proletaryanın diktatörlüğü olmaksızın sınıfların ortadan kaldırılması olanaksızdır. Ulusların sosyalizmde özgürce birleşimi, sosyalist cumhuriyetlerin geri kalmış devletlere karşı azçok uzun ve kararlı bir savaşımı olmaksızın olanaklı değildir.
İşte bu nedenlerden ötürü ve RSDİP'nin yurtdışı bölümlerinin konferansında yinelenen tartışmalarından sonra ve konferanstan sonra, Merkez Organın yazıkurulu, Avrupa Birleşik Devletleri sloganının doğru olmadığı sonucuna ulaşmıştır. [sayfa 240]


Ağustos, 1915


(Türkçe çevirisi, "Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 236-240] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990, -Birinci Baskı, Kasım 1976)


Alman Şovenizmi ile
Alman-Olmayan Şovenizm


BİLİNDİĞİ gibi, Alman şovenistleri, sözümona sosyal-demokrat -gerçekteyse artık ulusal-liberal olan- işçi partisi önderlerinin ve yöneticilerinin büyük bir çoğunluğunu etkileri altına almayı başarmış bulunuyorlar. Şimdi bunun, Potresov, Levitski ve hempası gibi Alman olmayan şovenistler için ne ölçüde geçerli olduğunu göreceğiz. P. B. Akselrod'un Almanca yazdığı broşürde gözünü budaktan esirgemeyerek, ama yanlış biçimde Kautsky'yi savunmasına ve ona "enternasyonalist" demesine aldırmayarak, biz, adil davranmak gerekirse Kautsky'yi de aralarına kattığımız Alman şovenistleri üzerinde duracağız ilkin.
Alman şovenizminin özelliklerinden biri şudur: "Sosyalistler" -sosyalistler sözcüğü tırnak içinde- kendi uluslarınca ezilen ulusların dışındaki ulusların bağımsızlığından sözederler. Bunu doğrudan doğruya söylemeleriyle, söyleyenleri savunmaları, haklı göstermeleri; onlara kalkan olmaları arasında pek fazla fark yoktur.
Alman şovenistleri (ki aralarında Die Glocke adlı küçük dergiyi yayınlayan Parvus da vardır ve o dergiye Lensch, Haenisch, Grünwald ve Alman emperyalist burjuvazisinin geri kalan tüm "sosyalist" uşakları tayfası yazı yazmaktadır) örneğin Britanya tarafından ezilen halkların bağımsızlığından uzun uzadıya ve büyük bir istekle sözederler. Britanya'nın sömürgelerini nasıl utanmazca, vahşice ve gerici bir biçimde, vb. yönettiğini borazan çalarak bütün gücüyle ilan edenler, Almanya'nın yalnızca sosyal-şovenistleri, yani sözde sosyalist, eylemdeyse şovenist olanları değil, ama aynı zamanda tüm burjuva basınıdır da. Alman gazeteleri Hindistan'daki özgürlük hareketinden büyük bir iştiyakla, habis bir coşkuyla, hazla ve vecd içinde sözederler.
Alman burjuvazisinin neden habis bir sevinçle dolup taştığını anlamak kolaydır: Alman burjuvazisi, Hindistan'daki hoşnutsuzluğu ve Britanya aleyhtarı hareketi körükleyerek kendi askeri durumunu iyileştirebileceği umudundadır. Bu umutlar, kuşkusuz budalacadır. Nedenine gelince, milyonlarca ve milyonlarca insanın yaşamının, hele hele bu insanlar haliyle çok garip kişilerse, dışardan epey uzaklardan, yabancı bir dilde [yazılan yazılarla -.ç] -üstelik etki, sistemli değil de yalnızca savaş günleriyle sınırlıysa- etkilenebileceğini ciddi olarak düşünmek olanaksızdır. Alman emperyalist burjuvazisinin çabası, Hindistan'ı etkilemekten çok, kendi yüreğine su serpme, Alman halkını şaşırtma ve halkın dikkatini ülke içinden ayırıp dışarıya çekme arzusunun sonucudur.
Ne var ki ortaya otomatik olarak şu genel, teorik soru çıkıyor: Bu tür savların sahteliğinin temelinde yatan şey nedir; Alman emperyalistlerinin ikiyüzlülüğü nasıl yanılmaz bir kesinlikle ortaya dökülebilir? Bu savların sahteliğini gösteren, doğru, teorik yanıt, çok açık nedenlerle, yalanlarını örtme, gözlerden kaçırma, süslü sözlerle, her türlü sözlerle, dünyadaki her şeye, hatta enternasyonalizme ait her türlü sözle o yalanları başka bir kılığa büründürme eğiliminde olan ikiyüzlüleri ortaya koymaya yarayan bir araçtır her zaman. Ne yazık ki, sözümona Almanya'nın "sosyal-demokrat" partisine mensup olan Lensch'ler, Südekum'lar ve Scheidemann'lar, Alman burjuvazisinin bu casusları bile, enternasyonalist olduklarında ısrar etmekteler. İnsanlar hakkında, söylediklerine değil, yaptıklarına bakarak bir yargıya varmak gerekir. Asıl doğrusu budur. Rusya'da Potresov'un, Levitski'nin, Bulkin'le hempasının salt sözlerine bakarak onlara kim inanır? Hiç kimse.
Alman şovenistlerinin sahtekarlığı, düşmanları olan İngiltere'nin ezdiği halkların bağımsızlığı için avazları çıktığı kadar bağırırken, bizzat kendi ulusları tarafından ezilen halkların bağımsızlığı konusunda mütevazı, hatta bazan çok mütevazı bir biçimde sessiz kalmalarındadır.
Danimarkalıları alalım ele. Prusya Schleswig'i kendine kattığı zaman, bütün "Büyük" Devletlerin yapmayı alışkanlık haline getirdikleri gibi, Danimarkalıların oturduğu bir bölgeyi de zaptetti. Bu bölge halkının haklarının ihlali öylesine açık-seçik ortadaydı ki, 23-30 Ağustos 1866 tarihleri arasında hazırlanan Prag barışı çerçevesinde Avusturya, Schleswig üzerindeki "haklarını" Prusya'ya bıraktığı zaman, anlaşma, Schleswig'in kuzey bölgesindeki halkın, Danimarka'ya katılmak isteyip istemediklerini belirlemek üzere bir plebisit yapılması ve karar bu yolda olursa Danimarka'ya bağlanmaları konusunda bir koşulu da içermekteydi. Ne var ki, Prusya bu koşula uymadı; 1878'de bu "tatsız" maddeyi anlaşmadan çıkardı.
Büyük Devlet uluslarının şovenizmine hiçbir zaman ilgisiz kalmamış olan Friedrich Engels, küçük bir ulusun haklarının Prusya tarafından böylesine ihlal edilmesine özellikle dikkati çekmişti.[*] Ne var ki günümüzün Alman sosyal-şovenistleri, Kautsky'nin de yaptığı gibi, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını sözle tanıdıkları halde, bir ulusun ezilmesi, "bizzat kendi" uluslarının yaptığı bir iş olduğu zaman o ulusun özgürlüğü doğrultusunda tutarlı olarak demokratik, kararlı olarak demokratik hiçbir uyarma ve propaganda çabası göstermiyorlar. Şovenizm sorununun ve onun gözler önüne serilmesinin tüm sırrı ve özü işte bu noktadadır.
Rusya'da bir zamanların en yaygın sözcük oyunu şuydu: Russkoye Znamya[**] sık sık Prusskoye Znamya gibi[***] dalgalanır, derlerdi. Ama bu söz, yalnızca Russkoye Znamya için söylenmiş değil; Almanya'da Lensch'in, Kautsky ve hempasının mantığı nasıl işliyorsa, Rusya'da da Potresov'un, Levitski'nin ve hempasının mantığı öyle çalışıyor. Örneğin tasfiyeci Raboçeye Utro gazetesine bir göz atın. Benzer "Prusya" ya da daha doğrusu benzer enternasyonal-şovenist mantığın yöntem ve kanıtlarını o gazetede aynen göreceksiniz. Ulusal markası, barışçıl görünen maske sözleri ne olursa olsun, şovenizm kendisine ihanet etmemiştir.

31 Mayıs 1916'da
Voprosi Strakhovania, n°5'te (54)
yayınlandı.
Collected Works, vol. 22, s. 182-184.



Proletarya Devriminin Askeri Programı


BUGÜNKÜ emperyalist savaşta “anayurdun savunulması” üzerine söylenen sosyal-şoven yalana karşı savaşım veren Hollandalı, İskandinavyalı ve İsviçreli devrimci sosyal-demokratlar arasında, sosyal-demokratik asgari programdaki “milis” ya da “silahlı ulus” yerine bir yenisinin, “silahsızlanma “ isteminin konulması Iehinde sesler duyulmaktadır. Jugend-Internationale, bu konu üzerinde bir tartışma açtı ve n° 3'te silahsızlanma lehinde bir başyazı yayınladı. R. Grimm'in son tezlerinde[31] “silahsızlanma” fikrine ödün verildiğini üzüntüyle görüyoruz. Neues Leben[32] ve V orbote dergilerinde de tartışmalar başladı.
Şimdi silahsızlanma savunucularının durumlarını daha yakından inceleyelim. [sayfa 59]

I

Bunlann başlıca iddiaları, silahsızlanma isteğinin her türlü militarizm ve savaşa karşı savaşımın en açık, en kararlı ve en tutarlı ifadesi olduğudur.
Ne var ki silahsızlanma savunucularının en büyük yanılgıları da bu temel iddialarında bulunuyor. Sosyalistler, sosyalistlikten vazgeçmeksizin her türlü savaşa karşı olamazlar.
Birincisi, önce sosyalistler, ne eskiden, ne de şimdi, devrimci savaşlara karşı olamazlar. Emperyalist “büyük” devletlerin burjuvazisi tepeden tırnağa gerici kesildiler ve biz, bu burjuvazinin şimdi sürdürdüğü savaşa, gerici, köleci ve canice bir savaş gözüyle bakıyoruz. Ama, ya bu burjuvaziye karşı verilecek savaşa ne denir? Örneğin, bu burjuvazinin ezdiği ve bu burjuvaziye bağımlı halkların ya da sömürge halklarının kurtuluş için verecekleri bir savaşa ne denir? Enternasyonal grubunun tezlerinin 5. paragrafında şöyle deniyor: “Bu başıboş emperyalizm çağında, ne türden olursa olsun, ulusal bir savaş olamaz.” Bu, apaçık bir yanılmadır.
20. yüzyıl tarihi, bu “başıboş emperyalizm” yüzyılı, sömürgelerin verdikleri savaşlarla dolu. Ama biz Avrupalıların; dünya halklarının çoğunluğunu ezen biz emperyalistlerin, alışkın olduğumuz o lanet şovenliğimizle, “sömürge savaşları” adını verdiğimiz savaşların çoğu ulusal savaşlardır ya da bu ezilen halkların ulusal başkaldırmalarıdır. Emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmelerine karşı verilen savaşımı yaygınlaştırması ve yoğunlaştırmasıdır. Bu, bir gerçektir. Bundan şu sonuç çıkar ki, emperyalizm, çoğu zaman ulusal savaşları körükler. Yukarıya alınan “tezler”i savunan broşüründe, Junius[33] emperyalizm döneminde, emperyalist büyük devletlerin birisine karşı verilen her ulusal savaşın, başka bir rakip emperyalist büyük devletin müdahalesine yolaçtığını ve böylece [sayfa 60] her ulusal savaşın bir emperyalist savaşa dönüştüğünü söylüyor. Ama bu iddia da yanlıştır. Bu, olabilir, ama her zaman değil. 1900-1914 arasındaki birçok sömürge savaşları bu yolu izlemedi. Örneğin, şöyle bir şey söylersek yalnızca gülünç olur: bugünkü savaştan sonra, eğer bu savaş bütün hasım tarafların tam bir tükenmişliği ile sona ererse, “herhangi bir” ulusal, ilerici, devrimci savaş “olamaz”; diyelim, Hindistan, İran ve Siyam'ın vb. ittifakı ile, Çin tarafından büyük devletlere karşı böyle bir savaş verilemez.
Emperyalizm altında her türlü ulusal savaş olanağını yadsımak teorik olarak yanlış, tarihsel bakımdan hatalı, ve uygulamada Avrupa şovenizmiyle birdir: Avrupa'da, Afrika'da, Asya'da vb. yüz milyonlarca insanı ezen uluslara mensup olan bizler, ezilen halklara “bizim” uluslarımıza karşı savaş vermenin “olanaksız” olduğunu söylemeye çağrılıyoruz!
İkincisi, iç savaş da, öteki savaşlar gibi bir savaştır. Sınıf savaşımını kabul eden herkes, iç savaşı da kabul etmek zorundadır. Her sınıflı toplumda iç savaş doğal, ve bazı koşullarda sınıf savaşımının kaçınilmaz devamı, gelişmesi ve şiddetlenmesidir. Bu, her büyük devrimle doğrulanmıştır. İç savaşı kabul etmemek ya da görmezlikten gelmek, büyük bir oportünizme düşmek ve sosyalist devrimi yadsımak olur.
Üçüncüsü, sosyalizmin tek bir ülkede zaferi, bir çırpıda genellikle bütün savaşları ortadan kaldırmaz. Tersine, bu savaşları öngörür. Kapitalizmin gelişmesi, farklı ülkelerde hiç de düzenli olmayan bir biçimde yürümektedir. Meta üretimi koşullarında başka türlü de olamaz. Bundan da reddedilemez bir biçimde şu çıkıyor ki, sosyalizm bütün ülkelerde aynı anda zafere ulaşamaz. Önce bir ya da birkaç ülkede zafere ulaşacak, ötekiler bir süre burjuva ya da burjuva-öncesi döriemde kalacaklardır. Bu, yalnız sürtüşmeler yaratmakla kalmayacak, öteki ülkelerin burjuvazisi, sosyalist devletin utkun proletaryasını ezmeye bile kalkışacaktır. [sayfa 61] Bu gibi durumlarda savaş, bizim için meşru ve haklı bir savaş olacaktır. Bu, hem sosyalizm için, hem öteki ulusları burjuvaziden kurtarmak için girişilmiş bir savaştır. Engels, Kautsky’ye yazdığı 12 Eylül 1882 tarihli mektupta[34], zaferi kazanmış sosyalizmin “savunma savaşları” vermesinin mümkün olduğunu açıkça belirttiği zaman tümüyle haklıydı. Onun aklında olan, zafere ulaşmış proletaryanın öteki ülkelerin burjuvazisine karşı savunulmasıydı.
Ancak, biz, tek ülkede değil bütün dünyadaki burjuvaziyi devirir, yener ve onları mülksüzleştirrirsek, savaşlar olanaksız duruma gelir. Ve bilimsel açıdan şu en önemli şeyi görmezlikten gelmek ya da önemsememek, son derece yanlış -ve devrimciye hiç de yakışmayan- sosyalizme geçişte bu en güç ve en büyük savaşımı gerektiren bir görevdir. “Sosyal” vaizler ve oportünistler, geleceğin barışçıl sosyalizminin hayallerini kurmaya her zaman hazırdırlar. Ama bunları devrimci sosyal-demokratlardan ayıran şey, bu güzel geleceğe kavuşmak için gerekli çetin savaşımlar ve sınıf savaşları üzerine kafa yormaya yanaşmamalarıdır.
Kendimizi, sözcüklerin ardısıra sürüklenmeye bırakmayalım. Örneğin, “anayurdun savunulması” deyimi pek çok kimse için tiksindiricidir, çünkü hem yolagelmez oportünistler, hem de kautskiciler, bu sözü, şimdiki yağma savaşı üzerine söylenen urjuva yalanlarını örtbas etmek için kullanıyorlar. Bu bir gerçek. Ama bu, bundan böyle politik sloganların anlamları üzerinde düşünmemize gerek olmadığı demek değildir. Bugünkü savaşta “anayurdun savunulmasını” kabul etmek, ne eksik ne fazla, bu savaşı “adil” bir savaş olarak, yineliyoruz, ne eksik ne fazla, proletaryanın yararına bir savaş olarak kabul etmek demektir; çünkü her savaşta istilalar olabilir. Emperyalist büyük devletlere karşı savaşlarında ezen uluslar yönünden ya da bir burjuva [sayfa 62] devletin bazı Galiffet'lerine[35] karşı savaşında utkun blr proietarya bakımından “anayurdun savunulmasını” kabul etmemek budalalık olur.
Teorik olarak, her savaşın, politlkanın başka araçlarla bir devamı olduğunu unutmak büyük yanılgıdır. Bugünkü emperyalist savaş, iki büyük devlet grubunun emperyalist poliiikalarının devamıdır ve bu politika, emperyalist dönem ilişkilerinin bütünü tarafından yaratılmış ve körüklenmiştir. Ne var ki, aynı dönem, ulusların ezilmelerine karşı savaşımı ve burjuvaziye karşı proletarya savaşımını da kaçınılmaz olarak doğuracak ve körükleyecek, ve bunun sonucu olarak da, önce devrimci ulusal ayaklanmalar ve savaşlar; sonra, burjuvaziye karşı proletarya savaşları ve ayaklanmaları; üçüncü olarak da her iki türden devrimci savaşların bir bileşimini vb olanaklı ve kaçınılmaz dururna getirecektir.

II

Buna aşağıdaki genel düşüncelerin de eklenmesi gerekir. Silah elde etmeye ve bunların kullanılışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle muamelesi görmeyi hakeder. Burjuva pasifisti ya da oportünist olmaksızın, sınıflı bir toplumda yaşadığımızı, bu toplumdan kurtulmanın tek bir çıkar yolu olduğunu, bunun da ancak sıınf savaşımı olduğunu unutamayız. Her sınıflı toplumda, ister köleliğe, serfliğe, ister şimdi olduğu gibi ücretli emeğe dayansın, ezen sınıf her zaman silahlıdır. Yalnız modern sürekli ordu değil, modern milis kuvveti bile -örneğin en demokratik burjuva cumhuriyeti İsviçre'de blle-, burjuvazinin proletaryaya karşı silahlanmasını temsil eder. Bu öylesine basit bir gerçektir ki, üzerinde durmanın bile gereği yoktur. Bütün kapitalist ülkelerde grevcilere karşı askeri birliklerin kullanılmasına değinmek yeter.
Proletaryaya karşı silahlanmış bir burjuvazi, modern [sayfa 63] kapitalist toplumun en büyük, temel ve bellibaşlı gerçeğidir. İşte bu gerçek karşısında, devrimci sosyal-demokratları, “silahsızlanmayı” “istemeye” özendirmek! Bu, sınıf savaşımı görüşünü büsbütün bırakmak, devrim düşüncesini yadsımak demektir. Bizim sloganımız, burjuvaziyi yenmek, onları mülksüzleştirmek ve silahsızlandırmak için proletaryayı donatmak [silahlandırmak[*]] olmalıdır. Devrimci sınıf için tek olanaklı taktik budur; bu taktik, kapitalist militarizmin bütünüyle nesnel gelişmesinin mantıksal sonucu ve gereğidir. Ancak burjuvaziyi silahsızlandırdıktan sonra, proletarya, kendi dünya ölçüsündeki görevine ihanet etmeden bütün silahları hurdalığa atar. Proletarya, kuşku yok ki, bunu yapacaktır, ama ancak bu koşul yerine getirildikten sonra, kesenkes önce değil. Eğer şimdi savaş, gerici hıristiyan sosyalistler ile, tir tir titreyen küçük-burjuvazi arasında yalnızca korku ve dehşet yaratıyor, silahların her çeşit kullanılmasına, kan dökülmesine, ölüme vb. karşı yalnızca bir nefret uyandırıyorsa, kendilerine şunu söyleriz: kapitalist toplum daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir. Ve savaşların en gericisi olan bu savaş, bu topluma korkunç bir son hazırlıyorsa, umutsuzluğa düşmemiz için hiçbir neden yok. Herkesin görebildiği gibi, burjuvanın, kendi eliyle tek meşru ve devrimci savaş için, yani emperyalist burjuvaya karşı bir iç savaş için yolları hazırladığı bir sırada, silahsızlanma “isteği” ya da daha doğrusu silahsızlanma hayali, aslında, bir umutsuzluğun ifadesinden başka bir şey değildir.
Bunun yaşamdan kopmuş bir teori olduğunu söyleyenler olabilir, bunlara dünya ölçüsündeki iki tarihsel gerçeği anımsatırız: bir yandan tröstler ile sanayide kadınların kullanılması; öte yandan, 1871 Paris Komünü ile Rusya'da 1905 Aralık ayaklanması.
Tröstleri geliştirmeyı, kadınlarla çocukları fabrikalara doldurmayı ve bunların ahlakını bozmayı, ıstıraba sürüklerneyi ve sonsuz bir yoksulluğa atmayı burjuvazi kendine iş [sayfa 64] edinmişti. Biz, böyle bir gelişmeyi “istemiyoruz” ve bunu “desteklemiyoruz”. Biz, buna karşı savaşım veriyoruz. Ama nasıl savaşım veriyoruz? Tröstlerin ve kadınların sanayide kullanılmasının ilerici olduğunu açıklıyoruz. Biz el zanaatları sistemine, tekelci-kapitalizm öncesine, kadınların evlerine kapatılmasına dönülmesini istemiyoruz. Tröstleri ve benzeri kuruluşları geride bırakarak, sosyalizme doğru ileri!
Gerekli değişikliklerle bu iddia, halkın bugünkü askerleştirilmesine uygulanabilir. Bugün emperyalist burjuvazi, yetişkinler ile birlikte gençliği de askerleştiriyor, yarın kadınların askerleştirilmesine de başlayabilir. Bizim tutumumuz şu olmalıdır: Çok güzel. Son hızla ileri! Ne kadar hızlı hareket edersek, kapitalizme karşı ayaklanmaya o kadar fazla yaklaşırız. Sosyal-demokratlar nasıl olur da gençliğin vb. askerleştirilmesinden korkuya kapılırlar; yoksa bunlar Paris Komünü örneğini unutuyorlar mı? Bu “yaşamdan yoksun bir teori” ya da bir hayal değildir. Bu, bir gerçektir. Varolan bütün ekonomik ve politik gerçeklere karşın, eğer sosyal-demokratlar emperyalizm çağının ve emperyalist savaşların kaçınılmaz olarak bu gibi olayların yinelenmesine yolaçacağından kuşku duyuyorlarsa, pek yazık olur doğrusu.
Paris Komününü gören bir burjuva gözlemcisi, Mayıs 1871'de, bir İngiliz gazetesine şöyle yazıyor: “Eğer Fransızlar yalnızca kadınlardan ibaret olsalardı, ne müthiş bir şey olurdu!” Kadınlarla onüç, ondört yaşındaki çocuklar, Paris Komününde, erkeklerle yanyana savaştılar. Burjuvazinin devrilmesi için ilerde verilecek savaşlarda da bu böyle olacaktır. Proleter kadınlar, derme-çatma silahlı ya da silahsız işçilerin, burjuvazinin adamakıllı silahlanmış kuvvetleri tarafından kurşunlanmasına seyirci kalmayacaklardır. Tıpkı 1871'de olduğu gibi silaha sarılacaklar ve bugünün yılgın uluslarından -ya da daha doğrusu bir düzen [sayfa 65] kurması hükümetlerden çok oportünistler tarafından önlenmiş bugünün işçi sınıfı hareketinden- ergeç, ama her halde, devrimci proletaryanın “müthiş uluslarının” uluslararası bir birliği mutlaka doğacaktır.
Toplum yaşamı artık tümüyle askerileştirilmiştir. Emperyalizm, dünyanın bölüşülmesi ve yeniden bölüşülmesi için büyük devletlerin giriştikleri vahşi bir savaşımdır. Bu yüzden, bütün ülkeler, yansız olanlarla birlikite küçükler de, daha fazla askerileşmeye doğru gidecektir. Proleter kadın buna nasıl karşı çıkacaktır? Yalnızca bütün savaşlara ve askeri olan her şeye söverek ve silahsızlanmayı isteyerek mi? Ezilen ve gerçekten devrimci bir sınıfın kadını, bu utanç verici rolü asla kabul etmeyecektir. Bunlar oğullarına şöyle diyeceklerdir: “Yakında delikanlı olacaksın. Eline silah verilecek. Silahı al ve askerlik sanatını iyice öğren. Proleterler, bunu, bugünkü savaşta olduğu ve sosyalizmin düşmanlarının sana söyledikleri gibi kardeşlerini, öteki ülkelerin işçilerini vurmak için öğrenmezler. Bunu, kendi ülkelerinin burjuvazisine karşı savaşım vermek, sömürüye, sefalete ve savaşa bir son vermek için öğrenirler.”
Bugünkü savaşla ilgili olarak eğer bu biçimdeki, evet büsbütün bu biçimdeki propagandadan kaçınacaksak, uluslararası devrimci sosyal-demokrasi, sosyalist devrim ve savaşa karşı savaşmak gibi sözleri hiç ağzına almasın daha iyi.

III

Silahsızlanma avukatları, programdaki “silahlı ulus” noktasına, diğerleri arasında, bu isteğin oportünizme ödün verilmesine yolaçabileceği nedeniyle karşı çıkıyorlar. En önemli noktayı, yani silahsızlanma ile sınıf savaşımının ve toplumsal devrimin ilişkilerini yukarda inceledik. Şimdi de, silahsızlanma isteği ile oportünizm arasındaki ilişkiyi inceleyelim. Bu isteğin kabul edilemez olmasının en önemli [sayfa 66] nedenlerinden biri, bunun yarattığı hayalin kaçınılmaz olarak, oportünizme karşı savaşımımızı zayıflatması ve canlılığını kaybettirmesidir.
Kuşku yok ki, bu savaşım, şimdi Enternasyonalin karşılaştığı en acil ve ana sorundur. Emperyalizme karşı savaşım eğer oportünizme karşı savaşımla sıkısıkıya bağlı değilse, boş bir söz ya da bir aldatmacadır. Zimmerwald ve Kienthal'in[36] başlıca kusurlarından birisi, Üçüncü Enternasyonalin çekirdeği olan bu kuruluşları iflasa götürebilecek ana nedenlerden biri, oportünistlerle kopma gereği üzerine bir karar almak şöyle dursun, oportünizme karşı savaşım sorununun ortaya bile atılmamasıdır. Oportünizm -geçiciolarak- Avrupa işçi hareketinde zafere ulaşmıştır. Bütün büyük ülkelerde, oportünizmin iki türü ortaya çıkmıştır : İlki Bay Plehanov, Scheidemann, Legien, Albert Thomas ve Sembat, Vandervelde, Hyhdman, Henderson'un açık, sinik ve bu yüzden de az tehlikeli sosyal-emperyalizmi; ikincisi, gizli Kautsky oportünizmi: Almanya'da Kautsky-Haase ve Sosyal-Demokrat İşçi Grubu[37]; Fransa'da Longuet, Pressmane, Mayeras vb; İngiltere'de Ramsay MacDonald ile Bağımsız İşçi Partisinin öteki liderleri; Rusya'da Martov, Çheydze ve ötekiler, İtalya'da Treves ve öteki sözde sol-reformcular.
Açık oportünizm, devrime ve başlangıç durumundaki devrimci hareketlere ve patlamalara, açıkça ve doğrudan doğruya karşıdır. Biçimi değişmekle birlikte, hükümetler ile ittifak durumundadır: bu ittifak, hükümetlere katılmaktan, Savaş Sanayii Komitelerine katılmaya (Rusya'da olduğu gibi)[38] kadar değişebilir. Maskeli oportünistler, kautskiciler, işçi sınıfı hareketi için daha zararlı, daha tehlikelidir, çünkü bunlar, hükümetle ittifak yanlısı olduklarını akla-yakın, sözde “marksist” sözlerle ve pasifist sloganlarla gizlerler. Bu her iki türden oportünizme karşı, proletarya politikasının her alanında savaşım verilmelidir: [sayfa 67] parlamentoda, işçi sendikalarında, grevlerde, askeri alanda vb.. Bu iki tür oportünizmin başlıca ayırdedici niteliği, bugünkü savaş ile devrim ve devrimin diğer somut sorunları arasındaki ilişkiler konusundaki somut sorunların, susarak geçiştirilmek, gözden saklanmak ve polis yasakları ile savuşturulmak istenmesidir. Savaştan önce, yaklaşmakta olan bu savaş ile proleter devrimi arasındaki ilişkiler üzerine, hem resmen Basel Bildirisinde, hem de birçok kez resmi olmayan bir biçimde dikkatler çekildiği halde, tutumları bu olmuştur. Silahsızlanma isteğinin başlıca kusuru, devrimin bütün somut sorunlarına elatmaktan kaçınmasıdır. Yoksa silahsızlanmanın avukatlığını yapanlar yepyeni bir silahsız devrim türünden mi yanadırlar?
Devam edelim. Biz, hiçbir biçimde, reformlar için savaşmaya karşı değiliz. Yığınlardaki huzursuzluk ve hoşnutsuzluk birçok kez ve şiddetle ortaya çıktığı halde, ve bizim çabalarımıza karşın, bugünkü savaş bir devrimle sonuçlanmadığı takdirde, insanlığın -en kötü olasılıkla- ikinci bir emperyalist savaşa sürüklenmesi olasılığını görmezlikten gelmek istemiyoruz. Oportünizme karşı olmayı da içine alan bir reform programından yanayız. Reformlar için savaşımı onların tekeline bırakır da acı gerçeklerden kaçar ve bir tür “silahsızlanma” fikriyle bulutların üzerinde kendimize sığınak ararsak, oportünistleri sevindirmiş oluruz. “Silahsızlanma”, yalnızca, cansıkıcı gerçekten kaçmak ve buna karşı savaşım vermemek demektir.
Böyle bir programda şuna benzer bir şey söyleyebiliriz: “1914-1916'da, emperyalist savaşta, anayurdun savunulması sloganı ve bu sloganın benimsenmesi, yalnızca bir burjuva yalanının yardımıyla işçi sınıfı hareketini kokuşturmak demektir.” Somut bir soruya böylesine somut bir yanıt, teorik bakımdan daha doğru, proletaryaya daha yararlı, ve oportünistler için ise silahsızlanma isteğinden ve “anayurdun savunulması”nın yadsınmasından daha dayanılmaz [sayfa 68] bir şeydir. Ve sözlerimize şunu da eklemeliyiz: “Büyük devletlerin -İngiltere'nin, Fransa 'nın, Almanya 'nın, Avusturya'nın, Rusya'nın, İtalya'nın, Japonya'nın, Amerika'nın- burjuvazisi, öylesine gerici olmuş ve dünyaya egemen olma hırsına kendilerini öylesine kaptırmışlardır ki, bu ülkelerin burjuvazisinin yürüteceği her savaş, ancak gerici bir savaş olabilir. Proletarya böyle bir savaşa karşı çıkmakla yetinmemeli, bu savaşlarda 'kendi' hükümetinin yenilmesini istemeli ve eğer bir ayaklanma savaşa engel olabilecekse, devrimci ayaklanmalar için savaştan yararIanılmalıdır.”
Milis sorununda ise şunu söylememiz gerekirdi: Biz, bir burjuva milis kuruluşundan yana değiliz; proleter bir miIis kuruluşundan yanayız. Bunun için, bir burjuva milis kuruluşuna bile “ne tek kuruş yeririz, ne de tek bir kişi”; çünkü, Amerika, İsviçre, Norveç vb. gibi ülkeler bir yana, en özgür cumhuriyetçi ülkelerde (örneğin İsviçre) bile, milis kuruluşu, özellikle 1907 ve 1911'de gitgide daha fazla prusyalılaştırılmakta ve grevcilere karşı harekete getirilmek suretiyle kötüye kullanılmaktadır. Subayların halk tarafından seçilmelerini, askeri yasaların kaldırılmasını, yabancı doğumluların yerIilerle aynı haklara sahip olmalarını (bu nokta İsviçre gibi yabancı işçileri gitgide daha fazIa sömürdüğü halde, bunlara herhangi bir hak tanımayı reddeden emperyalist devletler içın özellikle önemlidir) isteyebiliriz. Ayrıca belli bir ülkenin sakinlerinden, diyelim, her yüz kişisine gönüllü birlikler kurma ve bu birliklere ücretleri devletçe ödenecek subayları serbestçe seçme hakkının verilmesini de isteyebiliriz. Ancak bu koşullarda proIetarya, köle sahipleri için değil, kendileri için askeri eğitim görmüş olur ve böyle bir eğitim, proletaryanın çıkarları gereğidir de. Rus devrimi, devrimin her başarısının; bir kentin, bir fabrika kasabasının, ordunun bir bölümünün ele geçirilmesi gibi kısmi bir başarının bile utkun [sayfa 69] proletaryayı böyle bir programı uygulamaya zorladığını göstermiştir.
Son olarak, oportünizm ile yalnızca programlar yaparak savaşmaya olanak bulunmadığı da ortada; bu, programların gerçekten uygulanıp uygulanmadığını anlamak için sürekli bir çaba ve uyanıklık ile yürütülen bir savaşımı gerektirir. İflas etmiş olan İkinci Enternasyonalin işlediği en büyük ve ağır yanılgı, sözleri ile yaptıkları şeylerin birbirine uymaması, ikiyüzlülüğü ve utanmazca bir devrim lafebeliğini alışkanlık haline getirmesidir (Kautsky ile şürekasının Basel Bildirisine karşı şimdiki tutumlarına bakınız). Silahsızlanma toplumsal bir fikirdir, yani belli bir toplumsal çevreden çıkan ve belli bir toplumsal çevreyi etkileyebilen bir fikir -bu fikir kuşkusuz bir bireyin fantezisi değildir-, uzun bir süre dünyanın kanlı savaş alanından uzak kalan ve ilerde de uzak kalacağını sanan bazı küçük devletlerde hüküm süren pek “sakin” yaşam koşulIarının bir ürünüdür. Bundan emin olmak için, örneğin Norveçli silahsızlanma savunucularının ileri sürdükleri iddialar üzerinde düşünmek yeter. “Biz küçük bir ülkeyiz.” diyor bunlar. “Ordurmız küçük, büyük devletlere karşı elimizden ne gelir?” (ve bu yüzden, şu ya da bu büyük devIetler grubu ile emperyalist ittifaklara girmeye karşı direnme gücünü kendilerinde bulamıyorlar). ..”Uzak köşemizde rahat bırakılmak, dünyadan habersiz politikamızı yürütmeye devam etmek, silahsızlanmayı, zorunlu uzlaştırma mahkemelerini ve sürekli yansızlığımızı korumayı istiyoruz.” (“Sürekli yansızlık” herhalde Belçika usulü bir yansızIık olacaktır. )
Küçük devletlerin bir kenarda durmak için küçük çabaları; küçük-burjuvazinin, dünya tarihinin büyük savaşlarından mümkün olduğu kadar uzak durma isteği; dargörüşlü bir pasifliği sürdürmek için nispi tekelci durumdan yararlanmak - işte bütün bunlar, bazı küçük devletlerde [sayfa 70] silahsızlanma fikrine belli bir ölçüde başarı ve geçerlik sağlayabilen nesnel toplumsal ortamdır. Kuşku yok ki, bu çaba gericidir ve tamamen hayal ürünüdür; çünkü emperyalizm, şu ya da bu yoldan küçük devletleri dünya ekonomisinin ve politikasının hareket merkezine doğru çekmektedir.
Örneğin İsviçre'de, emperyalist çevre, işçi sınıfı hareketini iki yoldan birini izleme durumunda bırakmaktadır. Burjuvazi ile ittifak halindeki oportünistler, emperyalist burjuva turistlerinden kar sağlamak ve bu “sakin” tekelci durumu mümkün olduğu kadar kârlı ve sakin tutmak için İsviçre'yi bir cumhuriyetçi-demokrat tekelci federasyon haline getirmeye çabalamaktadır.
İsviçre'nin gerçek sosyal-demokratları ise, zafere ulaşmada Avrupa'daki işçi partilerinin devrimci unsurlarının sıkı ittifakına yardımcı olmak amacıyla, İsviçre'deki nispi özgürlükten yararlanma çabasındadırlar. Tanrıya şükür, İsviçre'nin “kendine özgü ayrı bir dili yok” ; İsviçreliler komşu hasım ülkelerin konuştukları üç yaygın dili konuşuyorlar.
Eğer İsviçreli yirmibin parti üyesi, “ek savaş vergisi” türünden, haftada iki santimlik bir savaş ödentisi ödeseler, bu, yılda yirmibin frank gibi bir para eder ve bu miktar bizim üç dilde belli aralıklarla yayın yapmamıza ve bunları Kuvvet Karargahlarının yasaklarına karşın, savaşan ülkelerin işçileri ve askerleri arasında dağıtmamıza yeter. Bu yayınlar, işçiler arasında başgösteren ayaklanmalar konusunda gerçek bilgileri, siperlerde kurulan dostlukları, ellerindeki silahları “kendi” ülkelerinin emperyalist burjuvalarına karşı, devrimci bir amaçla kullanma umutlarını vb. içerebilir.
Bütün bunlar yeni bir şey değil. Ne yazık ki yeterli ölçüde olmamakla birlikte La Sentinelle, Volksrecht ve Berner Tagwacht[39] gibi en iyi gazeteler zaten bunu yapmaktalar. [sayfa 71] Ancak bu gibi çalışmalarla Aarau Parti Kongresinin[40] kusursuz kararları, yalnızca kusursuz karar olmaktan öteye bir şeyler olabilir.
Bizi şu anda ilgilendiren sorun şu: silahsızlanma isteği, İsviçre sosyal-demokratları arasındaki devrimci eğilimlere tekabül ediyor mu? Belli ki etmiyor. Nesnel olarak. “silahsızlanma” küçük devletlerin pek ulusal, ancak bu devletlere özgü tamamen ulusal bir programıdır; bu program asla uluslararası devrimci sosyal-demokrasinin uluslararası bir programı değildir. [sayfa 72]


Eylül 1916'da yazıldı
İlk kez Almanya'da
Eylül, Ekim 1917 tarihli Jugend-Internationale
n° 9 va 10'da yaymlandı
İmza: N. Lenin






Dipnotlar

[30] Proletarya Devriminin Askeri Programı. — İskandinavya sol sosyal-demokrat basında yayınlanmak üzere Eylül 1916'da Almanca olarak yazılmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında sol sosyal-demokratlar, parti programındaki "silahlı ulus" sözüne karşı çıktılar ve büyük bir yanılmayla "silahsızlanma" sloganını ortaya attılar. Aralık 1916'da Lenin, yazısını gözden geçirerek "Silahsızlanma Sloganı" başlığı altında Sbornik Sotsial-Demokrata, n°2'de yayınlattı. Rusya'ya hareketinden hemen önce, Nisan 1917'de Lenin, orjinal Almanca metni Jugend-International ("Enternasyonal Gençlik") yazıkuruluna verdi. Makale, bu dergide n°9 ve 10'da (1917) yayınlandı.
[31] İsviçre Sosyal-Demokrat Partisinin savaşa karşı takınacağı tutumu kararlaştırmak üzere, Şubat 1917'de yapılacak olağanüstü kongre için, 1916 yazında parti liderlerinden Robert Grimm'in hazırladığı Savaş Sorunu Üzerine Tezler'e değiniliyor.
[32] Neues Leben ("Yeni Hayat"). — Ocak 1915 ile Aralık 1917 arasında, İsviçre Sosyal-Demokrat Partisinin Bern'de yayınladığı aylık dergi. Bu dergi, Zimmerwald Sağının görüşlerini temsil ediyordu. 1917 başında da sosyal-şoven bir tutum almıştır.
[33] Junius, Rosa Luxemburg'un (1917-1919) takma adı.
[34] Bkz. Karl Marx and Friedrich Engels, Selected Correspondence, FLPH, Moscow, s. 423.
[35] G. A. A. de Galliffet (1830-1909). Paris Komününü insafsızca bastıran Fransız generali.
[36] Burada, Zimmerwald ve Kienthal'de yapılan uluslararası sosyalist konferanslara değiniliyor.
Uluslararası Sosyalistlerin İkinci Kongresi, 24-30 Nisan 1916'da Bern yakınlarında Kienthal köyünde yapıldı. Bu konferansta, Zemmerwald Konferansına göre, sol-kanat daha kuvvetliydi. Lenin'in çabalarıyla konferans, uluslararası Sosyalist Büronun sosyal pasifizmini ve oportünist faaliyetlerini eleştiren bir kararı kabul etti. Kienthal'de kabul edilen bildiri ve karar, uluslararası savaş aleyhtarı harekette ileri atılmış bir adım oldu.
Zimmerwald ve Kienthal Konferansları enternasyonalci unsurların biraraya gelmelerini sağladıysa da, bu grup, tutarlı bir enternasyonal tutumu ve bolşevik politikasını, emperyalist savaşı iç savaş haline getirme, savaşta kendi emperyalist hükümetini yenme ve Üçüncü Enternasyonali örgütleme gibi temel ilkelerine sahip çıkmadı.
[37] Savaş Sanayi Komiteleri. — 1915'de emperyalist büyük burjuvazinin Rusya'da kurduğu komitelerdir. İşçileri kendi etkileri altına almak ve aralarında şovence duyguları geliştirmek için burjuvazi bu komitelerde "işçi gruplarını" örgütlemeye karar verdi. İşçi yığınlarının savaş sanayiinde verimliliği artırmaları için işçi temsilcilerinin bu komitelere katılmaları burjuvazinin çıkarınaydı. Menşevikler, burjuvazinin bu yalancı yurtseverlik gösteresinde etkin bir rol oynadılar. Bolşevikler, savaş sanayi komitelerini boykotu savundular ve işçilerin büyük çoğunluğunun desteğiyle bu boykot hareketinde başarılı oldular.
[38] Sosyal-Demokrat İşçi Grubu (Arbeitsgemeinschaft). — Sosyal-Demokrat Reichstag grubundan ayrılan Reichstag üyelirinin Mart 1916'da kurdukları Alman merkezcilerinin örgütü. Bu grup, 1917'de kurulan merkezi Alman Bağımsız Sosyal-Demokrat Partisinin belkemiğini oluşturmuştur. Yeni parti sosyal-şovenleri haklı çıkartmaya çalışmış ve bunlarla işbirliğini savunmuştur.
[39] La Sentinelle. — 1884'de Fransız İsviçresinde, La Chauxde-Fonda'da yayınlanan İsviçre Sosyal-Demokrat örgütü organı. 1914-18 savaşı başlarında enternasyonalist bir politika izledi ve 13 Kasım 1914 tarihli sayısında (n° 265), RSDİP Merkez Komitesi Bildirisinin kısaltılmış bir şeklini "Savaş ve Rus Sosyal-Demokrasisi" başlığı ile yayınladı.
Volksrecht ("Halkın Hakkı"). — 1898'de Zürih'te kurulan İsviçre Sosyal-Demokrat Partisi ve Zürih Kantonu Sosyal-Demokrat örgütü organı günlük bir gazete. 1914-18 savaşında sol zimmerdwaldcilerin ve Lenin'in yazılarını yayınladı. Lenin'in önemli makaleleri arasında şunlar vardı: "H. Greulich'in Anayurdun Savunulmasını Savunması Üzerine Oniki Kısa Tez", "Rus Devriminde RSDİP'in Görevleri", "Cumhuriyetçi Şovenlerin Oyunları". Bugün Volksrecht anti-komünist ve anti-demokrat bir tutum içindedir.
Berner Tagwacht. — 1893'de Bern'de kurulan İsviçre Sosyal-Demokrat Partisi organı. Birinci Dünya Savaşının ilk günlerinde, Karl Liebknecht, Franz Mehring ve başka sol sosyalistlerin yazılarını yayınladı. 19117'de sosyal-şovenleri desteklemeye başladı. Bugün Berner Tagwacht, anti-komünist ve anti-demokrat bir tutum içindedir.
[40] Burada, İsviçre Sosyal-Demokrat Parsitisin 20-21 Kasım 1915'de Aarau'da yaptığı kongreye değiniliyor. Gündemdeki başlıca madde, enternasyonalist Zimmerwald Birliğine karşı takınacağı tutumdu. Bu konuda partideki üç gelişim arasılda bir anlaşmazlık vardı: 1) Anti-Zimmerwaldciler (Greulich, Pflüger ve diğerleri); 2) Zimmerwald sağını destekleyenler (Grimm ve diğerleri), 3) Zimmerwald solunu destekleyenler (Platten ve diğerleri).
Robert Grimm bir önerge vererek İsviçre Sosyal-Demokrat Partisinin Zimmerwald Birliği ile berleşmesini ve Zimmerwald sağının politikasının desteklenmesini önerdi. Partinin sol kanadı da bir önerge vererek Grimm'in önergesinin değiştirilmesini, savaşa karşı devrimci bir savaşım verilmesini ve ancak utkun bir proletarya devriminin emperyalist savaşı sona erdirebileceğini ilan edilmesini istediler. Kongre, sol kanattan gelen bu değişiklik önergesini çoğunlukla kabul etti.
[*] Lenin'in Collected Works, Vol. 23'de "donatmak" yerine "silahlandırmak" ["arming"] yer almaktadır. Cümlenin ingilizcesi şöyledir: "Our slogan must be: arming of the proletariat to defeat, expropriate and disarm the bourgeoisie." - Eriş Yayınları'nın Notu.



Emperyalizm ve Sosyalizmdeki Bölünme


EMPERYALİZM ile Avrupa'daki işçi hareketi üzerinde oportünizmin (sosyal-şovenizm biçiminde) kazandığı korkunç ve tiksindirici zafer arasında herhangi bir bağıntı var mıdır?
Modern sosyalizmin temel sorunudur bu. Ve Parti yazınımızda önce içinde başladığımız dönemin ve bugünkü savaşın emperyalist niteliğini ve ikinci olarak da sosyal-şovenizm ile oportünizm arasındaki birbirinden ayrılmaz tarihsel bağıntıyı olduğu kadar, bunların siyasal ideolojilerinin yapısal benzerliğini eksiksiz olarak koyduktan sonra, bu temel sorunun tahliline geçebiliriz ve geçmeliyiz de.
Emperyalizmin olabildiğince açık ve tam bir tanımıyla başlamalıyız. Emperyalizm, kapitalizmin özgün bir tarihsel aşamasıdır. Bunun özgün niteliğinin üç yönü vardır: emperyalizm, (1) tekelci kapitalizmdir; (2) asalak, ya da çürüyen kapitalizmdir; (3) cançekişen kapitalizmdir. Serbest rekabetin tekel tarafından ayağının kaydırılması, emperyalizmin temel ekonomik özelliği, özüdür. Tekel kendini başlıca beş biçim altında ortaya koyar: (1) Karteller, sendikalar ve tröstler —üretimin yoğunlaşması, kapitalistlerin bu tekelci birliklerinin doğmasına yolaçacak bir düzeye ulaşmıştır; (2) büyük bankaların tekelci konumu— üç, dört ya da beş dev banka, Amerika, Fransa, Almanya'nın tüm ekonomik yaşamını denetim altına almaktadır; (3) hammadde kaynaklarının tröstler ve mali oligarşi tarafından ele geçirilmesi (mali sermaye, banka sermayesi ile tekelci sanayi sermayesinin kaynaşmasıdır); (4) dünyanın uluslararası karteller tarafından (ekonomik) bölüşümü başlamıştır. Daha bugünden, bütün dünya pazarına komuta eden ve bu pazarı kendi aralarında —savaş onu yeniden paylaştırıncaya kadar— "dostça" paylaşan böyle yüzden fazla uluslararası kartel vardır. Tekelci olmayan kapitalizm ortamındaki meta ihracından farklı olarak sermaye ihracı, oldukça ilginç bir olaydır ve dünyanın ekonomik ve toprağa değgin siyasal bölüşümüne yakından bağlıdır; (5) dünyanın toprak bölüşümü (sömürgeler) tamamlanmıştır.
Kapitalizmin Amerika'da ve Avrupa'da, ve daha sonra da Asya'da en yüksek aşaması olarak emperyalizm, son biçimini 1898-1914 döneminde almıştır. İspanyol-Amerikan Savaşı (1898), İngiliz-Boer Savaşı (1899-1902), Rus-Japon Savaşı (1904-05) ve 1900'deki Avrupa ekonomik bunalımı, dünya tarihinin yeni dönemindeki belibaşlı tarihsel kilometre taşlarıdır.
Emperyalizmin asalak ya da çürüyen kapitalizm olması olgusu, her şeyden önce üretim araçlarının özel mülkiyeti sistemi altındaki her tekelin özelliği olan çürüme eğilimi içinde kendini gösterir. Demokratik cumhuriyetçi emperyalist burjuvazi ile gerici, monarşist emperyalist burjuvazi arasındaki farklılık, tam da her ikisinin de (sanayiin tek tek kollarında, tek tek ülkelerde ve ayrı ayrı dönemlerde kapitalizmin olağanüstü hızlılıktaki gelişimini hiç bir biçimde dışlamayan) yaşıyorken çürümelerinden ötürü, ortadan kalkmıştır. İkincisi, kapitalizmin çürümesi, son derece büyük bir rantiyeler, "kupon keserek" yaşayan kapitalistler tabakasının doğmasında kendini gösterir. Başta gelen dört emperyalist ülkeden —İngiltere, ABD, Fransa ve Almanya— herbirinin tahvil sermayesi, her ülkeye en azından beş ile sekiz bin milyon, bir yıllık gelir getiren 100.000 ya da 150.000 milyon franka ulaşmıştır. Üçüncüsü, sermaye ihracı doruğuna ulaşmış asalaklıktır. Dördüncüsü, "mali sermaye egemenlik uğrunda çaba gösterir, özgürlük uğrunda değil". Siyasal gericilik her zaman emperyalizmin kendine has bir özelliğidir. Çürümüşlük, çok büyük boyutlarda rüşvet ve her türden sahtekârlık. Beşincisi, bir avuç "Büyük" Güç tarafından ezilen ulusların sömürüsü —ki bu, ilhaklarla ayrılmaz bir biçimde bağıntılıdır— ve özellikle sömürgelerin sömürülmesi, "uygar" dünyayı uygarlaşmamış ulusların yüzlerce milyonluk gövdesi üzerinde giderek artan bir biçimde bir asalağa dönüştürür. Roma proletaryası, toplumun sırtından yaşıyordu. Modern toplum, modern proletaryanın sırtından yaşıyor. Marx, Sismondi'nin bu derin gözlemini özellikle vurgulamıştır.[1] Emperyalizm durumu bir ölçüde değiştirmektedir. Proletaryanın ayrıcalıklı bir katmanı emperyalist ülkelerde, kısmen uygarlaşmamış uluslardaki yüz milyonların sırtından yaşamaktadır.
Emperyalizmin niçin cançekişen kapitalizm, sosyalizme geçiş halindeki kapitalizm olduğu besbellidir: kapitalizmden doğan tekel, zaten ölmekte olan kapitalizmdir, sosyalizme geçişin başlangıcıdır. Emperyalizm tarafından emeğin çok geniş boyutlarla toplumsallaştırılması (savunucuların —burjuva iktisatçılarının— "birbirine kilitlenme" dedikleri şey) aynı sonucu doğurmaktadır.
Emperyalizmin bu tanımını geliştirince, emperyalizmi "kapitalizmin bir evresi" olarak görmeyen ve mali sermayenin "yeğlediği" bir politika, "sanayi" ülkelerinin "tarım" ülkelerini kendine katma eğilimi olarak gören K. Kautsky[2] ile tam bir çelişkiye düşeriz. Kautsky'nin tanımı, teorik açıdan baştanbaşa yanlıştır. Emperyalizmi belirleyen şey, sanayi sermayesinin yönetimi değil, mali sermayenin yönetimidir, özel olarak tarım ülkelerini değil, her türden ülkeyi kendine katma çabasıdır. Kautsky, emperyalist politikayı, emperyalist ekonomiden ayırıyor, "silahsızlanma", "ultra-emperyalizm" ve benzeri zırvalar türünden kaba burjuva reformculuğuna yolaçmak için, politikadaki tekeli, ekonomideki tekelden ayırıyor. Bu teorik yanlışlığın amacı ve anlamı, emperyalizmin en derin çelişkilerini bulandırmak ve böylece emperyalizmin savunucularıyla, düpedüz sosyal-şovenistler ve oportünistler ile "birlik" teorisini haklı çıkarmaktır.
Kautsky'nin bu konuda marksizmden uzaklaşması üzerin de Sotsial-Demokrat ve Kommünist'te yeterince durduk. Bizim Rus kautskicilerimiz, Akselrod ve Spectator'un başını çektiği, hatta Martov'un ve büyük bir oranda Trotski'nin de dahil olduğu Örgütlenme Komitesi (ÖK) yandaşları, bir eğilim olarak kautskicilik sorununda tam bir suskunluğun sürmesini yeğliyorlar. Bunlar sırf Kautsky'yi yüceltme ile (Örgütleme Komitesinin Rusça yayınlamayı vaadettiği Almanca kitapçığında Akselrod bunu yapmaktadır) ya da Kautsky'nin muhalefete dahil olduğunu söylediği ve şovence beyanlarını düzenbazlıkla örtbas etmeye çalıştığı özel mektuplarından aktarmalar yapmakla (Spectator) yetinerek Kautsky'nin savaş sırasında yazmış olduğu yazıları savunmaya cesaret edemiyorlardı.
Kautsky'nin —emperyalizmi süsleyip güzelleştirmek demek olan— emperyalizm "anlayışının", yalnızca Hilferding'in Finance Capital'i ile karşılaştırıldığında değil (Hilferding, Kautsky'yi ve sosyal-şovenistlerle "birliği", şimdi ne kadar büyük bir gayretle savunursa savunsun, farketmez!), sosyal-liberal J. A. Hobson'la da karşılaştırıldığında geriye doğru bir gidiş olduğu belirtilmelidir. Marksist olduğu konusunda hiç bir iddiada bulunmayan bu İngiliz iktisatçısı, 1902'de yayınlanan bir kitapta çok daha derinliğine emperyalizmi açıklıyor ve çelişkilerini ortaya koyuyor.[3] Emperyalizmin asalak niteliğine ilişkin oldukça önemli bir konuda Hobson'un (ki kitabında Kautsky'nin pasifist ve "uzlaşmacı" yavanlıklarının hemen hemen tümü bulunabilir) söyledikleri şöyledir:
İki koşullar grubu, Hobson'a göre, eski imparatorlukların gücünü zayıflatmıştır: 1) "iktisadi asalaklık" ve 2) bağımlı halklardan ordu kurulması. "Önce yönetici devletin, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek ve alt sınıflarını ses çıkarmamaya razı etmek için eyaletlerinden, sömürgelerinden ve kendine bağlı ülkelerden yararlandığı ekonomik asalaklık alışkanlığı vardır." İkinci koşula ilişkin olarak Hobson şöyle yazıyor:
"Emperyalizm körlüğünün [emperyalist "körlüğü" konusundaki bir türkü, sosyal-liberal Hobson'da "marksist" Kautsky'dekinden daha uygun düşüyor] en garip belirtilerinden biri, Büyük Britanya'nın, Fransa ve öteki büyük ulusların bu tehlikeli bağımlılığa girerken gösterdikleri kayıtsız vurdumduymazlıktır. Büyük Britanya bunda en ileri gidendir. Hindistan'ı İmparatorluğumuza kazanırken verdiğimiz mücadelenin çoğunu yerliler vermiştir; Hindistan'da, çok yakın zamanda da Mısır'da, İngiliz kumandanlarının kumandasında büyük sürekli ordular kurulmuştur; Afrika'daki dominyonlarımızla ilgili hemen bütün savaşlar, güney bölgesindekiler dışında, bizim adımıza yerli halk tarafından verilmiştir."
Çin'in parçalanması olasılığı, Hobson'un, şu ekonomik değerlendirmesine yolaçmıştır: "İngiltere'nin Güneyinde, Riviera'da ve İtalya'nın ve İsviçre'nin turist çeken ya da oturma bölgelerinde, Uzak Doğudan kârlar ve aylıklar sağlayan zengin aristokratların küçük kümeleri, oldukça geniş profesyonel iş takipçileri ve tacirler, geniş bir özel hizmetçiler ve ulaşımda ve çabuk bozulabilir malların üretiminin son evresinde çalışan işçiler biçiminde, daha şimdiden sergilenen bir görünüm ve özellik, o zaman Batı Avrupa'nın büyük bölümünde de ortaya çıkabilecektir; canalıcı bellibaşlı bütün sanayi yokolacaktır ve ana gıda maddeleri ve yarı mamul mallar Asya ve Afrika'dan haraç olarak içeriye akacaktır. ... Batı ülkelerinin daha geniş bir ittifakının, dünya uygarlığını ilerletmek şöyle dursun Batı asalaklığı biçiminde büyük bir tehlikeyi getirebilecek olan büyük güçlerin bir Avrupa federasyonunun, üst sınıfları, Asya ve Afrika'dan geniş haraçlar alan ve bununla artık tarımın ve manifaktürün hammadde sanayileri ile uğraşmayan, mali aristokrasinin denetimi altında kişisel ya da küçük sanayi hizmetlerinin yerine getirilmesi ile uğraşan, büyük bir uysallaşmış iş takipçisi yığınını destekleyen bir ileri sanayi ülkeler grubunun Büyük Güçlerinin doğmasının olabilirliğini önceden görmüştük. Bırakalım, böyle bir teorinin [olasılığın demesi gerekirdi] üzerinde durmaya gerek görmeyerek onu reddedenler, daha şimdiden bu duruma gelmiş olan Güney İngiltere'deki bölgelerin bugünkü ekonomik ve toplumsal koşullarını incelesinler ve aynı mali grupların, yatırımcıların [rantiyeler] ve siyasal ve ticari resmi memurların, eşi görülmedik bir biçimde çok büyük potansiyel kâr birikimini Avrupa'da tüketmek üzere çekip alarak Çin'i tahakküm altına almaları yoluyla olanaklı duruma getirebilecek olan böyle bir sistemin çok geniş boyutları üzerinde düşünsünler. Durum çok daha karmaşık, dünya güçlerinin oynadıkları rol geleceğin şu ya da bu herhangi bir yorumunu pek olası kılmayacak kadar çok hesap dışıdır, ama bugün Batı Avrupa emperyalizmini yöneten etkiler bu yönde ilerliyor ve direnilmediğinde ya da yönü değiştirilmediğinde, böyle bir sona doğru yönelmiş bulunmaktadır."
Hobson, bu sosyal liberal, bu "direnişin" yalnızca devrimci proletarya tarafından ve yalnızca toplumsal bir devrim biçiminde sağlanabileceğini göremiyor. Ama o bir sosyal liberaldir zaten! Bununla birlikte, 1902'de bile "Birleşik Avrupa Devletleri" (kautskici Trotski'nin hesabına söylenmiş olsun bu) ve bugün çeşitli ülkelerin ikiyüzlü kautskicileri tarafından üzeri örtülen her şeyi, yani oportünistlerin (sosyal-şovenlerin), tam da, Asya ve Afrika'nın sırtından, emperyalist bir Avrupa yaratma yolunda, emperyalist burjuva ile elele vererek çalıştıklarının anlam ve önemini, ve nesnel olarak oportünistleri, küçük-burjuvazinin ve emperyalist aşırı kârlardan sus payı verilen ve kapitalizmin bekçi-köpekleri ve işçi hareketinin bozucuları haline getirilen işçi sınıfının belli tabakaları olduklarını, çok mükemmel bir biçimde kavramıştı.
Hem makalelerde, hem de partimizin kararlarında işçi hareketi içerisinde (uzun zamandır?) başarı kazanmış bulunan emperyalist burjuvazi ile oportünizm arasındaki bu çok derin ilişkiyi, bu ekonomik ilişkiyi tekrar tekrar göstermiş bulunuyoruz. Ve bundan yeri gelmişken söyleyelim ki, sosyal-şovenistlerle bir bölünmenin kaçınılmaz hale geldiği sonucunu çıkardık. Bizim kaustkiciler, sorundan kaçamak yapmayı yeğlediler! Örneğin Martov, konuşmalarında Yurtdışındaki Sekreterlik Örgütleme Komitesinin Bülteni'nde (n° 4, 10 Nisan 1916) aşağıdaki gibi açıkladığı bir safsatayı ortaya attı:
"... Devrimci sosyal-demokrasinin davası, eğer zihinsel gelişme yönünden 'aydınlara' en yakın bir biçimde yaklaşan ve en yüksek yeteneklerindeki işçi grupları, tehlikeli bir biçimde ondan uzaklaşarak oportünizme doğru yönelirse, çok kötü, gerçekten umutsuz bir duruma girecektir..."
"Tehlikeli bir biçimde" gibi ahmakça sözlerle ve belli bir elçabukluğu ile işçilerin belli gruplarının zaten oportünizme ve emperyalist burjuvaziye doğru sürüklenmekte oldukları olgusunu geçiştiriyor! ÖK'nin safsatacılarının kaçmak istedikleri olgu da işte budur! Bunlar, kautskici Hilferding ve başka birçoklarının şimdi böbürlenerek sundukları "resmi iyimserlikle" yetinmektedirler, nesnel koşullar, proletaryanın birliğini ve devrimci eğilimin zaferini güvence altına almıştır! Biz, gerçekten de, proletarya açısından "iyimseriz"!
Ama gerçekte bütün bu kautskiciler —Hilferding ÖK yandaşları, Martov ve ortakları— oportünizm açısından... iyimserdirler. Asıl sorun da bu!
Proletarya kapitalizmin çocuğu —yalnızca Avrupa kapitalizminin, ya da emperyalist kapitalizmin değil, dünya kapitalizminin çocuğudur. Dünya ölçüsünde, elli yıl daha önce, ya da elli yıl daha sonra dünya çapında ölçüye vurulduğunda bu pek önemsiz kalır— "proletarya" hiç kuşkusuz birleşmiş "olacaktır" ve devrimci sosyal-demokrasi "kaçınılmaz olarak" zafer kazanacaktır. Ama sorun bu değil, kautskici baylar. Bugünkü durumda sorun şu ki, Avrupa'nın emperyalist ülkelerinde siz, bir sınıf olarak proletaryaya yabancı olan, burjuvazinin hizmetçileri, ajanları ve onun etkisinin araçları olan oportünistleri okşuyorsunuz, ve işçi hareketi yakasını onlardan kurtarmadıkça bir burjuva işçi hareketi olarak kalacaktır. Oportünistlerle, Legien'ler ve David'lerle, Plehanov'larla, Çenkeli'lilerle, Potresov'larla vb. "birliği" savunarak siz, nesnel olarak, emperyalist burjuvazinin işçi hareketi içerisindeki en iyi ajanlarının yardımlarıyla işçilerin köleleşmesini savunuyorsunuz. Devrimci sosyal-demokrasinin dünya ölçüsündeki zaferi kesenkes kaçınılmazdır, ancak size karşı hareket etmektedir ve edecektir, gelişmektedir ve gelişecektir, bu sizin üzerinizde bir zafer olacaktır.
1914-16'da bütün dünyada yolları açık-seçik bir biçimde ayrılmış bulunan bugünkü işçi hareketindeki bu iki eğilim, hatta iki parti de denebilir, Engels ve Marx tarafından İngiltere'de kabaca 1858'den 1892'ye kadarki on yıllar içerisinde izlenmiştir.
Ne Marx, ne de Engels, 1898-1900'den önce başIamamış bulunan dünya kapitalizminin, emperyalist dönemini görecek kadar yaşamışlardır. Ama 19. yüzyılın ortalarında bile, emperyalizmin en azından bellibaşlı iki ayırdedici özelliğini ortaya koymuş bulunması, İngiltere'nin kendine has bir özelliği olmuştur: 1) geniş sömürgeler ve 2) (dünya piyasasında tekelci konumu yüzünden) tekel kârı. Her iki açıdan da İngiltere, bu sırada, kapitalist ülkeler arasında bir istisna idi ve Engels ve Marx, bu istisnayı tahlil ederek, oldukça açık ve belirgin bir biçimde, oportünizmin İngiliz işçi hareketi içerisindeki (geçici) zaferi ile bağıntısını göstemişlerdi.
7 Ekim 1858 tarihini taşıyan mektubunda Engels, Marx'a şöyle yazıyordu: "... İngiliz proletaryası giderek daha çok fiilen burjuvalaşıyor, öyle ki, bütün ulusların bu en burjuva, anlaşılan, sonunda burjuvazinin yanında bir burjuva aristokrasisine ve bir burjuva proletaryasına sahip olmayı amaçlıyor. Bütün dünyayı sömüren bir ulus için kuşkusuz bu bir ölçüye kadar haklı görülebilir." 21 Eylül 1872 tarihini taşıyan mektubunda da Engels, Sorge'a Enternasyonalin Federal Konseyinde Hales'in kavga çıkardığını ve Marx'ın "İngiliz işçi liderlerinin kendilerini sattıkları" yolundaki sözlerinin kınanmasını sağladığını bildiriyor. 4 Ağustos 1874'de, Marx, Sorge'a şöyle yazıyordu: "burdaki [İngiltere'deki] kent işçileri yönünden liderler takımının tümünün parlamentoya girmemiş olmaları talihsizlik oldu. Bu, bütün takımdan kurtulmanın en güvenli yolu olacaktı." Marx'a yazdığı, 11 Ağustos 1881 tarihli bir mektubunda Engels, "burjuvaziye satılmış, en azından burjuvazi tarafından parayla beslenen kimselerin yönetimine kendini bırakmış şu çok berbat İngiliz sendikalarından" sözetmektedir. 12 Eylül 1882 tarihini taşıyan bir mektubunda da Engels, Kautsky'ye şöyle yazmıştı: "Sömürge politikası konusunda İngiliz işçilerinin ne düşündüklerini bana soruyorsun. Genel olarak politika konusunda düşündüklerinin tıpkısını. Burda işçilerin partisi yoktur, yalnızca muhafazakarlar ve liberal-radikaller var ve işçiler de dünya piyasasındaki ve sömürgelerdeki İngiliz tekelinin ziyafetinden keyifle pay alıyorlar."
7 Aralık 1889'da Engels, Sorge'a şöyle yazıyordu: "Burda [İngiltere'de] en iğrenç şey, işçilerin iliklerine dek işlemiş olan burjuva 'saygınlığıdır'. ... Hepsinden daha iyi olarak kabul ettiğim Tom Mann bile, Lord Mayor ile öğle yemeği yiyeceğini belirtmekten hoşlanıyor. Eğer bu Fransızla karşılaştırılacak olursa, sonunda devrimin ne işe yarayacağı anlaşılmış olur." 19 Nisan 1890 tarihli mektubunda da, "Ama suyun altında [İngiltere'deki işçi sınıfı] hareketi devam ediyor, daha geniş kesimleri ve daha çok da bugüne kadar durgun en alt [italikler Engels'in] katmanlar arasındakileri kucaklıyor. Bu yığının birdenbire kendini bulacağı, hareket halindeki bu dev gibi kitlenin kendisi olduğunun farkına varacağı günler pek uzakta değil." 4 Mart 1891'de: "Çökmüş olan Dokcular sendikasının başarısızlığı; 'eski' tutucu işçi sendikaları, zengin ve bunun sonucu olarak da korkakça, meydanda tekbaşına duruyorlar. ..." 14 Eylül 1891: Newcastle İşçi Sendikası Kongresinde, sekiz saatlik işgününün muhalifleri, eski sendikacılar yenildiler "ve burjuva gazeteleri burjuva işçi partisinin yenilgisini kabul ediyorlar." (bütün italikler Engels'indir.) ...
On yıllar boyunca Engels tarafından yinelenen bu düşüncelerin, basında onun tarafından yayın yoluyla da açıklanmış olması, İngiltere'de İşçi Sınıfının Durumu'nun 1892'deki ikinci baskısına yazdığı önsözle de tanıtlanmaktadır. Burda "çalışan halkın büyük kitlesi"nin dışında bir "ayrıcalıklı işçi azınlığın"nın "işçi sınıfı arasındaki aristokrasisinden" söz etmektedir. İşçi sınıfının yalnızca "küçük, ayrıcalıklı, gözetilen bir azınlığı" İngiltere'nin 1848-68'deki ayrıcalıklı konumundan "sürekli olarak yararlandırılıyordu", oysa "bunların büyük bir kesimi olsa olsa geçici bir iyileştirmeyi yaşamışlardı". ... "[İngiltere'nin sınai] tekelinin yıkılmasıyla birlikte, İngiliz işçi sınıfı, bu ayrıcalıklı konumunu yitirecektir. ..." "Yeni" sendikaların, vasıfsız işçilerin sendikalarının üyeleri, "kafalarının, daha iyi durumundaki 'eski sendikacıların' beyinlerini sınırlayan geçmişten miras kalmış 'saygıdeğer' burjuva önyargılarından tamamen uzak, bakir topraklar halinde olması gibi çok büyük bir üstünlüğe sahiptiler". ... İngiltere'de "sözümona işçilerin temsilcileri adı verilen" kimseler "işçi sınıfı üyeleri olmaları affedilmiş olanlardır, çünkü bunların kendileri de işçi olma niteliklerini kendi liberalizmlerinin okyanusuna gömmeye isteklidirler. ..."
Okurun bunları bir bütiin olarak inceleyebilmesi için, Marx ve Engels tarafından doğrudan söylenmiş sözleri, kasıtlı olarak uzun uzun aktardık. Ve bunların incelenmesi gerekir, bunların üzerinde dikkatle düşünmeye değer. Çünkü bunlar, emperyalist dönemin nesnel koşullarının emek hareketine dikte ettirdiği taktiklerin eksenidir.
Burada da Kautsky "sorunu sislendirmeye" ve marksizm yerine oportünistlerle duygusal uzlaşmayı yerleştirmeye çalışmıştır. İngiltere tekelciliğini yıkma aracı olarak Almanya'nın savaşa katılmasını haklı bulan açığa çıkmış ve bön sosyal-emperyalistlere (Lensch gibi adamlara) karşı tartışırken Kautsky, bu açık-seçik yalanı, gene aynı ölçüde açık-seçik bir başka yalanla "düzeltiyor". Alaycı bir yalan yerine tatlı bir yalan kullanıyor! İngiltere'nin sınai tekeli, diyoruz, uzun süre önce kırıldı, uzun süre önce yıkıldı ve geriye yıkacak bir şey kalmadı.
Bu iddia neden yanlıştır?
Birincisi, İngiltere'nin sömürge tekelciliğini görmezlikten gelmesinden ötürü. Oysa Engels, gördüğümüz gibi, bunu daha 1882'de, otuzdört yıl önce açık-seçik bir biçimde göstermiştir! İngiltere'nin sınai tekeli yıkılmış olsa bile, onun sömürge tekeli yalnızca varlığını sürdürmekle kalmıyor, son derece sağlamlaşmış da bulunuyor, çünkü dünya şimdi paylaşılmış bulunmaktadır? Bu tatlı yalan yoluyla Kautsky, "dövüşecek bir şey yok" yolundaki burjuva-pasifist ve oportünist darkafalı düşünceyi elaltından sokuşturuyor. Tersine, değil kapitalistlerin şimdi dövüşecekleri bir şeyin bulunmaması, eğer kapitalizmi korumak istiyorlarsa, dövüşmeden edemezler de, çünkü sömürgelerin zor yoluyla yeniden bölüşümü olmaksızın yeni emperyalist ülkeler, eski (ve daha zayıf) emperyalist güçlerin yararlandıkları ayrıcalıkları ele geçiremezler.
İkincisi, niçin İngiltere'nin tekeli, İngiltere'de oportünizmin (geçici) zaferini açıklıyor? Çünkü tekel, aşırı kâr, yani bütün dünyada normal ve alışılmış olan kapitalist kârlarının üzerinde bir artı kâr demektir. Kapitalistler bu aşırı kârların bir bölümünü (ve pek de öyle az olmayan bir bölümünü!) kendi işçilerine, bu ulusun işçileri ile kapitalistlerinin öteki ülkelere karşı bir tür ittifakını (İngiliz sendikaları ile işverenlerinin Webb'leri tarafından açıklanan o ünlü "ittifakları" anımsayınız) yaratmak için rüşvet olarak ayıra bilirler. İngiltere'nin sınai tekeli 19. yüzyılın sonunda zaten yıkılmış bulunuyordu. Bu, tartışma götürmez. Ama bu yıkım nasıl oldu? Tekelin tümü yokoldu mu?
Eğer böyle olsaydı, Kautsky'nin (oportünistlerle) uzlaşma "teorisi" bir ölçüde doğrulanmış olacaktı. Ama böyle değildir ve asıl sorun da budur. Emperyalizm, tekelci kapitalizmdir. Her kartel, tröst, sendika, her dev banka bir tekeldir. Aşırı kârlar yokolmamıştır; bunlar hâlâ yerinde durmaktadır. Tüm öteki ülkelerin, ayrıcalıklı, mali yönden zengin bir ülke tarafından sömürüsü sürüyor ve bu sömürü daha da yoğun hale gelmiş bulunmaktadır. Bir avuç zengin ülke —eğer bağımsız, gerçekten de dev, "modern" zengin ülkelerden sözedecek olursak, bunlar yalnızca dört tanedir: İngiltere, Fransa, Birleşik Devletler ve Almanya— tekelciliği çok büyük boyutlara ulaştırmışlardır, binlerce olmasa bile, yüzlerce milyonlara ulaşan aşırı kârlar elde etmektedirler, öteki ülkelerdeki yüzlerce ve yüzlerce milyonluk insanların "sırtlarına binmişlerdir" ve özellikle zengin, özellikle yağlı ve özellikle yağma edilmesi kolay yerlerin paylaşılması için kendi aralarında dövüşmektedirler.
Bu, gerçekte, Kautsky'nin derin çelişkilerini sergilemek yerine örtbas etmeye çalıştığı emperyalizmin iktisadi ve siyasal özüdür.
Bir emperyalist "Büyük" Gücün burjuvazisi "kendi" işçilerinin üst tabakasına, yılda yüz milyon ya da daha fazla frank harcayarak, ekonomik rüşvet verebilir, çünkü aşırı kârı büyük bir olasılıkla bin milyona ulaşmaktadır. Ve bu küçük sus payının, işçi bakanlar, "işçi temsilcileri" (Engels'in bu terimi parlak bir biçimde tahlilini anımsayınız), savaş sanayii komitelerinin işçi üyeleri, resmi işçi yetkililer, dar meslek birlikleri üyeleri olan işçiler, büro memurları vb. vb. arasında nasıl bölüşüldüğü ikincil bir sorundur.
1848 ile 1868 arasında ve bir ölçüde daha da sonraları, yalnızca İngiltere, tekelcilikten yararlandı: işte bunun için oportünizm orada onlarca yıl egemenlik sürebildi. Başka hiç bir ülke ne böyle zengin sömürgelere, ne de sanayi tekeline sahipti.
19. yüzyılın son üçte-biri, yeni, emperyalist döneme geçişe tanık oldu. Bir değil, pek az olmasına karşın birkaç Büyük Gücün mali sermayesi tekel durumundadır. (Japonya ve Rusya'da askeri güç tekeli, geniş toprakları, ya da azınlık milliyetlerini, Çin'i vb. soymaktaki özel kolaylıklar, günümüzdeki modern mali sermaye tekelini kısmen bütünlemekte, kısmen de onun yerini almaktadır.) Bu farklılık, İngiltere'nin tekelci konumunun niçin on yıllar boyu rakipsiz kalabildiğini açıklar. Modern mali sermayenin tekeli çılgınca tehdit edilmektedir; emperyalist savaşlar dönemi başlamış bulunmaktadır. O günlerde bir ülkenin işçilerine on yıllar boyu rüşvet vermek ve onları yozlaştırmak olanağı vardı. Şimdi bu, olanak-dışı denmese bile, olası da değildir. Ama öte yandan her emperyalist "Büyük" Güç, "işçi aristokrasisi"nin (1848-68 İngilteresi'ndekinden) daha küçük katmanına rüşvet verebilir ve vermektedir. Eskiden, Engels'in son derece derin ifadesini kullanırsak, bir "burjuva işçi partisi" ancak bir ülkede ortaya çıkabilmişti, çünkü bir tek bu ülke tekelci idi, ama öte yandan da bu ülke uzun bir süre varlığını sürdürebilmişti. Şimdi ise her emperyalist ülkede bir "burjuva işçi partisi" kaçınılmazdır ve tipik bir olaydır, ama yağmanın paylaşılması için umutsuz bir savaşım yürütmekte olmaları karşısında böyle bir partinin birçok ülkede uzun süre varlığını sürdüreceği pek kuşkuludur. Çünkü tröstler, mali-oligarşi, yüksek fiyatlar, vb. üst kattaki bir avuç insana rüşvet vermeyi olanaklı kılarken, proletarya ve yarı proleter kitlesini giderek daha çok baskı altına alıyor, eziyor, yıkıyor ve onlara işkence ediyor.
Bir yandan, burjuvazinin ve oportünistlerin bir avuç çok zengin ve ayrıcalıklı ulusu, insanlığın geri kalanının gövdesinde yaşayan "ölümsüz" asalaklar haline getirmek, zencileri, hintlileri vb. modern militarizmin sağladığı kusursuz nitelikteki yokedici silahların yardımıyla boyunduruk altında tutarak, bunların sömürülmesinin "şerefi üzerinde oturmak" eğilimi vardır. Öte yandan, öncekinden daha çok ezilen ve emperyalist savaşların bütün yükünü taşıyan yığınlarda bu boyunduruğu atmak ve burjuvaziyi alaşağı etmek eğilimi vardır. Bu iki eğilim arasındaki savaşımın içinden emek hareketinin tarihi, şimdi kaçınılmaz olarak gelişecektir. Çünkü birinci eğilim rastlansal değildir; bu, iktisadi olarak "gerçekleşmektedir". Bütün ülkelerde burjuvazi, kendisi için" sosyal-şovenlerin "burjuva işçi partilerini" zaten doğurmuş, büyütmüş ve güvence altına almış bulunuyor. Tümüyle sosyal-emperyalist olan, örneğin İtalya'daki Bissolati'ninkine benzer kesin olarak oluşmuş bir parti ile, diyelim Potresovların, Gvozdyovların, Bulkin'lerin, Çheydze'lerin, Skobelev'lerin ve ortaklarınınki yarı-oluşmuş, yaklaşık partileri arasındaki fark, pek önemli bir fark değildir. Önemli olan şu ki, iktisadi olarak, işçi aristokrasisinin bir katmanının burjuvaziden yana geçmesi erginlik çağına ulaşmış ve gerçekleşmiş bir olgu haline gelmiştir; ve bu iktisadi olgu, sınıf ilişkilerindeki bu yer değiştirme, herhangi bir özel "güçlükle" karşılaşmaksızın, şu ya da bu biçim altında, siyasal biçimini bulacaktır.
Yukarda değinilen iktisadi temel üzerinde, modern kapitalizmin siyasal kurumları —basın, parlamento, birlikler, kongreler vb.— saygıdeğer, uysal, reformcu ve yurtsever memur ve işçiler için, ekonomik ayrıcalıklar, ve sus paylarına uygun düşen siyasal ayrıcalıklar, ve sus payları yaratmıştır. Hükümette ya da savaş sanayi komitelerinde, parlamentoda ve çeşitli komitelerde, legal olarak yayınlanan "saygıdeğer" gazetelerin yazı kadrolarında ya da bundan daha az saygıdeğer olmayan yönetim kurullarında ve "burjuva yasalarına bağlı" sendikalarda kârlı ve tatlı işler — emperyalist burjuvazinin, "burjuva işçe partilerinin" temsilcilerini ve destekleyicilerini çekmek ve ödüllendirmek için kullandığı olta işte budur.
Siyasal demokrasinin makinesi de aynı yönde çalışır. Zamanımızda seçim olmadan bir şey yapılamaz; yığınlar olmadan bir şey yapılamaz. Ve bu basın ve parlamentarizm döneminde, geniş bir biçimde dallanıp budaklanmış, sistemli bir biçimde düzenlenmiş, iyi donatılmış dalkavukluk, yalan, sahtekarlık sistemi olmaksızın, geçer akçe ve yaygın sloganlarla hokkabazlık yapılmaksızın ve —burjuvaziyi alaşağı etmek için devrimci savaşımı reddettikleri sürece— sağda ve soldaki işçilere her türden reformlar ve nimetler vaadedilmeksizin yığınların yandaşlığını kazanmak olanaksızdır. Bu sisteme ben, "burjuva işçi partisinin" klâsik toprağında bu sistemin en önde gelen ve en hünerli temsilcilerinden biri olan İngiliz bakan Lloyd George'un adına ithafen, Lloyd-George'culuk diyeceğim. Birinci sınıf bir burjuva dalaverecisi, kurnaz ve politikacı, istediğiniz çeşitten hatta işçi dinleyicilere dev-v-v-rimci türden nutuklar atan bir halk hatibi ve toplumsal reformlar adı altında (sigorta vb.) uysal işçilere hesaplı bir sus payı elde etme yeteneğinde olan bir adam, Lloyd George, burjuvaziye büyük bir başarıyla hizmet ediyor,[4] ve tam da işçiler arasında ona hizmet ediyor, burjuvazinin etkinliğini, onun en çok gereksinim duyduğu yere ve yığınları törel olarak boyunduruk altına almada en çok güçlükle karşılaştığı yere, tam da proletaryaya taşıyor.
Öyleyse Lloyd George ile Scheidemann'lar, Legien'ler, Henderson'lar ve Hyndman'lar, Plehanov'lar, Renaudel'ler ve ortakları arasında böyle büyük bir fark var mıdır? Sonunculardan bazıları, Marx'ın devrimci sosyalizmine döneceklerdir, diye itiraz edilebilir. Bu olanaklıdır, ama eğer sorun siyasal, yani kitle yönünden ele alınacak olursa, bu pek önemsiz bir farklılıktır. Bugünün sosyal-şoven önderleri arasında bazıları proletaryaya dönebilirler. Ama sosyal-şoven ya da (aynı şey demek olan) oportünist eğilim ne yokolur ne de devrimci proletaryaya "geri döner". Marksizmin işçiler arasında yaygın olduğu her yerde bu siyasal eğilim, bu "burjuva işçi partisi", Marx'ın başına yemin edecektir. Bunlar böyle yapmaktan alıkonamaz, tıpkı ticari bir firmanın herhangi bir etiketi, simgeyi ya da reklamı kullanmaktan alıkonamayacağı gibi. Ezilen sınıflar tarafından sevilen devrimci liderlerin ölümlerinden sonra, düşmanlarının ezilen sınıfları aldatmak üzere adlarına sahip çıkma çabaları, tarihte her zaman görülen bir durumdur.
Gerçek şu ki, siyasal bir olgu olarak "burjuva işçi partileri" bellibaşlı bütün kapitalist ülkelerde kurulmuş bulunuyor ve partilere —ya da gruplara, eğilimlere vb., hepsi de aynıdır— karşı bütün cephelerde kararlı ve duraksamasız bir savaşım vermeksizin emperyalizme karşı savaşım sorunundan, ya da marksizm diye bir sorundan, ya da sosyalist işçi hareketi sorunundan sözedilemez. Rusya'daki Çheydze hizbi, Naşe Dyelo ve Golos Truda ve dışardaki ÖK destekleyicileri böyle bir partinin türlerinden başka bir şey değildir. Bu partilerin toplumsal devrimden önce kaybolacaklarını düşünmek için en küçük bir neden yoktur. Tersine, devrim yakınlaştıkça daha güçle parlayacak ve gelişmesindeki geçişler ve sıçramalar daha beklenmedik ve daha şiddetli olacak, işçi hareketi içerisinde oportünist küçük-burjuva akıma karşı, devrimci kitle akımının savaşımı daha büyük bir yer tutacaktır. Kautskicilik bağımsız bir eğilim değildir, çünkü ne yığınların içerisinde, ne de burjuvazinin yanına geçmiş bulunan ayrıcalıklı katmanlar arasında kökleri vardır. Ama kautskiciliğin tehlikesi, geçmişin ideolojisini kullanarak, proletaryanın "burjuva işçi partisi" ile uzlaşmasına, proletaryanın bu parti ile birliğinin korunmasına ve böylece de bu partinin saygınlığının güçlendirilmesine çabalaması olgusunda yatar. Yığınlar artık dile düşmüş sosyal-şovenlerin ardına düşmüyor: Lloyd George, İngiltere'deki işçi toplantılarında ıslıklanmıştır; Hyndman, partiyi terketmiştir; Renaudel'ler ve Scheidemann'lar, Potresov'lar ve Gvozdyov'lar polis tarafından korunmaktadır. Kautskicilerin sosyal-şovenleri maskeli bir biçimde savunmaları daha da çok tehlikelidir.
Kautskiciliğin en yaygın yutturmalarından biri "yığınlara" başvurmasıdır. Biz, diyorlar, yığınlardan ve yığın örgütlerinden kopmak istemiyoruz! Ama Engels'in sorunu nasıl koyduğunu düşünün bir. 19. yüzyılda İngiliz sendikalarının "yığın örgütleri" burjuva işçi partisinden yanaydılar. Marx ve Engels bu temel üzerinde onunla uzlaşmadılar, onu sergilediler. Birincisi, sendika örgütlerinin doğrudan proletaryanın bir azınlığını kucakladığını unutmadılar. O zaman İngiltere'de, şimdi Almanya'da olduğu gibi proletaryanın beşte-birinden fazlası örgütlenmiş değildi. Kapitalizm koşullarında proletaryanın çoğunluğunun örgütlenebileceğini kimse ciddi olarak düşünemez. İkincisi —ve asıl sorun budur— sorun, bir örgütün büyüklüğü sorunu değil, politikasının gerçek ve nesnel anlamı sorunudur: bu politika yığınları temsil ediyor mu, onlara hizmet ediyor mu, yani onların kapitalizmden kurtulmalarını amaçlıyor mu, yoksa azınlığın çıkarlarını, azınlığın kapitalizmle uzlaşmasını mı temsil ediyor? İkincisi, 19. yüzyılda İngiltere için doğru idi, şimdi de Almanya vb. için doğrudur.
Engels eski sendikaların —ayrıcalıklı azınlığın— "burjuva işçi partisi" ile "en alttaki yığınlar" arasına, gerçek çoğunluk arasına, bir ayrım koyuyor ve "burjuva saygınlığı"na bulaşmamış olan bu sonunculara başvuruyor. Marksist taktiğin özü budur!
Ne biz, ne de herhangi bir kimse, sosyal-şovenleri ve oportünistleri, proletaryanın ne kadarının izlediği ve izleyeceğini doğru bir biçimde hesaplayabiliriz. Bu, yalnızca savaşım ile ortaya çıkacak, yalnızca sosyalist devrimle kesin bir biçimde kararlaştırılacaktır. Ama şunu kesenkes biliyoruz ki, emperyalist savaşta "anayurdun savunucuları" yalnızca bir azınlığı temsil etmekteler. Ve bu nedenle, sosyalist olarak kalmak istiyorsak, görevimiz daha derinlemesine ve, daha aşağılara doğru, gerçek yığınlara doğru gitmektir; oportünizme karşı savaşımın tüm anlamı ve tüm esası budur. Oportünistlerin ve sosyal-şovenlerin, aslında, yığınların çıkarlarına ihanet ettiklerinin ve bunları sattıklarının, işçilerin azınlığının geçici ayrıcalıklarını savunduklarının, bunların burjuva düşüncelerinin ve etkilerinin taşıyıcıları olduklarının, gerçekten de burjuvazinin müttefikleri ve ajanları olduklarının sergilenmesiyle, biz, yığınlara gerçek siyasal çıkarlarını değerlendirmeyi, emperyalist savaşların ve emperyalist ateşkeslerin bütün uzun ve acılı olayların arasında sosyalizm uğruna ve devrim uğruna savaşmayı öğretiriz.
Dünya işçi hareketi içerisinde tek marksist çizgi, yığınlara oportünizmden kopmalarının kaçınılmazlığını ve gerekliliğini açıklamak, oportünizme karşı amansız bir savaşım vererek devrim yolunda bunları eğitmek, ulusal liberal işçi politikasının o kesin iğrençliğini gizlemek değil, sergilemek için savaşım deneyimlerinden yararlanmaktır.
Bundan sonraki makalede bu çizgiyi kautskicilikten ayırdeden bellibaşlı özellikleri özetlemeye çalışacağız.


Sonbahar 1916


(Türkçe çevirisi,
Vahap Erdoğdu tarafından yapılmış ve
"Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 241-257] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990
-Birinci Baskı, Kasım 1976)
Dipnotlar

[1] Karl Marx, Louis Bonaparte'ın 18 Brumaire'i, "Almanca İkinci Baskıya Yazarın Önsözü", Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 7-9. -Ed.
[2] "Emperyahzm, oldukça yüksek bir gelişme gösterimiş sanayi kapitalizminin bir ürünüdür. Her sanayileşmiş kapitalist ulusun daha geniş tarımsal toprakları, bu topraklarda oturan uluslara bakılmaksızın, boyunduruk altına alma ve ilhak etme çabası demektir." (Kautsky, Die Neue Zeit, 11 Eylül 1914.)
[3] J. A. Hobson, Imperialism, London 1902.
[4] Son zamanlarda bir İngiliz dergisinde, Lloyd George'un siyasal muhalifi bir Tory tarafından yazılan "Bir Tory Gözüyle Lloyd George" başlıklı bir makale okudum. Savaş bu muhalifin gözlerini açmış ve bu Lloyd George'un nasıl da mükemmel bir burjuva uşağı olduğunu ona kavratmıştır! Tory'ler, onunla barış yapmışlardır!



Marksizm ve Ayaklanma


Ayaklanmaya hazırlanmanın ve genel olarak, ayaklanmayı bir sanat olarak görme biçiminin "blankicilik" olduğunu ileri süren oportünist yalan, Marksizmin çarpıtılmaları arasında, en kötü niyetlerden ve egemen "sosyalist" partiler tarafından belki de en çok yayılmış bulunanlardan biridir.
Oportünizmin büyük ustası, Bernstein, Marksizme karşı blankicilik suçlamasını ileri sürerek, acıklı bir ün kazanmıştı, ve gerçekte, bugünün oportünistleri, blankicilik diye haykırdıkları zaman, Bernstein'ın yoksul "fikir" lerini ne azıcık yenileştiriyor, ne de onları en küçük bir şey ile "zenginleştiriyorlar".
Marksistleri, ayaklanmayı bir sanat olarak gördükleri için, blankicilik olarak suçlamak! Ayaklanmanın bir sanat olduğunu açıklayarak, onu bir sanat olarak ele almak gerektiğini, ilk başarıları kazanmak ve kargaşalık içine düşmesinden yararlanarak, düşmana karşı yürüyüşü aksatmaksızın, başarıdan başarıya ilerlemek gerektiğini, vb., vb. söyleyerek bu konudaki fikrini en belgin, en açık ve en kesin bir biçimde açıklayanın Marks'ın ta kendisi olduğunu hiç bir Marksist yadsıyamayacağına göre, gerçeğin bundan daha apaçık bir çarpıtılması olamaz.
Başarmak için, ayaklanma bir komploya değil, bir partiye değil, ama öncü sınıfına dayanmalıdır. İşte birinci nokta. Ayaklanma halkın devrimci atılımına dayanmalıdır. İşte ikinci nokta. Ayaklanma, yükselen devrim tarihinin, halk öncüsünün etkinliğinin en güçlü olduğu, düşman saflarında ve devrimin güçsüz, kararsız, çelişki dolu dostlarının saflarında duraksamaların en güçlü oldukları bir dönüm noktasında patlak vermelidir; İşte üçüncü nokta. Ayaklanma sorununu koyma biçiminde, Marksizmin blankicilikten ayrılması sonucunu veren üç koşul, işte bunlardır.
Ama, bu koşullar yerine geldikten sonra, ayaklanmayı bir sanat olarak görmeyi kabul etmemek, Marksizme ihanet etmektir, devrime ihanet etmektir.
Ayaklanmanın, olayların nesnel akışı tarafından gündeme konmuş bulunduğunu partinin tam da şu anda zorunlulukla kabul etmesi gerektiğini, ayaklanmayı bir sanat olarak ele alması gerektiğini tanıtlamak için, belki en iyisi karşılaştırma yöntemini kullanmak ve 3 ve 4 Temmuz günleri ile Eylül günlerini karşılaştırmak olacaktır.
3 ve 4 Temmuz günleri, gerçeğe aykırı davranmaksızın, sorun şöyle konabiliyordu: İktidarı almak daha yeğdir, yoksa düşmanlarımız bizi her durumda başkaldırma ile suçlayacak ve bize fesatçıymışız gibi davranacaklardır. Ama bundan, iktidarı o zaman almanın yararlı olduğu sonucu çıkarılamıyordu, çünkü ayaklanmanın zaferi için nesnel koşullar gerçekleşmemişti.
1) Devrimin öncüsü olan sınıf henüz arkamızda değildi.
Her iki başkent işçileri ve askerleri arasında henüz çoğunluğa sahip değildik. Bugün, her iki sovyette de bu çoğunluğa sahip bulunuyoruz. Bu çoğunluk yalnızca Temmuz ve Ağustos ayları olayları tarafından, bolşeviklere karşı "bastırma"lar deneyimi tarafından ve Kornilov ayaklanması deneyimi tarafından yaratılmıştır.
2) Devrimci coşku henüz büyük halk yığınını kazanmamıştı. Bugün, Kornilov ayaklanmasından sonra, kazanmış bulunuyor. Taşradaki olaylar ve iktidarın birçok yerde sovyetler tarafından alınması, işte bunu tanıtlar.
3) Düşmanlarımız arasında ve kararsız küçük-burjuvazi arasında, o zaman ciddi bir siyasal genişlikteki duraksamalar yoktu. Bugün, bu duraksamalar büyük bir genişlik kazandı: baş düşmanımız, müttefik emperyalizm, dünya emperyalizmi -çünkü "Müttefikler", dünya emperyalizminin başında bulunuyorlar- zafere değin savaş ile Rusya'ya karşı ayrı barış arasında kararsızlık gösterdi. Halk içinde çoğunluğu açıkça yitirmiş bulunan küçük-burjuva demokratlarımız, kadetler ile blok kurmayı, yani birleşmeyi kabul etmedikleri zaman, derin duraksamalar içine düştüler.
4) Bu nedenle, 3 ve 4 Temmuz günleri, ayaklanma bir yanlışlık olurdu: iktidarı ne maddeten ne de siyasal olarak koruyabilecektik. Her ne kadar Petrograd zaman zaman bizim elimizde olsa da, (iktidarı-ç.) maddeten (koruyamazdık-ç.), çünkü işçilerimiz ve askerlerimiz Petrograd'ı elde tutmak için dövüşmeyi, ölmeyi o zaman kabul etmezlerdi: aynı zamanda hem Kerenski'lere ve hem de Çereteli'ler ve Çernov'lara karşı bu 'kızgınlık", bu yatışmaz kin o zaman yoktu; bolşeviklere karşı, sosyalist-devrimcilerin ve menşeviklerin de katıldıkları kıyımların deneyimi ile insanlarımız henüz yoğrulmamışlardı.
Siyasal olarak 3 ve 4 temmuz günleri iktidarı koruyamayacaktık, çünkü, Kornilov serüveninden önce, ordu ve taşra, Petrograd'a karşı yürüyebilirdi ve yürüyecekti.
Bugün durum bambaşkadır.
Devrimin öncüsü, yığınları sürüklemeye yetenekli, halkın öncüsü olan sınıfın çoğunluğu bizden yana.
Halkın çoğunluğu bizden yana, çünkü Çernov'un hükümetten ayrılışı, köylülüğün sosyalist-devrimci bloktan (ne de sosyalist-devrimcilerin kendinden) toprak almayacağının, her ne kadar tek belirtisi olmaktan uzaksa da, gene de en gözle görülür ve en somut belirtisidir. Başlıca nokta, devrime kendi ulusal niteliğini veren nokta da, işte budur.
Tüm emperyalizm ve tüm menşevikler ve sosyalist-devrimciler blokunun görülmemişduraksamaları karşısında, partinin kendi yolunu çok iyi bildiği bir durumun üstünlüğü bizden yana.
Kesin bir zafer bizden yana, çünkü halk artık umutsuzluğun kıyısındadır, ve biz, "Kornilov günleri sırasındaki" yönetimimizin önemini göstererek, sonra da "blokçular"a bir uzlaşma önererek ve onlardan kendi duraksamalarına bir son vermekten uzak bir red yanıtı alarak, tüm halka aydınlık bir persfektif sunuyoruz.
Uzlaşma önerimizin henüz reddedilmemiş olduğuna, Demokratik Konferansın henüz onu kabul edebileceğine inanmak, en büyük yanlışlık olurdu. Uzlaşma, bir parti tarafından partilere önerilmişti: bu iş başka türlü de olamazdı. Partiler bu uzlaşma önerisini kabul etmediler. Demokratik Konferans, yalnızca bir konferanstır, başka hiç bir şey değil. Unutulmaması gereken şey, onun devrimci halk çoğunluğunu, yoksullaşmış ve kızdırılmış köylülüğü temsil etmediğidir. Bu bir halk azınlığı konferansıdır bu apaçık gerçeği unutmamak gerek. Demokratik Konferansa bir parlamento gibi davranmak, bizim bakımımızdan en büyük yanlışlık, en kötü parlamenter alıklık olurdu, çünkü o eğer kendini parlamento ve devrimin egemen parlamentosu olarak da ilan etse, her şeye karşın hiç bir şeyi kararlaştıramayacaktır: Karar ona değil, Petrograd ve Moskova işçi mahallelerine bağlıdır.
Başarı ile taçlanmış bir ayaklanmanın bütün nesnel koşulları biraraya gelmiş bulunuyor. Halkı çileden çıkaran ve gerçek bir işkence oluşturan duraksamalara, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin son vereceği; yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin toprağı köylülüğe hemen vereceği; devrime karşı ayrı barış manevralarını, yalnız bizim ayaklanmadaki zaferimizin başarısızlığa uğratacağı, bu manevraları, daha tam, daha adil ve daha yakın bir barış, devrime elverişli bir barış açık önerisi ile başarısızlığa uğratacağı bir durumun olağanüstü üstünlüğü bizden yana.
Ensonu yalnız bizim partimiz, ayaklanmada zafer kazandıktan sonra, Petrograd'ı kurtarabilir, çünkü, eğer bizim barış önerimiz kabul edilmez ve bir silah bırakışması bile sağlayamazsak, o zaman "aşırıcılığın" asıl yandaşları biz olacağız, savaş partilerinin başında biz olacağız, en iyi "savaş" partisi biz olacağız ve savaşı gerçekten devrimci bir biçimde yürüteceğiz. Kapitalistlerin bütün ekmeklerini ve bütün çizmelerini ellerinden alacağız. Onlara ekmek kırıntılarını bırakacak, onlara çarık giydireceğiz. Bütün ekmek ve bütün kunduraları cepheye vereceğiz.
O zaman Petrograd'ı başarıyla savunacağız.
Gerçekten devrimci bir savaş için, maddi olduğu kadar manevi kaynaklar da, Rusya'da hala çoktur; Almanların bizimle hiç olmazsa bir silah bırakışması yapmaları için yüzde-doksandokuz şans vardır. Ve bugün bir silah bırakışması sağlamak, tüm dünyayı yenmektir.
Devrimi kurtarmak ve Rusya'yı her iki koalisyon emperyalistlerinin de istedikleri "ayrı" paylaşımdan kurturmak için, Petrograd ve Moskova işçilerinin ayaklanmasının kesinlikle zorunlu olduğunun bilincine varmış bulunan bizler, ilkin, siyasal taktiğimizi, Konferansta, yükselen devrim koşullarına uyarlamalıyız; sonra da, Marks'ın ayaklanmayı bir sanat olarak görmenin zorunluluğu üzerindeki düşüncesini yalnızca sözde kabul etmediğimizi tanıtlamalıyız.
Sayı ile etkilenmeksizin, kararsızları kararsızlar kampında bırakmaktan korkmaksızın, Konferansa katılan bolşevik kanada gecikmeden yeni bir birlik vermeliyiz: Kararsızlar devrim davasına orada (kararsızlar kampında-ç.) gözüpek ve özverili savaşçılar kampında olduğundan daha yararlı olacaklardır.
Uzun söylevlerin yetersizliğini, genel olarak "söylev"lerin yersizliğini, devrimin kurtuluşu için ivedi bir eylem zorunluluğunu, burjuvaziden tam bir kopma, bütün bugünkü hükümet üyelerinin görevden alınma, Rusya' nın "ayrı" bir paylaşımını hazırlayan İngiliz-Fransız emperyalistlerinden tam bir kopma kesin zorunluluğunu, bütün iktidarı hemen devrimci proletarya tarafından yönetilen devrimci demokrasinin eline geçirme zorunluluğunu en kesin bir biçimde belirten kısa bir bolşevikler bildirgesi yazmalıyız.
Bildirgemiz, program tasarımız ile bağlılık içinde, şu vargıyı en kısa ve en açık biçimde formüllendirmelidir: Halklara barış, köylülere toprak, yüzkızartıcı kazançlara el koyma ve üretimin kapitalistler tarafından edepsizce baltalanmasına karşı bastırma.
Bildirgemiz ne denli kısa, ne denli kesin olursa, o denli iyi olacaktır. Yalnızca bu bildirgede çok önemli iki noktayı daha vurgulamak gerekir: Halk kararsızlıklar yüzünden çileden çıkmıştır, halk sosyalist-devrimciler ile menşeviklerin kararsızlığı yüzünden rahatsızdır; biz bu partilerden kesinlikle kopuyoruz, çünkü onlar devrime ihanet etmişlerdir.
Başka bir şey daha: Hemen ilhaksız bir barış önererek, müttefik emperyalistlerden ve tüm emperyalistlerden hemen koparak, hemen ya bir silah bırakışması, ya da bütün devrimci proletaryanın savunmaya katılmasını, ve devrimci demokrasi tarafından, devrimci demokrasinin yönetimi altında, gerçekten adil, gerçekten devrimci bir savaşın sürdürülmesini elde edeceğiz.
Bu bildirgeyi okuduktan sonra, sözler değil kararlar, yazılı kararlar değil eylemler istedikten sonra, bütün kanadımızı fabrikalara ve kışlalara göndermeliyiz: onun yeri oralardadır, devrimin dirimsel gücü oralardadır, devrimin kurtuluşu oralardan gelecektir, Demokratik Konferansın itici gücü oralardır.
Ateşli, heyecanlı söylevlerimizde, programımızı oralarda açıklamlı ve sorunu şöyle koymalıyız: Ya bu programın Konferans tarafından eksiksiz kabulü, ya da ayaklanma. Orta yol yoktur. Beklemek olanaksızdır. Devrim mahvolur.
Sorun böylece konduktan sonra, tüm kanadımız fabrikalar ve kışlalarda toplanmış bulunduğundan, ayaklanmanın başlaması gereken zamanı kararlaştırabilecek bir durumda olacağız.
Ve ayaklanmayı Marksistler olarak, yani bir sanat olarak görmek için, aynı zamanda, bir dakika yitirmeksizin, ayaklanma müfrezeleri kurmayanı örgütlemeli, güçlerimizi yerli yerine dağıtmalı, güvenilir alayları en önemli noktalara göndermeli, Aleksandra Tiyatrosunu kuşatmalı, Piyer ve Pol kalesini kuşatmalı, genelkurmayı ve hükümeti tutuklamalı, harpokulu öğrencilerine ve "vahşi tümen"e karşı, düşmanı kentin dirimsel merkezlerine sokmaktansa, ölmeye hazır müfrezeleri göndermeliyiz; silahlı işçileri seferber etmeli, onları son ve amansız bir savaşıma çağırmalı, telgraf ve telefonu aynı zamanda işgal etmeli, bizim ayaklanma kurmayımızı Telefon Merkezine yerleştirmeli, onu bütün fabrikalara, bütün alaylara, bütün silahlı savaşım merkezlerine, vb. telefonla bağlamalıyız.
Bütün bunlar, kuşkusuz, yalnızca yaklaşık, ve yalnızca, yaşadığımız anda, eğer ayaklanma bir sanat olarak görülmezse, Marksizme bağlı kalınamayacağı, devrime bağlı kalınamayacağı olgusunu aydınlatmaya yönelik şeylerdir.

LENİN
13-14 (26-27) Eylül 1917

Kâhince Sözler


ŞÜKÜR, şu günlerde kimse mucizelere inanmıyor. Mucizeli kahinlik bir masaldır. Ama bilimsel kahinlik bir olgudur. Ve, çevremizdeki utanç verici kederler ve hatta umutsuzluklarla pek sık karşı karşıya geldiğimiz şu günlerde doğru çıkan bilimsel bir kehaneti anımsamakta yarar vardır.
Friedrich Engels, 1887'de, Sigismund Borkheim'ın 180-1807 Alman Baş Yurtseverlerinin Anısına (Zur Erinnerung für die deutschen Mordpatrioten 1806-1807) adlı kitapçığına önsözünde, gelmekte olan dünya savaşından sözetme fırsatı bulmuştu. (Bu kitapçık 1888'de Göttingen Zurich'te yayınlanan Sosyal-Demokrat Kitaplığın XXIV. Numarasını taşır.)
Otuz yıl önce geleceğin dünya savaşı konusunda Friedrich Engels şöyle söylüyor: (sayfa 268)
"... Prusya-Almanya için, bir dünya savaşından, bugüne kadar boyutları ve şiddeti yönünden hayal edilmemiş olan bir dünya savaşından başka bir savaşın artık olasılığı yoktur. Sekiz-on milyon asker birbirlerini boğazlayacak ve o güne kadar bir çekirge sürüsünün yaptığından çok daha fazlasıyla Avrupa'yı baştan başa soyup soğana çevirene kadar yiyip bitirecektir. Üç ya da dört yıl içine sıkıştınlmış ve bütün kıtaya yayılmış Otuz Yıl Savaşının yıkımı; açlık, veba, ağır sıkıntıların ordular ve halk yığınları üzerinde yarattığı genel moral bozukluğu; ticaret, sanayi ve kredi üzerindeki yapay mekanizmamızın genel bir iflasla sona ermesinin getirdiği umutsuz karışıklık; eski devletlerin ve bunların geleneksel devlet anlayışının düzinelerce tacın kaldınmlara yuvarlanacağı ve bunları yerden toplayacak kimsenin bulunamayacağı ölçüde çöküşü; nasıl sona ereceğinin, mücadeleden kimin muzaffer olarak çıkacağının önceden kestirilmesinin mutlak olanaksızlığı; bir tek sonuç kesinlikle bellidir: genel bitkinlik ve çalışan sınıfın nihai zaferinin koşullarının hazırlanması.
"Son sınırına ulaşmış karşılıklı silahlanma yarışı sisteminin önünde sonunda kaçınılmaz olarak beklenen meyveleri bunlardır. Beylerim, prenslerim ve devlet adamlarım, aklınızla yaşlı Avrupa'yı getirmiş olduğunuz yer burasıdır. Ve en son büyük savaş dansınızı başlatmadan başka yapacak bir şey kalmadığı zaman - bu bizim işimize gelecek (uns kann es recht sein). Savaş belki de geçici olarak bizi geriye itebilir, kazandığımız birçok mevzileri bizden koparıp alabilir. Ama o zaman yeniden denetim altına alamayacağınız kuvvetlerin başını boş bıraktığınızda her şey kendi istediğine göre hareket edebilir; trajedinin sonunda sizler mahvolmuş olacaksınız ve proletarya, ya zaferini gerçekleştirmiş olacak ya da herhalde (doch) zafer kaçınılmaz olacaktır.

Londra, 15 Aralık 1887
Friedrich Engels"
Bu kehanette ne büyük bir deha görülmektedir! Bu doğru, açık, kısa ve bilimsel sınıf tahlilinin her tümcesi fikir yönünden (sayfa 269) ne de çok zengin! Eğer ... eğer burjuvazi karşısında yerlere kadar eğilmeye alışmış ya da kendilerini bunun korkusuna kaptırmış olanlar, biraz düşünebilselerdi, düşünme yeteneğinde olsalardı, şu sırada utanç verici bir biçimde inançsızlık, üzüntü ve mutsuzluk karşısında yenik duruma düşenlerin öğrenebilecekleri ne de çok şey vardır!
Engels'in öngörülerinin bazıları başka türlü oldu; ama empeıyalizmin bu otuz yılda gösterdiği çılgınca gelişme sırasında dünyanın ve kapitalizmin değişmeden kalacağını kimse bekleyemezdi. Ama en şaşırtıcı olan Engels'in pek çok öngörülerinin "harfi harfine" doğru çıkmasıdır. Çünkü, Engels kusursuz bir sınıf tahlili vermiştir, ve sınıflar ve bunlar arasındaki ilişkiler değişmeden kalmıştır.
"... Savaş belki de bizi geriye itebilir. ..." Gelişmeler tam da bu doğrultularda ilerlemiştir, ama daha da ileri ve hatta daha da kötüye gitmiştir: "geriye itilmiş" olan sosyal-şovenlerin bazıları ve bunların omurgasız "yarı-karşıtları", kautskiciler, kendi geri hareketlerini göklere çıkarmaya başladılar ve sosyalizmin doğrudan hainleri ve alçakları haline geldiler.
"... Savaş belki de kazanmış olduğumuz mevzilerin pek çoğunu bizden koparıp alabilir. ..." Bir dizi "yasal" mevzi, çalışan sınıfın ellerinden koparılıp alınmıştır. Ama öte yandan da bu deneyimlerle çelikleşmiştir ve illegal örgütlenme içerisinde, illegal mücadele içerisinde ve devrimci bir saldırı için kuvvetlerini hazırlama içinde sert ama yararlı dersler olmaktadır.
"... düzinelerle taçlar yuvarlanacaktır. ..." Pek çok taç yuvarlanmış bulunmaktadır. Ve bunlardan bir tanesi -tüm Rusya'nın zorbasının, Nikola Romanov'un tacı- öteki düzinelere bedeldir.
"... Nasıl son bulacağını önceden görmenin mutlak olanaksızlığı. ..." Dört yıllık savaştan sonra bu mutlak olanaksızlık, denebilir ki, daha da çok mutlak hale geldi.
"... ticarette, sanayide ve kredideki yapay mekanizmamızın getirdiği karışıklığın umutsuzluğu. ..." savaşın dördüncü yılının sonunda, bu, kapitalistler tarafından savaşa sokulan en büyük, (sayfa 270) en geri ülkelerden birinin -Rusya'nın- durumu ile tümüyle doğrulanmıştır. Ama Almanya'da ve Avusturya'da giderek büyüyen açlık, giyecek ve hammadde sıkıntısı ve üretim araçlarının eskimesi öteki ülkelerde de aynı durumun çok hızlı bir biçimde gerçekleştiğini göstermiyor mu?
Engels yalnızca "dış" savaşın ortaya koyacağı sonuçları anlatıyor; onsuz tarihin hiç bir büyük devriminin olamayacağı ve onsuz, tek bir ciddi marksistin kapitalizmden sosyalizme geçişin mümkün olacağını düşünmediği iç, yani içsavaşı ele almıyor. Oysa, kapitalizmin "yapay mekanizmasında" "umutsuz bir karışıklığa" yolaçmaksızın bir dış savaş belli bir süre için sürebildiği halde, bir içsavaşın böyle bir sonuç doğurmayacağının pek diişünülemeyeceği besbellidir.
Bizim Novoya Jizn grubu, menşevikler, sağ sosyalist-devrimciler vb. gibi kendilerine "sosyalist" adı vermeyi sürdürürlerken, bu "umutsuz karışıklığın" belirtilerine kasıtlı olarak işaret eden her şeyin suçunu proletaryaya, sovyet iktidarına, sosyalizme geçiş "hayaline" yükleyenlerin ortaya koydukları - burjuvazinin hizmetinde parayla tutulmuş olduklarını söylemeyelim- ne aptallıktır, ne omurgasızlıktır. "Karışıklık", ya da pek güzel Rusça sözcüğünü kullanarak razrukha*, savaş tarafından ortaya çıkarılmıştır. Düzensizlik getirmeyen hiç bir şiddetli savaş yoktur. Düzensizlik getirmeyen -sosyalist devrimin kaçınılmaz koşulu ve ayrılmaz parçasıdır bu- içsavaş olamaz. Düzensizlik "görüşü ile" devrimi ve sosyalizmi reddetmek, olsa olsa bir kimsenin ilke yoksunluğunu ve pratikte burjuvaziye teslimiyetini gösterir.
"... Açlık, veba, had safhaya varan sıkıntının orduda ve halk yığınlarında yarattığı genel moral bozukluğu. ..."
Uzun yıllar süren şiddetli ve acı verici savaşın nesnel sonuçları üzerinde birazcık düşünebilen bir kimseye apaçık olması gereken bu tartışma götürmez sonucu, Engels nasıl da yalın ve açık bir biçimde çıkarmaktadır. Ve bu en yalın düşünceyi anlamayacak olan ya da anlayamayan şu sayısız "sosyal-demokratlar" (sayfa 271) ve sahte sosyalistler nasıl da şaşkınlık verici bir aptallık içindedirler.
Ordunun ve halk yığınlarının moralleri bozulmadan savaşın uzun yıllar sürebileceği düşünülebilir mi? Kuşkusuz hayır. Uzun bir savaşın böylesine bir sonucu, bir kuşağı olmasa bile, birçok yılları içine alan bir dönem boyunca kesenkes kaçınılmazdır. Ve bizim "keçe içindeki insanlarımız" kendilerine "sosyal-demokrat" ve "sosyalist" diyen sümüklü burjuva entelektüelleri, moral bozukluğunun belirtileri için ya da -bu moral bozukluğunun emperyalist savaş tarafından yaratıldığı ve hiç bir devrimin uzun bir mücadele olmadan ye bir dizi sert baskı önlemleri alınmaksızın savaşın böylesine sonuçlarından kendini kurtaramayacağı gün gibi açık olmasına karşın- özellikle moral bozukluğunun şiddetli durumlarına karşı mücadele için alınan önlemlerin kaçınılmaz sertliğinden ötürü devrimcileri suçlamada burjuvazinin peşini ızlemektedirler.
Novoya Jizn, Vperyod ya da Dyelo Naroda'daki şirin yazarlarımız, proletaryanın ve öteki ezilen sınıfların bir devrimini, "teorik olarak" kabul etmeye hazırdırlar, ancak şu kayıtla ki, devrimin emperyalistlerin dört yıllık halkları boğazlamasının kanları ile sulanan toprakta milyonlarca ve milyonlarca insanın bu kasaplıkla bitkinleştirilmesi, acı içine sokulması ve morallerinin bozulması ile büyüyüp beslenmesini değil, onun gökten düşmesini bekliyorlar.
Devrimin çocuk doğumuna benzetilmesi gerektiğini duymuşlar ve "teoride" bunu kabul etmişlerdi; ama iş gelip çatınca, rezilce bir korkuya kapılıyorlardı ve korku dolu hıçkınkları proleter ayaklanmasına karşı burjuvazinin kötü niyetli öfkesini yansıtıyordu. Edebiyatta yazarın, doğumun şiddetinin, acısının ve dehşetinin gerçek bir anlatımını amaçladığında, örneğin Emile Zola'nın La Joie de vivre'inde ("Hayatın Zevki"), ya da Veresayev'in Doktorun Notları'nda olduğu gibi, çocuk doğumunun betimlemelerini ele alın. Çocuk doğurmak kadını, neredeyse cansız, ıstırap ve acı ile kıvranan, kana belenmiş bir et yığınına dönüştürür. Aşkta ve onun sonrasında, kadının bir anaya dönüşmesinde yalnızca bunu gören bir "bireye" insan (sayfa 272) gözü ile bakılabilir mi? Bu nedenden ötürü aşkı ve üremeyi kim reddedecektir?
Doğum hafif ya da şiddetli olabilir. Marx ve Engels, bilimsel sosyalizmin kurucuları, her zaman, kapitalizmden sosyalizme geçişin kaçınılmaz olarak kendisiyle birlikte uzun doğum sancılarını da getireceğini söylemişlerdir. Ve bir dünya savaşının sonuçlarını tahlil ederken Engels, savaşı izleyen ve onunla bağıntılı olan bir devrimin (ve dahası -kendimiz de ekleyelim- bir savaş sırasında patlak veren ve bir dünya savaşının içinde gelişmek ve varlığını korumak zorunda olan bir devrimin), çocuk doğumunun özel olarak şiddetli bir hali olduğu tartışma götürmez ve apaçık olgusunu yalın ve açık bir biçimde belirtiyor.
Bunu açıkça kavrayan Engels, bir dünya savaşında yokolmakta olan kapitalist bir toplumun doğuracağı sosyalizmden büyük bir dikkatle sözediyor. "Yalnızca [bir dünya savaşının] bir sonucu", diyor, "kesenkes kesindir: genel tükeniş ve çalışan sınıfın nihai zaferi için koşulların hazırlanması."
Bu düşünce incelemekte olduğumuz önsözün sonunda daha da açık bir biçimde ifade edilmiştir.
"... Trajedinin sonunda siz (kapitalistler ve toprak sahipleri, burjuvazinin kralları ve devlet adamları) mahvolacaksınız ve proletaryanın zaferi ya gerçekleşmiş olacak ya da herhalde kaçınılmaz olacaktır. "
Şiddetli doğum, tehlikeli hastalık ya da ölüm tehlikesini büyük ölçüde artırır. Ama çocuk doğurma sırasında bireyler ölebildiği halde, yeni toplumu doğuracak olan eski düzen ölmez; olsa olsa doğum daha acılı, daha uzun ve büyüme ve gelişme daha yavaş olabilir.
Savaş daha son bulmadı. Genel tükeniş daha şimdiden başladı. Engels'in öngördüğü savaşın iki doğrudan sonucu açısından, bu iki koşul açısından (ya çalışan sınıfın zaferi şimdiden gerçekleşmesine ya da bütün güçlüklere karşın bunu kaçınılmaz hale getirecek koşulların hazırlanmasına) bağlı olarak, şimdi, 1918'in ortasında, her ikisinin de tanıtlarını görüyoruz.
Kapitalist ülkelerin birinde, en az gelişeninde, çalışan (sayfa 273) sınıfın zaferi gerçekleşmiş bulunuyor. Ötekilerinde ise eşi görülmedik bir acı ve çaba ile, bu zaferi "herhalde kaçınılmaz" kılacak koşullar hazırlanmaktadır.
Bırakın sümüklü "sosyalistler" gaklayıp dursunlar, bırakın burjuvazi kudursun ve köpürsün, salt görmemek için gözlerini kapayanlar, salt duymamak için kulaklarını tıkayanlar, sosyalizme gebe olan eski kapitalist toplumun doğum sancılarının bütün dünyada başlamış olduğuna dikkat edemezler. Olayların gelişmesiyle sosyalist devrimin ileri karakollarına doğru geçici olarak götürülen ülkemiz, doğumun ilk döneminin kendine has şiddetli acılarından geçiyor. Geleceğe tam bir güvenceyle ve kesin bir inançla bakmamız için her türlü neden var, çünkü bize yeni müttefikler ve bir sürü daha gelişmiş ülkede sosyalist devrimin yeni zaferlerini hazırlıyor. Yeryuvarlağının bir bölümünde, dünyayı kana bulayan, insanlığı açlığa ve moral bozukluğuna sürükleyen ve ölüm karşısındaki çılgınlığı ne denli korkunç ve vahşi olursa olsun, kısa zamanda hiç kuşkusuz mahvolacak olan bu vahşi canavarı, kapitalizmi ilk yere vurmak bizim kısmetimize düştüğü için gurur duyma ve kendimizi şanslı sayma hakkına sahibiz. (sayfa 274)

29 Haziran 1918.


Pravda, n° 133, 2 Temmuz 1918
İmza: N. Lenin


Kurucu Meclis Üzerine Tezler


1. Devrimci sosyal-demokrasinin Kurucu Meclisin toplantıya çağrılmasını kendi programına yazması son derece haklı idi. Çünkü o, burjuva cumhuriyette, demokrasinin en yüksek biçimidir, ve çünkü Kerenski tarafından yönetilen emperyalist cumhuriyet, ön parlamentoyu kurarak. seçimlerin bu tahrifini ve demokrasiye karşı bu saldırılar dizisi hazırlıyordu.
2 Kurucu Meclisin toplantıya çağrılmasını isterken, devrimci sosyal-demokrasi, daha 1917 devriminin başından beri, Sovyetler Cumhuriyetinin, Kurucu Meclis ile birlikte alışılmış burjuva cumhuriyeti biçiminden daha yüksek bu demokrasi biçimi olduğunu birçok kez belirtmişti.
3. Burjuva rejimden sosyalist rejime geçmek için, proletarya diktatörlüğünü korumak için. (işçi, asker ve köylü vekilleri) Sovyetler Cumhuriyeti, yalnızca demokratik kurumların (bu Kurucu Meclis ile taçlandırılmış olağan burjuva cumhuriyetine göre) daha yüksek bu biçimi değil, ama sosyalizme en acısız geçişi sağlamaya yetenekli tek biçimdi de. [sayfa 107]
4. Bizim devrimimizde, Kurucu Meclis, 1917 ekim ortasında sunulmuş olan listelere göre, bu meclis seçimleri ile, genel olarak halkın ve özel olarak da emekçi yığınların iradesinin gerçek ifadesinin olanaksız kılındığı koşullar içinde toplantıya çağrılmıştır.
5. İlkin, nispi temsil, halkın iradesini, ancak partiler tarafından sunulmuş bulunan listeler, halkın bu listeler tarafından yansıtılan siyasal kümelenmeler içindeki fiili dağılımına gerçekten uygun düştüğü zaman doğru bir biçimde dile getirir. Oysa, bizde, mayıstan ekime değin, halk içinde, özellikle köylüler arasında en çok yandaşı olan partinin, Devrimci-Sosyalistler Partisinin, 1917 ekimi ortasında tek Kurucu Meclis listeleri sunmuş, ama 1917 kasımında, Kurucu Meclis seçimlerinden sonra ve bu Meclisin toplantıya çağrılmasından önce, bölündüğü biliniyor.
Sonuç olarak, hatta biçimsel bakımdan bile, Kurucu Meclisin bileşimi seçmenler yığınının iradesine uymaz ve uyamaz.
6. Bir yanda halk iradesi ve hele emekçi sınıflar iradesi ile, öte yanda Kurucu Meclisin bileşimi arasındaki ayrılığın, biçimsel ya da hukuksal değil, ama toplumsal ve iktisadi daha da önemli bir başka nedeni, sınıfsal bir nedeni de, Kurucu Meclis seçimlerinin, halkın engin çoğunluğu, 25 ekim 1917 günü, yani Kurucu Meclis aday listesinin sunulmasından sonra başlamış olan Ekim Devriminin, proleter ve köylü Sovyet devriminin tüm genişlik ve tüm anlamını henüz bilemeyeceği bir sırada yapılmış olmasıdır.
7. Ekim Devrimi, iktidarı Sovyetler için fethederek, siyasal üstünlüğü proletarya ve yoksul köylülüğe aktarmak üzere burjuvaziden söküp alarak, gözlerimiz önünde gelişmesinin ardışık (mütevali) evreleri içinden geçiyor.
8. Ekim Devrimi, başkentte 24-25 ekim zaferi ile, Rusya İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri II. Kongresi, proleterlerin ve köylülüğün siyasal bakımdan en etkin bölümünün bu öncüsü, üstünlüğü Bolşevik Partiye verdiği ve onu iktidara geçirdiği sırada başladı. [sayfa 108]
9. Devrim daha sonra, kasım ve aralık ayları boyunca, tüm ordu ve köylülük yığınına yayıldı; devrimin aşılmış bir evresini, burjuvazi ile uyuşma dönemini, devrimin proleter değil burjuva evresini temsil eden, bu nedenle de daha derin ve daha geniş halk yığınlarının tepkisi altında, alanı ister istemez bırakacak olan eski yönetici örgenliklerin (Askeri Komiteler, Köylü Komiteleri, Rusya Köylü Vekilleri Sovyetleri Merkez Yürütme Komitesi vb.) görevden alınma ve yenilenmeleri, özellikle bunu açığa vurur.
10. Sömürülen yığınların kendi örgütlerinin yönetici merkezlerini yenilemek için bu güçlü hareketi 1917 aralığı ortasında bugün de sürüyor, ve çalışmaları sürmekte olan Demiryolcular Kongresi, bu hareketin bir evresidir.
11. Demek ki, Rusya'da savaşım durumundaki sınıf güçlerinin kümelenmesi, 1917 kasım ve aralığında, partiler tarafından 1917 ekimi ortasında sunulan Kurucu Meclis aday listelerinde anlatımını bulabilen kümelenmeden çok farklıdır.
12. Son Ukrayna (kısmen de Finlandiya, Beyaz Rusya ve Kafkasya) olayları da, bir yanda Ukrayna Radasının, Finlandiya Diyetinin vb. burjuva milliyetçiliği ile, öte yanda Sovyetler iktidarı, bu ulusal cumhuriyetlerin her birindeki proleter ve köylü devrim arasındaki savaşımda ortaya çıkan yeni bir sınıf güçleri kümelenmesini gösterir.
13. En sonu, Kadetlerin ve kaledincilerin Sovyetler iktidarına karşı, işçi ve köylü hükümetine karşı, karşı-devrimci ayaklanması ile başlayan iç savaş, sınıflar savaşımını son derece kızıştırdı, ve tarihin Rusya halklarının karşısına, ve en başta da onun işçi sınıfı ve köylülüğünün karşısına koyduğu en güç sorunların biçimsel demokratik bir yoldan çözümünün tüm olanağını yok etti.
14. Proleter ve köylü devrimini, yalnız işçi ve köylülerin, (Kadetler ile kaledincilerin hareketinde anlatımını bulan) burjuvalar ve toprak sahiplerinin ayaklanması üzerindeki tam zaferi, yalnız bu köleciler ayaklanmasının acımasız askeri ezilmesi kurtarabilir. Olayların akışı [sayfa 109] ve sınıflar savaşımının devrim içindeki gelişmesi, ne işçi ve köylü devriminin kazanılmasını, ne Sovyetler iktidarını, ne de Rusya İşçi ve Asker Vekilleri Sovyetleri II. Kongresinin, Rusya Köylü Vekilleri II. Kongresinin vb. kararlarını hesaba katan "tüm iktidar Kurucu Meclise" belgisinin, pratik olarak Kadetlerin, kalendincilerin ve suç ortaklarının belgisi durumuna gelmesi sonucunu verdi. Eğer Sovyetler iktidarından ayrılırsa, Kurucu Meclisin kesin olarak siyasal ölüme mahkum olacağını tüm halk anladı.
15. Barış sorunu, halk yaşamının en duyarlı sorunlarından biridir. Barış için gerçekten devrimci savaşım Rusya'da ancak 25 Ekim Devrimi'nin zaferinden sonra girişildi, ve gizli antlaşmaların yayınlanması, bir ateşkes imzalanması ve ilhaksız ve tazminatsız genel bir barış ereğiyle genel görüşmelerin başlangıcı, bu zaferin ilk meyveleri oldu.
Barış için devrimci bir savaşım politikasının uygulandığını görme ve bunun sonuçlarını irdeleme olanağına, tamamen ve açıkça, geniş halk yığınları ancak bugün gerçekten sahip bulunuyor.
Kurucu Meclis seçimleri sırasında, halk yığınları bu olanaktan yoksundular.
Savaşın durdurulması konusunda, Kurucu Meclisin bileşimi ile halkın gerçek iradesi arasında, ayrılığın bu yönden de kaçınılmaz olduğu açıktır.
16. Bu olayların tümünden, burjuvazinin egemenliği altında, proleter ve köylü devriminden önce varolan partilerin listelerine göre toplantıya çağrılan Kurucu Meclisin, 25 ekim günü burjuvaziye karşı sosyalist devrimi başlatan emekçi ve sömürülen sınıfların irade ve çıkarları ile zorunlu olarak uyuşmazlığa düştüğü sonucu çıkar. Kurucu Meclisin biçimsel hakları, hatta, yalnızca Kurucu Meclis yasasının halka kendi vekillerini görevden alma ve ne zaman olursa olsun yeni seçimler yapma hakkını tanımama sonucu bozulmuş olmasa bile, bu devrimin çıkarlarının Kurucu Meclisin biçimsel haklarından ağıt basması doğaldır. [sayfa 110]
17. Sınıflar savaşımını ve iç savaşı hesaba katmaksızın, Kurucu Meclisi alışılmış burjuva demokrasi çerçevesinde, salt biçimsel, hukuksal bir bakış açısından düşünmek yolundaki, dolaysız ya da dolaylı her girişim, proletarya davasına ihanet etmek ve burjuvazinin bakış açısını benimsemek demektir. Ekim ayaklanmasını ve proletarya diktatörlüğünün görevlerini kendi öz değerleri ile değerlendirememiş bazı bolşevik yöneticilerin düştükleri bu yanılgıya karşı herkesi ve herkesi uyarmak, - devrimci sosyal-demokrasinin kaçınılmaz ödevi işte budur.
18. Bir yanda Kurucu Meclis seçimleri, öte yanda da halk iradesi ve, emekçi ve sömürülen sınıfların çıkarları arasındaki uyuşmazlıktan doğan bunalımı tek acısız çözme şansı; yani Kurucu Meclis seçimleri yapma hakkının halk tarafından elden geldiğince en geniş ve en çabuk bir biçimde gerçekleştirilmesi, Merkez Yürütme Komitesinin bu yeni seçimlere ilişkin yasasına Kurucu Meclisin katılması, Kurucu Meclisin Sovyetler iktidarını, Sovyet devrimini, onun barışa, toprağa ve işçi denetimine ilişkin politikasını, bu Meclisin Kadet ve kaledinci karşı-devrim düşmanları kampına kesin katılmasını çekincesiz kabul eden bir bildirgesidir.
19. Yoksa Kurucu Meclis yöresinde açılmış bulunan bunalım, ancak devrimci yoldan, Kadetler ve Kaledin karşı-devriminin ileri süreceği belgiler ve kurumlar ne olursa olsun (hatta Kurucu Meclis üyesi niteliği de olsa), ancak bu karşı-devrimi cezalandırmak için Sovyetler iktidarının alacağı en gözüpek, en tez, en sert ve en kararlı devrimci önlemler ile sona erdirilebilir. Bu savaşımda, Sovyetler iktidarının ellerini bağlama yolundaki her girişim, karşı-devrimi kolaylaştırmak demektir. [sayfa 111]



11 ya da 12 (24 ya da 25)
Aralık 1917'de yazılmıştır.
26 (13) Aralık 1917 günü
Pravda'nın 213. sayısında
yayınlanmıştır.

V. Lenine,
Œuvres, Paris-Moscou, t. 26,
pp. 397-401





VANDERVELDE'İN DEVLET ÜZERİNE
YENİ BİR KİTABI

VANDERVELDE'İN Devlete Karşı Sosyalizm (Paris 1918) başlıklı kitabını okumak, bana ancak Kautsky'nin kitabını okuduktan sonra nasip oldu. Bu iki kitabın karşılaştırılması kendiliğinden gerekiyor. Kautsky II. Enternasyonalin (1889-1914) ideolojik önderidir: Vandervelde ise, uluslararası sosyalist Büro[43] başkanı niteliğiyle, resmi temsilcisi. Her ikisi de II. Enternasyonalin tam batkısını simgelerler; bu batkıyı, kendi öz batkı ve burjuvazi saflarına geçişlerini, "bilgince", deneyli gazetecilerin tüm ustalığıyla, her ikisi de marksist sözlerle gizlerler. Biri ağır, soyut Alman oportünizminde neyin tipik olduğunu bize çarpıcı bir biçimde gösterir, ve burjuvazi için kabul edilmez ne varsa çıkarıp atarak, marksizmi göz göre göre çarpıtır. Öbürü Latince kökenli diller (romane) türünün - belli bir ölçüde Batı Avrupa türünün (Almanya'nın batısında bulunduğu anlamında) de denebilir-, egemen oportünizm temsilcisidir. Daha esnek, daha hafif, ve bu aynı özsel davranışla marksizmi daha ince bir biçimde çarpıtan tür.
Her ikisi de Marx'ın hem devlet öğretisini [sayfa 112] bozuyorlar, hem de proletarya diktatörlüğü öğretisini; bu işi yaparken Vandervelde daha çok birinci soruna önem veriyor, Kautsky ikinci soruna. Her iki sorun arasında varolan sıkı, çözülmez bağlılığı, her ikisi de gölgelendiriyor. Her ikisi de sözde devrimci ve marksist, gerçekte dönek: devrimden kaçınmak için ellerinden gelen çabayı gösteriyorlar. Marx ile Engels'in tüm yapıtını esinleyen ve gerçek sosyalizmi onun burjuva karikatüründen ayırdeden şeyden, yani reformist görevler ile çatışan devrim çözümlemesinden, reformist taktikle çatışan devrimci taktik çözümlemesinden, proletaryanın, burjuvazinin emperyalist aşırı kâr ve aşırı vurgunun bir parçasını burjuvaziyle paylaşan "büyük" devletler proletaryasının rolü ile çatışan, ücretli kölelik rejim, sistem ya da düzeninin yok edilmesindeki rolünün çözümlemesinden, ne birinde en küçük bir iz var, ne de öbüründe.
Bu değerlendirmeyi desteklemek için, işte Vandervelde'in temel açıklamalarından birkaçı.
Tıpkı Kautsky gibi, Vandervelde de Marx ve Engels'i aşırı bir çabayla anıyor. Ve Kautsky gibi, Marx ile Engels'ten, burjuvazi için kesinlikle kabul edilmez olan, devrimciyi reformistten ayırt eden şeyler dışında, istenen her şeyi alıntılıyor. Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethine ilişkin olarak istenen her şeyi; çünkü pratik olarak sorun salt parlamenter bir çerçeve içine kapatılmış bulunuyor. Marx ile Engels, Komün deneyinden sonra, kısmen eskimiş bulunan Komünist Manifesto'yu, işçi sınıfının yalnızca hazır devlet makinesini ele geçirmekle yetinemeyeceği, onu yıkması gerektiği gerçeğinin açıklanması ile tamamlamayı istedikleri denli zorunlu görmüş olsunlar, bu konuda tek söz yok! Kautsky gibi Vandervelde de, sanki aralarında anlaşmışlar gibi, proleter devrim deneyinde varolan en özsel şeyin ta kendisini, proleter devrimi burjuva reformlardan ayıran şeyin ta kendisini tam bir susku ile geçiştiriyor.
Kautsky gibi, Vandervelde de, proletarya diktatörlüğünden, ondan kaçınmak için söz eder. Kautsky bu işi incelikten uzak çarpıtmalardan yararlanarak yapmış. [sayfa 113] Vandervelde işin içinden daha ince bir biçimde sıyrılıyor. "Siyasal iktidarın proletarya tarafından fethi" konusundaki dördüncü paragrafta, "b" bölümünü "proletaryanın kolektif diktatörlüğü" sorununa ayırıyor, Marx ve Engels'i anıyor (yineliyorum: en özsel olanla, burjuva demokrasinin eski devlet makinesinin yıkılması ile ilgili olan şeyin ta kendisini es geçerek), ve şu sonuca varıyor:
"... Sosyalist çevrelerde toplumsal devrim üzerine genel olarak ileri sürülen fikir, gerçekte budur: Bu kez artık bir tek noktada değil, ama kapitalist dünyanın başlıca merkezlerinde zafer kazanmış yeni bir Komün.
Varsayım; ama savaş sonrasının, birçok ülkede, görülmemiş sınıf karşıtlıkları ve toplumsal sarsıntılarla karşı karşıya kalacağının ortaya çıktığı şu sıralarda hiç de olası dışı olmayan bir varsayım.
Ancak, eğer Paris Komünü'nün başarısızlığı -Rus devriminin güçlüklerinden ayrı olarak- bir şey tanıtlıyorsa, bu da proletarya koşulların eline düşüreceği iktidarı kullanmaya yeterince hazır olmadığı sürece, kapitalist rejimi yenmenin olanaksızlığıdır" (s. 73).
Ve işin özüyle ilgili olarak başka hiç, ama hiçbir şey yok!
İşte II. Enternasyonalin önderleri ve temsilcileri! 1912'de, 1914 yılında patlak verecek olan savaş ile tehlikesini açıkça gösterdikleri proleter devrim arasındaki bağdan kesin olarak söz ettikleri Basel Bildirgesi'ni imzalıyorlar. Ve savaş gelip çattığı ve ortaya devrimci bir durum çıktığı zaman da, bu Kautskyler ve bu Vanderveldeler, devrimden kaçmaya başlıyorlar. Komün tipi bir devrimin, inanılmaz olmayan bir varsayımdan başka bir şey olmadığını düşünün! Kautsky'nin Sovyetlerin Avrupa'daki olanaklı rolü üzerindeki açıklamasına tamamen benzer bir açıklama.
Ama bu düşünce, bugün yeni komünün "inanılmaz olmadığı"nı, Sovyetlerin oynayacak büyük bir rolü olacağını vb. kuşkusuz kabul edecek her bilgili liberal'in düşüncesidir. Proleter devrimci, liberalden, teorisyen olarak, Komün ile Sovyetlerin devlet tipi olmak bakımından taşıdıkları yeni anlamın ta kendisini çözümlemesi ile ayrılır. Vandervelde, Komün deneyini çözümlerken, Marx ile Engels'in bu konuda ayrıntılı bir biçimde açıkladıkları her şeyi suskuyla geçiştiriyor. [sayfa 114]
Pratisyen olarak, politikacı olarak, marksist birinin şimdi bu (Komün tipi, Sovyetler tipi, ya da diyelim bir üçüncü tip) proleter devrim zorunluluğunu gösterme, ona hazırlanma zorunluluğunu açıklama, yığınlar içinde devrim yararına propaganda yapma, devrime karşı küçük-burjuva önyargıları çürütme vb. görevinden ancak sosyalizm hainlerinin yan çizebileceklerini ortaya koyması gerekirdi.
Ne Kautsky yapıyor bunu, ne de Vandervelde; çünkü kendileri, işçiler arasında sosyalist ve marksist ünlerini sürdürmek isteyen sosyalizm hainlerinden başka bir şey değiller.
Sorunun teorik yönünü düşünün.
Devlet, demokratik cumhuriyette de, bir sınıfın bir başka sınıfı bir bastırma makinesinden başka bir şey değildir. Kautsky bu gerçeği biliyor, kabul ediyor, paylaşıyor onu, ama... büyük sorunun içinden, proletaryanın bastırması gereken sınıfın hangisi olduğu, proleter devleti kurduktan sonra proletaryanın bu işi neden ve hangi araçlarla yapması gerektiği sorununun içinden de ustalıkla sıyrılıyor.
Vandervelde marksizmin bu temel tezini biliyor, kabul ediyor, paylaşıyor ve (kitabının 72. sayfasında) sözünü ediyor, ama... (kapitalist baylar için) "hoş olmayan" şu: sömürücülerin direncinin bastırılması konusunda da ağzından tek söz çıkmıyor!!
Vandervelde de, Kautsky gibi, bu "hoş olmayan" konuyu suskuyla geçiştiriyor. Ve döneklikleri de işte buna dayanıyor.
Vandervelde de Kautsky gibi, diyalektik yerine seçmeciliği (eklektizm) geçirme sanatında ustalık derecesine yükselmiş. Her şeyi kabul ederken kabul etmeksizin kabul etmeli. Bir yandan devletten "bir ulus topluluğu" anlaşılabilir (Littré sözlüğüne bakınız, -bilimsel yapıt, söyleyecek söz yok,- Vandervelde'in kitabında s. 87); öte yandan, devletten "hükümet" anlaşılabilir (aynı yerde). Bu büyük bilgin yavanlığını, Vandervelde, Marx'tan yaptığı alıntıların yanı sıra, onaylayarak yineliyor.
"Devlet" sözcüğünün marksist anlamı alışılmış [sayfa 115] anlamından ayrılır, diye yazıyor Vandervelde. Öyleyse "yanlış anlama"lar olanaklıdır. "Devlet, Marx ve Engels'te, geniş anlamda devlet, yönetim organı devlet, topluluğun genel çıkarlarının temsilcisi devlet değildir. İktidar-devlet, otorite organı devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenlik aleti devlettir" (Vandervelde, s. 75- 76).

İşte Vandervelde'in "üslup"u, Kautsky'ninkinden çok az farklı ve özünde ona özdeş bir üslup. Diyalektik, bir karşıttan bir başka karşıta geçişin nasıl olduğunu açıklayarak ve bunalımların tarihteki rolünü göstererek, mutlak gerçekleri (hakikatleri) yadsır. Seçmeci (eklektik) ise, kendi devrim yerine "ara aşama/ar"ı geçirme küçük-burjuva hamkafa isteğini el altından sokuşturu vermek için, "çok kesin" olurlamalar istemez.
Kapitalistler sınıfının egemenlik organı devletle, proletaryanın egemenlik organı devlet arasındaki ara aşamalar, burjuvaziyi alaşağı etmeye ve onun devlet makinesini kırmaya, yıkmaya dayanan devrimin ta kendisiymiş,- Kautskyler ve Vanderveldeler bunu gizliyorlar.
Burjuvazi diktatörlüğünün yerine birtek sınıfın, proletaryanın diktatörlüğünün geçmesi gerekirmiş; devrimin "ara aşamalar"ından sonra proleter devletin aşama aşama solma "ara aşamalar"ı gelirmiş, Kautskyler ve Vanderveldeler bunun üstünü örtüyorlar.
Siyasal döneklikleri, işte buna dayanıyor.
Teorik olarak, felsefi olarak, diyalektiği yerine seçmecilik ve safsatacılığın geçmesi, işte buna dayanıyor. Diyalektik, somut ve devrimcidir. O, bir sınıfın diktatörlüğünden bir başka sınıfın diktatörlüğüne "geçiş"i, demokratik proleter devletin devlet olmayana "geçiş"inden ("devletin solması") ayırır. Kautskyler ile Vanderveldelerin seçmecilik ve safsatacılığı, burjuvaziye yaranmak için, [sayfa 116] sınıflar savaşımı yerine içine devrimin yadsınmasının sokulabileceği (ve çağımız resmi sosyal-demokratlarının onda dokuzunun soktukları) genel "geçiş" fikrini geçirerek, sınıflar savaşımında somut ve kesin olan ne varsa el çabukluğuna getirir!
Vandervelde, seçmeci ve safsatacı olarak, Kautsky'den biraz daha usta, biraz daha incedir, çünkü: "dar anlamda devletten, geniş anlamda devlete geçiş" sözü yardımıyla, devrimin bütün sorunlarına, ne olurlarsa olsunlar, ustalıkla yan çizilebilir; devrimle reform arasında, hatta marksistle liberal arasında varolan tüm farka, ustalıkla yan çizilebilir. Çünkü, bu "genel" anlamdaki "ara aşamalar"ı "genel olarak" yadsımayı hangi bilgili Avrupalı burjuva aklından geçirebilir?
"Önce aşağıdaki iki koşul gerçekleşmeden, başlıca üretim ve değişim araçlarını toplumsallaştırmak söz konusu olamazdı, -ve bu nokta üzerinde Guesde ile birleşiyoruz, diye yazar Vandervelde:
1. Bir sınıfın bir başka sınıf üzerindeki egemenlik organı olan güncel devletin, siyasal iktidarın proletarya tarafından fethiyle, Menger'in emeğin halk devleti dediği şeye dönüşmesi.
2. Otorite organı olan devletle, yönetim organı olan devletin, ya da sen-simoncu deyimlerle söylemek gerekirse, insanların hükümeti ile şeylerin idaresinin ayrılması" (s. 89).
Vandervelde bu iki noktanın anlamlarını özellikle belirterek, onları italik dizdiriyor. Ama seçmeci (eklektik) bir salatanın ta kendisi, marksizmden tam bir kopuş bu! Çünkü ensonu, "emeğin halk devleti", 70 yılları Alman sosyal-demokratlarının dile düşürdükleri, ve Engels'in bir saçmalık olarak damgaladığı eski "özgür halk devleti"nin[44] yeni bir baskısından başka bir şey değil. "Emeğin halk devleti" deyimi, (bizim sol devrimci-sosyalist türündeki) bir küçük-burjuva demokrata yaraşır, sınıfsal kavramlar yerine sınıf dışı kavramları geçiren bir söz. Vandervelde, siyasal iktidarın proletarya tarafından (bir tek sınıf tarafından) fethi ile "halk" devletini, bundan karışıklıktan başka bir şey çıktığını görmeksizin, aynı plan üzerine koyuyor. "Arı demokrasi"si ile Kautsky'de de aynı karışıklık, sınıf devrimi, proletarya sınıf diktatörlüğü, (proleter) sınıf devleti sorunlarında aynı küçük-burjuva ve devrim düşmanı bilmezden gelme. [sayfa 117]
Devam edelim. İnsanların hükümeti ancak tüm devlet ortadan kalkacağı zaman ortadan kalkacak ve yerini şeylerin idaresine bırakacaktır. Bu görece uzak perspektif aracıyla, Vandervelde yarının görevini: burjuvazinin alaşağı edilmesi görevini gizliyor, gölgeliyor.
Burada da bu davranış burjuvazi karşısında boyun eğme anlamına geliyor. Liberal, insanların artık yönetilme gereksinimi duymayacakları gün olup bitecek şeylerden söz etmeyi çok ister. Bu zararsız kuruntuya kendini neden vermesin? Ama mülksüzleştirilmesine direnen burjuvazinin proletarya tarafından bastırılmasına gelince, bu konuda hiçbir şey söylememek daha iyidir. Burjuva sınıf çıkarı bunu buyurur.
"Devlete Karşı Sosyalizm". Vandervelde tarafından proletaryaya bir şapka çıkarmaktır bu. Bir şapka çıkarmak güç değil. Her "demokrat" siyasacı seçmenlerini selamlamasını bilir. Ve bu "şapka çıkarma" sayesinde, devrim düşmanı, proleter düşmanı işporta malı sokuşturulur.
Vandervelde, çağdaş burjuva demokrasinin uygar, cilalanmış, kremlenmiş görünüşleri altında yoksullara karşı ne denli aldatmaca, zor, baştan çıkarma, yalan, ikiyüzlülük, baskı gizlendiğini söylerken, Ostrogorsky'yi[45] ayrıntılı bir biçimde yineliyor. Ama bundan bir sonuç çıkarmıyor. Burjuva demokrasinin emekçi ve sömürülen yığını bastırdığına, oysa proleter demokrasinin burjuvaziyi bastırmak zorunda kalacağına hiç dikkat etmiyor. Kautsky ile Vandervelde bu konuda gözlerini kapıyorlar. Bu Marksizm döneği küçük-burjuvaların, ardında sürüklendikleri burjuvazinin sınıf çıkarı, bu sorunun göz ardı edilmesini, suskuyla geçiştirilmesini, ya da bastırma zorunluluğunun kesinlikle yadsınmasını gerektirir.
Marksizme karşı küçük-burjuva seçmecilik (eklektizm), diyalektiğe karşı safsatacılık, proleter devrime karşı hamkafa reformizm - işte Vandervelde'in kitabının böyle adlandırılması gerekirdi. [sayfa 118]


V. Lenine,
ŒEuvres, Paris-Moscou, t. 28,
pp. 330-336




PROLETER DEVRİM
VE DÖNEK KAUTSKY

BU başlık altında, Kautsky'nin Viyana'da şu son günlerde çıkmış bulunan Proletarya Diktatörlüğü adlı broşürünün eleştirisine yönelik bir broşür yazmaya başladım. Ama, çalışmam sürüncemede kaldığı için, Pravda yazı kuruluna, aynı konudaki kısa bir makaleye bir yer vermesini ricaya karar verdim.
Gerici ve en bitirip tüketici türünden bir savaşın dört yıldan çoğu, yapacağını yaptı. Avrupa'da, aynı zamanda hem Avusturya, hem İtalya, hem Almanya, hem Fransa, hatla hem de İngiltere'de (örneğin yarı liberal Ramsay McDonald tarafından yönetilen aşırı oportünist Sosyalist Dergi'nin[46] temmuz sayısında gördüğümüz Bir Kapitalistin İtirafları, son derece özellik belirtici), yükselen proleter devrimin soluğu duyuluyor.
Ve II. Enternasyonalin önderi Bay Kautsky de işte bu sırada proletarya diktatörlüğü üzerine, yani proleter devrim üzerine bir kitap, Bernstein'ın ünlü Sosyalizmin Öncülleri'nden yüz kez daha iğrenç, daha çileden çıkarıcı, daha dönek bir kitap yayınlıyor. Bernstein'ın o dönek kitabının yayınlanmasından bu yana 20 yıla yakın bir süre [sayfa 119] geçti; ve işte bugün de Kautsky bu dönekliği daha da ağırlaştırarak benimsiyor!
Kitabın önemsiz bir bölümü Rus bolşevik devrimini inceliyor. Kautsky, Rus işçisinin ancak bir kahkaha ile karşılayabileceği menşevik bilgeliğin ilk hakikatlerini hiçbir şey değiştirmeksizin yineliyor. Örneğin, yer yer yarı liberal Maslov'un yarı liberal yazılarından alıntılar serpiştirilmiş, zengin köylülerin toprağı ele geçirmeye çalıştıkları (bir yenilik!), yüksek buğday fiyatlarının onlar için elverişli olduğu vb. yolundaki bir düşünceye "marksizm" adı verildiğini düşünün. Ve bunun yanında da, "marksist"imizin yüzde yüz liberal, küçümseyici bildirimi: "yoksul köylü burada (yani Sovyetler cumhuriyetinde), sosyalist tarım reformunun, 'proletarya diktatörlüğü'nün sürekli yığınsal ürünü olarak kabul edilmiştir (bolşevikler tarafından yani)" (Kautsky'nin broşürü, s. 48).
Gerçekten iyi, değil mi? Bir sosyalist, bir marksist, bize devrimin burjuva niteliğini tanıtlamaya çalışıyor ve, bu işi yaparken, yoksul köylülüğün kırdaki örgütlenmesini (tamamen Maslov , Potresov ve Kadetlerin anlayışı içinde) alaya alıyor.
"Zengin köylülerin mülksüzleştirilmesi, düzelmesi dinginlik ve güvenlik gerektiren üretim sürecine yeni bir karışıklık ve iç savaş öğesi sokmaktan başka bir şey yapmaz" (s. 49).
İnanılmaz, ama gerçek bu. Bunu böylece yazan, Savinkov ya da Milyukov değil, Kautsky!
Rusya'da biz şimdiye değin, kulakların savunucularının "marksizm" mantosuna büründüğünü öylesine çok gördük ki, Kautsky bizi şaşırtmayacak. Ama belki Avrupalı okur için, burjuvaziye bu alçakça boyun eğme ve iç savaş karşısındaki bu liberal korku üzerinde uzun uzun durmak gerekecek. Rus işçi ve köylüsüne gelince, onlara Kautsky'nin bu dönekliğini parmakla göstermek... ve yolumuzu izlemek yeter.
Kautsky'nin kitabının onda dokuzu, ya da buna yakını, çok önemli genel bir teorik soruna ayrılmış: [sayfa 120] Proletarya diktatörlüğü ile "demokrasi" arasındaki ilişkiler. Ve Kautsky'nin marksizmden kopuşu da en açık biçimde işte burada ortaya çıkıyor.
Kautsky okurlarına -en ciddi ve en "bilgi" bir havayla- Marx'ın "proletaryanın devrimci diktatörlüğü"ndan, demokrasiyi dıştalayan "bir yönetim biçimi"ni değil, ama bir durumu, yani: "bir egemenlik durumu"nu anladığı konusunda güvence veriyor. Oysa, proletaryanın egemenliği, nüfusun çoğunluğu olarak, en tam bir demokrasi saygısı ile bağdaşır, ve örneğin proletarya diktatörlüğünün ta kendisi olan Paris Komünü, genel oyla seçilmiştir. Ve Marx'ın, proletarya diktatörlüğünden söz ederken, bir "yönetim biçimi" (ya da hükümet biçimi, Regierungs form) düşünmemiş olduğu da, öyle görünüyor ki, "onun, Marx'ın, İngiltere ve Amerika için barışçıl, yani demokratik bir yoldan (komünizme ) geçişi olanaklı görmesi ile tanıtlanmış"tır (s. 20-21).
İnanılmaz, ama gerçek bu! Kautsky işte tastamam böyle düşünüyor; ve anayasaları ile tüm siyasalarında "demokrasi"ye aykırı davranmakla suçladığı bolşeviklere verip veriştiriyor, ve tüm gücüyle ve aralıksız olarak, "diktatör değil, ama demokratik bir yöntem"i öğütlüyor.
Marx'ın proletarya diktatörlüğü öğretisini yadsıdıklarını daha açıkça ve daha dürüstçe bildiren, çünkü proletarya diktatörlüğü demokrasi ile çelişmektedir diyen (Alman David, Kolb ve sosya!-şovenizmin öbür temel direkleri türündeki İngiliz Fabianler[47] ile bağımsızlar[48], ya da Fransız ve İta!yan reformistler türündeki) oportünistlerin büsbütün yakınlarında yer almak demektir bu.
Bir "özgür halk devleti" istiyoruz demek, Marx öncesi Alman sosyalizminin görüşüne dönmek demektir; her devletin bir sınıfın bir başkasını ezmesini sağlayan bir makine olduğunu anlamayan küçük-burjuva demokratların düşüncesine dönmek demektir bu.
Proletaryanın devrimi yerine, liberal "çoğunluğun fethi", "demokrasiden yararlanma" teorisini geçirmek üzere, proletaryanın devrimini büsbütün yadsımak [sayfa 121] demektir bu! Marx ile Engels tarafından, 1852'den 1891'e değin, proletarya için burjuva devlet makinesini "yıkma" zorunluluğu üzerine kırk yıl boyunca öğretilmiş ve tanımlanmış olan herşey, bütün bunlar dönek Kautsky tarafından tamamen unutulmuş, çarpıtılmış, denize atılmıştır.,
Kautsky'nin teorik yanlışlıklarını ayrıntılı bir biçimde incelemek, Devlet ve İhtilâl'de söylediklerimi yinelemek olurdu. Yararsızdır bu. Kısaca belirtmekle yetineceğim:
Kautsky , her devletin bir sınıfın bir başka sınıfı bastırmasını sağlayan bir makine olduğunu ve en demokratik burjuva cumhuriyetin burjuvaziye proletaryayı ezme olanağını veren bir makine olduğunu unutarak, marksizmi yadsımıştır.
Proletarya diktatörlüğü bir "hükümet biçimi" değil, ama bir başka tipten bir devlet, proleter bir devlet, proletaryanın burjuvaziyi ezmesini sağlayan bir alettir. Bu ezme zorunludur, çünkü burjuvazi, mülksüzleştirilmesine karşı her zaman zorlu bir direnç gösterecektir.
(Marx'ın 70 yıllarında İngiltere ve Amerika'da sosyalizme barışçıl geçiş olanağını kabul ettiğini[49] ileri sürmek, bir safsatacı, ya da daha yalın söylemek gerekirse, alıntılar ve iletmeler yardımıyla aldatmacaya sapan bir düzenbaz kanıtıdır. İlkin, Marx daha o çağda bu olanağı istisna olarak düşünüyordu. İkincisi, tekelci kapitalizm, yani emperyalizm, henüz yoktu. Üçüncüsü, tam da İngiltere ve Amerika'da, burjuva devlet makinesinin temel parçası olarak, o zaman askeri fraksiyon yoktu - bugün var.)
Baskının olduğu yerde, eşitlik, özgürlük vb. olamaz. Engels, işte bu nedenle, şöyle diyordu: "Proletarya devlete gereksinim duyduğu sürece, bunu özgürlük yararına değil, ama düşmanlarını ezmek için duyar; ve özgürlükten söz etmenin olanaklı olacağı gün, devlet de, devlet olarak varolmaktan çıkacaktır."[50]
Proletaryayı eğitmek ve onu eyleme hazırlamak söz konusu olduğu zaman değeri yadsınmaz olan burjuva demokrasi, her zaman dar, ikiyüzlü, yalancı, düzenbazdır, her zaman zenginler için bir demokrasi, yoksullar için bir aldatmaca olarak kalır. [sayfa 122]
Proleter demokrasi sömürücülerin üzerine, burjuvazinin üzerine, çullanır; bu nedenle ikiyüzlü değildir o; o n l a r a n e özgürlük v a a t e d e r, ne de demokrasi; ama emekçilere gerçek demokrasi'yi sunar. Yalnız Sovyetler Rusyası, örneğin sarayları ve özel konakları burjuvazinin elinden alarak (bu olmadıkça, toplanma özgürlüğü bir ikiyüzlülüktür), basımevlerini ve kağıdı kapitalistlerin elinden alarak (bu olmadıkça, basın özgürlüğü ulusun emekçi çoğunluğu için bir yalandır), burjuva parlamentarizmi yerine, en demokratik burjuva parlamentosundan "halk"a 1000 kez daha yakın, daha "demokratik" olan Sovyetlerin demokratik örgütlenmesini geçirerek, proletarya ve engin emekçi çoğunluğa, o güne değin görülmemiş, herhangi bir burjuva demokratik cumhuriyette olanaksız ve usa sığmaz bir özgürlük ve bir demokrasi sunuyor.
Kautsky demokrasiye uygulanmış "sınıf savaşımı"nı... denize atmış! Kautsky tam bir dönek, bir burjuvazi uşağı durumuna gelmiş.

*
Bu arada, bu dönekliğin bazı incilerini belirtmeden geçmek de olanaksız.
Kautsky Sovyetler örgütünün yalnızca Rusya değil, dünya ölçüsünde de bir önem taşıdığını, "zamanımızın en önemli olayları" arasında yer aldığını, yarının "sermaye ile emek arasındaki" büyük savaşımlarında "kesin bir önem" kazanmaya aday olduğunu kabul etmek zorunda görüyor kendini. Ama, proletaryaya karşı, bir güçlükle karşılaşmadan burjuvazi saflarına geçmiş olan menşeviklerin yüce bilgeliğini kendine mal ettiğinden, bundan "şu sonucu çıkarıyor": Sovyetler "savaşım örgütü" olarak iyi, ama "devlet örgütü" olarak iyi değil.
Çok güzel! Proleterler ve yoksul köylüler, Sovyetler içinde örgütlenin! Ama zafer kazanmaya cüret etmekten sizi Tanrı korusun! Zafer kazanmayı usunuzdan geçirmeyin! Burjuvaziyi yendiğiniz anda, işiniz bitti demektir, çünkü sizin proleter bir devlette "devlet" örgütleri [sayfa 123] olmamanız gerekir. Siz tam da zaferinizden sonra kendinizi (Sovyetleri -ç.] dağıtmalısınız!
Ne hayran olunası "marksist" şu Kautsky! Dönekliğin ne eşi benzeri bulunmaz "teorisyen"i! ,
İnci numara iki. İç savaş "toplumsal devrim"in "ölümcül düşmanı"dır, çünkü, daha önce duyduğumuz gibi, toplumsal devrimin "dinginlik" (zenginler için mi?) "ve güvenliğe" (kapitalistler için mi?) "gereksinimi vardır".
Avrupa proleterleri! Savinkov ile Dan'ı, Dutov ile Krasnov'u, Çekoslavaklar ile kulakları iç savaş için size karşı ayartmayacak bir burjuvazi bulmadıkça, devrimi düşünmeyin!
1870'te, Marx şöyle yazıyordu: Başlıca umut, savaşın Fransız işçilerine silah kullanmayı öğretmesidir.[51] "Marksist" Kuatsky, dört yıl savaştan sonra, işçilerin silahlarını burjuvaziye karşı kullanmalarını değil (Tanrı göstermesin! Kuşkusuz hiç de "demokratik" olmazdı bu), ama... iyi kapitalistçiklerle iyi bir barışçık yapmalarını bekliyor!
İnci numara üç. İç savaşın sevimsiz bir yönü daha var: "demokrasi"de "azınlığın korunması"nın bulunmasına karşın (ayraç içinde belirtelim, Fransa'da Dreyfus savunucularının, ve şu son günlerde Liebknechtlerin, Mac Leanlerin, Debslerin acı acı denedikleri korunma), iç savaş (dinleyin! iyi dinleyin! ) "yenileni tam bir yok olma ile tehdit eder".
Yoksa, şu Kautsky gerçek bir devrimci değil mi? Yüreğinin derinliklerinde devrimden yanadır o... ama yalnızca bir yıkım tehlikesi içeren ciddi bir savaşım olmaksızın yapılması koşuluyla! Zorlu devrimlerin eğitici etkisini coşkuyla öven koca Engels'in[52] eski yanılgılarının tamamen "üstesinden" gelmiştir o. O, "ciddi" tarihçi olarak, iç savaşın sömürülenleri çelikleştirdiğini ve onlara sömürücüler olmayan yeni bir toplum kurmayı öğrettiğini söyleyen kimselerin yanlışlıklarını büsbütün bırakmıştır.
İnci numara dört. Proleterler ve küçük burjuvaların 1789 devrimindeki diktatörlüğü büyük ve yararlı bir şey mi [sayfa 124] oldu ? Hiç de değil. çünkü Napoleon geldi. "Aşağı katmanların diktatörlüğü, yolu kılıç diktatörlüğüne açar" (s. 26).
"Ciddi" tarihçimiz, kamplarına katıldığı liberaller gibi, "aşağı katmanların diktatörlüğü"nü görmemiş olan ülkelerde, örneğin Almanya'da, kılıç diktatörlüğünün de görülmediğine kesin olarak inanmış. Almanya Fransa'dan, hiçbir zaman daha kaba, daha aşağılık bir kılıç diktatörlüğü ile ayrılmamıştır; şimdiye değin Fransa "halk"ında, ezilenlerin İngiltere ya da Almanya'dakinden daha çok özgürlük sevgisi ve daha çok yiğitlik gösterdiklerini ve Fransa'nın bunu devrimlerine borçlu olduğunu söyleyerek, utanmadan yalan söylemiş olan Marx ve Engels tarafından uydurulmuş kara çalmalardan başka bir şey değildir bu.
...Ama yeter! Dönek Kautsky'nin yapıtındaki bütün döneklik incilerini saptamak için özel bir broşür yazmak gerekirdi.

*
Bay Kautsky'nin "enternasyonalizm"i üzerinde de durmak gerekecek. Menşeviklerin, onlar da Zimmervalcı[53] -tatlı dilli Kautsky bu konuda güvence veriyor bize,- ve hatta -gülmeyin!- bolşeviklerin "kardeşleri" olan menşeviklerin enternasyonalizmini sevgi ve yakınlık dolu sözlerle anlatarak, Kautsky kendi "enternasyonalizm"ini de istemeyerek ortaya koymuş!
İşte menşeviklerin "zimmervaldçılığı"nın o pırıl pırıl tablosu
"Menşevikler genel bir barış istiyorlardı. Bütün savaşanların ilhaksız ve tazminatsız barış belgisini kabul etmelerini istiyorlardı. Bu ereğe erişilmedikçe, Rus ordusu, onlara göre, savaş durumunda kalmalıydı". Ama kötü bolşevikler orduyu "dağıttılar" ve kötü Brest-Litovsk barışını imzaladılar. Ve Kautsky, Kurucu Meclisin korunması, bolşeviklerin iktidarı almamaları gerektiğini, çok açık bir biçimde söylüyor.
Demek ki enternasyonalizm, menşevikler ile devrimci-sosyalistlerin Kerensk'yi desteklemiş oldukları [sayfa 125] gibi, "kendi" emperyalist hükümetini desteklemeye, onun gizli antlaşmalarını saklamaya, halkı tatlı sözlerle aldatmaya dayanıyor: Biz, diyorlardı, yabanıl hayvanlardan yumuşak başlı olmalarını "istiyoruz", biz emperyalist hükümetlerden "ilhaksız ve tazminatsız barış belgisini kabul etmeleri"ni "istiyoruz".
Kautsky'ye göre enternasyonalizm, işte bu.
Ama, bize göre, bu tam bir döneklik.
Enternasyonalizm, kendi öz sosyal-şovenleri (yani sonuna değinciler) ile kendi öz emperyalist hükümetinden kopmaya, ona karşı, devrimci savaşım yürütmeye, onu alaşağı etmeye, eğer bu uluslararası işçi devriminin gelişmesine yararlıysa, en büyük ulusal özverileri (hatta Brest-Litovsk barışını) onamaya dayanır.
Biz Kautsky ile (Ströbel, Bernstein vb. türündeki) çetesinin Brest-Litovsk barışının imzalanmasından büyük bir "hoşnutsuzluk" duyduklarını çok iyi biliyoruz; onlar bizim... Rusya'daki iktidarı hemen burjuvazinin eline vererek, bir "jest" yapmamızı isterlerdi! Şu dar kafalı, ama öylesine iyi yürekli ve öylesine nazik Alman küçük-burjuvaları, dünyada kendi emperyalizmini devrimle ilk deviren Sovyetler proleter cumhuriyetinin, öbür ülkelerdeki yangını ateşleyerek, Avrupa'daki devrime değin ayakta kalmasını istemiyorlardı (küçük-burjuvalar Avrupa'daki yangından korkuyorlar, "dinginlik ve güvenlik"lerini ortadan kaldıran iç savaştan korkuyorlar). Hayır. Bütün ülkelerde, kendine "enternasyonalizm" adını veren küçük-burjuva milliyetçiliğin, "ölçülülük ve iyi davranışı" ile sürmesini istiyorlardı. Rus devrimi burjuva kalsın ve... beklesin... O zaman, yer yüzünde bütün insanlar, ılımlı, fetih canlısı olmayan, yiğit, milliyetçi küçük-burjuvalar olurlardı; ve enternasyonalizm de, işte buna dayanırdı!
Almanya'daki kautskicilerin, Fransa'daki Longuet yandaşlarının, İngiltere'deki bağımsızların (I.L.P.), İtalya'daki Turati ile döneklik "kardeş"lerinin vb. düşündükleri budur.
Bugün, bizim yalnız kendi burjuvazimizi [sayfa 126] (ve uşaklarını, menşevikler ile devrimci-sosyalistlerini) devirmekte değil, ama, gizli antlaşmaların yayınlanması ve geçersizliğinin ilan edilmesiyle desteklenen açık genel barış çağrısı Antant burjuvazisi tarafından geri çevrildikten sonra, Brest-Litovsk barışını imzalamakta da haklı olduğumuzu yalnızca fermanlı sersemler görmüyorlar. İlkin, eğer Brest-Litovsk barışını imzalamasaydık, iktidarı bir anda Rus burjuvazisine bırakmış ve bundan ötürü dünya sosyalist devrimine en büyük kötülüğü yapmış olurduk. İkincisi, ulusal özveriler pahasına, öylesine uluslararası devrimci bir etki sahibi olduk ki, şu anda Bulgaristan açıkça bize öykünüyor, Avusturya ile Almanya kaynaşma içinde, biz güçlenmiş ve gerçek bir proleter ordu kurmaya başlamışken, her iki emperyalizm de güçten düşmüş bulunuyor.
Dönek Kautsky'nin taktiğinden, Alman işçilerinin şimdi burjuvazi saflarında yurdu savunmaları ve her şeyden çok Almanya'da devrimden korkmaları gerektiği sonucu çıkıyor, çünkü İngilizler onlara yeni bir Brest-Litovsk dayatabilirler. İşte dönekliğin ta kendisi. İşte küçük-burjuva milliyetçiliğin ta kendisi.
Bize gelince, biz diyoruz ki: Ukrayna'nın fethi çok büyük bir ulusal özveri gerektirdi, ve bu fetih, Ukrayna proleter ve yoksul köylülerini, uluslararası işçi devrimi savaşçıları olarak, çelikleştirdi ve pekiştirdi. Ukrayna acı çekti, ama uluslararası devrim kazandı, çünkü bu fetih Alman ordusunu "bozdu", Alman emperyalizmini güçten düşürdü, devrimci Alman, Ukrayna ve Rus işçilerini birbirine yaklaştırdı.
Bir tek savaşla aynı zamanda hem Guillaume'u ve hem de Wilson'ı alaşağı etmek, elbette "daha hoş" olurdu. Ama, bir düştür bu. Onları bir savaşla devirmek bizim için olanaksızdır. Ama, yapabileceğimiz şey, onların iç güçsüzlüklerini artırmaktır. Proleter Sovyet devrimiyle, biz bunu büyük ölçüde başardık.
Alman işçileri, eğer ulusal özverilere katlanarak (enternasyonalizm yalnız buna dayanır) devrime itselerdi, eğer onlar için uluslararası işçi devrimi çıkarlarının, şu [sayfa 127] ya da bu ulusal devletin, ve her şeyden öncede kendi öz ulusal devletlerinin toprak bütünlüğü, güvenlik ve dinginliğinden önce geldiğini söyleselerdi (ve bunu davranışlarla da doğrulasalardı), daha da büyük bir başarı kazanırlardı.
Avrupa için en büyük talihsizlik, onun için en büyük tehlike, orada devrimci parti olmamasıdır. Scheidemannlar, Renaudeller, Hendersonlar, Webbler ve hempaları gibi hainlerin partileri, ya da Kautsky gibi uşak ruhlular var. Devrimci parti yok Avrupa'da.
Gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor.
Bu nedenle, bütün araçlarla Kautsky gibi döneklerin maskesini düşürmek, ve böylece bütün ülkelerdeki gerçekten enternasyonalist devrimci proleter grupları desteklemek gerekir. Proletarya hainler ve döneklerden hızla yüz çevirecek ve içlerinde önderlerini yetiştireceği bu devrimci enternasyonalist grupları izleyecektir. Bütün ülkeler burjuvazisi "dünya bolşevizmi"ne boşuna sövüp saymıyor.
Dünya bolşevizmi dünya burjuvazisini yenecek. [sayfa 128]


9 Ekim 1918
"Pravda", n° 219,
11 Ekim 1918
İmza: V. Lenin

V. Lenine,
Œuvres, Paris-Moscou. t. 28.
pp.103-112





Açıklayıcı Notlar

[43] Uluslararası Sosyalist Büro (B.S.l.), II. Enternasyonal'in 1900 Paris Kongresi kararı üzerine kurulmuş bulunan yürütme organı.
[44] F..Engels'in A. Bebel'e 18-28 mart 1875 tarihli mektubuna bakınız.
[45] M. Ostrogorski'nin Demokrasi ve Siyasal Partiler adlı kitabı söz konusuediliyor; birinci baskısı1903'te, değiştirilmiş ikinci baskısı 1912'de yayınlandı.
[46] "Sosyalist Dergi" ("The Socialist Rewiew") - İngiliz oportünistlerinin Bağımsız İşçi Partisinin, 1908'den 1934'e değin Londra'da yayınlanan aylık organı.
[47] Fabianler - İngiltere'de, 1884'te, bir grup aydın tarafından kurulan, reformist, son derece oportünist "Fabianler Derneği" üyeleri. Fabianlerin ayırdedici özellikleri için, Lenin'in tüm yapıtlanndaki şu yazılarına bakınız: "J. Backer, J. Dietzgen, F. Engels, K.Marx, vb.'den, F. Sorge ve Başkalarına Mektuplar Kitabının Rusça çevirisine Önsöz" (Œuvres, c. 12, s. 330-331); "Rus Devriminde Sosyal-Demokrasinin Tarım Programı" (Œuvres, c. 15, s. 154); "İngiliz Pasifizmi ve İngiliz Teori Tiksintisi" (Œuvres, c. 21, s. 267), vb... 71 nolu nota bakınız.
[48] Bağımsız/ar - 1893 'te kurulan, İngiltere Bağımsız İşçi Partisi (lndependent Labour Party) üyeleri. Partinin başında James Keir-Hardy, R. MacDonald, vb. bulunuyorlardı. Siyasal bakımdan burjuva partilerden bağımsız olduğunu ileri süren bu parti, gerçekte "sosyalizmden bağımsız, ama liberlizme bağımlı" idi (Lenin). Birinci dünya savaşı sırasında (1914-1918) Bağımsız Sosyalist Parti ilkin savaşa karşı bir bildirge yayınladı (13 ağustos 1914). Sonra 1915 şubatında, Antant ülkeleri sosyalistlerinin Londra'da toplanan konferansında, Bağımsızlar konferans tarafından kabul edilen sosyal-şoven karara katıldılar. O zamandan sonra, Bağımsızların liderleri pasifist sözler altında sosyal-şoven konumlar üzerinde yer alıyorlardı. Komünist Enternasyonal'in 1919'da kurulmasından sonra, partinin sola doğru bir yönelim göstermiş olan üyelerinin baskısı altında, Bağımsız İşçi Partisi liderleri II. Enternasyonal'den ayrılma kararı verdiler. Bağımsızlar, 1921'de 21/2. Enternasyonal adı verilen örgüte girdiler ve bu örgütün dağılmasından sonra da yeniden II. Enternasyonal'e katıldılar. 1921'de, İngiltere Bağımsız İşçi Partisinin sol kanadı partiden ayrıldı ve Büyük Britanya Komünist Partisine katıldı.
[49n] L. Kugelmann'a 12 nisan 1871 günlü bir mektupta ve LaHaye kongresinin kapanışından sonra, 8 eylül 1872 günü, Amsterdam'da yapılan konuşmada Marx tarafından dile getirilmiş olan düşüncelere anıştırma. Bu konuda, K. Marx'ın Kapital'inin birinci cildinin ingilizce baskısına F. Egels'in yazdığı önsöz ile V. Lenin'in Devlet ve İhtilâl kitabına bakınız (Bilim ve Sosyalizm Yayınları).
[50] Engels'in A. Bebel'e 18-28 mart 1875 tarihli mektubuna bakınız. "Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi" içinde, aynı.
[51] Marx'ın Kugelmann'a 18 aralık 1870 günlü mektubuna bakınız.
[52] Bkz. F. Engels, Anti-Dühring, Sol Yayınları.
[53] Zimmervaldçılar - Zimmerwald'de (İsviçre), 5-8 eylül 1915'te, enternasyonalistlerin birinci konferansında örgütlenen birliğin yandaşları. Zimmerwald Konferansı üzerine, Lenin'in: "Bir İlk Adım" ve "5-8 eylül 1915 Uluslalarası Sosyalist Konferansta Devrimci Marksistler" başlıklı makalesine bakımz (Œuvres, c. 21, s. 397-403. 404- 408).



D e v l e t


YOLDAŞLAR, kabul etmiş olduğunuz programa ve bana iletildiğine göre, bugünkü konuşma konusu devlet. Bu konuyla ne denli tanışık olduğunuzu bilmiyorum. Eğer yanılmıyorsam dersleriniz daha yeni başlamış bulunuyor ve bu konuyu sistemli olarak ilk kez bugün ele alacaksınız. Eğer öyleyse, pek olasıdır ki, bu zor konu üzerindeki ilk derste dinleyicilerimin pek çoğuna açıklamalarımı yeterince açık, ve anlaşılır hale getirmeyi başaramayabilirim. Ama eğer öyle olursa, canınızın sıkılmamasını isteyeceğim, çünkü devlet sorunu en karmaşık, en güç sorunlardan biridir, belki de burjuva düşünürlerin yazarların ve filozofların bütün sorunlardan daha çok anlaşılmaz hale getirdikleri bir sorundur. Bu nedenle, birinci oturumdaki kısa bir konuşmadan bu konunun kapsamlı olarak kavranılmasının sağlanabileceği beklenmemelidir. Konuya ilişkin birinci konuşmadan sonra, anlamamış olduğunuz ya da size açık gelmeyen bölümleri kaydetmelisiniz, ve bunlara ikinci kez, [sayfa 285] üçüncü kez, dördüncü kez yeniden dönmelisiniz, öyle ki anlamadığınız şeyler, hem okuyarak ve hem de çeşitli dersler ve konuşmalarla sonradan daha çok tamamlanabilmiş ve belirginleşmiş olsun. Umarım ki, bir kez daha karşılaşma fırsatını bulur ve o zaman bütün tamamlayıcı sorunlar üzerinde görüş alışverişine girebilir ve en anlaşılmamış şeylerin neler olduğunu görürüz. Gene umarım ki, bu konuşmalara ve derslere ek olarak, Marx ve Engels'in en önemli yapıtlarından en azından birkaçını okumaya zaman ayırırsınız. Hiç kuşkum yok ki, bu en önemli yapıtlar, sizin Sovyet ve Parti okulunun öğrenci kütüphanesinde bulunan kitap listelerinde ve elkitaplarında bulunabilir; ve gene, kiminiz, önce anlatımın zorluğu ile umutsuzluğa kapılabilirsiniz, bunun sizi tedirgin etmemesi gerektiği yolunda sizi bir kez daha uyarmak zorundayım; ilk okuyuşta size açık gelmeyen şeyler ikinci bir okuyuşta ya da soruna daha sonra bir başka açıdan yaklaşmanızla açık-seçik hale gelecektir. Çünkü bir kez daha yineleyeyim ki, bu sorun öylesine karmaşık ve burjuva bilginleri ve yazarları tarafından öylesine anlaşılmaz hale getirilmiştir ki, konuyu ciddi bir biçimde incelemek ve bağımsız olarak bu konuyu iyice kavramak isteyen herkesin konuya birçok kez girmek, ona tekrar tekrar dönmek, açık ve tutarlı bir kavrayışa ulaşabilmek için konuyu değişik açılardan ele alması gerekir. Bütün siyasette böylesine temel, böylesine esas bir sorun olmasından ötürü, ve yalnızca bugünkü gibi böylesine fırtınalı ve devrimci zamanlarda değil en barışçıl zamanlarda bile, herhangi bir ekonomik ve siyasal sorunla ilgili olarak her gün her gazetede onunla karşı karşıya geleceğinizden ötürü, ona yeniden dönmek daha kolay olacaktır. Her gün şu ya da bu koşulda soruna yeniden döneceksiniz: Devlet nedir, niteliği nedir, önemi nedir ve partimizin, kapitalizmi alaşağı etmek için savaşım veren partinin, Komünist Partisinin tutumu nedir - onun develete karşı tutumu nedir? Ve okumalarınızın bir sonucu olarak, devlet konusundaki konuşmalar ve derslerden duyduklarınızın bir sonucu olarak, elde etmeniz gereken başlıca şey, bu soruna bağımsız olarak yaklaşma yeteneğidir, çünkü en farklı koşullarda, en önemsiz sorunlarla [sayfa 286] ilgili olarak, en beklenmedik olaylarla ilgili olarak ve muhalefetle tartışma ve anlaşmazlıklarda bununla karşı karşıya geleceksiniz. Ancak bu konuda bağımsız olarak yolunuzu bulmayı öğrendiğinizde, inançlarınızda kendinizi yeterince sağlam görebilir ve bunları herhangi bir kimseye karşı ve herhangi bir zamanda yeterli başarıyla savunabilirsiniz.
Bu kısa uyarmalardan sonra, sorunun kendisini ele almaya geçeceğim - devlet nedir, nasıl ortaya çıkmıştır ve kapitalizmi tümüyle alaşağı etmek için savaşım veren işçi sınıfı partisinin -Komünist Partisinin- devlete karşı takınacağı tutum esas olarak ne olmalıdır?
Burjuva biliminin, felsefesinin, hukuk biliminin, ekonomi politiğinin ve gazeteciliğinin temsilcilerinin devlet sorunu kadar, bilerek ve bilmeyerek anlaşılmaz hale getirdikleri bir başka sorunu pek bulamayacağınızı daha önce söylemiştim. Bugüne dek pek sık olarak dinsel sorunlarla birbirine karıştırılmıştır; yalnızca açık dinsel öğretiler değil (bunu onlardan beklemek pek doğaldır), kendini dinsel önyargılardan kurtardığını kabul edenler bile, pek sık olarak özgün devlet sorununu din sorunlarıyla birbirine karıştırırlar ve devletin ilahi bir şey, doğa-üstü bir şey olduğunu, sayesinde insanlığın varlığını koruduğu belli bir kuvvet olduğunu, insanlara ihsan edilen, ya da insanlara ihsan edilebilen ya da insanın olmayan, ona onun dışında verilen bir şeyler getiren ilahi kökenli bir kuvvet olduğunu ileri süren bir öğretiyi -ideolojik, felsefi bir yaklaşım ve nedenleme ile çoğu kez karmaşık bir öğretiyi- kurmaya çalışıyorlar. Ve söylemek gerekir ki, bu öğreti sömürücü sınıfların -toprak sahipleri ve kapitalistlerin- çıkarlarıyla öylesine yakın bir bağ içindedir ki, öylesine onların çıkarlarına hizmet etmektedir ki, burjuvaziyi temsil eden bayların her türden gelenek, göruş ve bilimine öylesine derinlemesine sızmıştır ki, herkeste, devlete makul bir gözle bakabildiklerine kendilerini inandırmış olmalarına ve dinsel önyarğiların boyunduruğu altında oldukları yolundaki yarğıları öfkeyle reddetmelerine karşın, menşevikler ve sosyalist-devrimcilerin devlet görüşlerinde bile bunun izleriyle karşılaşacaksınız. Bu sorunun böylesine anlaşılmaz ve [sayfa 287] karmaşık hale getirilmesinin nedeni, bunun herhangi bir başka sorundan daha çok, egemen sınıfların çıkarlarını etkiler (bu bakımdan yerini yalnızca iktisat biliminin temellerine bırakır). Devlet öğretisi, toplumsal ayrıcalığı, sömürünün varlığını, kapitalizmin varlığını haklı kılmaya hizmet eder - ve işte bu yüzden bu sorunda tarafsızlık beklemek, ona, bilimsel olduğunu ileri süren kimselerin size bu sorunla ilgili olarak salt bilimsel bir görüş verecekleri inancıyla yaklaşmak en büyük yanlış olacaktır. Devlet sorununda, devlet öğretisinde, devlet teorisinde, konuyu öğrenmeye başlar ve yeterince derinliğine inerseniz farklı sınıflar arasındaki savaşımı, devlet konusunda, devletin beklenen rolü ve önemine ilişkin görüşlerde yansıyan ya da anlaşmazlıkta ifade edilen bir savaşımı, her zaman farkedeceklerdir.
Soruna, olabildiğince bilimsel olarak yaklaşabilmek için devletin tarihi konusunda, onun çıkışına ve gelişmesine en azından şöyle bir kısa gözatmamız gerekiyor. Toplum bilimindeki bir sorunda en güvenilir şey ve bu soruna gerçekten de doğru bir biçimde yaklaşma alışkanlığını elde etmek için ve insanın bir yığın ayrıntılar içerisinde ya da birbiriyle çatışan çok değişik düşünce içerisinde kaybolmasını önlemek için en çok gerekli olan şey - eğer bu soruna bilimsel bir biçimde yaklaşmak istiyorsak en önemli şey, her sorunu bu verilen olayın tarihi içinde nasıl ortaya çıktığı ve gelişimindeki bellibaşlı aşamaların neler olduğu açısından incelemek, bugün ulaştığı durumu incelemektir, temelinde yatan tarihsel bağlarını unutmamaktır.
Bu devlet sorununun incelenmesinde, Engels'in, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni kitabını öğreneceğinizi umarım. Bu, gelişigüzel söylenmiş şeyler değil, her tümcesi çok geniş tarihsel ve siyasal materyale dayanan, güvenle benimsenebilecek nitelikte, modern sosyalizmin temel yapıtlarından biridir. Kuşku yok ki, bu yapıtın bütün bölümleri aynı ölçüde anlaşılabilir ve kapsamlı bir biçimde sergilenmiş değildir; bazı bölümleri okurun tarih ve iktisat konusunda belli bilgilere önceden sahip olduğu varsayılarak yazılmıştır. Ama gene yineliyorum, bu yapıtı okuyunca, bir anda onu anlamadıysanız [sayfa 288] kaygılanmayın. Pek az insan onu bir anda anlayabilir. Ama daha sonra ilginizin arttığı bir anda ona tekrar dönerek, hepsini olmasa bile, büyük bir bölümünü anlamayı başaracaksımz. Bu kitabı salık veriyorum, çünkü belirtilen anlamda soruna doğru yaklaşımı vermektedir. Kitap, devletin kökeninin tarihsel bir şemasını çizerek başlar.
Bu soruna, tıpkı öteki sorunlarda olduğu gibi -ömeğin, kapitalizmin kökeni, insanın insan tarafından sömürülmesi, sosyalizm, sosyalizmin nasıl doğduğu, onu doğuran koşulların neler olduğu- ancak, bir bütün olarak gelişme tarihine bir göz atarak tutarlı ve güvenilir bir biçimde yaklaşılabilir. Bu sorunla ilgili olarak her şeyden önce, devletin her zaman var olmadığını kaydetmek gerekir. Devletin bulunmadığı bir dönem vardı. Devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin başgösterdiği yerde ve zamanda, sömürenlerle sömürülenlerin ortaya çıktığı zamanda görülmektedir.
İnsanın insan tarafından sömürülmesinin ilk biçimi, sınıflara bölünmesinin ilk biçimi -köle sahipleri ve köleler- ortaya çıkmadan önce ataerkil aile, ya da kimi zaman adlandırıldığı gibi, klan ailesi vardı. (Klan - kabile; o zamanlar bir akrabadan gelen insanlar birarada yaşıyorlardı.) Bu ilkel zamanların oldukça belirgin izleri, pek çok ilkel insanın yaşantısında bugüne dek kalmıştır; ve ilkel uygarlık üzerine herhangi bir yapıtı elinize alacak olursanız, toplumun köle sahipleri ve kölelere bölünmesinin olmadığı bir zaman, aşağı yukarı ilkel komünizme benzeyen bir zamanın var olduğu yolunda hemen hemen belirgin açıklamalar, belirtiler ve izlerle her zaman karşı karşıya geleceksiniz. Ve o zamanlar devlet yoktu, sistemli olarak kuvvet uygulama ve halkın kuvvet yoluyla baskı altına alınması için özel bir aygıt yoktu. Devlet diye adlandırılan işte böyle bir aygıttır.
İlkel toplumda, insanların küçük aile grupları halinde yaşadıkları ve vahşete yaklaşan bir koşul içinde gelişmesinin en alt evrelerinde bulundukları zaman -modern, uygar insan toplumunun binlerce yılla ayrıldığı bir dönemde- henüz devletin varlığının herhangi bir belirtisi yoktu. Gelenek, otorite, [sayfa 289] saygı ve klanın yaşlıları tarafından uygulanan yetkenin ağır bastığını görüyoruz; bu yetkenin kimi zaman kadınlara verildiğini görüyoruz -o zamanki kadının durumu bugünkü gibi ayaklar altında ve kötü değildi- ama başkalarını yönetmek ve, yönetme uğruna ve o amaçla, sistemli ve sürekli olarak ellerinin altında bugün hepimizin bildiği gibi, silahlı askeri birlikler, hapisaneler ve başkalarının iradesini kuvvet yoluyla baskı altına almanın bütün öteki araçlarla temsil edilen -ki bunların hepsi devletin özünü oluşturur- belli bir baskı aygıtı, bir şiddet aygıtı bulunduran ayrı özel bir insan kategorisini hiç bir yerde görmüyoruz.
Eğer dinsel öğretiler diye bilinen şeylerden, kurnazlıklardan, felsefi nedenlemelerden ve burjuva bilginlerin ileri sürdüğü çeşitli düşüncelerden uzaklaşırsak, eğer bunlardan kurtulur ve sorunun özüne inmeye çalışırsak, devletin gerçekten, bir tüm olarak toplumun dışında kalan bir aygıttan başka bir şey olmadığını görürüz. Salt yönetimle uğraşan böyle özel bir insanlar grubu ortaya çıktığı ve yönetmek için başkalarının iradesini kuvvet yoluyla -hapisaneler, özel insan müfrezeleri, ordu, vb.- ile baskı altına almak için özel bir baskı aygıtına gereksinim duydukları zaman, orda devlet ortaya çıkar.
Ama devletin olmadığı bir dönem vardı, genel bağıntılar, toplumun kendisi, disiplin ve işlerin buyrulması gelenek ve göreneklerin gücü ile klanın yaşlılarının ya da - o zamanlar çoğu kez yalnızca erkek ile aynı duruma sahip olmakla kalmayıp sık sık daha da yüksek bir konuma sahip olan kadınlar tarafından sağlanıyordu ve yönetmekte uzmanlaşmış kimselerin özel bir kategorisi yoktu. Tarih göstermektedir ki, insanları baskı altına almanın bir aygıtı olarak devlet, toplumun sınıflara bölünmesinin başgösterdiği, yani bir kısmının başkalarının emeğine sürekli olarak elkoyduğu bir duruma yükseldiği, bazı insanların ötekilerini sömürdüğü gruplara bölündüğü yerde ve zamanda ortaya çıkmıştır.
Ve toplumun sınıflara bölünmesi, tarihin temel olgusu olarak her zaman açık-seçik akılda tutulmalıdır. Binlerce yıl boyunca bütün insan toplumlarının gelişmesi, ayrımsız bütün [sayfa 290] ülkelerde, yasaya genel bir uygunluğu, bir düzenliliği ve tutarlılığı ortaya koymaktadır; öyle ki önce sınıfları olmayan bir toplumla - başlangıçta ataerkil, soyluların bulunmadığı ilkel toplumla karşı karşıyaydık; daha sonra köleliğe dayanan bir toplumla, köle sahipliği toplumu ile karşı karşıyaydık. Modern, uygar Avrupa'nın tümü bu aşamadan geçmiştir, kölelik iki bin yıl önce egemenliğini sürdürmüştür. Dünyanın öteki bölgelerindeki insanların büyük bir çoğunluğu da bu evreden geçmiştir. Köleliğin izleri bugün daha az gelişmiş insanlar arasında yaşamaktadır; örneğin şimdi kölelik kurumunu Afrika'da bulabilirsiniz. Köle sahipleri ve kölelere bölünme, ilk önemli sınıf bölünmesi idi. Birinci gruptakiler yalnızca bütün üretim araçlarına -toprağa, o zamanlar çok ilkel ve az da olsalar aletlere- değil, insanlara da sahiptiler. Bu grup köle sahipleri olarak bilinirdi, oysa başkalarına emek sağlayan ve onlar için çalışanlar köle olarak bilinirdi.
Bu biçimi, tarihte bir başka biçim izledi -feodalizm. Ülkelerin büyük bir çoğunluğunda gelişme süreci içerisinde kölelik, serfliğe dönüştü. Toplumun temel bölünmesi şimdi de feodal beylerle köylü serfler halinde oldu. İnsanlar arasındaki ilişkilerin biçimi değişti. Köle sahipleri, köleleri kendi malları olarak görüyorlardı; yasa bu görüşü doğrulamıştı ve köleyi, köle sahibinin tümüyle sahip bulunduğu taşınır bir mal olarak görüyordu. Serf olan köylüleri ilgilendirdiği kadarıyla, sınıf baskısı ve bağımlılığı olduğu gibi kaldı, ama feodal beylerin köylülere taşınır bir mal gibi sahip olması sözkonusu değildi, ancak onların emeği üzerinde, belli hizmetleri yerine getirme zorunluluğu üzerinde hak sahibiydi. Pratikte, sizin de bildiğiniz gibi, serflik, özellikle de Rusya'da, hepsinden daha uzun süre yaşadık ve kölelikten hiç de farklı olmayan en sert biçimlere büründü.
Daha sonra, ticaretin gelişmesi dünya pazarının ortaya çıkışı ve para dolaşımının gelişmesiyle, feodal toplumun içerisinden yeni bir sınıf -kapitalist sınıf- doğdu. Metadan, metaların değişiminden ve paranın gücünün artmasından, sermayenin gücü doğdu. 18. yüzyıl sırasında, ya da daha doğrusu [sayfa 291] 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyıl içerisinde bütün dünyada devrimler başgösterdi. Feodalizm Batı Avrupa'nın bütün ülkelerinde ortadan kaldırıldı. Rusya bunun gerçekleştiği en son ülkeydi. 1861'de Rusya'da da köklü bir değişiklik yer aldı; bunun sonucu olarak bir topum biçiminin yerini bir başkası aldı - feodalizmin yerini,sınıflara bölünmenin olduğu kadar serfliğin çeşitli izleri ve kalıntılarının da sürdürüldüğü, ama sınıflara bölünmenin temel olarak farklı bir biçime büründüğü kapitalizm almıştı.
Sermayenin sahipleri, toprağın ve fabrikaların sahipleri, bütün kapitalist ülkelerde, halkın tümünün emeği üzerinde tam bir egemenlik kuran ve bunun sonucu olarak bütün emekçi yığınlarını, çoğunluğu proletarya, ücretli işçi olan yaşamlarını, üretim süreci içinde, yalnızca kendi işçi elleri ile emek-güçleri ile sağlayan yığınlar üzerinde egemenlik kuran, onları ezen ve sömüren nüfusun önemsiz bir azınlığını oluşturmuşlardır ve hâlâ da oluşturmaktadırlar. Kapitalizme geçişle, feodal dönemde dağınık halde ve çok kötü durumda bulunan köylüler kısmen (çoğunluğu) proletaryaya, kısmen de (azınlığı) kendileri emekçi kiralayan ve kırsal burjuvaziyi oluşturan zengin köylülere dönüşürler.
Bu temel olguyu -toplumun ilkel kölelik biçiminden serfliğe ve nihayet de kapitalizme geçişini- her zaman akılda tutmalısınız, çünkü ancak bu temel olguyu akılda tutarak, ancak bütün siyasal öğretileri bu temel şema içerisinde incelemekle, bu öğretilerin doğru bir değerlendirilmesini yapabilecek ve bunların ne demek istediklerini anlayabileceksiniz; çünkü insanlık tarihindeki bu üç büyük dönem, köle sahipliği, feodal ve kapitalist dönem, onlarca ve yüzlerce yüzyılı kucaklamaktadır ve öylesine bir siyasal biçim yığını, öylesine çeşitli öğretiler, düşünceler ve devrimler sunmaktadır ki, bu son derece geniş farklılık ve büyük çeşitlilik (özellikle burjuva düşünür ve politikacılarının siyasal, felsefi ve öteki öğretileriyle ilişkili olarak), bir ipucu olarak, toplumun sınıflara bölünmesini, sınıf egemenliğinin biçimlerindeki bu değişmeyi iyi kavrayarak ve bütün toplumsal sorunları -ekonomik, siyasal, ruhsal, dinsel vb.- bu açıdan, inceleyerek anlama olanağı vardır. [sayfa 292]
Eğer devleti bu temel bölünme açısından incelerseniz, daha önce de söylediğim gibi, toplum sınıflara bölünmeden önce devletin olmadığını görürsünüz. Ama, toplumsal sınıflara bölünmenin ortaya çıkıp kök salmaya başlamasıyla birlikte, sınıflı toplumun ortaya çıkışı ile birlikte, devlet de ortaya çıktı ve köklerini sağlamlaştırdı. İnsanlık tarihi onlarca ve yüzlerce ülkenin kölelik, feodalizm ve kapitalizmden geçmiş olduklarını ve hâlâ da geçmekte olduklanm bilmektedir. Bu ülkelerin herbirinde, bir sürü tarihsel değişmeler olduğu halde, insanlığın bu gelişmesi yüzünden, kölelikten, feodalizmden geçerek kapitalizme geçişi yüzünden ve kapitalizme karşı bugünkü dünya ölçüsündeki mücadele yüzünden, ortaya çıkan bütün siyasal değişikliklere ve bütün devrimlere karşın, her zaman devletin ortaya çıkışını göreceksiniz. Toplumun dışında duran ve salt, ya da hemen hemen salt, ya da esas olarak yönetimle uğraşan bir insan grubundan oluşan, belli bir aygıt her zaman olmuştur. İnsanlar yönetilenler ile yönetimde uzmanlık kazananlar, toplumun üstüne yükselmiş ve yönetenler, devlet adamları olarak bölünmüşlerdir. Bu aygıt, başkalarını yöneten bu insan grubu her zaman halkın üzerindeki bu şiddet, ister ilkel sopalar, ya da ister kölelik döneminin daha gelişkin tipteki silahlar olsun, ya da ortaçağda ortaya çıkan ateşli silahlarda, ya da nihayet 20. yüzyılın teknik harikaları olan ve tümüyle modern teknolojinin en son başarılarına dayanan modern silahlarda ifadesini bulsun, ellerinde belli baskı araçları, fiziksel kuvvet araçları bulundururlar. Şiddetin yöntemleri değişti, ama her toplumda devletin olduğu her dönemde, yöneten, kumanda eden, egemen olan ve iktidarlarını sürdürmek için fiziksel baskının bir aygıtına, o dönemin teknik düzeyine uygun düşen silahlarla bir şiddet aygıtına sahip bulunan bir insanlar grubu da var olmuştur. Ve bu genel görüngüleri inceleyerek, kendimize, sınıfların olmadığı zaman, sömürenlerin ve sömürülenlerin bulunmadığı zaman devletin niçin olmadığını ve.niçin sınıfların ortaya çıkması ile görülmeye başladığını sorarak - ancak bu yolla, devletin niteliğinin ve öneminin ne olduğu sorununda kesin bir yanıt buluruz. [sayfa 293]
Devlet, bir sınıfın bir başka sınıf üzerinde egemenliğini sürdürmesinin bir makinesidir. Toplumda sınıfların bulunmadığı zaman, kölelik döneminden önce, insanların büyük bir eşitliğin ilkel koşulları içinde, emeğin verimliliğinin, hâlâ en düşük üretkenlikte bulunduğu koşullarda ve ilkel insanın en zor ve en ilkel varlığını güçlükle sürdürebildiği zaman, işleri toplumun geri kalan kısmı üzerinde yönetim ve egemenlik kurmak olan özel bir insan grubu ortaya çıkmamıştı ve daha çıkamazdı. Ancak toplumun sınıflara bölünmesinin ilk biçimi ortaya çıktığı zaman, ancak kölelik görülmeye başladığı zaman, belli bir sınıfın en kaba, tarımsal emeğe dayanan yoğunlaştırma ile belli bir artı üretebildiği zaman, bu artı, kölenin en kötü koşullarda varlığını sürdürmesi için kesenkes gerekli olmadığı ve köle sahibinin eline geçtiği zaman, bu yolla bu köle sahipleri sınıfı güvence altına alındığı zaman - işte o zaman sağlam kök salabilmesi için bir devletin ortaya çıkması zorunluydu.
Ve ortaya çıktı - köle sahipliği devleti, köle sahiplerine güç veren ve onların köleleri yönetmelerini sağlayan bir aygıt. Hem toplum, hem de devlet, o zaman, şimdi olduğundan çok daha küçük boyda idi, karşılaştırılamayacak kadar zayıf iletişim araçlarına sahiptiler - modern iletişim araçları o zaman yoktu. Dağlar; nehirler ve denizler şimdi olduklarından düşünülemeyecek kadar daha büyük engellerdi ve devlet çok daha dar coğrafik sınırlar içerisinde şekillendi. Teknik yönden, zayıf bir devlet aygıtı, daha dar sınırlar içerisinde ve daha dar ölçüler içinde bir devlet olarak iş görmek zorunda kaldı. Gene de kölelerin kölelik durumunda kalmasını zorunlu kılan toplumun bir bölümünün öteki bölümünü boyunduruk altına aldığı ve ezdiği bir aygıt vardı. Sürekli bir baskı aygıtı olmaksızın toplumun büyük bölümünü öteki bölüm için sistemli olarak çalışmak zorunda bırakmak olanaksızdır. Sınıflar olmadığı sürece, bu türden bir aygıt da yoktu. Sınıflar görünmeye başlayınca, her yerde ve her zaman, bölünme büyüyüp sağlam hale geldikçe, özel bir kurum -devlet- de görünmeye başladı. Devletin biçimleri son derecede çeşitli idi. Ta kölelik döneminde, zamanın ölçülerine göre en gelişmiş, en kültürlü ve en uygar [sayfa 294] ülkelerde -örneğin Yunan ve Romalılarda- tümüyle köleliğe dayanan değişik devlet biçimlerini buluyoruz. Daha o zaman monarşi ile cumhuriyet arasında, aristokrasi ile demokrasi arasında bir farklılık vardı. Monarşi tek bir kişinin iktidarıdır, cumhuriyet seçilmemiş herhangi bir yetkenin bulunmayışıdır; aristokrasi daha küçük bir azınlığın iktidarıdır; demokrasi halkın iktidarıdır (Yunancada demokrasinin sözcük anlamı, halkın iktidarı demektir). Bütün bu farklılıklar kölelik döneminde ortaya çıktı. Bu farklılıklara karşın, köle sahipliği döneminin devleti, ister bir monarşi olsun, ister bir cumhuriyet, ister aristokrat olsun, ister demokrat, bir köle sahipliği devleti idi.
Eski zamanlar tarihi üzerine her derste, bu konudaki her konuşmada, monarşi devleti ile cumhuriyet devleti arasında sürdürülen mücadeleyi duyacaksınız. Ama temel olgu şu ki, köleler insan kabul edilmiyordu - yalnız yurttaşlar olarak kabul edilmemekle kalmıyor, insan olarak da kabul edilmiyorlardı. Roma yasası onları mal olarak görüyordu. Kişiyi koruyan öteki yasalar şöyle dursun, adam öldürme yasası köleleri kapsamıyordu. Yalnızca köle sahiplerini koruyordu, çünkü bir tek onlar bütün haklarıyla yurttaş kabul ediliyordu. Ama ister monarşi olarak kurulmuş olsun, ister cumhuriyet olarak kurulmuş olsun, bu, köle sahiplerinin monarşisi idi ya da köle sahiplerinin cumhuriyeti idi. Tüm haklar köle sahipleri tarafından kullanılıyordu, oysa köle, yasa karşısında bir maldı; ve sadece her türlü şiddet köleye karşı kullanılmakla kalınmıyor, bir kölenin öldürülmesi bile suç sayılmıyordu. Köle sahipliği cumhuriyetleri iç örgütlenmelerinde farklı idi, aristokrat cumhuriyetler vardı, demokratik cumhuriyet vardı. Aristokratik bir cumhuriyette yalnızca küçük sayıda ayrıcalıklı kimseler seçimlere katılıyordu; demokratik bir cumhuriyette herkes katılıyordu -ama herkes demek sadece köle sahipleri idi, yani köleler dışında herkes. Bu temel olgu, akılda tutulmalıdır, çünkü devlet sorununa her şeyden çok daha fazla ışık getirmektedir ve devletin niteliğini açık bir biçimde sergilemektedir.
Devlet bir sınıfın bir öteki sınıfı baskı altına alması için bir makinedir, bir sınıfa öteki bağımlı sınıfların itaat etmesini [sayfa 295] sağlayan bir makinedir. Bu makinenin çeşitli biçimleri vardır. Köle sahipliği devleti bir monarşi olabilirdi, bu, aristokratik cumhuriyet ya da bir demokrat cumhuriyet bile olabilirdi. Aslında hükümet biçimi son derece çeşitliydi, ama özleri her zaman aynıydı: köleler hiç bir haktan yararlanamıyorlardı ve ezi len bir sınıfı oluşturuyorlardı; bunlara insan olarak bakılmıyordu. Aynı şeyi feodal devlette de görüyoruz.
Sömürünün biçimindeki değişme köle sahipliği devletini feodal devlete dönüştürdü. Bunun önemi çok büyüktü. Köle sahipliği toplumunda köle hiç bir haktan yararlanamıyordu ve insan olarak kabul edilmiyordu; feodal toplumda köylü toprağa bağlı idi. Serfliğin bellibaşlı ayırdedici özelliği, köylülerin (ve bu sırada köylüler çoğunluğu oluşturuyordu; kentsel nüfus hâlâ çok azdı) toprağa bağlı oldukları kabul ediliyordu - ''serfliğin'' asıl temeli budur. Köylü, toprakbeyi tarafından kendisine ayrılmış toprak parçası üzerinde belirli bir gün sayısı kendisi için çalışabilirdi; öteki günler köylü serf, kendi beyi için çalışırdı. Sınıflı toplumun özü olduğu gibi kaldı - toplum sınıf sömürüsü temeli üzerine dayanıyordu. Yalnızca toprak sahipleri bütün haklardan yararlanabiliyordu; köylulerin hiç bir hakkı yoktu. Pratikte bunların koşulları, köleci devletteki kölelerin koşullarından pek az farklıydı. Gene de kurtuluşları için, köylülerin kurtuluşu için, daha geniş bir yol açılmıştı, çünkü köylü serf, beyin doğrudan malı kabul edilmiyordu, zamanın bir kısmında kendi toprağında çalışabiliyordu,deyim yerinde ise, bir ölçüde kendi kendisine aitti; ve değişim ve ticari ilişkilerin gelişmesi için olanakların genişlemesi ile feodal sistem giderek dağıldı ve köylülüğün kurtuluşunun boyutları giderek genişledi. Bu günlerde bile kapitalizme yolaçan ticaretin ve sanayiin daha büyük bir gelişmesi vardı. Ortaçağda feodalizm egemendi. V e burda da devlet biçimleri değişiyordu, burada da hem monarşiyi, hem de çok daha zayıf görünümde olsa da cumhuriyeti görüyoruz. Ama her zaman feodal bey, tek yönetici olarak görülüyordu. Köylü serf, bütün siyasal haklardan tümden yoksundu.
Ne kölelikte, ne de feodal sistem altında baskı olmadan halkın küçük bir azınlığı geniş çoğunluk üzerinde egemenlik [sayfa 296] kuramazdı. Tarih, baskıyı atmak için ezilen sınıfların sürekli girişimleri ile doludur. Kölelik tarihi, onlarca yıl süren kölelikten kurtuluş savaşlarının sürdürülmüş olduğunu kaydetmektedir. Yeri gelmişken belirtelim ki, Alman komünistlerinin şimdi aldıkları ''spartakist'' adı -kapitalizmin boyunduruğuna karşı gerçekten savaş veren tek Alman partisi- iki bin yıl kadar önce olan en büyük köle ayaklanmalarından birinin en ünlü kahramanı olan Spartaküs'ün adından alınmıştır. Yıllar boyu tümüyle köleliğe dayanan, görünüşte güçlü Roma İmparatorluğu, Spartaküs'ün liderliğinde büyük bir orduyu oluşturmak üzere silahlanan ve biraraya gelen kölelerin yaygın bir başkaldırmasıyla sarsıntılar geçirmiş ve darbeler yemiştir. Sonunda köleler yenilmişler, yakalanmışlar ve köle sahipleri tarafından işkenceden geçirilmişlerdir. Böylesine içsavaşlar, sınıflı toplumun varlığının tüm tarihini işaretlemektedir. Ben, sadece kölelik döneminde, bu içsavaşların en büyüklerinden birinin örneğine değindim. Tüm feodalizm dönemi, aynı şekilde köylülerin sürekli başkaldırmasıyla belirlenir. Örneğin ortaçağda Almanya'da iki sınıf -toprakbeyleri ve serfler- arasındaki mücadele geniş boyutlar kazandı ve köylülerin toprakbeylerine karşı bir içsavaşına dönüştü. Sizler, hepiniz, Rusya'da feodal toprakbeylerine karşı köylülerin birçok başkaldırmalarının benzer örneklerini biliyorsunuz.
Kendi egemenliklerini sürdürebilmek ve iktidarlarını korumak için, feodal beyler, geniş bir halk kesimini, kendi baskıları altında birleştirebilecekleri ve bunları belli yasalara ve düzenlemelere bağlı kılabilecekleri bir aygıta sahip olmak zorunda idiler; ve bütün bu yasalar esas olarak bir şeye varıyordu - beylerin, serfler üzerinde iktidarlarını sürdürmek. Ve bu, örneğin Rusya'daki, ya da (bugün de feodalizmin sürdürüldüğü) daha geri Asya ülkelerinde biçim yönünden farklı -ya cumhuriyet ya da monarşi- feodal devletti. Devlet, monarşi olduğu zaman, tek bir kişinin egemenliği kabul ediliyordu; cumhuriyet olduğu zaman, toprak sahiplerinin, toplumun seçilmiş temsilcilerinin katılmaları şu ya da bu ölçüde kabul edilmiştir - bu, feodal toplum içerisinde olmuştur. Feodal toplum, geniş [sayfa 297] çoğunluğun --köylü serflerin- önemsiz bir azınlığın -toprak sahiplerinin- tümüyle baskısı altında bulunduğu bir sınıf bölünmesini ternsil ediyordu.
Ticaretin gelişmesi, meta değişirninin gelişmesi, yeni bir sınıfın -kapitalistlerin- doğmasına yolaçtı. Sermaye, aslında, ortaçağın sonlarında, Amerika'nın keşfinden sonra dünya ticareti büyük ölçüde geliştiği zaman, değerli madenlerin miktarı arttığı zaman, altın ve gümüş değişim aracı olmaya başladığı zaman, para dolaşımı bireylerin büyük zenginliklere sahip olmasını sağladığı zaman biçimlendi. Gümüş ve altın, bütün dünyada zenginlik olarak kabul edilmişti. Toprak sahipleri sınıfının ekonomik gücü azaldı ve yeni sınıfın -serrnayenin temsilcilerinin- gücü büyüdü. Toplumun yeniden kurulması, bütün yurttaşların eşit olduğu görünümünü verecek biçimde oldu, köle sahipleri ve köleler şeklindeki eski bölünme kayboldu, herkes, sahip olduğu sermayeye bakılmaksızın yasa karşısında eşit kabul edildi; özel mülk olarak ister toprağa sahip olsun, ister emek-gücünden başka hiç bir şeyi bulunrnayan bir yoksul olsun, herkes, yasa karşısında eşittir. Yasa herkesi eşit ölçüde korur; yasa, mülkü olanları, mülkü olmayan, emek-gücünden başka bir şeyi olmayan, giderek yoksullaşan ve yıkılan ve proleterlere dönüşen yığınların saldırılarından korur. Kapitalist toplum böyledir.
Bunun üzerine ayrıntılarıyla eğilemiyorum. Sizler parti programının tartışmasına geldiğimiz zaman buna döneceksiniz - o zaman kapitalist toplumun bir açıklamasını göreceksiniz. Bu toplum, serfliğe karşı, eski feodal düzene karşı, özgürlük sloganı altında gelişti. Ama bu özgürlük mülk sahiplerinin özgürlüğü idi. Ve feodalizm 18. yüzyılın sonunda ve 20. yüzyılın başında -Rusya'da öteki ülkelerden daha sonra, 1861'de- çatırdamaya başlayınca, feodal devletin yerini, slogan olarak bütün halkın özgürlüğünü benimseyen, bütün halkın iradesini temsil ettiğini söyleyen ve bir sınıf devleti olduğunu yadsıyan kapitalist devlet almıştır. Ve burda, bütün halkın özgürlüğü için savaşan sosyalistler ile kapitalist devlet arasında bir mücadele ortaya çıktı - Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'nin yaratılmasına [sayfa 298] yolaçan ve bütün dünyada sürdürülen bir mücadele.
Dünya sermayesine karşı başlatılmış bulunan mücadeleyi anlamak için, kapitalist devletin niteliğini anlamak için, kapitalist devletin feodal devlete karşı geliştiği sırada özgürlük sloganı altında savaşa girdiğini anımsamamız gerekir. Feodalizmin ortadan kalkışı kapitalist devletin temsilcileri için özgürlük demekti, serflik dağıldığı için onların amacına hizmet etti ve tazminat karşılığı ya da kısmen de muafiyet vergisi ile satın aldıkları bütün mülklere, toprağa sahip olma olanağını elde ettiler - bu devleti ilgilendirmiyordu: kökenine bakmadan mülkiyeti koruyordu, çünkü devlet, özel mülkiyet üzerine kurulmuştu. Köylüler, bütün modern uygar devletlerde, özel mülk sahipleri haline geldiler. Toprak sahibi, toprağının bir bölümünü köylüye terk ettiği zaman bile, devlet, tazminat yoluyla, toprak karşılığı para almasını sağlayarak, toprakbeyini ödüllendirerek, özel mülkiyeti koruyordu. Devlet sanki özel mülkiyeti tümüyle koruyacağını ve ona her türlü desteği ve korumayı sağlayacağını belirtmişti. Devlet her tüccarın, sanayicinin ve imalatçının mülkiyet hakkını tanımıştı. Ve özel mülkiyete, sermayenin gücüne, mülksüz işçilerin ve köylülüğün emekçi yığınlarının tam olarak baskı altına alınmasına dayanan bu toplum, yönetiminin özgürlüğe dayandığını ileri sürüyordu. Feodalizmle mücadele ederek, mülkiyet özgürlüğünü ileri sürdü ve özellikle, sözümona devlet, bir sınıf devleti olmaktan çıkmış olduğu olgusuyla böbürleniyordu.
Gene de devlet kapitalistlerin yoksul köylüleri ve işçi sınıfını baskı altında tutmalarına yardımcı olan bir makine olmaya devam etti. Ama dış görünüşü ile özgürdü. Genel oyu ilan etti ve kendi savunucuları, vaızları, düşünürleri ve filozofları aracılığıyla bir sınıf devleti olmadığını açıkladı. Şimdi bile, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri devletine karşı savaşmaya başlamış bulunduğu bir zamanda, bizi, özgürlükleri çiğnemek; baskıya dayanan bazılarının ötekilerini ezmelerine dayanan bir devlet kurmakla suçluyorlar, kendileri ise halktan yana, demokratik bir devleti temsil ediyorlar. Ama şimdi, dünya sosyalist devriminin başladığı zamanda ve devrimin bazı ülkelerde [sayfa 299] başarıya ulaştığı bir zamanda, dünya sermayesine karşı savaşın özellikle de sert biçimler aldığı bir zamanda, bu devlet sorunu en büyük önemi kazanmış ve denilebilir ki, en hararetli bir sorun, bugünkü siyasal sorunların ve siyasal tartışmaların odağı haline gelmiştir.
Rusya'da ya da daha uygar herhangi bir ülkede hangi yanı tutarsak tutalım, görürüz ki, hemen hemen bütün siyasal tartışmalar, anlaşmazlıklar ve düşünceler şimdi devlet kavramı etrafında yoğunlaşmıştır. Devlet, kapitalist bir ülkede, demokratik bir cumhuriyette -özellikle İsviçre ya da ABD gibi- en özgür demokratik ülkelerde, halkın iradesinin bir ifadesi, ulusal iradenin bir ifadesi, vb. midir; yoksa devlet, bu ülkelerin kapitalistlerinin, işçi sınıfı ve köylülük üzerinde, iktidarlarını sürdürmelerini olanaklı kılan bir makine midir? Bu, bütün dünyada, bütün siyasal tartışmaların bugün etrafında yoğunlaştığı temel sorundur. Bolşeviklik konusunda neler söylüyorlar? Burjuva basını bolşevikleri karalıyor. Bolşeviklerin halkın yönetimini çiğnedikleri yolundaki basmakalıp suçlamalarını yinelemeyen bir tek gazete bulamazsınız. Eğer bizim menşevikler ve sosyalist-devrimciler, o saflıkları içinde (belki de bu, saflık değildir, belki de bu, atasözünün dediği gibi hırsızlıktan da kötü bir saflıktır) bolşeviklerin özgürlüğü ve halkın yönetimini ayaklar altına aldıkları yolundaki suçlamayı, kendilerini bulup keşfettiklerini sanıyorlarsa, gülünç bir biçimde aldanıyorlar. Bugün, en zengin kapitalist ülkelerdeki, dağıtılmasında onlarca milyon harcayan ve onlarca milyonluk baskılarında burjuva yalanlarını ve emperyalist politikalarını yayan en zengin gazetelerin herbiri - bu gazetelerin herbiri, bolşevikliğe karşı temel itirazları ve suçlamaları, yani ABD, İngiltere ve İsviçre'nin halk yönetimine dayalı ileri devletler olduğu, oysa bolşevik cumhuriyetinin özgürlüğün bilinmediği bir haydutlar devleti olduğunu ve bolşeviklerin halk yönetimi düşüncesini ayaklar altına aldıklarını ve Kurucu Meclisi bile dağıtmaya kadar gittiklerini yinelemektedirler. Bolşeviklere karşı bu müthiş suçlamalar bütün dünyada yinelenmektedir. Bu suçlamalar bizi doğrudan şu soruya götürüyor: devlet nedir? Bu suçlamaları anlayabilmek [sayfa 300] için, bunları araştırmak ve bunlara karşı tam bir aklıbaşında tutum takınmak ve bunları söylentilere dayanarak değil de, kendimize ait sağlam fikirlere dayanarak incelemek için, devletin ne olduğu konusunda açık-seçik bir fikre sahip olmalıyız. Önümüzde her türden kapitalist devletler ve savaş öncesinde yaratılmış olan bu devletleri savunan bütün teoriler durmaktadır: Soruyu doğru bir biçimde yanıtlamak için bütün bu teorileri ve görüşleri eleştirici bir biçimde incelemeliyiz.
Daha önce size:, Engels'in Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı kitabına başvurmanızı öğütlemiştim. Bu kitap, toprağın ve üretim araçlarının özel mülkiyetinin varolduğu, sermayenin egemen olduğu her devletin, ne denli demokrat olursa olsun, kapitalist bir devlet, işçi sınıfını ve yoksul köylüleri baskı altında tutmak için kullanılan bir makine olduğunu; genel oyun, kurucu meclisin, parlamentonun, genel gidişi değiştirmeyen salt bir biçim, bir çeşit bono olduğunu söyler.
Devletin egemenlik biçimleri değişebilir: sermaye, iktidarını, sahip olduğu bir biçimde şu yolda, bir başka biçimde bu yolda ortaya koyar -ama esas olarak, ister oy hakkı ya da öteki haklar olsun ya da olmasın, ya da ister cumhuriyet, demokratik bir cumhuriyet olsun ya da olmasın, iktidar sermayenin ellerindedir- aslında ne denli demokratik olursa, kapitalizmin yönetimi o denli kaba ve o denli vurdumduymaz olur. Dünyada en demokratik ülkelerden biri Amerika Birleşik Devletleri'dir, oysa hiç bir yerde (1905'ten beri orda olanlar herhalde bunu bilir) toplumun tümü üzerinde sermayenin gücü, bir avuç mültimilyonerin gücü, Amerika'da olduğu kadar kaba ve bu kadar açıkça görülmemiştir. Sermaye varolunca, toplumun tümü üzerinde egemenlik kurar ve hiç bir demokratik cumhuriyet, hiç bir oy hakkı onun niteliğini değiştiremez.
Demokratik cumhuriyet ve genel oy hakkı, feodalizm ile karşılaştırıldığında, son derece büyük bir ilerleme idi: bunlar, proletaryanın bugünkü birliğini ve dayanışmasını gerçekleştirmesini, sermayeye karşı sistemli bir mücadele vermekte olan kadroların sağlam ve disiplinli olmasını mümkün kıldı. Köleler şöyle dursun, köylü serfler arasında buna yaklaşık da olsa [sayfa 301] benzer bir şey yoktu. Köleler, bildiğiniz gibi, ayaklandılar, başkaldırdılar, içsavaşlar başlattılar, ama hiç bir zaman mücadeleye önderlik edecek olan sınıf bilincine ulaşmış bir çoğunluk ve parti yaratamamışlardır, amaçlarının ne olduğunu kafalarında açık-seçik canlandıramamışlar ve tarihin en devrimci anlarında bile, her zaman egemen sınıfların ellerinde alet haline gelmişlerdir. Burjuva cumhuriyeti, parlamento, genel oy - hepsi toplumun dünya ölçüsündeki gelişmesi yönünden büyük gelişme demektir. İnsanlık kapitalizme doğru ilerledi ve yalnızca kapitalizm, kent kültürü sayesinde, ezilen proletarya sınıfını, kendi bilincine varmasını ve dünya işçi sınıfı hareketini yaratmasını, bütün dünyada milyonlarca işçinin partiler -yığınların mücadelesine bilinçli olarak yol gösteren sosyalist partiler- içinde örgütlenmelerini sağladı. Parlamentarizm olmaksızın, seçim sistemi olmaksızın, işçi sınıfının bu gelişmesi olanaksız olacaktı. Bütün bu şeylerin geniş halk yığınlarının gözlerinde böylesine bir önem kazanmasının nedeni budur. Köklü bir değişmenin böylesine zor görünmesinin nedeni budur. Devletin özgür olduğu ve herkesin çıkarlarını savunmanın devletin görevi olduğu yolundaki burjuva yalanlarına sarılan ve savunanlar yalnızca bilinçli ikiyüzlüler, bilim adamları ve papazlar değildir; eski önyargılara içtenlikle sarılan ve eski kapitalist toplumdan sosyalizme geçişi anlayamayan geniş bir halk yığını da böyledir. Yalnızca burjuvaziye doğrudan bağımlı olan insanlar değil, yalnızca sermayenin boyunduruğu altında yaşayan, ya da sermaye tarafından beslenen (sermayenin hizmetinde pek çok, her türden bilim adamı, sanatçı, papaz vb. vardır) insanlar değil, sadece burjuva önyargısının etkisi altında bulunan insanlar bile, bütün dünyada bolşevikliğe karşı silaha sarılmışlardır, çünkü Sovyet Cumhuriyeti kurulduğu zaman bu burjuva yalanlarını reddetmiş ve açıkça şunu söylemiştir: devletinizin özgür olduğunu söylüyorsunuz, oysa gerçeklikte, özel mülkiyet var olduğu sürece, devletiniz, demokratik bir cumhuriyet bile olsa, işçileri baskı altında tutmak için kapitalistlerin kullandığı bir makineden başka bir şey değildir ve devlet ne denli özgür ise, bu, açık-seçik bir biçimde ifade edilmektedir. Bunun örnekleri [sayfa 302] Avrupa'da İsviçre, Amerika'da Birleşik Devletler'dir. Demokratik cumhuriyetler olmalarına karşın, ne denli ustaca boyanmış olurlarsa olsunlar ve emek demokrasisi ve bütün yurttaşların eşitliği konusundaki bütün konuşmalarına karşın sermaye hiç bir yerde, bu ülkelerde olduğu kadar böylesine vurdumduymaz ve acımasızca yönetmemektedir ve hiç bir yerde böylesine açık bir biçimde ortada değildir. Olgu şudur, İsviçre'de ve Birleşik Devletler'de sermaye egemendir ve işçilerin kendi koşullarında en ufak gerçek bir iyileştirmeyi gerçekleştirmek yolundaki her girişimleri, hemen bir içsavaşla karşılık görmüştür. Bu ülkelerde pek az asker ve küçük bir sürekli ordu vardır -lsviçre'de milis vardır ve her İsviçrelinin evinde bir silah bulunur, oysa Amerika'da pek yakın zamanlara kadar sürekli ordu yoktu- ve böylece bir grev olduğu zaman burjuvazi silahlanır, parayla asker tutar ve grevi ezer ve işçi sınıfı hareketinin ezilmesi hiç bir yerde, İsviçre ve ABD'nde olduğu kadar acımasız bir şiddetle olmamıştır ve hiç bir yerde sermayenin parlamentodaki etkisi bu ülkelerde olduğu kadar güçlü değildir. Sermayenin gücü her şeydir, borsa her şeydir, oysa parlamento ve seçimler kukladır, aldatmacadır. ... Ama işçilerin gözleri giderek daha çok açılıyor ve sovyet hükümeti fikri giderek daha uzaklara yayılıyor, özellikle de kısa süre önce geçirdığimiz kanlı insan kırımından sonra, kapitalistlere karşı duraksamasız bir savaşın zorunluluğu, işçi sınıfı için giderek daha açıklık kazanıyor.
Bir cumhuriyet nasıl birmaskeye bürünürse bürünsün, ne denli demokratik olursa olsun, eğer o bir burjuva cumhuriyeti ise, eğer o toprak ve fabrikaların özel mülkiyetini koruyorsa ve eğer özel sermaye toplumun tümünü ücret köleliği içinde tutuyorsa, yani eğer bir cumhuriyet, bizim parti programımızda ve Sovyet anayasasında söylenen her şeyi gerçekleştirmiyor ise, o zaman bu devlet, bazı insanların, ötekiler tarafından ezilmesi için bir makinedir. Öyleyse biz, bu makineyi sermayenin iktidarını alaşağı edecek sınıfın ellerine vereceğiz. Biz, devletin genel eşitlik demek olduğu yolundaki bütün o eski önyargıları reddedeceğiz - çünkü bu, bir gözboyamacadır: [sayfa 303] sömürü olduğu sürece eşitlik olamaz. Toprak sahibi işçiye eşit olamaz, ya da aç bir insan tok bir insana eşit olamaz. Bu devlet adı verilen makine, önünde insanların, halkın yönetimi yolundaki eski masallara, proletaryanın burjuva yalanları olduğunu söylediği masallara inanarak, boş inanlara kapılarak, saygıyla eğildiği bu makineyi proletarya ezecektir. Şimdiye kadar biz bu makineden kapitalistleri yoksun bıraktık ve onu devraldık. Bu makineyi, ya da sopayı, her türlü sömürüyü ortadan kaldırmak için kullanacağız. Ve sömürme olanağı dünyanın hiç bir yerinde artık kalmadığı zaman, artık toprak sahiplerinin ve fabrika sahiplerinin bulunmadığı zaman ve artık kimilerinin tıka basa karnını doyururken ötekilerin açlıktan öldüğü bir durum olmadığı zaman, ancak bunun olanağı artık ortadan kalktığı zaman, biz bu makineyi enkaz yığınına atacağız. O zaman devlet de olmayacak, sömürü de. Bizim Komünist Partisinin görüşü budur. Umarım ki, biz, bu konuya daha sonraki derslerde döneceğiz, gene ve gene buna döneceğiz. [sayfa 304]


11 Temmuz 1919


(Türkçe çevirisi,
Vahap Erdoğdu tarafından yapılmış ve
"Marx-Engels-Marksizm" içinde [s: 285-304] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Mayıs 1990, -Birinci Baskı, Kasım 1976)



Üçüncü Enternasyonal ve Tarihteki Yeri


İTİLAF ülkelerin emperyalistleri, Sovyel Cumhuriyeti'ni, bir salgın merkezi olarak, kapilalist dünya ile ilişkisini koparmak gayretiyle abluka altına alıyorlar. "Demokralık" kurumlarıyla böbürlenen bu insanlar, Sovyet Cumhuriyeti'ne olan nefretleriyle öylesine körleşmişlerdir ki, kendilerini ne gülünç duruma düşürdüklerini görmüyorlar. Düşünün bir, dişinden tırnağına dek silahlanmış ve bütün dünya üzerinde bölünmemiş askeri bir egemenlik kuran gelişmiş, en uygar ve en "demokrat" ülkeler, harap olmuş, aç, geri ve hatta, kendi deyimleriyle, yarı- yabanıl bir ülkeden gelen ideolojik enfeksiyondan ölümcül bir korkuya kapılıyorlar!
Tek başına bu çelişki, bütün ülkelerin çalışan yığınlarının gözlerini açıyor ve emperyalist Clemenceau, Lloyd George, Wilson'un ve bunların hükümetlerinin ikiyüzlülüklerinin gözler önüne serilmesine yardımcı oluyor. [sayfa 275]
Ne var ki bi:z, yalnızca kapitalistlerin sovyetlerden körce nefretlerinden değil, aynı zamanda, birbirlerinin tekerlerine çomak sokmaya varan kendi aralarındaki çekişmelerinden de yardım görüyoruz. Gerçek bir sessizlik tertibi içine girmişlerdir, çünkü genel olarak Sovyet Cumhuriyeti'ne ilişkin gerçek bilgilerin ve özel olarak da resmi belgelerin yayılmasından umutsuz bir korku duymaktalar. Gene de, Fransız burjuvazisinin başta gelen organı Le Temps, Moskova'da Üçüncü Komünist Enternasyonalin kuruluşu konusunda bir haber yayınladı.
Bundan ötürü, Fransız burjuvazisinin başta gelen organına, Fransız şovenizminin ve emperyalizminin bu önderine en saygılı teşekkürlerimizi bildiririz. Bize sağlamakta olduğu etkili ve becerikli yardımını takdirle karşıladığımızın bir belirtisi olarak Le Temps'a aydınlatıcı bir uyarı göndermeye hazırlanıyoruz.
Bizim radyo mesajlarımıza dayanarak Le Temps'ın haberini derleyiş tarzı, para babalarının bu organını harekete geçiren nedeni açık ve tam bir biçimde açığa çıkartıyor. Wilson'u, "görüşmeye girdiğin insanlara bir bak" dermişçesine, dürtmek istemiştir. Para babalarının emirlerini yazıya geçiren bu alıklar, Wilson'u bolşevik gulyabanisiyle korkutma girişimlerinin, çalışan halk üzerinde bolşeviklerin bir reklamı haline geldiğini görmüyorlar. Fransız milyonerlerinin organına bir kez daha en saygılı teşekkürler!
Üçüncü Enternasyonal, İtilaf emperyalistlerinin ya da Almanya'da Scheidemann'lar, Avusturya'da Renner'ler gibi kapitalist uşaklarının küçük ve sefil oyunlarıyla, bu Enternasyonalin haberlerini ve dünya işçi sınıfı arasında yayılmakta olan ilgiyi önleyecek engellerin elvermediği koşullardaki bir dünyada kurulmuştur. Bu koşullar, çok hızlı olarak her yerde açık bir biçimde gelişmekte olan proletarya devriminin büyümesiyle ortaya çıkmıştır. Bu koşullar, gerçekten de uluslararası bir güce erişmiş olan çalışan halk arasındaki Sovyet hareketi ile ortaya çıkmıştır.
Birinci Enternasyonal (1864-72), işçilerin sermayeye karşı devrimci saldırılarını hazırlamak için bunların uluslararası bir [sayfa 276] örgütünün temelini atmıştır. İkinci Enternasyonal (1889-1914), büyümesi, devrimci düzeyindeki geçici bir düşme sonunda, bu Enternasyonalin utanç verici bir biçimde dağılmasına yolaçan oportünizmin geçici bir kuvvet kazanması pahasına genişliğine bir gelişme gösteren proleter hareketin uluslararası bir örgütü idi.
Üçüncü Enternasyonal, fiili olarak, 1918'de, oportünizme ve sosyal-şovenizme karşı yıllar boyu, özellikle de savaş sırasında verilen mücadelenin bir dizi ülkede komünist partilerinin oluşmasına yolaçtığı bir zamanda ortaya çıktı. Resmi olarak, Üçüncü Enternasyonal, 1919 Martında Moskova'daki Birinci Kongresinde kurulmuştur. Ve bu Enternasyonalin en belirleyici özelliği, marksizmin emrettiği şeylerin yerine getirilmesi, yerleştirilmesi ve sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin yıllar boyu süren ülkülerinin gerçekleştirilmesi tarihsel görevi - işte bu görev , Üçüncü Enternasyonalin bu en belirleyici özelliği, yeni, üçüncü, "Uluslararası İşçi Birliği"nin, bir ölçüde Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri'nin bir birliğine dönüşmeye başlamış olması olgusu içinde kendini hemen ortaya koymuştur.
Üçüncü Enternasyonal, sosyalizm için proleter mücadelenin, uluslararası mücadelenin temelini attı.
İkinci Entemasyonal, hareketin bir dizi ülkede, geniş yığınsal yaygınlaşmasının tabanının hazırlandığı bir dönemi belirlemiştir.
Üçüncü Entemasyonal, İkinci Enternasyonalin, oportünist, sosyal-şoven, burjuva ve küçük-burjuva pisliklerini ayıklayarak, onun çalışmalarının meyvelerini topladı ve proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmeye başladı.
Dünyanın en devrimci hareketine, sermayenin boyunduruğunu atma yolundaki proletarya hareketine önderlik etmekte olan partilerin uluslararası ittifakı, proletaryanın diktatörlüğünü gerçekleştirmekte olan ve uluslararası boyutlarda kapitalizm üzerindeki zaferinin somutlaşması olan çeşitli sovyet cumhuriyetleri biçiminde, şimdi benzeri görülmedik sağlamlıkta bir temel üzerinde oturmaktadır.
Üçüncü Komünist Enternasyonalin çağ açan önemi, [sayfa 277] Marx'ın baş sloganını, sosyalizmin ve işçi sınıfı hareketinin yüzyıllar süren gelişmesini özetleyen sloganı, proletaryanın diktatörlüğü kavramı içinde ifade edilen sloganı gerçekleştirmeye başlamasında yatar.
Bu önsezi ve bu teori -bir dahinin önsezisi ve teorisi- bir gerçeklik haline geliyor.
Bu Latince sözlükler şimdi çağdaş Avrupa'nın bütün halklarının dillerine -dahası, dünyanın bütün dillerine- çevrilmektedir.
Dünya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. İnsanlık, köleliğin en son biçimini -kapitalist ya da ücret köleliğini- sırtından atmaktadır.
Kendisini kölelikten kurtararak insan ilk kez gerçek özgürlüğe doğru ilerliyor.
Nasıl oluyor da, Avrupa'nın en geri ülkelerinden biri, proletarya diktatörlüğünün kurulmasında ve Sovyet Cumhuriyeti'nin örgütlenmesinde ilk ülke oluyor? Rusya'nın geriliği ile burjuva demokrasisinden atlayarak, demokrasinin en yüksek biçimine, sovyete, ya da proleter demokrasisine yapmış olduğu "sıçrama" arasındaki çelişki olduğunu söylersek pek yanılmış olmayacağız - Batıdaki halkın sovyetlerin rolünü kavramada karşılaştıkları zorluğun ya da kavramada gösterdikleri yavaşlığın nedenlerinden biri (sosyalist önderlerinin çoğunluğunun sırtına yüklenen oportünistçe alışkanlıkların ve darkafalı önyargıların safrasından ayrı olarak), bu çelişki olmuştur.
Bütün dünyanın çalışan halkları, proleter mücadelesinin bir aracı olarak ve proleter devletin bir biçimi olarak, sovyetlerin önemini içgüdüsel olarak kavradılar. Ama oportünizmle çürümüş "önderler", hâlâ genel olarak "demokrasi" diye adlandırdıkları burjuva demokrasisine tapmayı sürdürüyorlar.
Proletarya diktatörlüğünün kurulmasının, esas olarak, Rusya'nın geriliği ile onun burjuva demokrasisinin üzerinden "sıçraması" arasındaki "çelişki"yi doğurmuş olması şaşırtıcı değil midir? Tarih bize, bir dizi çelişkisi olmayan yeni bir demokrasi biçimi sağlamış olsaydı, bu şaşırtıcı olurdu.
Modern bilime ilişkin genel bir bilgisi olan herhangi bir [sayfa 278] marksiste ya da herhangi bir kişiye, gerçekten de, değişik kapitalist ülkelerin proletarya diktatörlüğüne geçişinin, aynı yolda ya da ona uyumlu bir simetri içinde olup olmayacağı sorulsaydı, hiç kuşkusuz yanıtı olumsuz olacaktı. Kapitalist dünyada uyumlu, ya da simetrik bir gelişme hiç bir zaman olmamıştır, olamazdı da. Her ülke kapitalizmin ve işçi sınıfı hareketinin önce bir, sonra da bir başka yönünü ya da özelliğini ya da özellikler grubunu daha güçlü olarak geliştirmiştir. Gelişme süreci eşit olmayan bir yolda oluştu. Fransa büyük burjuva devrimini gerçekleştirdiği ve bütün Avrupa kıtasını tarihsel olarak yeni bir yaşama gözlerini açmaya zorladığı zaman, İngiltere, aynı zamanda, Fransa'dan kapitalist yönde daha çok geliştiği halde, karşı-devrimci koalisyonun başında bulunuyordu. Ne var ki, bu dönemin İngiliz işçi sınıfı hareketi, geleceğin marksizminin içerdiği şeylerin çoğunu daha o zamanlar parlak bir biçimde yaşamıştı. İngiltere, dünyaya, çartizmi, ilk geniş, gerçekten de yığınsal ve siyasal yönden örgütlenmiş proletarya devrimci hareketini verdiği zaman, pek çoğu zayıf olan burjuva devrimleri Avrupa kitasında görülüyordu ve Fransa'da proletarya ile burjuvazi arasındaki ilk büyük içsavaş patlamıştı. Burjuvazi, proletaryanın çeşitli ulusal gruplarını farklı ülkelerde farklı yollardan birer birer yendi.
İngiltere, Engels'in dediği gibi, burjuvazinin, bir burjuva aristokrasisi yanında, proletaryanın gerçek bir burjuva üst tabakasını da yarattığı bir ülke modeli idi. Birkaç on yıldan beri bu gelişmiş kapitalist ülke, proletaryanın devrimci mücadelesinde geride kalmıştı. Fransa, dünya tarihi gelişmesine son derece önemli katkıları olan, burjuvaziye karşı 1848 ve 1871'de işçi sınıfının iki kahramanca başkaldırmasında proletaryanın kuvvetini tüketmiş görünüyordu. O zaman işçi sınıfı hareketinin enternasyonalinde önderlik Almanya'ya geçti; bu, Almanya'nın iktisadi yönden İngiltere ve Fransa'nın gerisinde kaldığı 19. yüzyılın yetmişlerinde oldu. Ama Almanya, bu iki ülkeyi ekonomik yönden geride bırakınca, yani 20. yüzyılın ikinci on yılına doğru, Almanya'nın marksist işçi partisi, bütün dünya için bir [sayfa 279] örnek olan bu parti, bir avuç alçağın alçağını -Scheidemann ve Noske'den David ve Legien'e kadar- en kirli edepsizleri, kendilerini kapitalistlere satan, monarşinin ve karşı-devrimci burjuvazinin hizmetinde bulunan iğrenç cellatları başında buldu.
Dünya tarihi, yolundan sapmadan proletarya diktatörlüğüne doğru gidiyor, ama bunu, pürüzsüz, yalın ve dosdoğru olmayan bir yolda yapıyor.
Karl Kautsky'nin hâlâ bir marksist olduğu ve Scheidemann'larla birliği savunmaya ve sovyet ya da proleter demokrasisine karşı burjuva demokrasisini desteklemeye başlamasıyla marksizmin döneği olmadığı zamanlar, "Slavlar ve Devrim" başlığını taşıyan bir makale -bu, yüzyılın dönümünde oluyordu- yazdı. Bu makalede, dünya devrimci hareketindeki önderliğin slavlara geçme olasılığını gösteren tarihsel koşulları çizmişti.
Ve öyle oldu. Devrimci proleter enternasyonalinde, önderlik, bir süre için -hiç söylemeye gerek yok ki kısa bir süre için- Ruslara geçmiş bulunmaktadır, tıpkı 19. yüzyılın çeşitli dönemlerinde, önce İngilizlerin, sonra Fransızların, sonra da Almanların eline geçmesi gibi.
Büyük proleter devrimine başlamanın Ruslar için gelişmiş ülkelerden daha kolay olduğunu, ama onu sürdürmelerinin ve sosyalist toplumun eksiksiz örgütlenmesi anlamında, devrimi nihai zaferine götürmelerinin daha zor olacağını birkaç kez söyleme fırsatını bulmuştum.
Başlamak bizim için daha kolaydı, birincisi, çünkü -20. yüzyıl Avrupası için- çar monarşisinin eşi görülmedik siyasal geriliği, yığınların devrimci hücumlarına eşi görülmedik bir güç vermiştir. İkincisi, Rusya'nın geriliği, proletaryanın, burjuvaziye karşı devrimini, toprakbeylerine karşı köylü devrimi ile kendine özgü bir yolda birleştirmiştir. Ekim 1917'de hareket noktamız budur ve eğer ordan başlamamış olsaydık zaferi böyle kolay gerçekleştiremezdik. Daha 1856'da Marx, Prusya ile ilgili olarak proleter devrimi ile köylü savaşının özel bjr bileşimi olasılığından sözetmiştir. 1905'in başından itibaren [sayfa 280] bolşevfkler, proletaryanın ve köylülüğün devrimci-demokratik diktatörlüğü düşüncesini savunmuşlardır. Üçüncüsü, 1905 devriminin işçi ve köylü yığınlarının siyasal eğitimine çok büyük katkıları olmuştur, çünkü bu devrim, yığınların öncüsünü Batıdaki sosyalizmin "son sözü" ile ve gene çünkü yığınların devrimci eylemi ile tanışık hale getirmiştir. 1905'te yaptığımız gibi böyle bir "kostümlü prova" olmaksızın 1917 devrimleri -hem Şubat burjuva devrimi, hem de Ekim proleter devrimi-- olanaksız olacaktı. Dördüncüsü, Rusya'nın coğrafi koşulları, onu, öteki ülkelerden daha uzun süre kapitalistlerin, gelişmiş ülkelerin üstün askeri gücüne karşı direnme olanağını sağladı. Beşincisi, proletaryanın köylülüğe karşı özgül tutumu, burjuva devriminden sosyalist devrime geçişi kolaylaştırmış ve kent proletaryasının kırsal kesimdeki çalışan halkın yarı-proleter ve yoksul kesimlerini etkilemesini kolaylaştırmıştı. Altıncısı, grev eylemlerindeki uzun süreli eğitim ve Avrupa'nın yığınsal işçi sınıfı hareketinin deneyimleri sovyetler gibi proletaryanın devrimci örgütünün böyle biricik bir biçiminin -derin ve hızla yığınlaşan devrimci bir durumdan- çıkmasını kolaylaştırmıştır.
Bu sıralama, kuşkusuz, tam değildir,ama şimdilik yeterli olacaktır.
Sovyet, ya da proleter demokrasisi, Rusya'da doğdu. Paris Komünü ardından ikinci bir çağ açan adım atıldı. Proleter ve köylü sovyeti cumhuriyeti, dünyada ilk kalıcı sosyalist cumhuriyet olduğunu tanıtladı. Yeni bir devlet biçimi olarak yok olması olanaksızdır. Bu devlet bundan böyle tek başına olmayacaktır.
Sosyalizmin kurulması işinin sürdürülmesi ve tamamlanması için, daha çok, pek çok şey gereklidir. Daha gelişmiş ülkeler içerisinde, proletaryanın daha çok ağırlık ve etkinlik kazandığı Sovyet Cumhuriyetleri, bir kez proletarya diktatörlüğü yolunu tutunca, Rusya'nın ötekileri geride bırakması için her türlü şansa sahiptir.
İkinci Entemasyonalin iflası, şimdi ölmekte ve canlı canlı çürümektedir. Aslında Dünya burjuvazisine uşaklık rolünü [sayfa 281] oynamaktadır. Gerçek anlammda sarı enternasyonaldir. Önde gelen, Kautsky gibi ideolojik liderleri, burjuva demokrasisini yüceltmekte ve genel "demokrasi" olarak, ya da -daha da aptalcası ve daha da toycası- "saf demokrasi" olarak adlandırmaktadırlar.
Burjuva demokrasisi gününü doldurmuştur, tıpkı İkinci Entemasyonalin, hareketin görevi işçi yığınlarını burjuva demokrasisi çerçevesi içersinde eğitmek olduğu zamanlarda tarihsel olarak gerekli ve yararlı işler yapmış olduğu halde, gününu doldurmuş olması gibi.
Ne denli demokratik olursa olsun, hiç bir burjuva cumhuriyeti, çalışan halkın sermaye tarafından baskı altına alınmasının bir aracı, burjuvazinin diktatörlüğünün, sermayenin siyasal yönetiminin bir aracı olma işlevini yapan bir makineden başka bir şey olmamıştır ve olamazdı da. Demokratik burjuva cumhuriyeti, çoğunluk yönetimini vaadetmiş ve bunu ilan etmişti, ama toprağın ve öteki üretim araçlarının özel mülkiyeti var olduğu sürece bunu hiç bir zaman gerçekleştiremedi.
Burjuva demokratik cumhuriyetinde "özgürlük" aslında zengin olan için özgürlüktü. Proleterler ve çalışan köylüler, bundan, kendi güçlerini sermayeyi alaşağı etmek, burjuva demokrasisinin üstesinden gelmek amacıyla yararlanabilirdi ve yararlanmalıydı da, ama gerçekte çalışan yığınlar, genel bir kural olarak, kapitalizm koşullarındaki demokrasiden yararlanamamışlardı.
Sovyet ya da proleter demokrasisi, dünyada ilk kez yığınlar için, çalışan halk için, fabrika işçileri ve küçük köylüler için demokrasiyi yaratmıştır.
Dünya, nüfusunun çoğunluğu tarafından kullanılan siyasal iktidarı, bu çoğunluk tarafından fiilen kullanılan iktidarı, sovyet yönetimindeki benzer bir biçimde bugüne dek henüz gormemiştir.
Bu demokrasi, sömürücülerin ve onların suç ortaklarının "özgürlüğünü" baskı altma alır; sömürme "özgürlüğünden" açlık üzerine kurulan "özgürlükten", sermayenin egemenliğini yeniden kurma mücadelesi "özgürlüğünden", kendi ülkelerinin [sayfa 282] işçileri ve köylülerine karşı yabancı burjuvazi ile anlaşmaya girme "özgürlüğünden" bunları yoksun bırakır.
Bırakın Kautsky böyle bir özgürlüğü savunsun. Ancak marksizmin döneği, sosyalizmin döneği bunu yapabilir.
İkinci Entemasyonalin, Hilferding ve Kautsky gibi ideolojik önderlerinin iflası, bunların, sovyet, ya da proleter demokrasisinin önemini, onun Paris Komünü ile olan bağıntısını, tarihteki yerini, proletaryanın bir diktatörlük biçimi olarak onun gerekliliğini kavramadaki son derece yetersizliklerini hiç bir şeyde böylesine çarpıcı bir biçimde ifade etmemiştir.
Die Freiheit gazetesi, "Bağımsız" (namı diğer orta sınıf, darkafalı, küçük-burjuva) Alman Sosyal-Demokrat Partisi organı, 17 Şubat 1915 tarihli 74. sayısında, "Almanya Devrimci Proletaryasına" bir bildiri yayınladı.
Bu bildiri, parti yöneticileri ve partinin bizim Kurucu Meclisin Alman çeşitlemesi olan bütün Ulusal Meclis üyeleri tarafından imzalanmıştır.
Bu bildiri, Scheidemann'ların İşçi Konseyleri'ni ortadan kaldırma isteklerini suçlamaktadır ve konseylerin, Meclis ile bileştirilmesini, konseylere belki siyasal haklar sağlanmasını ve anayasada belli bir yer verilmesini -gülmeyin- önermektedir.
Burjuvazinin diktatörlüğü ile proletaryanın diktatörlüğünü uzlaştırmak, birleştirmek! Ne de kolay! Ne de parlak bir darkafalı fikir!
Üzülecek tek şey , bunun, Kerenski zamanında birleşmiş menşeviklerle sosyalist-devrimciler, şu kendilerini sosyalist sanan küçük-burjuva demokratları tarafından Rusya'da denenmiş olmasıdır.
Marx'ı okuyan ve kapitalist toplumda, her ağır durumda, her ciddi sınıf çatışmasında, seçeneğin ya burjuvazinin diktatörlüğü ya da proletaryanın diktatörlüğü olduğunu anlamayan her insan, Marx'ın iktisadi ve siyasal öğretilerinden hiç bir şey anlamamıştır.
Ama, Hilferding'in, Kautsky'nin ve ortaklarının, burjuvazinin diktatörlüğü ile proletaryanın diktatörlüğünü banşçıl [sayfa 283] yoldan birleştirme yolundaki parlak darkafalı düşünceleri, eğer bu pek ilginç ve pek komik 11 Şubat bildirisinin içine yerleştirilen iktisadi ve siyasal zırvaları kapsamlı olarak ele almak gerekirse, özel bir inceleme ister. Bunun bir başka makale için bir başka zamana bırakılması gerekecektir. [sayfa 284]

Moskova, 15 Nisan 1919
N. Lenin


Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi-Politika


SOVYET iktidarının ikinci yıldönümü dolayısıyla, başlıkta belirtilen konu üzerinde kısa bir broşür yazmaya niyetlenmiştim. Ama günlük çalışmanın koşuşturmaları yüzünden, şimdiye kadar, bazı kesimlerin ön hazırlıklarının ötesine geçemedim. Bu nedenle, kanımca konu üzerindeki en önemli görüşlerin kısa, özet bir açıklamasını yapmayı denemeye karar verdim. Özet bir açıklama, kuşkusuz, pek çok dezavantaja ve eksikliklere sahiptir. Gene de, kısa bir dergi makalesi, sorunu ve onun, çeşitli ülkelerin komünistlerince tartışılması için gereken temeli sunmak biçimindeki, önümüzdeki mütevazı amacı belki de başarabilir. [sayfa 380]


1

Teorik açıdan, hiç kuşku yok ki, ki, kapitalizm ile komünizm arasında, bu her iki toplumsal ekonomi biçiminin özelliklerini ve niteliklerini birleştirmesi gereken belli bir geçiş dönemi uzanır. Bu geçiş dönemi, ölen kapitalizm ile doğan komünizm arasında -ya da bir başka deyişle, yenilmiş ama yok edilmemiş olan kapitalizm ile doğmuş ama henüz çok zayıf olan komünizm arasında- bir mücadele dönemi olmalıdır.
Bu geçiş özellikleriyle ayırdedilen bütün bir tarihsel dönemin gerekliliği, yalnızca marksistler için değil, gelişme teorisi ile biraz olsun tanışıklığı olan her eğitim görmüş kişi için açık olmalıdır. Oysa, sosyalizme geçiş konusunda günümüzün küçük-burjuva demokratlarından (ve düzmece sosyalist etiketlerine karşın, MacDonald, Jean Languet, Kautsky ve Friedrich Adler gibi kişiler de dahil olmak üzere İkinci Enternasyonalin bütün liderleri böyledir) duyduğumuz bütün sözler bu açık gerçeğin tam bir ihmalinin damgasını taşımaktadır. Küçük-burjuva demokratlar, sınıf mücadelesinden nefretleriyle, ondan kaçınma hayalleriyle, keskin köşeleri ortadan kaldırma, yumuşatma, uzlaştırma girişimleriyle ayırdedilirler. Bu yüzden, bu tip demokratlar, ya kapitalizmden komünizme geçişte tüm bir tarihsel dönemin gerekliliğini kabul etmekten kaçınırlar, ya da bu güçlerden birinin mücadelesine önderlik etmek yerine, çekişen iki gücü uzlaştırmak için planlar düzenlemeyi iş edinirler.


2

Ülkemizin büyük geriliği ve küçük-burjuva niteliği yüzünden, Rusya'da, proletarya diktatörlüğü, bazı hususlarda, ileri ülkelerde olacağından kaçınılmaz olarak farklı olmalıdır. Ama Rusya'da da temel güçler -ve toplumsal [sayfa 381] ekonominin temel biçimleri- herhangi bir kapitalist ülkedekinin aynıdır, öyle ki özellikler ancak daha az önem taşıyan hususlar için geçerlidir.
Toplumsal ekonominin temel biçimleri kapitalizm, küçük meta üretimi ve komünizmdir. Temel güçler burjuvazi, küçük-burjuvazi (özellikle köylülük) ve proletaryadır.
Proletarya diktatörlüğü döneminde Rusya'nın ekonomik sistemi, tek bir geniş devlet çapında, komünist ilkeler üzerinde birleşmiş ve ilk adımlarını atan emeğin mücadelesini -küçük meta üretimine ve hâlâ direnen kapitalizme karşı ve küçük meta üretimi temeli üzerinde yeni ortaya çıkmakta olan kapitalizme karşı mücadeleyi- temsil eder.
Rusya'da emek, birincisi üretim araçlarının özel mülkiyeti ortadan kaldırıldığı ölçüde, ve ikincisi de, proleter devlet gücü, devlet malı topraklar ve devlet malı işletmelerde büyük üretimi ulusal bir çapta örgütlediği, emek-gücünü çeşitli üretim dalları ve çeşitli işletmeler arasında dağıttığı ve çalışan halk arasında da büyük miktarlarda, devlete ait tüketim maddeleri dağıttığı ölçüde, komünist bir biçimde birleşmiştir.
Rusya'da komünizmin "ilk adımları"ndan söz ettik (1919 Martında benimsenen parti programımızda da böyle konmuştur), çünkü bütün bunlar ülkemizde ancak kısmen gerçekleşmiştir, ya da başka türlü koyarsak, başarıları ancak ilk aşamalarındadır. Genel olarak hemen başarılabilecek her şeyi, bir devrimci darbede hemen başardık; örneğin, proletarya diktatörlüğünün ilk gününde, 26 Ekim (8 Kasım) 1917'de, toprağın özel mülkiyeti büyük toprak sahiplerine tazminat ödenmeksizin kaldırıldı - büyük toprak sahipleri mülksüzleştirildi. Birkaç aylık bir zaman içinde, hemen hemen bütün büyük kapitalistler, fabrika, anonim şirket, banka, demiryolu vb. sahipleri de tazminat ödenmeksizin mülksüzleştirildi. Sanayide büyük üretimin devletçe [sayfa 382] örgütlenmesi ve fabrikaların ve demiryollarının "işçilerce denetimi"nden, "işçilerce yönetimi"ne geçiş - bu da, genellikle daha şimdiden başarılmıştır; ama, tarımla ilgili olarak daha yeni başlamaktadır ("devlet çiftlikleri", yani devlet malı topraklar üzerinde işçiler tarafından örgütlenen büyük çiftlikler). Gene bunun gibi, küçük meta tarımından komünist tarıma bir geçiş olarak, küçük çiftçilerin kooperatif topluluklarının çeşitli biçimlerde örgütlenmesine de daha yeni başladık.[*] Özel ticaret yerine ürünlerin devletçe örgütlenmiş dağıtımı, yani tahılın devletçe sağlanarak kentlere ve sanayi ürünlerinin kırlara gönderilmesi için de aynı şey söylenmelidir. Bu konuda elde bulunan istatistiki veriler aşağıda sunulacaktır.
Köylü çiftçiliği küçük meta üretimi olmaya devam etmektedir. Burada, kapitalizm için son derece geniş ve çok sağlam, kökleri derinde bir temelle, üzerinde kapitalizmin direndiği ya da komünizme karşı sert bir mücadele içinde yeniden doğduğu bir temelle karşı karşıya bulunmaktayız. Bu mücadelenin biçimleri, tahılın (ve öteki ürünlerin) devletçe sağlanmasına ve genel olarak ürünlerin devletçe dağıtımına karşı özel spekülasyon ve vurgunculuktur.


3

Bu soyut teorik önermeleri örneklendirmek için, gerçek rakamlar aktaralım. Halk İaşe Komiserliğinin rakamlarına göre, 1 Ağustos 1917 ve 1 Ağustos 1918 tarihleri arasında, Rusya'da devletçe sağlanan tahılın miktarı 30.000.000 pud kadar, bir sonraki yıl ise 110.000.000 pud kadardı. Bir sonraki kampanyanın (1919-20) ilk üç ayı boyunca sağlanacak miktar, [sayfa 383] 1918'de aynı dönem için (Ağustos-Ekim) 37.000.000 pudluk miktara karşı, tahminen 45.000.000 pud kadar olacaktır.
Bu rakamlar komünizmin kapitalizme karşı zafer kazanması açısından, durumda yavaş ama sürekli bir iyileşmeyi açıkça göstermektedir. Bu iyileşme, dünyada eşi görülmemiş güçlüklere, dünyanın en kuvvetli güçlerinin tümünü işe koşan Rus kapitalistleri ve yabancı kapitalistler tarafından örgütlenen içsavaşın yarattığı güçlüklere karşın başarılmaktadır.
Bu yüzden, tüm ülkelerin burjuvazisinin yalanlarına ve iftiralarına ve onların açık ve gizli uşaklarına (İkinci Enternasyonal "sosyalistleri") karşın, bir şey tartışma götürmez - proletarya diktatörlüğünün temel ekonomik problemi sözkonusu olduğu ölçüde, ülkemizde komünizmin kapitalizme karşı zaferi güvence altına alınmıştır. Dünyanın her yerinde burjuvazi bolşevizme karşı öfkesinden ateş püskürmekte ve bolşeviklere karşı askeri seferler, tertipler vb. örgütlemektedir, çünkü toplumsal ekonomiyi yeniden kurmaktaki başarımızın, askeri güçle ezilmememiz kaydıyla, kaçınılmaz olduğunu çok iyi anlamaktadır. Ve bizi bu yoldan ezme girişimleri de başarıya ulaşmamaktadır.
Elimizdeki çok kısa zamanda, ve görülmemiş güçlükler altında çalışmak zorunda kalmamıza karşın, daha şimdiden kapitalizmi ne ölçüde alt ettiğimiz aşağıdaki özet rakamlardan görülecektir. Merkezi İstatistik Kurumu, tüm Rusya için değil, yalnızca yirmialtı eyalet için, tahıl üretimi ve tüketimine ait verileri basın için hazırlamış bulunmaktadır. Sonuçlar şöyledir [tabloya bakınız]:
Demek ki, kentlere arz edilen tahılın yaklaşık olarak yarısı İaşe Komiserliğince, diğer yarısı ise vurguncularca sağlanmaktadır. 1918'de yapılan, kent işçilerinin tükettiği yiyecek üzerine dikkatli bir tarama, aynı oranı göstermektedir. İşçinin devlet tarafından sağlanan ekmeğe, vurguncuya ödediğinin dokuzda-birini ödediği akıldan çıkarılmamalıdır. [sayfa 384)
Ekmeğin vurguncu fiyatı, devlet fiyatından on kat fazladır ; işçi bütçeleri üzerine dikkatli bir inceleme bunu ortaya çıkarır.


4

Aktarılan rakamların dikkatli bir incelemesi, bunların Rusya'nın bugünkü ekonomisinin temel özelliklerinin tam bir görünümünü yansıttığını gösterir.
Çalışan halk, yıllardır kendini ezen ve sömürenlerden, toprak sahipleri ve kapitalistlerden kurtarılmıştır. Gerçek özgürlük ve gerçek eşitlik yolunda atılan bu adım, ölçüsü, boyutları ve hızı ile dünyada bir eşi daha olmayan bu adım, özgürlük ve eşitlikten sözettiklerinde, sahtece, genel olarak "demokrasi" ya da "saf demokrasi" olduğunu ilan ettikleri (Kautsky) parlamenter burjuva demokrasisini kasteden burjuvazi taraftarlarınca (küçük-burjuva demokratlar dahil) görmezlikten gelinmektedir.
Sovyet Rusya'nın 26 Eyaleti Nüfus
(Milyon) Tahıl Üretimi (Tohum ve Yem Hariç) (Milyon Pud)
Teslim Edilen Tahıl (Milyon Pud) Halkın Kullanımındaki Toplam Tahıl Miktarı (Milyon Pud)
Tahıl Tüketimi (Kişi Başına Pud)
İaşe Şubesi Uygulama
Üreten Eyaletler
Kentsel 4,4
Kırsal 28,6
-
625,4
20,9
-
20,6
-
41,5
481,8
9,5
16,9
Tüketen Eyaletler
Kentsel 5,9
Kırsal 13,8
-
114.0
20.0
12.1
20,0
27,8
40,0
151,4
6,8
11,0
Toplam (26 Eyalet)
52,7
739,4
53,0
68,4
714,7
13,6


Oysa çalışan halk, yalnızca gerçek eşitlikle ve gerçek [sayfa 385] özgürlükle (toprak sahiplerinden ve kapitalistlerden özgür olmakla) ilgilenmektedir ve işte bunun için de Sovyet hükümetine böyle sağlam bir destek sağlamaktadır.
Bu köylü ülkesinde, proletarya diktatörlüğünden ilk kazançlı çıkan, en fazla kazançlı çıkan, ve hemen kazançlı çıkan bir bütün olarak köylülük olmuştur. Rusya'daki köylü, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin altında açlıktan ölüyordu. Tarihimizin uzun yüzyılları boyunca, köylü, hiç bir zaman kendisi için çalışmak fırsatını bulamadı: yüzlerce milyon pudluk tahılı, kapitalistlere, kentlere ve ihracata verirken kendisi aç kaldı. Proletarya diktatörlüğü altında köylü ilk kez olarak kendisi için çalışmakta ve kentte oturandan daha iyi beslenmektedir. Köylü ilk kez olarak gerçek özgürlüğü -ekmeğini yeme özgürlüğünü, açlıktan kurtulma özgürlüğünü- görmüştür. Bildiğimiz gibi, toprağın dağıtımında azami eşitlik sağlanmıştır; çoğu durumda köylü "beslenecek boğaz" sayısına göre toprağı bölüşmektedir.
Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması demektir.
Sınıfların ortadan kaldırılması için, önce, toprak sahiplerinin ve kapitalistlerin ortadan kaldırılması gerekir. Görevimizin bu kısmı başarılmıştır, ama bu, ancak bir kısmıdır, üstelik de en zor kısmı değildir Sınıfları ortadan kaldırmak için, ikincisi, fabrika işçisi ile köylü arasındaki farklılığı ortadan kaldırmak, bunların hepsini işçi yapmak gerekir. Bu birdenbire yapılamaz. Bu görev kıyas kabul etmez bir biçimde daha zordur ve zorunlu olarak uzun bir zaman alacaktır. Bu, bir sınıfın altedilmesi ile çözümlenebilecek bir problem değildir. Ancak tüm toplumsal ekonominin örgütsel yeniden kuruluşu ile, bireysel, dağınık, küçük meta üretiminden, büyük toplumsal üretime geçişle çözümlenebilir. Bu geçiş zorunlu olarak son derece uzun sürmelidir. Aceleci ve dikkatsizce idari ve yasal önlemler, onu ancak geciktirir ve karmaşıklaştırır. Ancak köylüye tüm tarımsal tekniğinde büyük bir ilerleme yapmasını, onun köklü bir [sayfa 386] biçimde düzeltilmesini sağlayacak yardımcı sağlamakla hızlandırılabilir.
Problemin ikinci ve en zor kısmını çözmek için, proletarya, burjuvaziyi yendikten sonra köylülüğe karşı politikasını, hiç sapmadan aşağıdaki temel doğrultularda yürütmelidir. Proletarya, çalışan köylüyü mülk sahibi köylüden, işçi köylüyü madrabaz köylüden, emek harcayan köylüyü vurgunculuk yapan köylüden ayırmasını, aralarına sınır çekmesini bilmelidir.
Ve bu sınır çekmede sosyalizmin tüm özü yatar.
Ve sözde sosyalist, gerçekte küçük-burjuva demokratlar olan sosyalistlerin (Martov'lar, Çernov'lar, Kautsky'ler ve ortakları) sosyalizmin özünü anlamamaları şaşırtıcı değildir.
Burada sözünü ettiğimiz sınır çekme son derece zordur, çünkü gerçek yaşamda "köylü"nün tüm özellikleri, ne kadar farklı olurlarsa olsunlar, ne kadar çeşitli olurlarsa olsunlar, bir bütün halinde kaynaşmıştır. Ama gene de sınır çekmek mümkündür; ve bu, yalnızca mümkün olmakla kalmaz, köylü çiftliğinin ve köylü yaşamının koşullarının kaçınılmaz bir sonucudur da. Çalışan köylü, yıllar boyu, toprak sahipleri, kapitalistler, madrabazlar ve vurguncular tarafından en demokratik burjuva devletleri de dahil olmak üzere, bunların devletleri tarafından ezilmiştir. Çalışan köylü, uzun yıllar boyunca, bu ezenlerden ve sömürenlerden nefret etmeyi ve tiksinmeyi öğrenmiştir, ve yaşam koşullarının doğurduğu bu "öğrenme", köylüyü, kapitaliste karşı, vurguncu ve madrabaza karşı, işçi ile bir ittifak aramaya zorlamaktadır. Ama aynı zamanda da, ekonomik koşullar, meta üretiminin koşulları, köylüyü, kaçınılmaz olarak, (her zaman değil ama çoğu durumda) bir madrabaza ve vurguncuya döndürmektedir.
Yukarda aktarılan istatistikler, çalışan köylü ile vurguncu köylü arasındaki çarpıcı bir farklılığı ortaya [sayfa 387] çıkarıyor. 1918-19 boyunca, kentlerin aç işçilerine 40.000.000 pud tahılı sabit devlet fiyatlarında teslim eden köylü, devlet bürolarının tüm eksikliklerine, işçi hükümetinin tümüyle farkında olduğu ama sosyalizme geçişin ilk döneminde kaçınılmaz olan eksikliklerine karşın, bu tahılı onlara teslim eden köylü - bu köylü, çalışan köylüdür, sosyalist işçinin yoldaşı ve eşiti, onun en sadık müttefiki, sermayenin boyunduruğuna karşı savaşta kan kardeşidir. Oysa, kent işçisinin gereksinmesi ve açlığından yararlanarak, devleti aldatarak ve her yerde hilekarlık, soygunculuk ve dolandırıcılığı artırarak, yaratarak, 40.000.000 pud tahılı, elaltından, devlet fiyatının on katına satan köylü - bu köylü, bir vurguncudur , kapitalistin müttefiki, işçinin sınıf düşmanıdır, bir sömürücüdür. Çünkü, tüm devlete ait topraklardan, yalnızca köylünün değil, işçinin de emeğini şu ya da bu yoldan içeren aletlerle toplanmış artı-tahıla sahip olan herkes - artı-tahıla sahip olan ve bu tahılda vurgunculuk yapan herkes, aç işçinin sömürücüsüdür.
Sizler özgürlüğü, eşitliği ve demokrasiyi ihlal edenlersiniz - Anayasamızın altında işçinin ve köylünün eşit olmayışına, Kurucu Meclisin dağıtılmasına, artı-tahıla zorla elkonulmasına vb. işaret ederek, bize her taraftan böyle bağırıyorlar. Yanıtlıyoruz - gerçek eşitsizliği, çalışan köylüye yüzyıllardır acı çektiren gerçek özgürlük yoksunluğunu ortadan kaldırmak için bu kadar çok şey yapan devlet dünyada görülmemiştir. Ama biz köylü vurguncu ile eşitliği asla kabul etmeyeceğiz, tıpkı sömüren ile sömürülen, tıka basa doyan ile aç kalan arasındaki "eşitliği", birincinin ikincisini soyma "özgürlüğü"nü kabul etmeyişimiz gibi. Ve bu farklılığı kabul etmeyi reddeden o eğitim görmüş kişilere, kendilerine demokratlar, sosyalistler, enternasyonalistler, Kautsky'ler, Çernov'lar ya da Martov'lar adını verseler de, beyaz muhafız muamelesi yapacağız. [sayfa 388]

5

Sosyalizm, sınıfların ortadan kaldırılması demektir. Proletarya diktatörlüğü, sınıfları ortadan kaldırmak için elinden geleni yapmıştır. Ama sınıflar bir darbede ortadan kaldırılamaz.
Ve proletarya diktatörlüğü döneminde sınıflar hâlâ durmaktadır, ve duracaktır. Sınıflar yok olunca diktatörlük gereksiz hale gelecektir. Proletarya diktatörlüğü olmaksızın sınıflar yok olmayacaktır.
Sınıflar durmaktadır ama proletarya diktatörlüğü döneminde her sınıf bir değişikliğe uğramıştır, ve sınıflar arasındaki ilişkiler de değişmiştir. Proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesi ortadan kalkmaz, yalnızca farklı biçimlere bürünür.
Kapitalizm altında proletarya, ezilen bir sınıf, üretim araçlarından yoksun bırakılmış bir sınıf, doğrudan doğruya ve tam olarak burjuvazinin karşısında duran ve dolayısıyla da sonuna dek devrimci olabilen tek sınıftır. Burjuvaziyi alteden ve siyasal gücü alan proletarya, egemen sınıf haline gelmiştir; devlet gücünü kullanır, daha şimdiden toplumsallaşmış olan üretim araçları üzerinde denetim uygular; yalpalayan ara unsurlara ve sınıflara kılavuzluk eder; sömürücülerin giderek artan bir inat gösteren direnişini ezer. Bütün bunlar, sınıf mücadelesinin özgül görevleri, proletaryanın önceden üzerine almadığı ve alamadığı görevlerdir.
Sömürücüler sınıfı, toprak sahipleri ve kapitalistler, proletarya diktatörlüğü altında ortadan kalkmamışlardır ve birdenbire kalkamazlar. Sömürücüler ezilmiş ama yok edilmemiştir. Bir kolu oldukları uluslararası sermaye biçiminde, hâlâ uluslararası bir temele sahiptirler. Bazı üretim araçlarını, kısmen, hâlâ ellerinde tutmaktadırlar, hâlâ paraları vardır, hâlâ geniş toplumsal ilişkilere sahiptirler. [sayfa 389] Yenildikleri için, direnişlerinin enerjisi yüz kat, bin kat artmıştır. Devlet, askerlik ve ekonomi yönetimi "sanatı", onlara bir üstünlük, çok büyük bir üstünlük verir, öyle ki önemleri, nüfus içindeki sayısal oranlarından kıyaslanamayacak kadar daha büyüktür. Altedilen sömürücülerin, sömürülenlerin muzaffer öncüsüne, yani proletaryaya karşı verdikleri sınıf mücadelesi kıyas kabul etmez ölçüde daha sert hale gelmiştir. Ve bir devrim durumunda, bu kavramın yerine (tüm İkinci Enternasyonal kahramanlarının yaptığı gibi) reformcu düşler konmadıkça, başka türlü de olamaz.
Son olarak, köylüler, genel olarak küçük-burjuvazi gibi, proletarya diktatörlüğü altında bile, yarı yolda, ara bir durum işgal ederken, bir yandan tüm çalışan halkın kendini toprak sahibi ve kapitalistten kurtarmak biçimindeki ortak çıkarı ile birleşmiş oldukça büyük (ve geri Rusya'da geniş) bir çalışan halk yığınıdırlar; öte yandan da birbirinden kopuk küçük mülk sahipleri, mal sahipleri ve tüccarlardır. Böyle bir ekonomik konum, kaçınılmaz olarak, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalamalarına neden olur. Bu iki sınıf arasındaki mücadelenin büründüğü keskin biçim karşısında, tüm toplumsal ilişkilerdeki, inanılmaz ölçüde şiddetli kopuş karşısında, ve köylülerin ve genel olarak küçük-burjuvazinin, eskiye, alışılmışa ve değişmeyene duyduğu büyük bağlılık karşısında, çok doğaldır ki, onların bir taraftan öbürüne kayışlarını kaçınılmaz olarak göreceğiz, yalpaladıklarını, değiştiklerini, kararsız olduklarını vb. göreceğiz.
Bu sınıfla -ya da bu toplumsal öğelerle- ilgili olarak, proletarya onun üzerinde etki sağlamak, ona kılavuzluk etmek için çaba harcamalıdır. Yalpalayan ve istikrarsız olana önderlik etmek - işte proletaryanın görevi budur.
Eğer tüm temel güçleri ya da sınıfları proletarya [sayfa 390] diktatörlüğü tarafından değiştirilmiş haliyle bunlar arasındaki ilişkileri karşılaştırırsak, sosyalizme geçişin, genel olarak "demokrasi aracılığıyla" mümkün olduğu yolundaki İkinci Enternasyonalin tüm temsilcileri tarafından paylaşılan genel küçük-burjuva görüşün nasıl da sözü edilmeyecek kadar saçma-sapan ve teorik açıdan aptalca olduğunu kavrayacağız. Bu yanılgının temel kaynağı burjuvaziden miras kalan, "demokrasi"nin sınıflarla ilgili olmayan, mutlak bir şey olduğu yolundaki önyargıda yatmaktadır. Aslında, proletarya diktatörlüğü altında, demokrasi de, tümüyle yeni bir evreye girer ve sınıf mücadelesi, olanaklı ve canlandırılabilir bütün biçimlere egemen daha yüksek bir düzeye erişir.
Özgürlük, eşitlik ve demokrasi hakkındaki genel sözler, aslında, meta üretiminin ilişkileri tarafından biçimlenen kavramların gözü kapalı bir yinelenmesinden başka bir şey değildir. Proletarya diktatörlüğünün somut problemlerini böyle genellemelerle çözümlemeye girişmek, burjuvazinin teorilerini ye ilkelerini bütünüyle kabul etmekle birdir. Proletaryanın bakış açısından, sorun, ancak şu biçimde konabilir: hangi sınıfın baskısından kurtulmak, hangi sınıfın hangi sınıfla eşitliği, özel mülkiyete dayanan bir demokrasi mi, yoksa özel mülkiyetin kaldırılması için bir mücadeleye dayanan bir demokrasi mi? vb..
Çok önceleri, Engels, Anti-Dühring'inde, "eşitlik" kavramının meta üretimi ilişkilerinden biçimlendiğini açıklamıştır; eşitlik, sınıfların kaldırılması anlamında anlaşılmazsa bir önyargı haline gelir. Burjuva demokratik ve sosyalist eşitlik anlayışı arasındaki ayrıma ilişkin bu basit gerçek, sürekli olarak unutuluyor. Oysa unutulmazsa, burjuvaziyi altetmekle, proletaryanın, sınıfların kaldırılmasına doğru en kesin adımı attığı ve bu süreci tamamlamak için, proletaryanın, devlet gücü aygıtından yararlanarak ve altedilmiş burjuvazi ve yalpalayan küçük-burjuvaziye baskı [sayfa 391] yapmakta savaşmakta, etkilemekte çeşitli yöntemler kullanarak, sınıf mücadelesine devam etmesi gerektiği ortaya çık
30 Ekim 1919




Dipnotlar

[*] Bilindiği kadarıyla Sovyet Rusya'daki "devlet çiftlikleri" ve "tarım komünleri" sayısı, sırasıyla, 3.536 ve 1.961'dir, ve tarım artellerinin sayısı 3.696'dır. Merkezi İstatistik Kurumumuz bütün devlet çiftlikleri ve komünlerinin tam bir sayımını şu anda yapmaktadır. Sonuçlar önümüzdeki Kasım 1919'da gelmeye başlayacaktır.
[**] Bu makale tamamlanmadan kalmıştır. -Ed.



Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu Üzerine Tezlerin Ön Taslağı


Ulusal sorunla sömürgeler sorununa ilişkin tezler taslağım, tartışılmak üzere, Komftnist Enternasyonalin ikinci kongresine sunarken, bütün yoldaşlardan, özellikle bu karmaşık sorunların herhangi biri hakkında somut bilgisi olan yoldaşların, hele hele aşağıdaki noktalarda görüşlerini, değiştiri ya da eklemelerini ve somut noktalari çok kısa biçimde (iki ya da üç sayfadan fazla olmamak üzere) bildirmelerini diliyorum:
Avusturya deneyimi;
Polonya Yahudisi ve Ukrayna deneyimi;
Alsace-Lorraine ve Belçika;
İrlanda;
Danimarka-Almanya, İtalya-Fransa ve İtalya-Slav ilişkileri;
Balkan deneyimi; [sayfa 331]
Doğu halkları;
Panislamizme karyı savaşım;
Kafkasya'da ilişkiler;
Başkır ve Tatar Cumhuriyetleri;
Kırgızıstan;
Türkistan ve deneyimi;
Amerika'daki zenciler;
Sömürgeler;
Çin, Kore, Japonya.

5 Haziran 1920

1) Genel olarak eşitlik sorununu ve özellikle ulusal eşitliği soyut ve biçmsel olarak sunmak, burjuva demokrasisinin yapısının gereğidir. Bireylerin genel olarak eşitliği perdesi arkasında, burjuva demokrasisi, mülk sahibiyle proleterin, sömürenle sömürülenin resmi bakımdan ya da yasalar önünde eşit olduğunu ilan eder ve böylece, ezilen sınıfları büyük ölçüde aldatır. Bütün insanlar arasında mutlak bir eşitlik olduğunu öne sürerek burjuvazi, gerçekte meta üretimi ilişkilerini yansıtan eşitlik fikrini, sınıfların kaldırılmasına karşı verdiği savaşta, bir silah haline dönüştürmektedir. Eşitlik isteğinin gerçek anlamı, sınıfların kaldırılması isteği olmasındadır.
2) Burjuva boyunduruğunu söküp atmaya dönük proleter savaşımın şampiyonu olan komünist partisi, burjuva demokrasisiyle savaşma, onun yanlışlığını ve ikiyüzlülüğünü ortaya koyma şeklindeki temel görevine uygun olarak, siyasetini, ulusal sorunda da, soyut ve biçimsel ilkelere değil, ama birincisi, tarihsel özel durumun ve hepsinin üstünde ekonomik koşulların doğru bir değerlendirmesine dayandırmalıdır; ikincisi, siyasetini, ezilen sınıfların, sömürülen emekçi halkın çıkarlarıyla genel ulusal çıkar kavramı, yani egemen sınıfın çıkarları, arasında yapılacak açık bir ayrım üzerine oturtmalıdır; üçüncüsü, küçücük bir zengin ve ileri kapitalist ülkeler azınlığının, dünya nüfusunun geniş çoğunluğunu sömürgesi haline getirmesi ve mali yönden köleleştirmesini, yani finans-kapital ve emperyalizm çağının karakteristik bir özelliğini önemsememeye çalışan burjuva-demokratik yalanları göğüslemek üzere komünist partisi, siyasetini, ezilen, bağımlı ve uyruk uluslar ile ezen, sömüren, [sayfa 332] egemen uluslar arasında aynı biçimde yapılacak açık bir ayrıma dayandırmalıdır.
3) 1914-18 emperyalist savaşı, ünlü "Batı demokrasileri"nin yaptığı Versailles antlaşmasının, zayıf uluslara karşı, Alman junkerleriyle Kayzer'in yaptığı Brest-Litovsk antlaşmasından daha vahşi ve iğrenç olduğnuu pratikte ortaya koyarak burjuva-demokratik sözlerin sahteliğini dünyanın bütün uluslarına ve ezilen sınıflarına açıkça göstermiştir. Milletler Cemiyeti (Cemiyet-i Akvam) ve Antantın tüm savaş sonrası siyaseti, bu gerçeği daha açıkça ortaya koyuyor. Bu gerçekler, her yerde, hem ileri ülkelerde porletaryanın, hem sömürge ve bağımlı ülkelerde emekçi yığınların devrimci savaşımını yoğunlaştırıyor; ulusların kapitalizmde de barış ve eşitlik içinde birarada yaşayabileceği şeklindeki küçük-burjuva ulusalcı düşlerin çöküşünü hızlandırıyor.
4) Bu temel önermelerden çıkarılacak sonuç şu: Komünist Enternasyonalin ulusal soruna ve sömürge sorununa ilişkin tüm siyaseti, her şeyden önce bütün ulusların proleterleri ile emekçi yığınların, toprak sahipleri ile burjuvaziyi devirmeyi amaçlayan ortak devrimci bir savaşım için daha yakından birlik kurmalan esasına dayanmalıdır. Kapitalizme karşı zaferi sağlayacak tek şey bu birliktir. O olmaksızın, ulusal boyunduruğa son verilmesi, eşitsizliğin ortadan kaldırılması olanaksızdır.
5) Dünyanın siyasal durumu, proletarya diktatörlüğünü gündeme getirmiştir. Dünyanın siyasal gelişmeleri, zorunlu olarak tek bir noktada, dünya burjuvazisinin Sovyet Rus Cumhuriyetine karşı savaşımında yoğulaşmaktadir. Çünkü bir yandan bütün ülkelerdeki ileri işçilerin sovyetik hareketi, bir yandan da, kurtuluşun, dünya emperyalizmi karşısında sovyet sisteminin zafer kazanmasına bağlı olduğunu acı deneyimlerle ögrenen boyunduruk altındaki uluslar arasında ve sömürgelerde görülen ulusal kurtuluş hareketleri, kaçınılmaz olarak Sovyet Rus Cumhuriyetinin çevresinde toplanıyor.
6) Bu durumda, bugün için artık, salt çeşitli ulusların emekçi halkları arasında daha yakın bir birlik gereğini kabul etmek ve öne sürmekle yetinilemez. Bütün ulusların ve sömürgelerdeki kurtuluş hareketlerinin Sovyet Rusya'yla çok yakın bir ittifaka girmesi olanağını sağlayacak bir [sayfa 333] siyaset izlenmelidir. Bu ittifakın biçimini, her ülke proletaryasının komünist hareketinin gelişme düzeyi, ya da geri ülkeler veya geri ulusal-topluluklardaki işçilerle köylülerin burjuva-demokratik kurtuluş hareketinin gelişme düzeyi kararlaştırmalıdır.
7) Federasyon, çeşitli uluslara mensup emekçi halkın tam birliğinde, bir ara (transitional) biçimdir. Gerek Rus Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyetiyle öteki Sovyet Cumhuriyetleri (geçmişte Macar, Fin ve Letonya, şimdi Azerbaycan ve Ukrayna), gerek daha önce ne devlet, ne de özerk olan ulusal-topluluklar (yani RSSFC içinde 1919'da kurulan özerk Başkır Cumhuriyetiyle 1920'de kurulan özerk Tatar Cumhuriyeti) açısından Rus Sovyet Sosyalist Federal Cumhuriyeti içindeki ilişkiler, federasyonun işlerliğini (feasibility) göstermiştir.
8) Bu bakımdan, Komünist Enternasyonale düşen ödev, sovyet sistemi ve sovyet hareketi temeli üzerinde yükselen bu yeni federasyonları daha geliştirmek, incelemek ve deneyimin sınavından geçirmektir. Her şeyden önce, tüm dünyanın emperyalist devletleriyle —ki askeri açıdan, ölçülemeyecek kadar güçlüdürler— çevrilmiş bulunan Sovyet Cumhuriyetlerinin, yakın bir ittifak içinde olmadıkça yaşayamayacakları; ikincisi Sovyet Cumhuriyetleri arasında yakın bir iktisadi ittifak gerektiği, bu yapılmazsa, emperyalizmin harabettiği üretici güçlerin ihya edilemeyeceği ve emekçi halkın gönencinin güven altına alınamayacağı; üçüncüsü, bütün ulusların proletaryası tarafından ortak bir plana göre düzenlenen, parçalardan oluşmuş bir bütün olarak tek bir dünya ekonomisi yaratma eğilimi olduğu düşünülürse, federasyonun tam birliğe giden yolda bir ara biçim olduğu kabul edilerek, gittikçe daha yakın federal bağlar kurmaya çaba harcanması gereği ortaya çıkar. Bu eğilim [tek dünya ekonomisi eğilimi -ç.] kapitalizmde, kendisini oldukça açıklıkla ortaya koymuştur; sosyalizmde daha da gelişmesi, olgunlaşmasi beklenir.
9) Komünist Enternayonalin devlet içi ilişkiler alanındaki ulusal siyaseti, ulusal eşitliği, burjuva demokratların —hem böyle olduğunu içtenlikle kabul edenlerin hem de İkinci Enternasyonal sosyalistleri gibi kendilerine sosyalist adı takanların— yaptığı gibi, yalınkat, biçimsel, salt bildirisel [sayfa 334] nitelikte ve herhangi bir bağlantı altına girmeksizin tanımakla yetinemez
Bütün propaganda ve uyarmalarında —hem parlamento içinde, hem parlamento dışında— komünist partileri, bütün kapitalist ülkelerde, "demokratik" anayasalarına karşın, ulusların eşitliğine ve ulusal azınlıkların güven altına alınmış haklarına yönelik ihlalleri sürekli olarak gözler önüne sermelidirler.
Bunun yanısıra, önce proleterleri sonra da tüm emekçi nüfusu, burjuvaziye karşı savaşımda birleştirerek, ulusların gerçek eşitliğini güven altına alabilecek tek sistemin sovyet sistemi olduğu sürekli olarak açıklanmalıdır; ikinci olarak da komünist partiler bağımlı ve yoksun uluslardaki (örneğin İrlanda, Amerikalı zenciler, vb.) ve sömürgelerdeki devrimci hareketlere doğrudan doğruya yardım etmelidirler.
Özellikle önem taşıyan bu ikinci koşula uyulmaksızın, hem bağımlı ülkelerle sömürgelerin boyunduruğa karşı savaşımları, hem onların ayrılma haklarının kabulü, İkinci Entemasyonaldeki partilerin ortaya koyduğu üzere, sahte birer işaret levhası olmaktan öteye geçemez.
10) Söze gelince enternasyonalizmin kabul edilmesi, ama eylemde, propaganda, uyandırma girişimlerinde ve pratik çalışmada küçük-burjuva ulusalcılığına ve pasifizme sapılması, yalnızca İkinci Enternasyonal partileri arasında değil, ama bu Enternasyonalden çekilen partiler arasında ve hatta şimdi kendilerine komünist adını veren partilerde bile çok yaygındır. Bu musibete, yani kökleri çok derinlere dalmış olan küçük-burjuva ulusalcı önyargılara karşı savaşımın ivediliği, proletarya diktatörlüğü ulusal bir diktatörlükten (yani bir ülkede varolan ve dünya siyasetini kararlaştırabilme gücünden yoksun bulunan bir diktatörlükten) enternasyonal bir diktatörlüğe (yani hiç değilse birkaç ileri ülkeyi içine alan ve bir bütün olarak dünya siyaseti üzerinde belirleyişi bir etkisi olan diktatörlüğe) dönüştürme zorunluluğunun artışıyla birlikte daha da önem kazanmaktadır. Küçük-burjuva ulusalcılığı, ulusların eşitliğini tanımayı enternasyonalizm için yeterli saymaktadır, bundan ötesine gerek görmemektedir. Bu tanımanın salt sözde tanıma oluşu bir yana, küçük-burjuva ulusalcılığı ulusal öz-çıkarı olduğu gibi korur. Buna karşılık proleter enternasyonalizmi, her şeyden önce, [sayfa 335] herhangi bir ülkedeki proleter savaşımın çıkarlarının, dünya ölçüsündeki savaşımın çıkarlarına bağımlı olmasını, ikinci olarak da burjuvazi üzerinde zafer sağlayan bir ulusun, uluslararası sermayeyi devirmek için daha büyük ulusal özveriler yapabilmesini ve yapmaya istekli olmasını gerektirir.
Bu nedenle, zaten tam anlamıyla kapitalist olan ve gerçekten proletaryanın öncüsü olarak çalışan işçi partilerine sahip bulunan ülkelerde, enternasyonalizm siyasetinin ve kavramının oportünistçe ve küçük-burjuva pasifizmi amacıyla çarpıtılmasına karşı savaşım, önde gelen büyük bir ödevdir.
11) Feodal ya da ataerkil ve ataerkil-köylü ilişkilerinin egemen olduğu daha geri devletlerle uluslara gelince, şu noktaların gözönünde tutulması özellikle önemlidir:
Birincisi, bütün komünist partiler, bu ülkelerdeki burjuva-demokrat kurtuluş hareketlerine yardım etmelidirler; en etkin biçimde yardım etme görevi, herkesten önce, geri ulusun, sömürge olarak ya da mali açıdan bağımlı bulunduğu ülkenin işçilerine düşer.
İkincisi, geri ülkelerde din adamları, etkin öteki gerici unsurlar ve ortaçağ unsurlarıyla savaşım gereğidir.
Üçüncüsü, Avrupa ve Amerika emperyalizmine karşı kurtuluş hareketini, hanların, toprak sahiplerinin, mollaların, vb. gücünü artırma çabasıyla birleştirmeye çalişan panislamcılıkla savaş gereğidir. (* Lenin bu yazının provasında 2 ve 3. maddeleri bir bağlama çizgisiyle birleştirmiş, yanına "2 ve 3 birleştirilecek" diye yazmıştır. -Ed.)
Dördüncüsü, geri ülkelerde toprak sahiplerine, büyük toprak mülkiyetine ve feodalizmin bütün kalıntı ve belirtilerine karşı köylü hareketine özel bir destek gösterme ve Doğudaki, sömürgelerdeki ve genellikle geri ülkelerdeki devrimci köylü hareketiyle Batı-Avrupa komünist proletarya hareketi arasında olabildiği ölçüde yakın ilişki kurarak, köylü hareketine devrimci bir nitelik kazandırma gereğidir. Kapitalist-öncesi ilişkilerin egemen olduğu ülkelerde, "emekçi halkın sovyetini" vb. kurarak, sovyet sisteminin temel ilkelerini uygulamak için her çabayı göstermek özellikle önemlidir.
Beşincisi, geri ülkelerde burjuva-demokratik kurtuluş eğilimlerine komünist bir görünüş verme çabalarına karşı [sayfa 336] kesinlikle savaş gereğidir. Komünist Enternasyonal, sömürgelerle geri ülkelerdeki ulusal burjuva-demokratik hareketleri bir koşulla desteklemelidir. O koşul şudur: bu ülkelerde komünistliği yalnızca sözde kalmayacak olan gelecekteki proleter partilerin öğeleri birlikte ortaya çıkarılacak ve kendi özel amaçlarını, yani kendi ulusları içindeki burjuva-demokratik hareketlerle savaşım amaçlarını anlayacak biçimde yetiştirilmiş olacaktır. Komünist Enternasyonal, sömürge ve geri ülkelerdeki burjuva demokrasisiyle geçici bir ittifaka girmeli, ancak onlarla kaynaşmamalı, henüz ilk adımlarını atıyor olsa bile proleter hareketin bağımsızlığını kesinlikle yeğ tutmalıdır.
Altıncısı, siyasal yönden bağımsız devletler görünümü altında, iktisadi, mali ve askeri yönden tamamen kendilerine bağlı devletler kuran emperyalist devletlerin sistematik olarak kullandıkları bu aldatmaca, bütün ülkelerin, özellikle geri ülkelerin geniş emekçi yığınları arasında sürekli olarak anlatılmalı, bu aldatmacanın ipliği pazara dökülmelidir. Bugünkü uluslararasi koşullar altında, bağımlı ve zayıf ülkeler için, sovyet cumhuriyetleriyle birlikten başka kurtuluş yoktur.
12) Zayıf ve sömürge ulusların emperyalist devletler tarafindan yüzyıllardır boyunduruk altında tutulması, ezilen ülkelerdeki emekçi yığınların, ezen uluslara karşı yalnızca düşmanlıkla dolup taşmasına yolaçmakla kalmamış, üstelik genel olarak ezen uluslara ve hatta onların proletaryasına karşı bile güvensizlik duymalarına yolaçmıştır. Batı proletaryası önderlerinin çoğunun 1914-19 yılları arasında sosyalizme alçakça ihanet etmesi, hiç kuşkusuz, yerden göğe haklı olan bu güvensizliği artırmıştır. O yıllarda "ülkenin savunulması" gerekçesi, [bu sosyalist önderlerce -ç.1 "kendi" burjuvazilerinin, sömürgeleri boyunduruk altına alma ve bağımlı ülkeleri soyup soğana çevirme "hakkı"nın savunulrnasını gözlerden gizlernek için, sosyal-şovenist bir perde olarak kullanılmıştı. Öte yandan bir ülke ne kadar geri olursa, küçük-ölçekli tanmsal üretimin, ataerkilliğin ve dışa kapalılığın (isolation) etkisi o kadar güçlüdür. Bu da ister-istemez, küçük-burjuva önyargılarını, yani ulusal bencilliği ve ulusal dargörüşlülüğü özellikle güçlendirir. Bu önyargılar, ancak ileri ülkelerde kapitalizm ve emperyalizm ortadan kalktıktan [sayfa 337] ve geri ülkelerin iktisadi yaşamının tüm temeli, esaslı biçimde değiştikten sonra yok olabileceğine göre, bu önyargıların giderilmesi, ister-istemez çok yavaş olacaktır. Bu nedenledir ki, uzun süre boyunduruk altında kalmış ülkelerde ve halklar arasında yaşayıp giden ulusal duygulara özel bir dikkat göstermek ve ihtiyatlı davranmak, bütün ülkelerin sınıf bilincine sahip komünist proletaryasının görevidir. Aynca bu güvensizliğin ve önyargıların üstesinden çabucak gelebilmek için, bazı ödünler verilmesi de aynı biçimde gereklidir. Tüm dünyada bütün ülkeler ve ulusların proletaryası ve onun ardından da emekçi halk yığınları, gönüllü olarak birlik ve ittifak için çalışmadıkça, kapitalizme karşı tam zafer elde edilemez. [sayfa 338]


Haziran-Temmuz 1920'de yazıldı.
Kommunistiçeski Internatsional
n° ll'de, 14 Temmuz 1920'de
yayınlandı.

Collected Works
vol, 31, s. 144-151

(Türkçe çevirisi,
Yurdakul Fincancı tarafından yapılmış ve
"Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları" içinde [s: 331-338] yayınlanmıştır.
Sol Yayınları, İkinci Baskı, Ekim 1993
-Birinci Baskı, Ağustos 1979)



SENDİKALAR, MEVCUT DURUM

VE TROÇKİ YOLDAŞIN HATALARI

ÜZERİNE[1]



VIII. Sovyet Kongresi Komünist Delegelerinin ve

Tüm-Rusya Sendikalar Merkez Konseyi ile Moskova

İli Sendikalar Konseyi'nin Komünist Üyelerinin

Birleşik Oturumunda Konuşma, 30 Aralık 1920





        Yoldaşlar, herşeyden önce, düzeni ihlal ettiğim için özür dilerim, çünkü eğer insan tartışmaya katılmak istiyorsa raporu, ikinci raporu ve tartışma konuşmalarını dinlemesi gerekir. Ne yazık ki kendimi sağlık bakımından öylesine kötü hissediyorum ki, bunu yerine getiremedim. Fakat dün bellibaşlı basılı belgeleri okuma ve notlarımı hazırlama olanağı buldum. Bu düzen ihlalinin sizin açınızdan rahatsızlıklar yaratacağı açıktır: Diğerlerinin ne söylediğini bilmediğim için büyük ihtimalle bazı şeyleri tekrarlayacak ve yanıt verilmesi gereken şeyleri yanıtsız bırakacağım. Fakat başka türlü davranmam mümkün değildi.



        Üzerinde duracağım ana belge Troçki yoldaşın "Sendikaların Rolü ve Görevleri Üzerine"[2] adlı broşürüdür. Bu broşürü Merkez komi-



[s.28]



tesine sunduğu tezlerle karşılaştırıp bunların içine daldığımda, içerdikleri teorik hata ve çarpıcı yanlışların çokluğuna şaşıyorum. Bu sorunda büyük bir Parti tartışmasına soyunan biri, nasıl olur da temelli düşünülüp taşınılmış bir şeyler sunmak yerine böyle başarısız bir şey ortaya çıkarabilir? Bana göre temel teorik yanlışları içeren başlıca hususları kısaca belirtmek istiyorum.



        Sendikalar sadece tarihsel olarak gerekli değil, aynı zamanda, proletarya diktatörlüğü koşulları altında proletaryayı neredeyse tamamen kapsayan sanayi proletaryasının tarihsel olarak kaçınılmaz örgütüdür. Bu, meselenin esasıdır ve Troçki yoldaş bunu sürekli unutmaktadır; o, bundan hareket etmemektedir, bunu takdir etmesini bilmemektedir. Ortaya attığı "Sendikaların Rolü ve Görevleri" konusu son derece geniş bir konudur.



        Buraya kadar söylenenlerden proletarya diktatörlüğünün hayata geçirilmesinde sendikaların rolünün son derece önemli olduğu anlaşılmaktadır. Fakat bu nasıl bir roldür? Temel teorik sorunlardan biri olan bu sorunun müzakere edilmesine geçerken bunun son derece özel bir rol olduğu sonucuna varıyorum. Sanayi işçilerinin tümünü kapsayan ve onları örgütlenmeye çeken sendikalar, bir yandan egemen, iktidarı kullanan, yöneten sınıfın, diktatörlüğü gerçekleştiren sınıfın, devlet zorunu uygulayan sınıfın örgütüdür. Fakat sendikalar bir devlet örgütü, bir zor örgütü değil, eğitici bir örgüt, saflara kazandıran, eğiten bir örgüttür; bir okul, bir yönetim okulu, ekonomi yönetiminin bir okulu, bir komünizm okuludur sendikalar. Bu hiç alışılmadık türde bir okuldur, çünkü burada öğretmenler ve öğrenciler yok, kapitalizmin miras bıraktığı, kaçınılmaz olarak bırakmak zorunda olduğu şeyle, devrimci ileri birliklerin, yani proletaryanın devrimci öncüsünün kendi içinden çıkardığı şeyin olağanüstü özel belli bir kombinasyonu var. Ve bu gerçekleri dikkate almadan sendikaların rolünden söz etmek, kaçınılmaz olarak bir dizi yanlışa düşmek demektir.



        Proletarya diktatörlüğü sisteminde sendikalar, deyim yerindeyse, partiyle devlet iktidarı arasında dururlar. Sosyalizme geçişte proletarya



 [s.29]



diktatörlüğü kaçınılmazdır, fakat bu diktatörlük, bütün sanayi işçilerini kapsayan bir örgüt tarafından gerçekleştirilmez. Neden? Bunu, Komünist Enternasyonal II. Kongresi'nin siyasi partilerin rolü üzerine tezlerinden okuyabiliriz[3]. Burada bu konuya girmek istemiyorum. Buradan partinin deyim yerindeyse proletaryanın öncüsünü içine aldığı ve proletarya diktatörlüğünü bu öncünün gerçekleştirdiği sonucu çıkar. Ve eğer sendikalar gibi bir temel yoksa diktatörlük gerçekleştirilemez, devlet işlevleri yerine getirilemez. Bu işlevler de yine yeni türden bir dizi özel kurumun yardımıyla yerine getirilmek zorundadır: Sovyet aygıtı. Pratik sonuçlar açısından bu durumun özelliği nedir? Sendikaların öncünün kitlelerle bağım kurmasıdır, sendikaların, günlük çalışmalarıyla, bizi kapitalizmden komünizme götürebilecek tek sınıf olan sınıfın kitlelerini ikna etmeleridir. Bir yandan bu. Öte yandan sendikalar devlet iktidarının "rezervuarı"dır. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminde sendikalar budur işte. Esasen bu geçiş, kapitalizm tarafından büyük işletme için eğitilmiş ve küçük mülk sahibi çıkarlarından kopmuş biricik sınıfın hegemonyası olmadan yerine getirilemez. Proletarya diktatörlüğü ise, bütün proletaryayı kapsayan bir örgüt tarafından gerçekleştirilemez, çünkü sadece bizde, en geri kapitalist ülkelerden birinde değil, aynı zamanda tüm diğer kapitalist ülkelerde de proletarya hâlâ öyle dağınık, öyle ezilmiş, (tek tek ülkelerdeki emperyalizm tarafından) yer yer öylesine bozulmuştur ki, bütün proletaryayı kapsayan bir örgüt, proletaryanın diktatörlüğünü doğrudan gerçekleştiremez. Diktatörlüğü ancak sınıfın devrimci enerjisini içine almış öncü gerçekleştirebilir. Böylece bir dizi çarka benzeyen bir şey ortaya çıkar. Proletarya diktatörlüğünün esas temelinin, kapitalizmden komünizme geçişin en derin özünün mekanizması da böyledir. Daha buradan, Troçki yoldaş birinci tezde, "ideolojik karmaşa"ya işaret ederek bir krizden, özellikle ve öncelikle sendikaların krizinden söz ettiğinde, burada özünde bir şeylerin ilkesel olarak yanlış olduğu görülebilir. Bir krizden söz edilmek isteniyorsa, bu ancak politik durumun tahlilinden sonra yapılabilir. "İdeolojik karmaşa" aslında Troçki'de vardır, çünkü o kapitalizmden komünizme geçiş bakış açısından sendikaların rolü temel



[s.30]



sorununda, burada basit bir sistemin olamayacağını, birçok çarklıdan oluşan karmaşık bir sistemin söz konusu olduğunu, çünkü proletarya diktatörlüğünün bütün olarak örgütlenmiş proletarya tarafından gerçekleştirilemeyeceğini dikkate almamış, gözden kaçırmıştır. Diktatörlük, öncüden ileri sınıfın kitlesine ve ondan emekçiler kitlesine bazı "transmisyonlar" olmadan gerçekleşemez. Rusya'da bu kitle bir köylü kitlesidir, başka ülkelerde böyle bir kitle yoktur, ama en gelişmiş ülkelerde bile proleter olmayan ya da saf proleter olmayan bir kitle vardır. Buradan bile gerçekte bir ideolojik karışıklık çıkmaktadır. Ne var ki Troçki tamamen haksız bir şekilde başkalarını bununla suçluyor.



        Üretimde sendikaların rolü sorununu aldığımda Troçki'de şu temel yanlışı görüyorum ki, o tüm zaman boyunca "prensip"ten söz ediyor, hep "genel ilke"den söz ediyor. Bütün tezlerinde meseleleri "genel ilke" açısından ele alıyor. Sorunun konulusu ta baştan temelli yanlış. IX. Parti Kongresi'nin sendikaların üretimdeki rolü üzerinde yeterince, hatta yeterinden fazla söz ettiğinden bahsetmek istemiyorum [4] Bizzat Troçki'nin kendi tezlerinde, Almanların dediği gibi Troçki'nin "şamar oğlanı" rolünü oynayan, ya da polemik sanatını icra ettiği obje olan Losovski ve Tomski'nin son derece açık ifadelerini alıntıladığından da sözetmek istemiyorum. İlkesel görüş ayrılıkları yok, bunun için bizzat Troçki'nin alıntıladığı şeyleri yazmış olan Tomski ve Losovski'yi arayıp bulmak yanlıştır. Ne kadar gayretle aranırsa aransın, ilkesel görüş ayrılıkları alanında burada ciddi bir şey bulunamayacaktır. Aslında en büyük hata, ilkesel hata, Troçki yoldaşın şimdi sorunu "ilke" düzeyinde koyarak Parti'yi ve Sovyet iktidarını geriye savurmasıdır. Tanrıya şükrolsun ki ilkelerden, pratik, nesnel çalışmaya geçmiş bulunuyoruz. Smolni'de* ilkeler üzerine gevezelik ettik, hem de kesinlikle gereğinden fazla. Bugün, üç yıl sonra, üretim sorununun bütün hususlarında, bu sorunun tam bir dizi bileşenine ilişkin, imzalanmış ve sonra bizzat bizim tarafımızdan unutulmuş, bizzat bizim tarafımızdan



*   Eski Smolni Enstitüsü Ekim Devrimi'nden sonraki ilk dönemde Sovyet Hükümeti'nin merkeziydi. —Alm. Red.



[s.31]

uygulanmayan kararnameler mevcuttur — bu kararnamelerin durumu o kadar acıklıdır. Sonra da ilkeler üzerine mırın kırın ediliyor ve ilkesel görüş ayrılıkları keşfediliyor. Üretimde sendikaların rolü sorunuyla ilgili, herkesçe, pişmanlıkla itiraf etmek zorundayım ki benim tarafımdan da unutulmuş bir kararnameden söz edeceğim.*



        Var olan gerçek görüş ayrılıkları, yukarıda saydıklarım bir yana bırakılırsa, kesinlikle genel ilke sorunlarıyla ilgili değildir. Buna karşılık, Troçki yoldaşla aramdaki yukarıda saydığım "görüş ayrılıklarına işaret etmek zorundaydım, çünkü son derece kapsamlı bir konu olan "Sendikaların Rolü ve Görevleri" konusunu seçen Troçki yoldaş, bana göre, proletarya diktatörlüğü sorununun özüyle bağıntılı olan bir dizi hataya düşmüştür. Fakat bunu bir yana bırakırsak, ortaya şu soru çıkıyor: Çok gereksinim duyduğumuz tek adammışçasına işbirliği bizde gerçekten neden mümkün olmuyor? Kitleye nasıl yaklaşılacağı, kitlenin nasıl kazanılacağı, kitleyle nasıl bağ kurulacağının yöntemleri üzerine görüş ayrılıkları yüzünden mümkün olmuyor. Meselenin püf noktası budur. Ve kapitalizm koşulları altında kurulan, kapitalizmden komünizme geçişte kaçınılmaz olan, uzak gelecekte tartışmaya açık kuruluşlar olarak sendikaların özelliği tam da buradadır. Bu, sendikaların tartışmaya açık olacakları uzak bir gelecektir; torunlarımız bunun üzerine sohbet edeceklerdir. Bugün önemli olan ise kitlelere nasıl yaklaşılacağı, onların nasıl kazanılacağı, onlarla nasıl birleşileceği, çalışmanın (proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirme çalışmasının) karmaşık transmisyonlarının nasıl sağlanacağıdır. Dikkat edin, çalışmanın karmaşık transmisyonları dediğimde Sovyet aygıtını kastetmiyorum. Orada daha ne tür transmisyon karmaşıklığının görüleceği apayrı bir konudur. Şimdilik sadece soyut ve ilkesel olarak, kapitalist toplumdaki sınıflar arasındaki ilişkilerden sözediyorum; orada proletarya var, proleter olmayan emekçi kitleler var, küçük-burjuvazi var ve burjuvazi var. Sovyet aygıtı içinde bürokratizm olmasa bile, sadece bu açıdan bi-



* Kastedilen Arkadaşça Disiplin Mahkemeleri üzerine kararnamedir; bkz. Not 8. —Alm. Red.



[s.32]



le, kapitalizm tarafından yaratılmış olan şey transmisyonların olağanüstü karmaşıklığına yol açmaktadır. Ve sendikaların "görevi"nin zorluğunun nerede olduğu sorusunu sorarken öncelikle bu düşünülmelidir. Gerçek görüş ayrılığı, yineliyorum, kesinlikle Troçki yoldaşın onu gördüğü yerde değil, bilakis kitlelerin nasıl kazanılacağı, kitlelere nasıl yaklaşılacağı, onlarla nasıl birleşileceği sorununda yatmaktadır. Şunu söylemek zorundayım: Eğer kendi öz pratiğimizi, kendi deneyimimizi, küçük çapta da olsa dikkatle ve inceden inceye inceleseydik, Troçki yoldaşın bu broşürünün dolup taştığı yüzlerce gereksiz "görüş ayrılıkları"ndan ve ilkesel hatalardan kaçınırdık. Örneğin bu broşürde tezlerin bütünü "Sovyet trade-unionculuğu"na karşı polemiğe ayrılmıştır. Başka dert yoktu, yeni bir umacı bulundu! Kim bu umacı? Ryazanov yoldaş. Ryazanov yoldaşı 20 yılı aşkın zamandır tanıyorum. Siz onu zaman olarak değil ama, yaptıklarıyla epeyce tanıyorsunuz. Biliyorsunuz ki, şiarları değerlendirmek, onun hiç kuşkusuz var olan güçlü yanlarından biri değildir. Ve kalkıp tezlerde, Ryazanov yoldaşın bazen son derece isabetsiz biçimde söylediklerini "Sovyet Trade-unionculuğu" olarak gösterecekmişiz! Bunun ciddiye alınacak bir yanı var mı? Eğer böyleyse, bir "Sovyet Trade-unionculuğu", bir "Sovyet anti-barış anlaşmacılığı" ve daha birçok şey söyleyebiliriz. Herhangi bir Sovyet "izm"inin uydurulamayacağı tek bir husus yoktur. (Ryazanov: Sovyet anti-brestizmi.) Evet, çok doğru: "Sovyet anti-brestizmi".



        Fakat böyle gayri ciddi şeylerle uğraşan Troçki yoldaş hemen bir hataya düşüyor. Ona göre, işçi sınıfının maddi ve manevi çıkarlarını savunmak işçi devletinde sendikaların görevi değildir. Bu bir hatadır. Troçki yoldaş "işçi devleti"nden söz ediyor. İzninizle bu bir soyutlamadır. 1917'de işçi devleti diye yazmamız anlaşılır bir şeydi; fakat bugün birisi gelip bize "burjuvazinin olmadığı, devletin işçi devleti olduğu bir ortamda işçi sınıfını niçin, kime karşı savunmak gerekiyor" derse eğer, apaçık bir hataya düşmüş olur. O tam bir işçi devleti değildir, mesele de bu ya zaten. Troçki yoldaşın temel hatalarından biri buradadır. Şimdi genel ilkelerden amaca uygun müzakereye ve kararnamelere geçtik, fakat pratik ve amaca uygun olana girişmekten alıkonulmak [s.33] isteniyoruz. Bu olmaz. Gerçekte bir işçi devleti değil, bir işçi-köylü devletimiz var. Bu birincisi. Bundan ise pekçok sonuç çıkar. (Buharin: Nasıl bir devlet? Bir işçi-köylü devleti mi?) Gerçi Buharin yoldaş arkadan "Nasıl bir devlet? Bir işçi-köylü devleti mi?" diye bağırıyor, ama ona yanıt vermeyeceğim*. Ama isteyen, yeni sona eren Sovyet Kongresi'ni anımsayabilir, ve yanıt oradadır.



        Dahası var. Parti programımızdan —"Komünizmin ABC'si"[5]nin yazarının çok iyi bildiği bir dokümandır—, devletimizin bürokratik urlu bir işçi devleti olduğu anlaşılmaktadır. Ve devlete bu acıklı —nasıl ifade edeyim— etiketi yapıştırmak zorundayız. işte size geçiş döneminin gerçekliği. Pratikte böyle oluşmuş bir devlette sendikaların savunacakları bir şey olmadığını mı sanıyorsunuz, tamamen örgütlenmiş proletaryanın maddi ve manevi çıkarlarını savunurken sendikalar olmadan yapılabilir mi? Bu, teorik olarak son derece yanlış bir değerlendirme tarzıdır. Bu bizi soyutlama alanına ya da 15-20 yılda ulaşacağımız ideal alanına atar; ben bu sürede bile ulaşacağımızdan emin değilim ya. Oysa önümüzde, eğer aydın gevezeliklerine ya da soyut değerlendirmelere ya da bazen "teori" gibi görünen, gerçekte ise bir yanılgı, geçişin özelliklerinin yanlış değerlendirilmesi olan şeylere kapılmazsak, iyi bildiğimiz gerçeklik var. Bugünkü devletimiz öyle ki, tamamen örgütlenmiş proletarya kendisini savunmak zorundadır, biz ise bu işçi örgütlerinden işçileri kendi devletlerine karşı savunmak için ve devletimizin işçiler tarafından savunulması için yararlanmalıyız. Her iki savunma da, devlet önlemlerimizle, sendikalarımızla anlaşmamızın, "birleşmemiz"in özgül bir birbirine geçmesi sayesinde olmaktadır.



        Bu birleşme üzerinde daha durmam gerekecek. Fakat tek başına bu sözcük bile burada "Sovyet Trade-unionculuğu" kılığında bir düşman uydurmanın bir hata olduğunu gösteriyor. Çünkü "birleşme" kavramı daha birleştirilmesi gereken farklı şeylerin varlığını ifade eder: "birleşme" kavramında, devletin aldığı önlemlerden tamamen birleş-



*   Ayrıntılı bilgi için bkz. "Parti Krizi" adlı makale, elinizdeki cilt, s. 52 ve devamı. —Red.



[s.34]



miş proletaryanın maddi ve manevi çıkarlarını devlete karşı savunmak için yararlanma içerilidir. Fakat artık bir birleşme sürecine değil, bir birleşmişliğe, bir kaynaşmaya sahip olduğumuz gün ilkesel "görüş ayrılıkları" ya da soyut teorik değerlendirmeler üzerine değil, pratik deneyim üzerine amaca uygun görüşmelerin olacağı bir kongre toplayacağız. Troçki yoldaşın sendika "bürokratları" olarak —bu kavgada bürokratik eğilimlerin hangi tarafta olduğuna daha sonra geleceğim— gösterdiği Tomski yoldaşla ve Losovski yoldaşla ilkesel görüş ayrılıkları bulma çabası da hakeza yanlıştır. Şunu çok iyi biliyoruz: Eğer Ryazanov yoldaşın bazen mutlaka bir şiar, hem de nerdeyse ilkesel bir şiar icat etme gibi küçük bir zaafı varsa da, Tomski yoldaş varolan birçok günahını bir de bu günahla çoğaltmıyor. O nedenle bana; burada Tomski yoldaşa karşı (Troçki yoldaşın yaptığı gibi) ilkesel bir savaş açmak her türlü ölçüyü aşıyormuş gibi görünüyor. Buna düpedüz şaştım kaldım. Hepimizin fraksiyonel, teorik ve başka her türlü görüş ayrılıkları bakımından çok günah işlediğimiz —elbette bazı yararlı şeyler de yaptık— bir zaman oldu, fakat o zamandan beri büyüdüğümüzü sanırdım. İlkesel görüş ayrılıkları icat etmek ve bunları abartmaktan amaca uygun çalışmaya geçmenin zamanı gelmiştir. Ben Tomski'nin teorisyen yanının ağır bastığını, Tomski'nin teorisyenlik iddiasında bulunduğunu hiçbir zaman duymadım; belki bu onun bir hatasıdır, bu başka bir sorun. Fakat sendika hareketi içine girmiş olan Tomski, bu geçişi yansıtmak zorundaysa —bilinçli ya da bilinçsiz, bu başka bir sorun; ben Tomski'nin bunu her zaman bilinçli yaptığını söylemiyorum—, durumuyla bu karmaşık geçişi yansıtmak zorundaysa, birşeyler kitlenin canını acıtıyor ve o canını acıtan şeyin ne olduğunu bilmiyorsa, bunu Tomski de bilmiyorsa, fakat yüksek sesle bağırıyorsa, iddia ediyorum, bu bir kusur değil bir kazanımdır. Tomski'de tek tek birçok teorik yanlış bulunacağından eminim. Ve biz de masaya oturup, düşünüp taşınarak bir karar ya da tezler kaleme aldığımızda her şeyi düzelteceğiz, ama belki de düzeltmeyeceğiz, çünkü işletme çalışması önemsiz teorik görüş ayrılıklarını düzeltmekten daha ilginçtir.



 [s.35]



        Şimdi "üretim demokrasisi"ne geliyorum; bu deyim yerindeyse Buharin için. Her insanın küçük zaafları olduğunu pekâlâ biliyoruz, büyük bir insanın da küçük zaafları olur, Buharin'in de var. Buharin için sözcüğün süslü püslü olması yeter, bundan vazgeçemez. 7 Aralık'taki MK Plenumunda Buharin, üretim demokrasisi üzerine adeta şehvetle bir karar kaleme almıştı. Ve "üretim demokrasisi" üzerine düşündükçe, bunun teorik olarak yanlış, iyice düşünülüp taşınılmamış olduğunu o kadar açık görüyorum. Kafa karışıklığından başka birşey değil. Ve bu örneğe ilişkin bir kez daha, en azından bir Parti toplantısında şu söylenmelidir: "Daha az süslü sözcükler Buharin yoldaş, bu sizin için, teori için, Cumhuriyet için yararlı olacak." Üretim her zaman gereklidir. Demokrasi ise sadece politik bir kategoridir. Bu sözcüğün bir konuşmada, bir makalede kullanılmasına söylenecek bir şey yok. Bir makale tek bir karşılıklı ilişkiyi ele alır ve bunu canlı biçimde ifade eder, hepsi bu. Fakat siz bunu bir teze dönüştürürseniz, bunu, "onaylayanlar" ve onaylamayanları birleştiren bir şiar haline getirmek isterseniz, Troçki'nin yaptığı gibi Parti "iki eğilim arasında seçim yapmak" zorundadır denirse, bu çok tuhaftır. Ben Parti'nin "seçim yapmak" zorunda olup olmayacağı ve Parti'nin "seçim yapmak" zorunda bırakıldığı bir duruma sokulmasının kimin suçu olduğu üzerinde ayrıca duracağım. İş buraya kadar vardığına göre şunu söylemek zorundayız: '"Üretim demokrasisi' gibi teorik açıdan yanlış, kafa karışıklığından başka bir şey içermeyen şiarları mümkün olduğunca az seçin." Gerek Troçki, gerekse de Buharin, ikisi de bu kavramı teorik olarak net biçimde düşünmemiş ve dili diline dolanmışlardır. "Üretim demokrasisi" onların etkilendiği düşünce halkasına kesinlikle ait olmayan düşüncelere yol açıyor. Onlar üretimi öne çıkarmak, dikkatleri üretim üzerinde yoğunlaştırmak istiyorlardı. Herhangi bir şeyi bir makalede, bir konuşmada vurgulamak bir şeydir; fakat bu teze dönüştürülür ve Parti seçim yap­mak durumunda bırakılırsa şunu söylerim: Buna karşı çıkın, çünkü bu kafa karışıklığıdır. Üretim her zaman gereklidir, demokrasi her zaman değil. Üretim demokrasisi bir dizi temelden yanlış düşünce üretiyor. Bireysel yönetim vaaz ettiğimizden bu yana fazla vakit geçmedi. Karı



[s.36]



şıklık yaratmamak ve insanların kafasının karışması tehlikesine yolaçmamak gerekir: Bir demokrasi, bir bireysel yönetim, bir diktatörlük. Diktatörlükten de asla vazgeçilmemelidir — Buharin'in arkadan "Çok doğru" diye seslendiğini duyuyorum.



        Devam edelim. Eylül'den bu yana aciliyet ilkesinden eşitliğe geçişten sözediyoruz, bunu MK'nın onayladığı Parti Konferans kararında söylüyoruz.[6] Zor bir sorun, çünkü bu iki kavram birbirini dışlarken, şu ya da bu biçimde eşitleme ve aciliyet ilkesini birleştirmek zorunludur. Fakat birazcık da olsa Marksizmi öğrendik, zıtlıkların ne zaman ve nasıl birleştirileceğini ve birleştirilmesi gerektiğini öğrendik ve, esas mesele budur, devrimimizde üçbuçuk yıl içinde sık sık pratikte karşıtları birleştirdik.



        Soruna çok dikkatli ve bilinçli yaklaşmak gerektiği açıktır. Biz, daha yediler ve sekizler grubunun ve Buharın yoldaşın "Tampon" grubunun[7] oluştuğu MK'nın o sıkıntılı plenum toplantılarında* bu ilkesel sorunlar üzerine konuştuk ve daha bu toplantılarda aciliyet ilkesinden eşitliğe geçişin kolay bir iş olmadığını saptadık. Ve şimdi Eylül Konferansı'nın bu kararını yerine getirmek için biraz çalışmak zorundayız. Bu karşıt kavranılan bir kakafoni oluşturacak biçimde de, bir senfoni oluşturacak biçimde de birleştirmek mümkündür. Aciliyet ilkesi, bir üretim dalına, gerekli tüm diğer üretim dallan karşısında özellikle yaşamsal önemi nedeniyle ayrıcalıklı davranmak anlamına gelir. Bu ayrıcalık nerededir? Ayrıcalık nereye kadar uzanabilir? Bu zor bir sorun ve söylemeliyim ki, bu sorunun çözümü için tam uygulama iradesi yetmez, son derece mükemmel niteliklere sahip, fakat sadece doğru yerde istihdam edildiğinde yeterlilik gösteren kahraman bir insan da yetmez; burada çok özel bir sorunu gereğince değerlendirmeyi bilmek gerekir. Yani aciliyet ilkesi ve eşitlik sorunu ortaya atılıyorsa eğer, bu sorunu herşeyden önce iyi düşünerek ele almak gerekir, fakat Troçki



* Kastedilen 8-9 Kasım ve 6 Aralık 1920 tarihindeki, sendikaların görevleri ve gemi işçilerinin Tsektran'la (Demiryolu ve Gemi İşçileri Merkez Komitesi) çatışması konusunda tavır alan MK Plenum toplantılarıdır.



[s.37]



yoldaşın çalışmasında tam da bundan eser yok; ilk tezlerini ne kadar çok değiştirirse, o kadar çok yanlış iddia ortaya çıkıyor. Örneğin son tezlerinde şunları okuyoruz:



        "...tüketim alanında, yani emekçilerin kişisel yaşam koşullan alanında eşitleyici bir çizgi uygulamak gerekir. Buna karşılık üretim alanında aciliyet ilkesi bizim için daha uzun süre tayin edici olarak kalacaktır..." (Troçki'nin broşüründe 41. tez, s. 31).



        Bu teorik olarak tam bir kafa karışıklığıdır. Bu tamamen yanlıştır. Aciliyet ilkesi ayrıcalık anlamına gelir, fakat tüketimsiz ayrıcalık hiçbir şeydir. Eğer bana çeyrek ekmek alacağım kadar ayrıcalık tanınıyorsa, böyle bir ayrıcalığı nezaketle reddederim. Aciliyette ayrıcalık tüketimde de ayrıcalık demektir. Aksi halde aciliyet bir hayaldir, bir hiçistandır, biz ise materyalistiz. İşçiler de materyalist; acil çalışma deniyorsa, ekmek, giyecek ve et de versinler. Bu sorunları somut vesilelerle Savunma Konseyi'nde tartışırken sadece bu biçimde anladık ve anlıyoruz. Biri çizme ister ve şöyle der: "Acil çalışma yapıyoruz", bir diğeri ise şöyle demektedir: "Bana çizme vermek zorundasın, yoksa acil işlerde çalışan işçilerin dayanamayacak ve senin aciliyetin yerle bir olacak."



        Eşitlik ve aciliyet ilkesiyle ilgili olarak sorunun tezlerde temelli yanlış konulduğu görülüyor. Fakat bunun dışında pratikte sınanmış ve ulaşılmışın gerisine düşüldüğü ortaya çıkıyor. Böyle olmaz; buradan doğru dürüst bir şey çıkmaz.



        Devam edelim: "Birleşme" sorunu. En doğrusu bugün "birleşme" konusunda susmak olurdu. Söz gümüşse sükût altındır. Neden? Çünkü birleşmeye pratikte başladık; ülkemizde bir tek büyük İl Ekonomi Konseyi, Yüksek Ekonomi Konseyi'nin ve Ulaşım Halk Komiserliği vs.nin tek bir büyük sektörü yoktur ki, birleşme pratikte gerçekleşmemiş olsun. Peki sonuçlar tamamen mükemmel mi? Asıl zorluk tam da burada. Birleşmenin nasıl gerçekleştiği ve bununla neler elde edildiğine ilişkin pratik deneyim incelensin. Şu ya da bu kurumda birleşmenin hayata geçirilmesini sağlayan kararnameler sayılamayacak kadar çok.



[s.38]



        Fakat bundan nasıl bir sonuç elde edildiği, İl Sendika Konseyi'nin belli bir üyesinin İl Ekonomi Konseyi'nde belli bir mevkie sahip olduğu belli bir sanayi dalında şu ya da bu birleşme durumunun sonucunun ne olduğunu, bunun neye yol açtığını, onun bu birleşmeyi kaç ay sürdürdüğünü vs. pratikte incelemeyi, kendi öz pratik deneyimlerimizi amaca uygun incelemeyi henüz başaramadık. Birleşme üzerine ilkesel bir görüş ayrılığı icat etmeyi ve bir hata işlemeyi becerdik, bunda ustayız; fakat kendi deneyimimizi incelemeye ve gözden geçirmeye yokuz. Tarımın iyileştirilmesi üzerine yasanın şu ya da bu uygulaması bakımından tarım bölgelerinin incelenmesi için seksiyonların dışında birleşmenin de incelenmesi, Saratov ili değirmen sanayiinde, Petrograd metal sanayiinde, Donets Havzası kömür madenciliğinde vs. birleşmenin sonuçlarının incelenmesi için seksiyonların olduğu, bu seksiyonların bir sürü belge topladıktan sonra "şunu şunu inceledik" diye açıklama yaptıkları Sovyet kongreleri gerçekleştiğinde şunu diyeceğim: "Evet, pratik işlerle uğraşmaya başladık, çocukluk dönemini geride bıraktık!" Fakat birleşmeye üç yıl harcadıktan sonra birleşme üzerine ilkesel görüş ayrılıklarının uydurulduğu "tezler" önümüze sürülüyorsa — bundan daha acıklı ve yanlış ne olabilir? Birleşme yoluna girdik ve girmekle doğru yaptığımızdan kuşku duymuyorum, fakat henüz deneyimlerimizin sonuçlarını henüz yeterince incelemedik. O nedenle birleşme sorununda biricik akıllı taktik susmaktır.

       

        Pratik deneyim incelenmelidir. Ben, pratik birleşme durumlarına ilişkin talimatlar içeren kararname ve emirler imzaladım ve pratik, tüm teoriden yüz kez daha önemlidir. O nedenle, "Gelin, 'birleşme' üzerine konuşalım" dendiğinde şu yanıtı veriyorum: "Gelin, neler yaptıklarımızı inceleyelim." Birçok yanlış yaptığımıza hiç kuşku yok. Aynı şekilde kararnamelerimizin büyük kısmının değişikliğe gereksinim duyuyor olması da mümkündür. Bunu kabul ediyorum, ve kararnamelere aşık da değilim. Fakat pratik önerilerle gelin: şu ve şu değiştirilmelidir deyin. Sorunu amaca uygun koymak böyle olur. Bu verimsiz bir çalışma olmayacaktır. Bu, bürokratik projeciliğe yol açmayacaktır. Troçki'nin broşüründe "Pratik Sonuçlar" adlı VI. bölümü aldığımda, pratik



[s.39]



sonuçların tam da böyle bir hastalıktan mustarip olduğunu görüyorum. Çünkü orada Tüm-Rusya Sendikalar Merkez Konseyi'nde ve Prezidyumunda üyelerin üçte biriyle yarısının, heyetlerde üyelerin yarısıyla üçte ikisinin, her iki organın üyelerinden oluşması gerektiği vs. söylenmektedir. Neden? İşte öyle, "göz kararı"na göre. Elbette kararnamelerimizde bu tür oranlar sık sık "göz kararı" saptanıyor, peki bu kararnamelerde neden kaçınılmazdır? Ben tüm kararnamelerin savunucusu değilim ve onları gerçekte olduklarından iyi göstermek istemiyorum. Kararnamelerde sık sık üyelerin yarısı, dörtte biri vs. gibi nisbi nicelikler göz kararı saptanır. Bu bir kararnamede olursa, bunun anlamı şudur: Böyle yapmaya çalışın, sonra "çaba"nızın sonuçlarına bakacağız. Ortaya ne çıktığım inceleyeceğiz. İncelediğimizde de ilerleyeceğiz. Birleşmeyi sağlıyoruz ve bunu gittikçe daha iyi yapacağız, çünkü gittikçe daha pratik ve amaca uygun olacağız.

       

        Fakat ben, öyle görülüyor ki, "üretim propagandasını ele almaya başladım bile. Başka yolu yok! Üretimde sendikaların rolü üzerine açıklamalarda bu soruna değinmek zorunludur.



     O halde, üretim propagandası sorununa geçiyorum. Bu da nesnel bir sorundur ve biz bu sorunu nesnel koyuyoruz. Üretim propagandası için devlet kurumları mevcut. Bunların iyi mi kötü mü olduklarını bilmiyorum, denemek gerekir; ve bu sorun üzerine "tezler" kaleme almak kesinlikle gerekli değildir.

      

        Eğer genel olarak üretimde sendikaların rolünden sözediliyorsa, demokrasi sorunuyla ilgili olarak mutat demokratizmden başka bir şeye gereksinim yoktur. "Üretim demokrasisi" gibi safsatalar yanlıştır, bundan bir şey çıkmaz. Bu birincisi. İkincisi, üretim propagandası. Kurumlar oluşturulmuş durumda. Troçki'nin tezleri üretim propagandasından sözediyor. Hiç gereği yok, çünkü "tezler" burada eskimiş birşeydir. Kurumların iyi mi kötü mü olduğunu şimdilik bilmiyoruz. Bunları pratikte denemek istersek bunu söyleyebileceğiz. Gelin inceleme ve araştırma yapalım. Diyelim ki kongrede her biri on kişiden oluşan on seksiyon atandı. "Üretim propagandasıyla ilgilendin mi? Nasıl-



[s.40]



dı? Ortaya ne sonuç çıktı?" Bunu inceledikten sonra, özel başarılar elde etmiş olanları ödüllendirecek, başarısız olduğu görülen bir girişimden vazgeçeceğiz. Henüz zayıf ve az olmasına rağmen yine de mevcut olan bir pratik deneyimimiz var; ve şimdi bu deneyimden geriye, "ilkesel tezler"e savruluyoruz. Bu, "Trade-unionculuk"tan ziyade gerici bir harekettir.



        Devam ediyorum, üçüncüsü primler. Üretimde sendikaların rolü ve görevlerini alalım: aynî prim verilmesi. Buna başlandı. İş yürüyor. Bunun için 500 bin pud tahıl ayrıldı; bunun 170 bini şimdiden verildi. Bunların doğru biçimde verilip verilmediğini bilmiyorum. Halk Komiserleri Konseyi'nde dağıtım tarzının iyi olmadığına işaret edildi, prim yerine ücrete ek yapıldığı söylendi; gerek sendikacılar, gerek Çalışma Halk Komiserliği çalışanları buna işaret ettiler. Meseleyi incelemek üzere bir komisyon atadık, fakat inceleme henüz tamamlanmadı. 170 bin pud tahıl dağıtıldı, fakat bu dağıtım öyle yapılmalıdır ki, işletmeci olarak kahramanlık, dürüstlük, yetenek ve özveri göstermiş kişiler, tek sözcükle Troçki'nin söylediği nitelikler ödüllendirilmiş olsun. Fakat şimdi gerekli olan bunu tezlerde söylemek değil, ekmek ve et vermektir. Diyelim ki belli bir işçi kategorisini etten mahrum bırakmak ve bu eti "acil" işlerde çalışan işçilere prim biçiminde vermek daha iyi olmaz mı? Biz böyle bir aciliyet ilkesini reddetmiyoruz. Bu aciliyet ilkesi gereklidir. Aciliyet ilkesini uygulamamızın pratik deneyimini ayrıntılı biçimde incelemeliyiz.



        Devamla, dördüncüsü, Disiplin Mahkemeleri. Sendikaların üretimdeki rolü, "üretim demokrasisi" —Buharin yoldaş beni hoş görsün—, eğer disiplin mahkemelerimiz yoksa bunların hiçbir önemi yoktur. Sizin tezlerinizde ise bu konuda hiçbir şey yok. Yani Troçki'nin tezlerinden ve Buharin'in tavrından gerek ilkesel, gerekse de teorik ve pratik olarak şu sonuç çıkmaktadır: Bu konuda yakamıza yapışmayın!



        Ve kendi kendime, sorunu Marksist tarzda koymuyorsunuz dediğimde asıl o zaman bu sonuca ulaşıyorum. Sanki tezlerin bir dizi teorik hata içermesi yetmezmiş gibi, "Sendikaların Rolü ve Görevleri"nin



s.41



 değerlendirilmesine yaklaşım tarzı da yanlıştır, çünkü böylesine kapsamlı bir konuya mevcut durumun özelliklerini politik yanıyla düşünmeden yaklaşılamaz. RKP IX. Parti Kongresi'nin sendikalar üzerine kararında Buharin yoldaşla birlikte, politikanın ekonominin en yoğunlaşmış ifadesi olduğunu boşuna yazmadık. [9]



        Mevcut politik durumu tahlil etmek istiyorsak, geçiş dönemi içinde bir geçiş dönemi yaşadığımızı söyleyebiliriz. Tüm proletarya diktatörlüğü bir geçiş dönemidir, fakat şimdi deyim yerindeyse bir sürü yeni geçiş dönemi mevcut. Ordunun terhis edilmesi, savaşın sona ermesi, eskiye nazaran çok daha uzun bir barışçıl nefes molası olasılığı, savaş cephesinden emek cephesine daha kalıcı bir geçiş. Tek başına, sadece bundan dolayı bile, proletarya sınıfının köylülük sınıfıyla ilişkisi değişmektedir. Nasıl değişmektedir? Bunu dikkatle değerlendirmek gerekir, ama sizin tezlerinizde bu konuda hiçbir şey görülmüyor. Bunu tam olarak değerlendirmediğimiz sürece beklemeyi bilmek gerekir. Halk bitkin düşmüş durumda, bazı acil üretim dalları için kullanılacak olan bir dizi stok şimdiden harcandı. Proletaryanın köylülükle ilişkisi değişiyor. Savaş yorgunluğu fevkalade büyük, ihtiyaçlar çoğaldı, oysa üretim artmadı ya da yeterince artmadı [10] Öte yandan ben daha VIII. Sovyet Kongresi'ne raporumda, daha önce bir ikna zemini yaratmayı bildiğimizde zoru doğru biçimde ve başarıyla uyguladığımıza dikkat çektim.* Söylemek zorundayım ki, Troçki ve Buharin bu son derece önemli düşünceyi dikkate almamışlardır.



        Bütün yeni üretim görevleri için yeterince geniş ve sağlam bir ikna zemini oluşturduk mu? Hayır, buna neredeyse başlamadık bile. Kitleleri henüz işin içine çekmedik. Kitleler ise hemen bu yeni görevlere geçebilirler mi? Geçemezler, çünkü diyelim ki çiftlik beyi Vrangel'i yıkmanın gerekli olup olmadığı, bu amaç için özveride bulunmaktan kaçınılıp kaçınılmayacağı sorusu artık özel bir propaganda gerektirmi-



* Bu konuda bkz. "Halk Komiserleri Konseyi'nin Faaliyeti Üzerine VIII, Tüm-Rusya Sovyet Kongresi'ne Rapor, 22 Aralık 1920", elinizdeki baskı, Cilt VIII, s. 293 vd. (—Inter Yayınları) -Red.



s.42



yor. Buna karşılık üretimde sendikaların rolü sorununu —eğer "ilkesel" sorunu, "Sovyet trade-unionculuğu üzerine değerlendirmeler ve benzeri saçmalıkları kastetmiyorsak—, sorunun nesnel yanını kastediyorsak, o zaman bu sorunu incelemeye yeni başladık, üretim propagandası için kurumu yeni oluşturduk; henüz deneyimimiz yok. Aynî primi uygulamaya koyduk, fakat henüz herhangi bir deneyimimiz yok. Disiplin mahkemeleri kurduk, fakat sonuçlan henüz bilmiyoruz. Oysa politik açıdan, özellikle kitlelerin hazırlanması en önemli şeydir. Sorun bu yanıyla hazırlandı, incelendi, düşünüldü ve tartıldı mı? Hiç de değil. Ve temel, belirleyici, tehlikeli politik hata burada yatıyor, çünkü burada herhangi bir başka sorunda olduğundan çok daha fazla şu kurala göre hareket etmek gerekmektedir: "Yedi kez ölç, bir kez biç". Oysa burada bir kez bile ölçmeden biçmeye girişildi. "Parti iki eğilim arasında seçim yapmak" zorundadır deniyor, oysa bir kez bile ölçmediler, üstelik yanlış bir fikir olan "üretim demokrasisi"ni icat ettiler.



        Özellikle bürokratizmin kitlelerin karşısına gözle görülür biçimde çıktığı ve bürokratizm sorununu gündeme aldığımız böyle bir politik anda bu şiarın önemini kavramak gerekir. Troçki yoldaş tezlerde, kongrenin işçi demokrasisi sorununda "sadece oybirliğiyle saptaması" gerektiğini söylüyor. Bu doğru değil. Saptamak yetmez; saptamak, tamamen düşünülmüş ve tartılmış olanı saptamak demektir, ama üretim demokrasisi sorunu kesinlikle sonuna kadar düşünülmüş, sınanmış, gözden geçirilmiş değildir. "Üretim demokrasisi" şiarı ortaya atıldığında, kitlelerin bunu nasıl yorumlayacaklarını bir düşünün.



        "Biz ortalama insanlar, kitleden insanlar, yeni bir biçimde çalışmak, çalışmayı iyileştirmek, bürokratları kovmak gerektiğini söylüyoruz, sen ise bizi üretimle ilgilenmek, üretim başarılarıyla demokrasiyi göstermek gerektiği gevezeliklerine boğmak istiyorsun, oysa ben böyle bürokratik bir müdürlük, bir genel idare vs. altında değil, başka bir yönetim altında üretimle ilgilenmek istiyorum." Kitleleri konuşturmadınız, kitlelerin meseleleri kavramasına ve düşünmesine izin vermediniz, Parti'nin yeni deneyimler edinmesine izin vermediniz, çok acele-



s.43



niz var, abartıyor ve teorik olarak yanlış formüller oluşturuyorsunuz. Ve bu yanlışı uygulamadaki işgüzar kişiler kimbilir daha ne kadar ağırlaştıracaklar? Siyasi önder sadece nasıl önderlik ettiğinden değil, aynı zamanda önderlik ettiği kişilerin yaptıklarından da sorumludur. Bunu bazen bilmez, çoğu zaman da istemez, fakat sorumluluk ondadır.



        Şimdi de bütün bu hataların artık mantıksal tahliller, öncüller ve düşünceler olarak değil, eylemlerde ifadesini buldukları Kasım Plenumuna (9 Kasım) ve Aralık Plenumuna (7 Aralık) geliyorum. MK içinde bir karmaşa ve kargaşalık olmuştu; bu, devrim sırasında Partimizin tarihinde ilk kez oluyor ve bu tehlikelidir. Esas mesele, bölünme olması, Buharin, Preobrajenski ve Serebryakov'un "Tampon" grubunun meydana çıkmasıydı, ki en çok zararı bu vermiş ve en büyük karışıklığı bu çıkarmıştır.



        Ulaştırma Siyasi Merkezi'nin ve Tsektran'ın[11] tarihini anımsayın. Nisan 1920'deki RKP IX. Parti Kongresi'nin kararında Ulaştırma Siyasi Merkezi'nin "geçici" organ olarak kurulacağı, "mümkün olduğunca kısa süre içinde" normal duruma geçilmesi gerektiği söyleniyordu. Eylül'de şunu okuyabilirsiniz: "Normal duruma geçin".*



        Kasım'da (9 Kasım) Plenum toplanıyor[12] ve Troçki tezleriyle trade-unionculuk üzerine açıklamalarıyla geliyor. Troçki'de üretim propagandası üzerine bazı cümleler ne kadar güzel olsa da, bütün bunların kesinlikle yersiz olduğu, meseleyle ilgisi bulunmadığı, geriye doğru bir adım oluşturduğu, şu an MK'nın bununla uğraşamayacağını söylemek gerekiyordu. Buharin "çok iyi" diyor. Belki de çok iyidir,



        Bkz. "RKP MK Haber Bülteni", No. 26, S.2.MK Eylül Plenumu Kararı, Madde 3: "MK devamla, çalışmaları desteklemek ve harekete geçirmek için geçici bir manivela olarak Ulaştırma Siyasi Merkezi'ni ("Glavpolit-puti") ve Gemicilik Siyasi Yönetimi'ni ("Politvod") kuran ulaştırma işçileri sendikalarının içinde bulunduğu zor durumun bugün önemli ölçüde düzeldiği görüşündedir. Dolayısıyla şimdi sendika aygıtına uyum gösteren ve bu aygıt içinde eriyen birlik organları olarak bu örgütlerin sendikaya çekilmesi çalışmasına başlanabilir ve başlanmalıdır."



s.44



ama sorunun yanıtı bu değil. Şiddetli tartışmalardan sonra dörde karşı on oyla bir karar kabul edilir ve nazikçe ve dostça, bizzat Tsektran'ın "birlik içinde proleter demokrasinin yöntemlerini güçlendirme ve geliştirme"yi "şimdiden gündemine aldığı" söylenir. Tsektran'ın "Tüm-Rusya Sendikalar Merkez Konseyi'nin genel çalışmalarına diğer sendika birlikleriyle aynı haklarla faal biçimde katılması" dile getirilir.



        Merkez Komitesi'nin bu kararının temel düşüncesi nedir? Bu temel düşünce açıkça şudur: "Tsektranlı yoldaşlar! Bürokratizmden, ayrıcalıktan ve sanki başkalarından daha iyiymiş, zenginmiş gibi, daha çok yardım alıyormuş gibi kendini beğenmişlikten iz bile kalmaması için, Parti Kongresi ve MK kararlarını sadece biçimsel olarak değil, öz olarak yerine getirin, çalışmanızla bütün sendikalara yardımcı olun."



        Bunun üzerine amaca uygun çalışmaya geçiyoruz. Bir komisyon kuruluyor ve bileşimi basına açıklanıyor[13]. Troçki komisyondan çekiliyor, komisyonu dağıtıyor, çalışmak istemiyor. Neden? Tek bir nedeni var. Lutovinov'un zaman zaman muhalefeti oynaması. Osinski de öyle. Doğrusu gayet nahoş bir oyun. Ancak, bu bir neden olabilir mi? Osinski ekim kampanyasını mükemmel yürüttü. Osinski'nin "muhalefet kampanyası" dikkate alınmadan onunla birlikte çalışmak gerekirdi; komisyonu dağıtma gibi bir tutum bürokratik, Sovyetlere uymayan, gayri-sosyalist, yanlış ve siyaseten zararlı bir tutumdur. "Muhalefef'te sağlıklı olanı sağlıksız olandan ayırmanın gerekli olduğu bir anda böyle bir davranış üç kat yanlış ve siyaseten zararlıdır. Osinski bir "muhalefet kampanyası" yürütüyorsa ona şöyle derim: "Bu zararlı bir kampanyadır", fakat bir ekim kampanyası yürütüyorsa buna ancak sevinilir. Lutovinov'un "muhalefet kampanyasında, tıpkı İşçenko ve Şlyapnikov gibi hata yaptığını asla reddetmeyeceğim, fakat bunun için komisyon dağıtılmaz.



        Oysa bu komisyonun anlamı neydi? Bu komisyonun anlamı yararsız görüş ayrılıkları üzerine aydın gevezeliğinden amaca uygun çalışmaya geçişti. Üretim propagandası, primler, disiplin mahkemeleri — bütün bunlar üzerine komisyonda konuşulmalı ve çalışılmalıydı.



s.45



        "Tampon" grubunun başını çeken Buharin yoldaş, Preobrajenski ve Serebryakov'la birlikte MK'daki tehlikeli bölünmeyi görünce, bir tampon oluşturmaya koyuldu, bu tamponu karakterize etmek için parlamenter bir ifade bulmakta zorlandığım türden bir tampon. Buharin yoldaş gibi karikatür çizebilseydim, Buharin yoldaşı şöyle çizerdim: Elindeki bir bidon dolusu benzini ateşe döken bir adam; altına da şöyle yazardım: "Tampon benzini". Buharin yoldaş bir şeyler yapmak istiyordu; bunun çok dürüstçe ve çok "tamponca" bir istek olduğuna, kuşku yok. Fakat ortaya çıkan bir tampondan çok, Buharin'in politik momenti gözden kaçırması ve üstelik politik hatalar yapması oldu.



        Bütün bu tartışmaların geniş bir tartışmada karara bağlanması mı gerekiyordu? Bu yararsız işle uğraşmak zorunlu muydu? Parti Kongresi'nden önce ihtiyacımız olan haftalar bunun için mi harcanmalıydı? Bu süre içinde primler, disiplin mahkemeleri, birleşme sorunlarını inceleyip araştırabilirdik. Tam da bu sorunları amaca uygun biçimde MK Komisyonu'nda çözebilirdik. Eğer Buharin yoldaş bir tampon oluşturmak ve "yanlış kapıyı çaldı" denebilecek bir insan durumuna düşmek istemeseydi, Troçki'nin komisyonda kalması gerektiğini söyler, bunda ısrarlı olurdu. Eğer bunu söyleseydi ve yapsaydı, amaca uygun bir yola girmiş olurduk, bu komisyonda bireysel yönetimin, demokrasinin, atamanın vs. gerçekte ne olduğunu araştırırdık.



        Devam edelim. Aralık'ta (7 Aralık Plenumu) çatışmanın şiddetlenmesine yolaçan gemi işçileriyle kavga meydana geldi![14]) ve bunun sonucunda MK'da bizim yedi oyumuza karşı sekiz oy birleşti. Buharin yoldaş "barıştırma" ve "tampon"u harekete geçirme gayretiyle alelacele Aralık Plenumu kararının "teorik" bölümünü yazdı, fakat elbette komisyon dağıldıktan sonra bu hiçbir sonuç vermeyecekti.



        Siyasi yöneticinin sadece izlediği politikadan değil, yönettiklerinin yaptıklarından da sorumlu olduğunu unutmayın.



        Ulaştırma Siyasi Merkezi ve Tsektran'ın hatası neredeydi? Kesinlikle zor kullanmalarında değil. Tersine, bu onların başarısıydı. Onla-



s.46



rın hatası, zamanında ve çatışmalar olmadan, RKP IX. Parti Kongresi'nin talebine uygun olarak normal bir sendika çalışmasına geçmeyi bilememeleri, sendika birliklerine gerekli biçimde uyum sağlamayı bilememeleri, onlara yardımcı olamamaları ve onlarla eşit haklara sahip bir ilişkiye girememeleriydi. Değerli bir askeri deneyim mevcut: Kahramanlık, uygulamada titizlik vs. Askeriye içinde en kötü unsurların deneyiminde kötü bir şey var: Bürokratizm, kendini beğenmişlik. Troçki'nin tezlerinin, onun bilgisi ve isteği dışında, askeri deneyimin en iyilerinin değil, en kötülerinin destekçisi olduğu görülmüştür. Siyasi yöneticinin sadece kendi politikasından değil, yönettiklerinin yaptıklarından da sorumlu olduğunu unutmayın.



        Size son olarak söylemek istediğim ve dün kendimle alay etmek zorunda kaldığım şey, Rudzutak yoldaşın tezlerini gözden kaçırmış olmamdır. Rudzutak'ın kusuru yüksek sesle, etkileyici ve güzel konuşmayı bilmemesidir. İnsan farkına varmıyor ve gözden kaçırıyor. Toplantılara katılma olanağım olmadığı için dün belgelerimi gözden geçirdim ve bu belgelerin arasında 2-6 Kasım 1920 tarihleri arasında toplanan[15] V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı için yayınlanmış bir bil­diri buldum. Bu bildiri "Sendikaların Üretim Görevleri" başlığını taşıyor. Size bu bildirinin tamamını okuyacağım, uzun değil:



V. Tüm-Rusya Sendikalar Konferansı'na

Sendikaların Üretim Görevleri

(Rudzutak Yoldaşın Raporu Üzerine Tezler)



        1) Ekim Devrimi'nden hemen sonra sendikaların işçi denetiminin yanısıra üretimi örgütleme ve yönetme işini devralabilecek ve devralması gereken neredeyse biricik organlar olduğu görüldü. Sovyet iktidarının ilk döneminde ekonominin devlet yönetim aygıt: henüz işlemiyordu, oysa işletme sahiplerinin ve üst kesim teknik personelin sabotajları, işçi sınıfım şiddetle, sanayiyi korumak, ülkenin ekonomi aygıtının bütününün normal işleyişini yeniden kurmak göreviyle karşı karşıya bırakmıştı.



s.47



        2) Yüksek Ekonomi Konseyi'nin daha sonraki çalışma döneminde bu çalışmanın önemli bir bölümü özel girişimlerin tasfiyesi ve bunların devletçe yönetilmesinin örgütlenmesine çıkarken, sendikalar bu çalışmayı ekonomi yönetiminin devlet organlarıyla aynı zamanda ve birlikte yapmışlardı.



        Devlet organlarının güçsüzlüğü böyle bir paralelliği sadece açıklamıyor, aynı zamanda haklı çıkarıyordu; tarihsel olarak o, sendikalarla ekonominin yönetim organları arasında tam bir ilişki kurulması gerçeğiyle doğrulanmaktaydı.



        3) Devletin ekonomi organlarının yönetimi, üretim ve yönetim aygıtına ve bu aygıtın tek tek parçalarının koordinasyonuna adım adım egemen olmak — bütün bunlar sanayii yönetme ve üretim programını hazırlama çalışmasının ağırlık noktasını bu organlara kaydırıyordu. Bununla bağıntılı olarak üretimin örgütlenmesi alanında sendikaların görevi, merkezi yönetimlerin, merkezlerin ve işletme yönetimlerinin heyetlerinin oluşturulmasına katılma alanına indirgendi.



        4) Her emek biriminden ne pahasına olursa olsun amaca uygun biçimde yararlanmanın, tüm üreticiler kitlesini üretim sürecine bilinçle katılmaya çekmenin gerekli olduğu; giderek gelişen ve karmaşıklaşan devletin ekonomi yönetimi aygıtının, üretimin kendisine kıyasla orantısız bir biçimde bürokratik bir mekanizmaya dönüştüğü ve sendikaları kaçınılmaz olarak üretimin örgütlenmesine doğrudan katılmaya, hem de ekonomi organlarında personel temsiliyle değil, bir bütün olarak örgüt olarak da katılmaya ittiği şu anda yeniden Sovyet Cumhuriyeti'nin ekonomi organlarıyla sendikaların en sıkı bağını kurma sorununa gelmiş bulunuyoruz.



        5) Yüksek Ekonomi Konseyi, genel üretim programının saptanmasına üretimin mevcut maddi unsurlarından (hammadde, yakıt, makinelerin durumu vs.) hareket ederek girişiyorsa, sendikalar da bu soruna üretim görevleri için çalışmanın örgütlenmesi ve emekten amaca uygun yararlanma açısından yaklaşmalıdırlar. Bu nedenle genel üretim programı, gerek parçaları, gerekse de bütünü itibariyle mutlaka sendikaların katılımıyla hazırlanarak, üretimin maddi yardım kaynaklarından ve emekten yararlanmayı amaca en uygun biçimde birleştirmelidir.



        6) Gerçek bir çalışma disiplininin uygulamaya konması, iş kaçkınlarına karşı başarılı mücadele vs. ancak üretime katılan kitlenin tümü-





s.48



nün bu görevlerin gerçekleştirilmesine bilinçli katılımıyla düşünülebilir. Bu bürokratik yöntemler ve tepeden emirlerle başarılamaz, daha çok, üretime katılan herkesin, yerine getirdiği üretim görevlerinin zorunluluğu ve yararlılığını kavraması; üretime katılan herkesin sadece yukarıdan verilen görevlerin yerine getirilmesine çalışmakla kalmayıp, aynı zamanda bilinçli bir şekilde üretim alanındaki bütün teknik ve örgütsel eksikliklerin giderilmesine katılması zorunludur.



        Bu alanda sendikaların görevi çok büyüktür. Her işletme bölümündeki, her fabrikadaki üyelerine, teknik araçların yanlış kullanılmasından ya da tatmin edici olmayan yönetim çalışmasından kaynaklanan işgücünden yararlanmadaki tüm eksiklikleri tespit etmeyi ve dikkate almayı öğretmek zorundadırlar. Tek tek işletmelerin ve üretimin deneyim toplamından, ihmalciliğe, düzensizliğe ve bürokratizme karşı enerjik mücadele için yararlanılmalıdır.



        7) Bu üretim görevlerinin önemini özellikle vurgulamak için, bunlara yürüyen somut çalışma içinde örgütsel olarak bir yer ayrılmalıdır. III. Tüm-Rusya Kongresi kararı gereğince sendikalar bünyesinde örgütlenecek olan ekonomi şubeleri[16] çalışmalarını geliştirirken, yavaş yavaş tüm sendika çalışmasının niteliğini aydınlatmalı ve saptamalıdırlar. Böylece örneğin bütün üretimin bizzat emekçilerin ihtiyaçlarının karşılanmasına ayarlandığı bugünkü toplumsal koşullar altında ücret cetveli ve ödüllendirme, üretim planının gerçekleştirilme derecesiyle en sıkı ilişki içinde olmak ve ona bağlı olmak zorundadır. Aynî ödüllendirme ve iş ücretinin kısmen aynîleştirilmesi yavaş yavaş, emek üretkenliğinin yüksekliğine göre kendisini düzenleyen işçi iaşe sistemi haline gelmelidir.



        8)  Sendikaların çalışmasını böyle şekillendirmek, bir yandan paralel organları (siyasi şubeler vs.) ortadan kaldırmak, öte yandan kitlelerin ekonomik yönetim organlarıyla sıkı ilişkisini yeniden kurmak zorundadır.



        9)  III. Kongre'den sonra sendikalar, bir yandan savaşın yarattığı koşullar sonucunda, öte yandan örgütsel zaafları ve ekonomik organların yol gösterici ve pratik çalışmasından kopuklukları sonucunda, ekonominin inşasına katılım konusundaki programlarını önemli ölçüde gerçekleştirmeyi başaramadılar.



        10) Bununla bağıntılı olarak sendikalar önlerine şu acil pratik görevleri koymalıdırlar: a) üretim ve yönetim sorunlarının çözümüne aktif katılım; b) ilgili ekonomik organlarla birlikte uzman yönetim organlarının örgütlenmesine doğrudan katılım; c) değişik yönetim biçimlerinin üretim üzerindeki etkisini titizlikle gözden geçirme; d) ekonomi planlarının ve üretim programlarının hazırlanması ve saptanmasına zorunlu katılım; e) ekonomik görevlerin aciliyetiyle uygunluk içinde çalışmanın örgütlenmesi; f) büyük çaplı üretim ajitasyon ve propagandasının örgütlenmesi.



        11) Sendika birliklerinin ve sendika örgütlerinin ekonomi bölümleri, gerçekten sendikaların üretimin örgütlenmesine planlı katılımının hızla işleyen güçlü manivelasına dönüştürülmelidir.



        12) İşçilerin maddi varlığını planlı biçimde güvence altına almak için sendikalar bütün dağıtım organlarında pratik ve amaca uygun çalışarak ve denetleyerek ve aynı zamanda işçi iaşesi için merkezi ve il komisyonlarının faaliyetlerine özel bir dikkat göstererek, Beslenme Halk Komiserliği'nin dağıtım organlarında gerek yerel, gerekse de merkezi bazda etkilerini göstermelidirler.



        13) "Aciliyet ilkesi" denilen şey, tek tek merkezi idarelerin, merkezlerin vs. sırf kendi dairelerinin dar çıkarlarını düşünen çabaları yüzünden şimdiden son derece kaotik bir nitelik almış olduğu için, sendikalar her yerde ve her zaman ekonomide aciliyet ilkesinin doğru uygulanmasını ve mevcut aciliyet tanımı sisteminin gözden geçirilmesini savunmalıdırlar; bu gözden geçirme, ilgili üretim dalının önemine ve ülkedeki mevcut ihtiyat kaynaklarına uygun olarak gerçekleşmelidir.



        14)  Örnek işletmeler grubuna özel dikkat gösterilmeli ve bunlar işin ehli bir yönetim kurularak, çalışma disiplini sağlanarak ve sendika örgütünün faaliyetiyle gerçekten örnek işletmelere dönüştürülmelidir.



        15) Çalışmanın örgütlenmesi alanında sendikalar ücret tarifesi önlemlerini sıkı bir sistem haline getirme ve çalışma normlarını çok yönlü gözden geçirmenin yanı sıra, iş kaçaklığının çeşitli biçimleriyle (işi ihmal etmek, işe geç gelmek vs.) mücadeleyi ele almalıdır. Bugüne kadar gerektiği biçimde dikkate alınmayan Disiplin Mahkemeleri, proleter çalışma disiplini ihlallerine karşı gerçek bir mücadele aracına dönüştürülmelidir.



        16)  Sayılan görevlerin yerine getirilmesi, aynı zamanda üretim propagandası için pratik bir planın hazırlanması ve işçilerin ekonomik durumunun iyileştirilmesi için bir dizi iyileştirme önlemlerinin gerçek-



s.50



        leştirilmesi ekonomi bölümlerine devredilmelidir. O nedenle, Tüm-Rusya Sendikalar Merkez Konseyi Ekonomi Bölümü'nü, en kısa zamanda, devletin ekonomi organlarının faaliyetiyle bağıntılı ekonomik görevlerin pratik sorunları üzerine bir Ekonomi Bölümleri Tüm-Rusya Konferansı toplamakla görevlendirmek gerekir.



        Kendime neden kızmak zorunda kaldığımı umarım şimdi anlamışsınızdır. Bu, olması gerektiği gibi bir platformdur, Troçki yoldaşın defalarca düşünüp yazdığı ve Buharin yoldaşın hiç düşünmeden kaleme aldığı şeyden (7 Aralık Plenum karan) yüz kez daha iyidir. Yıllardır sendikal hareket içinde çalışmamış olan biz bütün MK üyeleri Rudzutak yoldaştan öğrenmeliyiz; gerek Troçki yoldaş, gerekse de Buharin yoldaş Rudzutak'tan öğrenmeliler. Sendikalar bu platformu kabul ettiler.



        Disiplin Mahkemelerini hepimiz unuttuk, "üretim demokrasisi" ise ayni ödüllendirme olmadan, Disiplin Mahkemeleri olmadan boş laftan başka bir şey değildir.



        Rudzutak'ın tezlerini Troçki'nin Merkez Komitesi'ne sunduğu tezlerle karşılaştırıyorum. Beşinci tezin sonunda şunu okuyorum:



        "... Tam da bu bakış açısıyla derhal sendikaların reorganizasyonuna, yani herşeyden önce yönetici personelin ayıklanmasına başlamak gerekir..."



        İşte gerçek bürokratizm! Troçki ve Krestinski sendikaların "yönetici personeli"ni seçecekler!



        Bir kez daha: işte Tsektran'ın hatasının açıklaması. Tsektran'ın hatası baskı uygulamış olması değildir, bu onun başarısıdır. Hata Tsektran'ın bütün sendikaların genel görevlerine yaklaşmayı bilmemesidir, dostluk disiplin mahkemelerinin doğru, hızlı ve başarılı uygulanmasına bizzat geçmeyi ve bütün sendikalara bu yönde yardımda bulunmayı bilmemesidir. Rudzutak yoldaşın tezlerinde Disiplin Mahkemelerini okuduğumda şöyle düşündüm: Bu konuda mutlaka bir kararname vardır. Ve gerçekten de böyle bir kararname olduğu ortaya çıktı:



s.51



        14 Kasım 1919'da çıkarılan "Dostluk İşçi Disiplin Mahkemeleri Üzerine Kararlar" (Kanunlar Mecmuası No. 537).



        Bu mahkemelerde en önemli rol sendikalardadır. Bu mahkemelerin iyi olup olmadığını, ne kadar başarıyla çalıştığını ve her zaman işleyip işlemediğini bilmiyorum. Kendi pratik deneyimimizi incelememiz Troçki ve Buharin yoldaşların yazdıklarından milyonlarca kez daha yararlı olacaktır.



        Sonuna geliyorum. Bu sorunda var olan herşeyi özetlediğimde, bu görüş ayrılıklarını geniş bir Parti içi tartışmada ve kongrede tartışmanın çok büyük bir hata olduğunu söylemek zorundayım. Siyasi olarak bu bir hatadır. Bir komisyonda, sadece bir komisyonda amaca uygun bir müzakere yapabilir ve yol alabilirdik, şimdi ise geriye gidiyoruz ve önümüzdeki görevlere amaca uygun yaklaşmak yerine soyut teorik tezlerle haftalarca geriye dönmüş olacağız. Bana gelince, bütün bunlardan bıktım ve hastalığımdan bağımsız olarak, bu sürece katılmayacağım, bunlardan nereye olursa olsun kaçıp kurtulmak istiyorum.



        Sonuç: Troçki ve Buharin'in tezleri bir dizi teorik hata, bir dizi ilkesel yanlışlık içeriyor. Siyasi olarak, meseleye tüm yaklaşım tarzı tam bir densizliktir. Troçki yoldaşın "tez"leri politik olarak zararlıdır. Onun politikası son tahlilde sendikaları bürokratikçe hırpalama politikasıdır. Ve Parti Kongremizin bu politikayı mahkûm ve reddedeceğinden eminim.
 


Aynî Vergi Üzerine


(YENİ POLİTİKANIN ÖNEMİ VE KOŞULLARI)


GİRİŞ OLARAK

Aynî vergi sorunu bugün geniş çapta ilgi uyandırmakta ve üzerinde birçok konuşmalara ve tartışmalara yolaçmaktadır. Bu oldukça doğaldır, çünkü bugünkü koşullar altında aynî vergi sorunu, politikanın bellibaşlı sorunlarından birisidir.
Bu konuda yapılan tartışmalar birbirinden oldukça kopuk niteliktedir. Bu, çok açık nedenlerden dolayı hepimizin suçu kabulleneceği bir yanılgıdır. Şu halde, bu soruna "güncel tartışmalar" açısından değil, genel ilkeler açısından yaklaşmamız çok daha yararlı olacaktır. Başka bir deyişle, üzerinde bugünün politikasının belirli pratik önlemlerinin örgüsünü izlemekte olduğumuz tablonun bellibaşlı, genel arka planını incelemek çok daha yararlı olacaktır. [sayfa 420]
Bu işe girişebilmek için, önce Günümüzün Başlıca Görevi; "Sol-Kanat" Çocukluğu ve Küçük-Burjuva Zihniyeti adlı broşürümden uzun bir parçayı buraya aktaracağım. Bu broşür ilk kez 1918'de Petrograt İşçi ve Asker Vekilleri tarafından bastırılmıştır ve gazetelere yazdığım iki makaleyi kapsar: birincisi, Brest Barışı ile ilgili 11 Mart 1918 tarihli makale; ikincisi, o zamanlar mevcut olan Sol Komünistler grubuna karşı yazdığım 5 Mayıs 1918 tarihli polemik yazım. Polemik şimdi artık gereksizdir ve bunun için bu kısmı çıkarıyorum. "Devlet kapitalizmi" ve kapitalizmden sosyalizme geçiş ekonomisi olan bugünkü ekonomimizin başlıca unsurları ile ilgili tartışmalara uygulanacak kısmı alıyorum.
O şırada şunları yazmıştım:


RUSYA'NIN ÇAĞDAŞ İKTİSADI
(1918 BROŞÜRÜNDEN ALINTI)

Sovyet Cumhuriyetimizde, devlet kapitalizmi, bugünkü koşullarda ileri bir adım olur. Eğer devlet kapitalizmi aşağı yukarı altı aylık bir süre içinde kurulabilirse, bu büyük bir başarı ve sosyalizmin bir yıl içinde sürekli bir dayanak kazanması ve ülkemizde yenilmez hale gelmesi için çok güvenilir bir güvence olur.
Bu sözler karşısında bazı kimselerin ne soylu bir hiddetle irkileceklerini tahmin ediyorum. ... Ne! Sovyet Sosyalist Cumhuriyetinde devlet kapitalizmine geçiş, bir ilerleme ha? ... Bu, sosyalizme ihanet değil midir?
Bu sorun üzerinde daha ayrıntılı olarak durmalıyız.
Her şeyden önce, bize, ülkemize Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri adını verme hakkını ve nedenlerini veren, kapitalizmden sosyalizme geçişin doğasını incelemeliyiz.
İkinci olarak, ülkemizde sosyalizmin başlıca düşmanının küçük-burjuva iktisadî koşulları ve küçük-burjuva unsur [sayfa 421] olduğunu göremeyenlerin yanılgısını ortaya koymalıyız.
Üçüncü olarak, Sovyet devleti ile burjuva devlet arasındaki farklılığın iktisadî içice girişini açıkça kavramalıyız. Bu üç noktayı inceleyelim.
Sanırım, Rusya'nın iktisadî düzeni sorununu tartışan hiç kimse, bu ekonominin geçiş ekonomisi olma niteliğini yad-sımamıştır. Ne de, sanırım, herhangi bir komünist, "Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti" teriminin bugünkü ekonomi düzeninin sosyalist bir düzen olduğunu değil, Sovyet hükümetinin sosyalizme geçişi başarma azmini ifade ettiğini yadsımıştır.
Ama geçiş sözcüğü ne anlama gelir? Bir ekonomiye uygulandığı şekliyle, bugünkü düzenin hem kapitalizmin hem de sosyalizmin unsurlarını, parçalarını, kırıntılarını kapsadığı anlamına gelmez mi? Bu anlama geldiğini herkes kabul edecektir. Ama bunu kabul edenlerin hepsi, bugün Rusya'da mevcut olan çeşitli toplumsal-ekonomik yapıları gerçekten hangi unsurların oluşturduğunu düşünmek zahmetine katlanmıyor. Ve sorunun çözülmesi zor olan kısmı da budur.
Bu unsurları sıralayalım:
1) Ataerkil, yani önemli ölçüde doğal köylü ekonomisi;
2) Küçük meta üretimi (bu, tahıllarını satan köylülerin çoğunluğunu kapsar);
3) Özel kapitalizm;
4) Devlet kapitalizmi;
5) Sosyalizm.
Rusya o kadar geniştir ve o kadar çeşitlilik gösterir ki, bütün bu farklı toplumsal-ekonomik biçimler birbirine karışmıştır. Durumun kendine özgü niteliğini oluşturan şey budur.
Akla şu soru geliyor: Egemen olan unsurlar hangileridir?
Açıktır ki, bir küçük-köylü ülkesinde egemen unsur küçük-burjuva unsurdur. Ve bu böyle olmak zorundadır, çünkü büyük çoğunluk, toprağı işleyenlerin büyük çoğunluğu, küçük meta üreticileridir. Devlet kapitalizmi örtüsü (tahıl tekeli, [sayfa 422] devlet denetimi altındaki üreticiler ve tüccarlar, kooperatif üyesi burjuvalar) şurasından burasından vurguncular tarafından yırtılır ve vurgunculuğun başlıca konusu ise tahıldır.
Esas mücadele bu alanda verilmektedir. "Devlet kapitalizmi" gibi ekonomik kategoriler terimleri ile konuşacak olursak, bu mücadele hangi unsurlar arasında olmaktadır? Yukarda sıraladığımız unsurların dördüncüsü ve beşincisi arasında mı? Elbette ki, hayır.'Sosyalizmle savaş halinde olan, devlet kapitalizmi değildir. Hem devlet kapitalizmine, hem de sosyalizme karşı mücadele edenler, küçük-burjuvazi ve özel kapitalizmdir. Küçük-burjuvazi, kapitalist olsun, sosyalist olsun, her türlü devlet müdahalesine, düzenlemesine ve denetimine karşıdır. Bu, gerçekliğin karşı çıkılması mutlak olarak olanaksız olan bir olgusudur ve bunu yanlış anlamanın kaynağında yatan, iktisat biliminde düşülen birçok yanılgıdır. Vurguncu, ticaret yağmacısı, tekel kaçakçısı [tekel alanına kaçakçı şeklinde sızan -ç.] başlıca "iç" düşmanlarımız; Sovyet hükümetinin aldığı iktisadî önlemlerin düşmanları bunlardır. Yüzyirmibeş yıl önce Fransız küçük-burjuva-sının, devrimcilerin en içten ve en ateşlisinin, aralarından "seçtikleri" birkaçını asarak ve dehşet saçan bildiriler yayınlayarak vurguncuları ezmeye uğraşması hoşgörülebilir. Ama bugün, bazı sol sosyalist-devrimcilerin bu sorunda takındıkları tamamen Fransızlara özgü olan yaklaşım, siyasal açıdan bilinçli her devrimcide ancak nefret ve tepki uyandırabilir, Vurgunculuğun iktisadî temelini, genellikle Rusya'da çok yaygın olan küçük mülk sahiplerinin ve herbir küçük-burjuvanın, onun bir unsuru olduğu özel kapitalizmin meydana getirdiğini çok iyi biliyoruz. Bu küçük-burjuva ahtapotunun milyonlarca kolunun emekçilerin çeşitli kesimlerini zaman zaman kuşattığını; devlet tekeli yerine vurguncu güçlerin toplumsal ve ekonomik organizmamızın bütün gözeneklerine daldığını, biliyoruz. [sayfa 423]
Bunu göremeyenler körlükleriyle küçük-burjuva önyargılarının tutsakları olduklarını ortaya koyuyorlar. ...
Küçük-burjuvanın bir kenara konmuş parası vardır; bu paranın birkaç bini savaş sırasında "namusluca" ve özellikle de namussuzca kazanılmıştır. Vurgunculuğun ve özel kapitalizmin temeli olan karakteristik iktisadî tip budur. Para, ona sahip olana, toplumsal servetten pay alma hakkını veren bir belgedir; ve küçük mülk sahiplerinin sayısı milyonlara varan büyük bir tabakası, bu belgeye sarılmıştır ve onu "devlet"ten gizlemektedir. Onlar sosyalizme ya da komünizme katiyen inanmıyorlar ve proleter fırtınası gelip geçene kadar yerlerinde "sıkıca tutunuyorlar". Ya bu küçük-burjuvaziyi denetim ve gözetim altına alırız (yoksulları, yani, nüfusun çoğunluğunu ya da yarı-proletaryayı sınıf bilincine varmış proleter öncünün etrafında örgütleyebilirsek bunu yapabiliriz) ya da onlar, devrimin tıpkı aynı küçük mülkiyet toprağından fışkıran Napolyon'lar ve Cavaignac'lar tarafından devrildiği gibi kuşkusuz ve kaçınılmaz olarak, bizim işçi iktidarımızı da devireceklerdir. Sorun budur. Sorunu sadece bu açıdan ele alabiliriz. ...
Binliklerini biriktirip saklayan küçük-burjuvazi, devlet kapitalizminin düşmanıdır. O, binliklerini, bütün devlet denetimine karşın, yoksullara karşı, sadece kendisi için kullanmak ister. Bu binliklerin milyarları bulan toplamı, sosyalist kuruluşumuzu baltalayan vurgunculuğun temelini meydana getirir. Diyelim ki, belirli sayıda işçi, şu kadar günde, örneğin 1.000 değerinde mal üretir. Yine diyelim ki, bu toplam değerin 200'lük kısmı, küçük vurgunculuk, dolandırıcılık ve küçük mülk sahiplerinin Sovyet kararnamelerini ve nizamnamelerini uygulamamaları nedeniyle yitirilsin. Sınıf bilincine varmış her işçi şunu söyleyecektir: eğer 300 ödeyerek daha iyi bir düzen ve örgütlenme sağlanabilecek olsa, 1.000'in 200’ü yerine 300'ünü isteyerek verirdim, çünkü Sovyet yönetimi altında düzen ve örgütlenme kurulduğu ve küçük-burjuvanın [sayfa 424] devlet tekelini çiğnemesine son verildiği zaman, bu haracı 100'e, ya da 50'ye indirmek kolay olacaktır.
Tamamen açık bir şekilde anlaşılması için bilerek son derece, basitleştirdiğim bu sayılı basit örnek, bugün devlet kapitalizmi ile sosyalizm arasındaki karşılıklı ilişkiyi açıklar, Siyasal iktidar işçilerin elindedir; sosyalist amaçlar dışında başka hiç bir şey için tek bir kuruş bırakmaksızın, bütün binliği almak için her türlü yasal olanağa sahiptirler. İktidarın 'gerçekten işçilere geçmiş olmasına dayanan bu yasal olanak, sosyalizmin bir unsurudur. Ancak küçük mülk sahibi ve özel kapitalist unsur, pek çok yollardan bu yasal durumu baltalar, vurgunculuğu devam ettirir ve Sovyet kararnamelerinin uygulanışını engeller. Bugün ödediğimizden daha fazlasını ödeyecek olsak bile (rakamlara dayanan bu örneği, bu noktayı daha kesin olarak ortaya koymak için bilerek seçtim) devlet kapitalizmi ileriye doğru dev bir adım olurdu; çünkü o, bu "bedeli" ödemeye değer; çünkü o, işçiler için yararlıdır; çünkü en önemli şey, düzensizlik, yıkıntı ve laçkalığa karşı zafer kazanmaktır; çünkü bizi tehdit eden en büyük, en ciddî tehlike, küçük mülk sahipliği anarşisinin devamıdır ve (onu yenemezsek) hiç kuşkusuz bizi yıkacaktır. Öte yandan, devlet kapitalizmine daha ağır bir haraç ödenmesi bizi yıkmaz; ayrıca, bizi sosyalizme en güvenilir yoldan götürecektir. İşçi sınıfı, devlet sistemini, küçük mülk sahipliği anarşisine karşı korumayı öğrendiği zaman büyük-ölçekli üretimi, devlet kapitalizmi çizgisi üzerinde bütün ulusu kapsayan çapta örgütlemeyi öğrendiği zaman, eğer bu deyimi kullanmama izin verilirse, bütün kozları elinde tutacak ve sosyalizmin sağlamlaştırılması güvence altına alınacaktır.
Her şeyden önce iktisadî açıdan, devlet kapitalizmi bugünkü iktisat sistemimizden çok daha üstündür.
İkinci olarak, Sovyet rejiminin bundan korkacak hiç bir şeyi yoktur; çünkü Sovyet devleti, işçilerle yoksul köylülerin [sayfa 425] iktidarını güvenlik altına aldığı bir devlettir. ...


*

Soruna daha da açıklık kazandırmak için, her şeyden önce, devlet kapitalizminin en somut örneğini ele alalım. Herkes bu örneğin ne olduğunu bilir. Bu örnek Almanya'dır. Almanya'da, junker-burjuva emperyalizmine bağımlı modern büyük-çapta kapitalist tekniğin ve planlı örgütlenmenin "en son şeklini" buluruz. Altı çizili sözcükleri çıkarın ve militarist, junker-burjuva emperyalist devletin yerine, yine bir devlet; ama farklı bir toplumsal tipte, farklı bir sınıf özü olan bir devlet, bir sovyet devleti yani bir işçi devleti koyun, o zaman sosyalizm için gerekli koşulların hepsini bulacaksınız.
Modern bilimin en son buluşlarına dayanan büyük-çapta kapitalist sanayi tekniği olmaksızın sosyalizm düşünülemez. Sosyalizm, on milyonlarca insanı üretimde ve dağıtımda tek bir standarda en sıkı bir biçimde uymak zorunda bırakan planlı bir devlet örgütü olmaksızın, düşünülemez. Biz marksistler, daima bu konudan sözettik ve bunu bile anlamayan kimselerle (anarşistler ve sol sosyalist-devrimcilerin yarısından çoğu) konuşmak için birkaç saniye bile harcamaya değmez.
Aynı zamanda, proletarya iktidarda olmadıkça, sosyalizm düşünülemez. Bu da işin ABC'sidir. (Birinci sınıf menşevik mankafalar hariç, hiç kimsenin, "tam" bir sosyalizmi yavaşça, kolaylıkla ve basit bir şekilde getirmesini beklemediği) tarih, öylesine garip bir yol tuttu ki, 1918'e ulaşıldığında, uluslararası emperyalizmin kabuğu içinde yer alan geleceğin iki civcivi gibi yanyana duran, sosyalizmin birbiriyle bağı olmayan iki yarısını doğurdu. 1918'de Almanya ve Rusya, sosyalizm için, bir yanda ekonomik, üretici ve sosyo-ekonomik koşulların, öte yanda siyasal koşulların [sayfa 426] maddî gerçekleşmesinin en çarpıcı biçimlenmesi haline gelmişlerdi.
Almanya'da başarılı bir proleter devrimi, derhal ve çok kolaylıkla (ne yazık ki, en iyi çelikten yapılmıştır ve bu yüzden herhangi bir civcivin gayretleriyle kınlamaz) emperyalizmin kabuğunu kırabilirdi. Bu devrim, hiç güçlük çekmeksizin ya da çok az güçlükle mutlaka dünya sosyalizminin zaferine yolaçardı; elbette ki, eğer, "güçlük" ile, dargörüşlü küçük-burjuva çevrelerin anladığı şeyi değil, dünya çapında tarih açısından güçlüğü kastediyorsak.
Almanya'da devrim "patlak vermede" gecikirken bizim görevimiz Almanların devlet kapitalizmini incelemek, onu kopya etmek için hiç bir çabadan kaçınmamak ve barbar Rusya'nın Batı kültürünü kopya etmesini hızlandırmak için diktatörce yöntemleri, benimsemekten çekinmemek ye barbarlığa karşı mücadelede barbarca yöntemleri kullanmak konusunda tereddüt etmemektir. Karelin-benzeri düşüncelere kapılan ve Alman emperyalizminden "ders almanın" biz devrimcilere yakışmayacağını söyleyen anarşistler ve sol sosyalist-devrimciler varsa, (birden Merkez Yürütme Komitesinde Karelin'in ve Gay'ın yaptığı konuşmaları anımsadım) onlara, bizim, yanıt olarak söyleyeceğimiz tek bir şey vardır: sizin gibi kimseleri ciddî olarak yakalayan devrim, geri dönülmez bir biçimde (ve layığını bularak) ortadan yokolur.
Bugün Rusya'da küçük-burjuva kapitalizmi egemendir; ve buradan, hem büyük-çapta devlet kapitalizmine ve hem de sosyalizme giden ve "üretimin ve dağıtımın, ulusal muhasebesi ve denetimi" adını alan tek ve aynı ara duraktan geçen tek ve aynı yol vardır. Bunu anlayamayanlar iktisat biliminde bağışlanmaz bir hata işlemektedirler. Ya yaşantının gerçeklerini bilmiyor, neyin gerçekten varolduğunu görmüyor ve gerçeğin çıplak yüzüne bakamıyorlar, ya da kendilerini "kapitalizm"le "sosyalizm"in soyut bir biçimde [sayfa 427] karşılaştırılmasıyla sınırlıyor ve ülkemizde yer almakta olan geçiş döneminin somut biçim ve aşamalarım incelemiyorlar.
Bu arada parantez içinde belirtelim ki, Novaya Jizn ve Vperyod grupları içindeki en iyi elemanları yanlış yola sürükleyen teorik hata budur. Bu gruplar içindeki kötü ve vasat kimseler, aptallıkları ve karaktersizlikleri yüzünden, huşu içinde baktıkları burjuvazinin kuyruğunda sürükleniyorlar. En iyileri ise, sosyalizm öğretmenlerinin, bütün bir kapitalizmden sosyalizme geçiş döneminden sözetmelerinin ve yeni toplumun "uzun doğum sancılarının" üzerinde önemle durmalarının nedensiz olmadığını anlayamadılar.[1*] Ve bu yeni toplum da, ancak şu ya da bu sosyalist devleti yaratmak için girişilecek bir dizi değişik, tam olmayan, somut çabalardan geçerek gerçekleşebilecek olan bir soyutlamadır.
Başkalarını ve kendilerini "devlet kapitalizmine doğru evrim" ile korkutma teşebbüsü tam teorik bir saçmalıktan ibarettir, çünkü Rusya devlet kapitalizminin ve sosyalizmin ortak yolu olan (ulusal muhasebe ve denetimi) açmaksızın bugünkü iktisadî durumundan ileriye gidemez. Bu türden saçmalar, insanın düşüncesinin "evrim"in gerçek yolundan "uzaklaşmasına" izin vermek, bu yolun ne olduğunu anlayamamak demektir. Pratikte bu, küçük mülk sahipliği kapitalizmine doğru geriye çekmekle aynı şeydir.
Okuru, devlet kapitalizmine ilk kez bu "yüksek" değeri vermediğime ve aynı şeyi bolşevik iktidara gelmeden önce de yaptığıma inandırmak için, Eylül 1917'de yazılan Yaklaşan Bunalım ve Nasıl Mücadele Etmeli adlı broşürümden aşağıdaki parçayı aktarıyorum.
"Junker-kapitalist devletin, toprak sahibi-kapitalist devletin yerine, devrimci demokrat bir devlet, yani bütün ayrıcalıkları devrimci bir şekilde ortadan kaldıran ve en tam demokrasiyi devrimci bir şekilde uygulamaktan korkmayan bir [sayfa 428] devleti koymayı deneyin ve, gerçekten devrimci demokrat bir devletin varlığı halinde, tekelci devlet kapitalizminin, kaçınılmaz ve önlenmez bir biçimde, sosyalizme doğru bir adım ... olacağım göreceksiniz. ...
"Çünkü sosyalizm, devlet kapitalizmi tekelinden bir sonraki adımdır. ...
"Devlet kapitalizmi, sosyalizm için tam bir maddî hazırlık, sosyalizme bir başlangıç ve tarih merdiveninde sosyalizm adını alan basamakla arasında başka basamakların olmadığı bir basamaktır." (s. 27 ve 28.)
Bu satırların, Kerenski'nin iktidarda olduğu, proletaryanın devrimci iktidarını değil, sosyalist devleti değil, "devrimci-demokrat" devleti tartıştığımız bir sırada yazıldığına lütfen dikkat edin. Bu siyasal merdivende ne kadar yukarda durursak, Sovyetlerde sosyalist devlet ile proletaryanın diktatörlüğünü o kadar tam olarak birleştirebileceğimiz, "devlet kapitalizminden" o kadar daha az korkacağımız çok açık değil midir? Maddî, iktisadî ve üretken açıdan, henüz sosyalizmin "eşiğinde" olmadığımız açık değil midir? Ve sosyalizm kapısından geçmek için henüz varmamış olduğumuz "eşiği" aşmaktan başka yol olmadığı açık değil midir? ...


*

Aşağıdakiler de son derece öğreticidir.
Merkez Yürütme Komitesindeki tartışmamız sırasında Buharin, başka şeylerin yanısıra, uzmanlar için yüksek maaş sorununda, "kendilerinin", "Lenin'den daha çok sağda" olduklarını, çünkü Marx'ın da belirli koşullar altında bunun "tümünü satın almanın"[2*] (yani kapitalistler güruhunu, yani burjuvaziden bütün toprakları, fabrikaları, işletmeleri ve diğer üretim araçlarını satın almanın) işçi sınıfı bakımından daha yerinde [sayfa 429] olacağını söylediğini anımsarsak, bu konuda ilkelerden bir sapma görmediklerini söyledi.
Bu son derece ilgi çekici bir ifadedir. ...
Marx'ın düşüncesini dikkatle ele alalım.
Marx geçen yüzyılın yetmişlerinin, kapitalizmin tekelci evreye geçmeden önceki gelişmesinin son dönemindeki İngiltere'yi inceliyordu. O sırada İngiltere militarizmin ve bürokrasinin diğer herhangi bir ülkeye kıyasla daha az belirgin olduğu bir ülke, işçilerin burjuvaziyi "satın almaları" anlamında, sosyalizmi "barışçı" bir zaferle kazanmaları olasılığının en büyük olduğu bir ülkeydi. Ve Marx şöyle dedi; belirli koşullar altında işçiler, burjuvaziyi satın almayı elbette reddetmeyeceklerdir. Marx, ne kendisini ve ne de sosyalist devrimin gelecekteki liderlerini, biçim sorunlarına, devrimi gerçekleştirme yöntemlerine ve yollarına bağımlı kılmadı. Birçok yeni sorunun ortaya çıkabileceğini, devrim süreci içinde bütün durumun değişebileceğini, durumun devrim süreci içinde sık sık ve köklü bir biçimde değişebileceğini tam olarak kavramıştı.
Peki, Sovyet Rusya hakkında ne diyorsunuz? İktidar proletaryanın eline geçtikten sonra, ve sömürücülerin silahlı direnmesi ve sabotajları ezildikten sonra, o sırada sosyalizme barışçı bir geçiş başlamış olsaydı, yarım yüzyıl önce İngiltere'de mevcut olabilecek olan koşullara benzer belirli koşulların hüküm sürdüğü açık değil midir? İngiltere'de kapitalistlerin işçilere bağımlı kılınması o sırada şu koşullardan dolayı güvenlik altına alınmış olurdu: 1) Köylülüğün bulunmayışı yüzünden nüfus içinde işçilerin, proleterlerin mutlak ağırlığı (yetmişlerde İngiltere'de sosyalizmin tarım işçileri arasında son derece hızla yayılması konusunda insanı umutlandıran belirtiler vardı); 2) proletaryanın işçi sendikaları içinde mükemmel örgütlenişi (o sırada İngiltere bu bakımdan dünyadaki öncü ülkeydi); 3) yüzyıllar boyunca gelişen siyasal özgürlüğün eğittiği proletaryanın nispeten yüksek kültür düzeyi; [sayfa 430] 4) iyi örgütlenmiş İngiliz kapitalistlerinin siyasal ve iktisadî sorunları uzlaşma yoluyla halletme konusundaki eski alışkanlığı — o sırada, dünyanın herhangi başka bir ülkesinin kapitalistlerine kıyasla, İngiliz kapitalistleri çok daha iyi örgütlenmişlerdi (bu üstünlük şimdi Almanya'ya geçmiştir). O sırada, işçilerin, İngiliz kapitalistlerine barışçı yoldan boyuneğdirmelerinin mümkün olduğu fikrini yaratan koşullar bunlardı.
Bugün Rusya'da kapitalistlerin işçi sınıfı kargısında boyuneğmeleri, temel önem taşıyan belirli koşullar tarafından güvenlik altına alınmıştır (Ekim zaferi ve Ekimden Şubata kadar kapitalistlerin silahlı direniş ve sabotajlarının bastırılması). Ama Rusya'da ulaşılan zaferin önemli etmeni, nüfus içinde işçilerin, proleterlerin mutlak olarak ağır basması ve işçilerin yüksek bir örgütlenme düzeyinde olmaları değil, proletaryanın, yoksul ve hızla sefalete sürüklenmiş olanların desteğini sağlamasıdır. Son olarak, bizde, ne yüksek bir kültür düzeyi, ne de uzlaşma alışkanlığı vardır. Bu somut koşullar dikkate alınacak olursa, iki yöntemi aynı zamanda uygulayabileceğimiz ve uygulamak zorunda olduğumuz açıkça görülecektir. Yani bir yandan devlet kapitalizmini ya da herhangi bir uzlaşma biçimini reddeden ve vurgunculuk vasıtasıyla, yoksul köylüleri dolandırarak, vb. Sovyetlerin aldığı önlemlerin uygulanmasını engellemeye devam eden kültürsüz kapitalistleri acımasızca ezmeliyiz. Öte yandan ise uzlaşma yöntemini kullanmalıyız ya da "devlet kapitalizmini" kabul eden devlet kapitalizmini uygulamaya koyabilen ve on milyonlarca insana ürün sağlayan çok büyük çaptaki işletmelerin akıllı ve deneyimi^ örgütleyicileri olarak proletaryaya faydalı olan kültürlü kapitalistler satın almalıyız.
Buharin çok iyi yetişmiş bir marksist iktisatçıdır.
Bu nedenle, tam olarak sosyalizme geçişi kolaylaştırmak amacıyla, büyük üretimin örgütlenmesini muhafaza etmenin önemini işçilere öğreten Marx'ın tamamıyla haklı olduğunu [sayfa 431] anımsadı. Marx'ın (bir istisna olarak) öğrettiği şey (ve o zaman İngiltere bir istisnaydı), ceplerini iyice doldurmak koşuluyla, eğer koşullar kapitalistleri barış içinde boyuneğmeye ve kültürlü ve örgütlü bir biçimde sosyalizme gelmeye zorlayacak gibiyse, kapitalistlerin ceplerini doldurmanın ve onları satın almanın kabul edilebilir bir düşünce olmasıydı.
Ama Buharin, Rusya'daki bugünkü durumun kendine özgü nitelikleri üzerinde yeteri kadar düşünmediği için hataya düştü. Bizler, Rus proletaryası, siyasal düzenimiz bakımından, işçilerin siyasal iktidarının kuvveti bakımından, İngiltere ve Almanya gibi herhangi bir ülkeden daha ilerdeyiz; ancak iyi bir devlet kapitalizminin örgütlenmesi, kültür düzeyimiz ve sosyalizmin "kuruluşu" için maddî ve üretken hazırlık derecesi bakımından Batı Avrupa'nın en geri ülkesinden de geriyiz. Bu, olağanüstü bir durumdur. Bugünkü kendine özgü durumun, Sovyet hükümetinin hizmetine girmeye ve "devlet" sanayiini mümkün olan en geniş çapta örgütlemeye samimî olarak yardıma hazır olan kapitalistler arasındaki en kültürlü, en becerikli ve en yetenekli örgütleyicileri "satın almak" için, işçilerin kendine özgü bir öneride bulunmalarını gerektirdiği açık değil midir? Bu kendine özgü durumda, her ikisi de küçük-burjuva doğaya sahip olan iki hatayı engellemek için elimizden geleni ardımıza koymamamız gerektiği açık değil midir? Öte yandan, iktisadî "kuvvetlerimiz"le siyasal kuvvetlerimiz arasında dengesizlik olduğunu kabul ettiğimize göre, iktidarı devralmamamız gerektiği sonucuna varmak, onarılmaz bir yanılgı olurdu. Böyle bir iddia ancak, daima böyle bir "ihtilâfın olabileceğini, doğanın gelişmesinde olduğu kadar, toplumun gelişmesinde de onun daima varolduğunu —tek başlarına alındıklarında herbirinin tek-yanlı olacağı ve belli bir tutarsızlık taşıyacağı— ancak bir dizi girişimle bütün ülkelerin proletaryanın devrimci işbirliği ile tam bir sosyalizmin yaratılabileceğini unutan [sayfa 432] "keçe içindeki adam" tarafından ileri sürülebilir.
Öte yandan, kendilerini "parlak" devrimciliğe kaptıran ama geçiş döneminin en zorlu aşamalarını hesaba katan ağırbaşlı, düşünceli ve temkinli devrimci çalışmayı yürütmekten âciz olan, yüksek sesli laf ebelerine dolu dizgin gitme olanağını vermek açık bir yanılgı olur.
Bereket versin, devrimci partilerin gelişmesi tarihi ve bolşevizmin onlara karşı yürüttüğü mücadelenin tarihi, bize, çok belirgin bir biçimde tanımlanmış tipleri miras bırakmıştır. Bunlar arasında, sol sosyalist-devrimciler ve anarşistler kötü devrimciliğin en göze çarpan örnekleridir. Şimdi bunlar "sağ bolşeviklerin" "uzlaşmasına" karşı avazları çıktığı kadar —bir sinir bunalımına kapılmışçasına, kendilerini yırtarcasına— bağırıyorlar. Ama "uzlaşma"da kötü olanın ne olduğunu, ve "uzlaşma"nın neden tarih tarafından ve devrimin akışı içinde haklı olarak mahkûm edildiğini düşünmekten âcizdirler.
Kerenski zamanında uzlaşma, iktidarın emperyalist burjuvaziye teslim edilmesine yolaçtı. Her devrimin temel sorunu, iktidar sorunudur. Ekim-Kasım 1917'de bolşeviklerin bir kesiminin uzlaşması, ya proletaryanın iktidarı ele geçirmesinden korkmaları ya da sadece sol sosyalist-devrimciler gibi "güvenilmez yoldaşlar"la değil, düşmanla, Kurucu Meclisin dağıtılması, Bogayevski'lerin amansızca bastırılması, sovyet kurumlarının tam olarak kabulü gibi temel sorunlarda ve her elkoyma girişiminde kaçınılmaz olarak bize engel olacak olan çernovcular ve menşeviklerle de iktidarı eşit olarak paylaşma arzusunda olmaları anlamını taşıyordu.
Sonuncusu, bizi, kaçınılmaz olarak, Kurucu Meclisin dağıtılması, Bogayevski'lerin acımasızca bastırılması, sovyet kurumlarının evrensel olarak kurulması ve bütün kamulaştırma eylemleri gibi temel sorunlarda engelleyecekti.
Şimdi iktidar ele geçirilmiş, korunmuş ve, "güvenilmez yoldaşlar "in dahil olmadığı, tek bir partinin, proletarya [sayfa 433] partisinin elinde toplanmıştır. İktidarı paylaşma gibi, proletaryanın burjuvazi üzerindeki devrimci iktidarını reddetme gibi bir sorunun olmadığı, olamayacağı günümüzde uzlaşmalardan sözetmek, ezberlenen ama anlaşılmamış olan sözleri bir papağan gibi yinelemekten başka bir şey değildir. Ülkeyi yönetebileceğimiz ve yönetmemiz gereken bir duruma ulaştığımız bir sırada, masraftan kaçınmaksızın, kapitalizmin yetiştirdiği en etkin unsurları yanımıza kazanmak için, küçük mülk sahibi unsurun yolaçtığı dağılmaya karşı onları hizmetimize almak için çalışmamızı bir "uzlaşma" olarak tanımlamak, sosyalist kuruluşun iktisadî görevlerini çözmede tam bir yeteneksizliği ortaya koymaktadır.

AYNÎ VERGİ, SERBEST TİCARET VE AYRICALIKLAR

Yukarda aktarılan 1918 tartışmalarında, gerekli görülen dönemlerin uzunluğu bakımından bazı hatalar vardır. Bu dönemler, o zaman umulduğundan, çok daha uzun sürdü. Bu şaşırtıcı değildir. (Âma ekonomik yaşamımızın ana unsurları aynı kalmıştır. Pek çok durumda köylü "yoksullar" (proleterler ve yarı-proleterler), orta köylü haline gelmiştir. Bu, küçük mülk sahibi, küçük-burjuva "unsur "da bir artışa yolaçmıştır. 1918-1920 arasındaki içsavaş, ülkenin mahvını büyük çapta artırmış, onun üretici güçlerinin yeniden yerine konmasını önlemiş ve proletaryaya herhangi başka bir sınıftan daha çok zarar vermiştir. Buna başka şeylerin yanısıra, başlıca yakıtımız olan odunun taşınmasında köylülerin atlarından yararlanılmasını engellediği için ulaşımın ve sanayiin düzelmesini daha da geciktiren 1920 mahsulünün kötülüğü, hayvan yemi kıtlığı ve, hayvanların ölmesi de eklendi.
Bunun sonucunda, 1921 ilkyazında siyasal durum, derhal, alınacak, kararlı ve önemli önlemlerle köylünün durumunun düzeltilmesini ve onların üretici güçlerinin artırılmasını gerektiriyordu. [sayfa 434]
Neden köylülerin de, işçilerin değil?
Çünkü işçilerin durumunu düzeltmek için, tahıllara ve yakıta gereksinme vardır. Bir bütün olarak ulusal ekonomi açısından, en büyük "engel" şimdi budur. Tahılların üretimini ve toplanmasını ve yakıtların toplanmasını ve ulaştırılmasını geliştirmek, ancak köylülerin koşullarını düzeltmekle, ve onların üretici güçlerini artırmakla mümkün olabilir. İşe köylülerden başlamalıyız. Bunu anlayamayanlar, ve köylülerin bu ön plana çıkarılmasını, bunu proletaryanın devrimci iktidardan "vazgeçme" ya da vazgeçmeye benzer bir şey olarak görenler, bir an durup düşünmüyorlar ve laflara kapılıyorlar. Proletaryanın diktatörlüğü, proletaryanın politikayı yönetmesi demektir. Öncü ve egemen sınıf olarak proletarya, politikayı ilkönce en önemli, en "can sıkıcı" sorunu çözecek şekilde yönetmesini bilmelidir. Bugün için en ivedi şey, köylü Sarımının üretici güçlerini derhal artıracak olan önlemleri almaktır. İşçilerin içinde bulunduğu koşulları iyileştirmek ve işçilerle köylüler arasındaki ittifakı sağlamlaştırmak, proletaryanın diktatörlüğünü kuvvetlendirmek ancak bu yolla mümkün olacaktır. İşçilerin durumunu bu yoldan düzeltmeyi reddeden proleter ya da proletarya temsilcisi, gerçekte beyaz muhafızların ve kapitalistlerin suç ortağı olacaktır. Çünkü bu yolu reddetmek, işçilerin meslekî çıkarlarını onların sınıf çıkarlarına üstün tutmak, bütün işçi sınıfının, onun diktatörlüğünün büyük toprak sahiplerine ve kapitalistlere karşı köylülerle ittifakını, emeğin sermayenin boyunduruğundan kurtuluşu için mücadeledeki öncü rolünü, işçilerin günlük, geçici ve kısmî çıkarları uğruna feda etmek demektir.
Bunun için, yapılması gereken ilk iş, köylülerin üretici güçlerini artıracak ivedi ve ciddî önlemlerin alınmasıdır.
Bu, besin politikamızda ciddî bir değişiklik olmadan yapılamaz. Böyle bir değişiklik, fazla ürüne elkonması sistemi yerine hiç değilse yerel ekonomik değişimde, vergi [sayfa 435] ödendikten sonra, geri kalan ürünün serbest ticarete konu olmasını gerektiren aynî verginin konmasıydı.
Aynî verginin, fazla ürüne elkonması sisteminin yerini almasının özü nedir?
Bu konuda yanlış fikirler yaygındır. Bu yanlış fikirler temel olarak, geçişin anlamını araştırmak ya da onun gerektirdiği şeyleri saptamak için hiç bir çabanın gösterilmemesi, değişmenin genel olarak komünizmden genel olarak burjuva düzenine doğru olduğunun düşünülmesi olgusundan kaynaklanmaktadırlar. Bu hatayı önlemek için, kaçınılmaz olarak, Mayıs 1918'de söylenenlere atıfta bulunmak gerekir.
Aynî vergi, aşırı kıtlık, yıkıntı ve savaş yüzünden başvurmak zorunda kaldığımız kendine özgü Savaş Komünizminden, ürünlerin sosyalist değişimine düzenli geçişin biçimlerinden biridir. Buna karşılık, ürünlerin sosyalist değişimi ise, nüfusa küçük köylünün egemen olmasının yarattığı kendine özgü koşullarıyla, sosyalizmden komünizme geçişin biçimlerinden biridir.
Bu kendine özgü "Savaş Komünizmi" sırasında, köylüden bütün fazla ürününü —ve bazan sadece fazla ürünü değil, köylünün yiyecek olarak muhtaç olduğu ürünün bir kısmını da— ordunun gereksinmesini karşılamak ve işçileri beslemek amacıyla aldık. Bunun çoğunu, ilerde karşılığını para olarak ödemek üzere, borç olarak aldık. Bunu yapmasaydık, mahvolmuş (bir küçük köylü ülkesinde büyük toprak sahiplerini ve kapitalistleri yenmemiz mümkün olamazdı. (Sömürücülerimizin dünyanın en kuvvetli ülkelerinden yardım almalarına karşın) zafer kazanmamız, sadece işçi ve köylülerin kurtuluşları için verdikleri mücadelede kahramanlık mucizeleri yaratabileceklerini değil, menşeviklerin, sosyalist-devrimcilerin ve Kautsky ve şürekâsının bu "Savaş Komünizmi" yüzünden bizi itham ettikleri zaman burjuvaziye uşaklık ettiklerini de gösterdi. Bu, bizim lehimize bir husustur. [sayfa 436]
Ama, lehimime olan bu hususun gerçekte nereye kadar gittiğini bilmek de, aynı derecede zorunludur. Savaş ve yıkım, bizi, "Savaş Komünizmi"ne başvurmak zorunda bıraktı, Bu, proletaryanın iktisadî görevlerine uygun düşen bir politika değildi, olamazdı. Geçici bir önlemdi. ^Bir küçük köylü ülkesinde iktidarda bulunan proletaryanın doğru politikası, köylünün gereksinme duyduğu mamul mallar karşılığında köylüden tahıl almaktır. Ancak böyle bir yiyecek politikası proletaryanın görevlerine uygun düşer; ancak böyle bir politika sosyalizmin temellerini kuvvetlendirebilir ve onu tam zafere götürebiliri
Aynî vergi böyle bir politikaya geçiştir. Hâlâ öylesine bir yıkıntı içindeyiz, öylesine savaş (dünkü savaşın ve kapitalistlerin açgözlülüğü ve hiddeti yüzünden yarın patlak verebilecek olan savaş) yükünün altında ezilmiş bir durumdayız ki,/köylülerden aldığımız tahılın hepsi karşılığında', onlara mamul mallar verebilecek durumda değiliz. Bunu bildiğimizden, aynî vergiyi koyuyoruz, yani (ordu ve işçiler için) gereksinme duyduğumuz tahılın asgarisini bir vergi biçiminde alacak ve gerisini mamul maddelerle değişeceğiz.
Ancak, şunları unutmamalıyız: yoksulluğumuz ve yıkıntımız o kadar büyüktür ki, tek bir hamlede büyük-çapta sosyalist devlet sanayiini kuramayız. Bu, büyük sanayi merkezlerinde geniş tahıl ve yakıt stokları biriktirmek, yıpranmış makinelerin yerine yenilerini koymakla vb. gerçekleştirilebilir. Deneyimlerimiz bizi şuna inandırmıştır: bunlar bir hamlede yapılamaz. Ve biliyoruz ki, yıkıcı emperyalist savaştan sonra en zengin ve en ileri ülkeler bile bu sorunu ancak yıllar süren bir dönem sırasında çözebileceklerdir. Bu yüzden, belirli bir oranda devlet makinelerinde büyük hammadde, yakıt ve besin stoklarına gereksinme duymayan ve köylü tarımına derhal yardım elini uzatabilecek ve onun üretici güçlerini artırabilecek olan küçük sanayiin yeniden kurulmasına yardımcı olmak zorunludur. [sayfa 437]
Bunun sonucu ne olacaktır?
Sonuç, küçük-burjuvazinin ve kapitalizmin belirli bir miktar (yerel) serbest ticaret temeli üzerinde canlanması olacaktır. Bundan hiç kuşku yoktur. Buna gözlerimizi kapamak gülünç olur.
Şu soru ortaya çıkar: bu gerekli midir? Haklı gösterilebilir mi? Tehlikeli değil midir?
Bunun gibi pek çok soru sorulmaktadır ve çoğu durumda bu, soruları soranların en azından basitliğini ortaya koymaktadır.
Benim, Mayıs 1918'de, ekonomimizde çeşitli toplumsal-ekonomik kuruluşların unsurlarının (bileşeni oluşturan parçalarının) varlığını ne şekilde tanımladığımı inceleyin. Hiç kimse —Ataerkil, yani yarı-barbar sistemden sosyalist sisteme kadar— ekonominin bu beş biçiminin, bu beş aşamanın (ya da bileşeni oluşturan parçanın) varlığını yadsıyamaz. Bir küçük köylü ülkesine kısmen ataerkil, kısmen küçük-burjuva olan küçük köylü "yapı"sının egemen olduğu kendinden bellidir. Değişim varolduğuna göre, küçük ekonominin gelişmesi, küçük-burjuva-kapitalist gelişmedir. Bu, sokaktaki adamın günlük deneyimi ve gözlemiyle bile doğrulanan, karşı çıkılmaz bir gerçek, ekonomi politiğin basit bir gerçeğidir. Bu ekonomik gerçeklik karşısında, sosyalist proletarya nasıl bir politika izleyebilir? Tahıl ve hammadde karşılığında, küçük köylüye, büyük-çapta sosyalist sanayiin ürettiği mallardan bütün istediklerimi verilmelidir? Bu en çok arzu edilen ve en "doğru" politikadır; başlattığımız politika budur. Ama bütün malları veremeyiz; bundan çok uzağız. Bunu yakın bir zamanda da yapamayız. Hiç değilse ülkenin elektriklendirilmesinin ilk aşamasını tamamlamadan bunu yapamayacağız. O halde, ne yapılmalıdır? Ya, özel, devlete ait olmayan değişimin, yani ticaretin, yani milyonlarca küçük üreticinin bulunduğu yerde kaçınılmaz olan kapitalizmin gelişmesine kilit vurmaya, tamamen yasaklamaya çalışılmalıdır. Ama böyle [sayfa 438] bir politika, onu uygulamaya çalışan parti için, aptalca bir iş ve intihar etmek demek olur. Aptalca olur; çünkü böyle bir politika iktisadî bakımdan olanaksızdır. İntihar etmek demek olur çünkü böyle bir politikayı uygulamaya çalışan parti kaçınılmaz olarak yıkımla karşılaşır. Bazı komünistlerin tam anlamıyla böyle bir politikayı benimsedikleri için "düşündükleriyle, söyledikleriyle ve yaptıklarıyla" hata işlediklerini , kendimizden gizlemeye gerek yoktur. Bu hataları düzeltmeye çalışacağız. Bu hataları mutlaka düzeltmeliyiz, yoksa işlerimiz kötü gidecektir.
Ya da, (ve bu mümkün olan en son ve tek akla-uygun politika olur) kapitalizmin gelişmesine kilit vurulmamalı, onu yasaklamaya çalışılmamalı; bunun yerine, onu, devlet kapitalizmi kanalına yöneltmeye çalışılmalıdır. Bu, iktisadî bakımdan mümkündür, çünkü devlet kapitalizmi —şu ya d,a bu biçimde, şu ya da bu derecede— genel olarak serbest ticaretin ve kapitalizmin Unsurlarının bulunduğu her yerde vardır.
Sovyet devleti ve proletarya diktatörlüğü, devlet kapitalizmi ile birleştirilebilir mi? Bunlar birbiriyle bağdaşabilir mi?
Elbette bağdaşabilir. Mayıs 1918'de iddia ettiğim, tam olarak bu idi. Mayıs 1918'de bu hususu tanıtladığımı umarım. Bundan da öteye, o zaman, küçük mülk sahibi (hem küçük ataerkil, hem küçük-burjuva) unsurla kıyaslandığında, devlet kapitalizminin ileri bir adım olduğunu tanıtladım. Devlet kapitalizmini yalnızca sosyalizmle kıyaslayanlar, bir sürü hata işliyorlar. Çünkü bugünün iktisadî ve siyasal koşulları altında, devlet kapitalizmini, küçük-burjuva üretimiyle de kıyaslamak gerekir.
Hem teorik, hem pratik bakımdan bütün sorun, kapitalizmin (belirli bir dereceye kadar ve belirli bir 3Üre için kaçınılmaz olan) gelişmesini, devlet kapitalizmi kanalına yöneltmenin doğru yöntemlerini bulmak; uzak olmayan bir gelecekte devlet kapitalizminin sosyalizme dönüşmesini güvence altına [sayfa 439] almak için onu hangi koşullarla çevrelemenin gerektiğini saptamaktır.
Bu sorunun çözümüne yaklaşmak için, her şeyden önce, sovyet sistemimiz içinde, sovyet devletimiz çerçevesi içinde devlet kapitalizminin pratikte ne olacağını ve ne olabileceğini mümkün olan en belirgin bir şekilde gözümüzde canlandırmalıyız,
Sovyet hükümetinin, kapitalizmin gelişmesini devlet kapitalizmi kanalına yöneltmesinin, devlet kapitalizmi "aşılama"sının en basit örneği, ayrıcalıklardır. Şimdi hepimiz ayrıcalıkların gerekli olduğu konusunda anlaşıyoruz; ama hepimiz ayrıcalıkların ne anlama geldiği üzerinde düşünmüyoruz. Yukarıda değindiğimiz ekonomi biçimlerinin ışığı altında ve onların karşılıklı ilişkileri açısından, sovyet sistemi altında ayrıcalıklar nedir? Bunlar, küçük mülk sahibi (ataerkil ve küçük-burjuva) unsura karşı sovyet devleti yani proleter devleti ile devlet kapitalizmi arasında bir ittifak, bir blok, bir anlaşmadır. Ayrıcalığı olan bir kapitalisttir. İşini, kapitalist yoldan, kâr amacıyla yönetir. Normal kârın ötesinde ve üstünde, fazla kâr elde etmek amacıyla; ya da başka türlü sağlayamayacağı veya büyük zorlukla sağlayabileceği hammaddeyi elde etmek amacıyla, proleter hükümeti ile bir anlaşma yapmayı istemektedir. Üretici güçlerin gelişmesiyle, derhal ya da çok kısa bir süre içinde malların miktarında artış sağlayarak, sovyet hükümeti kazançlı çıkar. Diyelim ki, yüz tane petrol alanına, maden ve orman bölgesine sahibiz. Bütün bunları geliştiremiyoruz, çünkü makinelere, yiyeceğe ve ulaşım olanaklarına sahip değiliz. Ve bu yüzden de diğer bölgelerin geliştirilmesi için hemen hemen hiç bir şey yapamıyoruz. Büyük işletmelerin yetersiz gelişme düzeyi yüzünden, küçük mülk sahibi unsur her bakımdan yoğunluk kazanmaktadır, ve bu husus çevredeki (ve sonra bütün) köylü tarımının yıkılmasında onun üretici güçlerinin azalmasında, sovyet hükümetine olan güveninin azalmasında, hırsızlığın ve küçük (en tehlikeli) vurgunculuğun, [sayfa 440] vb. yayılmasında yansımaktadır. Sovyet hükümeti, ayrıcalıklar yoluyla, devlet kapitalizmini "aşılayarak" küçük üretime karşı büyük üretimi, geri üretime karşı ileri üretimi, el üretimine karşı makine üretimini kuvvetlendiriyor. Ve sovyet hükümeti, büyük sanayiin imal ettiği mallardan (onun verim yüzdesinden) daha çok miktarda sağlıyor ve küçük-burjuva anarşik ilişkilere karşı, devletin düzenlediği iktisadî ilişkileri kuvvetlendiriyor. Ayrıcalıklar politikasının olumlu ve dikkatli bir şekilde uygulanması, işçilerin ve köylülerin içinde bulundukları koşulların ve sanayiin durumunun (fazla yüksek olmayan, belirli bir derecede) hızla iyileştirilmesinde bize yardımcı olacaktır. Elbette ki, bu belirli fedakârlıklar, en değerli ürünlerden on milyonlarca pud'un[3*] kapitalistlere teslim edilmesi pahasınadır. Ayrıcalıkların, bizim için yararlı ve tehlikesiz olan derecesi ve koşullara, kuvvet ilişkilerine bağlıdır ve mücadele tarafından tayin edilecektir; çünkü ayrıcalıklar da, mücadelenin bir biçimi, sınıf mücadelesinin başka bir biçimde sürdürülmesidir ve hiç bir şekilde sınıf mücadelesinin yerine sınıflar arasında barışın konması değildir. Mücadelenin biçimlerini pratik tayin edecektir.
Sovyet sistemi içindeki diğer devlet kapitalizmi biçimleriyle karşılaştırıldığında, ayrıcalıklar biçiminde devlet kapitalizmi, belki de, en basit, en belirgin, açık ve en kesin olarak tanımlanmış olandır. Burada, en kültürlü, en ileri Batı Avrupa kapitalizmi ile resmî, yazılı bir anlaşmamız var. Kazançlarımızı ve kayıplarımızı, haklarımızı ve yükümlülüklerimizi tam olarak biliyoruz. Ayrıcalıkları ne kadar süre için verdiğimizi biliyoruz. Eğer anlaşma böyle bir tazminatı öngörüyorsa, anlaşmanın sona ermesinden önce tazminatın koşullarını biliyoruz. Dünya kapitalizmine belirli bir "haraç" ödüyoruz; ona bir "fidye" vererek şu ya da bu formüllerle "kendimizi kurtarıyoruz" ve derhal sovyet hükümetinin [sayfa 441] durumunun istikrar kazanmasında belirli bir artış, ekonomimizin koşullarında bir iyileşme sağlıyoruz. Ayrıcalıklar bakımından bütün güçlük, bir ayrıcalık anlaşması yaparken, bütün koşulları iyi düşünmek ve tartmakta ve sonra anlaşmanın yerine getirilişini gözetmeyi başarmakta yatar. Hiç kuşkusuz, burada güçlükler vardır; ve olasıdır ki, başlangıçta hatalar yapmak kaçınılmazdır. Ama bu güçlükler, toplumsal devrimin diğer sorunlarıyla karşılaştırıldığında ve özellikle devlet kapitalizmini geliştirmenin, ona yol vermenin ve onu aşılamanın diğer biçimlerinde sözkonusu olan güçlüklerle karşılaştırıldığında, önemsizdir.
Aynî verginin uygulanmasından bütün Parti ve sovyet işçilerinin karşısında duran en önemli görev, "ayrıcalıklar" politikasının temel ilkelerini (yani, "ayrıcalıklar" politikasına benzeyen, devlet kapitalizmini), kapitalizmin diğer biçimlerine, serbest ticarete, yerel dolaşıma, vb. uygulamayı başarmaktır.
Kooperatifleri ele alalım. Aynî vergi kararnamesinin, kooperatif yönetmeliklerinin derhal yeniden düzenlenmesini ve "özgürlüklerinin" ve haklarının belirli bir miktarda genişletilmesini gerektirmiş olması şaşırtıcı değildir. Kooperatifler de, devlet kapitalizminin, daha az basit olan diğer bir biçimidir. Çizgileri daha az belirgindir, daha karmaşıktır ve bundan dolayı hükümetimiz için daha büyük pratik güçlükler doğurmaktadır. Küçük meta üreticileri kooperatifleri (işçi kooperatiflerinden değil, bir küçük köylü ülkesinde kooperatiflerin egemen ve tipik biçimi olan bu kooperatiflerden söz-ediyoruz) kaçınılmaz olarak kapitalist ilişkiler doğurur, gelişmelerini kolaylaştırır, küçük kapitalistleri ön plana iter ve en çok onlara yararlı olur. Bu başka türlü olamaz, çünkü ülkemizde küçük mülk sahipleri ağır basmaktadır ve değişim mümkün ve zorunludur. Bugün Rusya'ya egemen olan koşullar altında, kooperatif topluluklara verilen özgürlük ve haklar, kapitalizme verilen özgürlük ve haklardır. Bu, apaçık [sayfa 442] gerçeğe gözlerimizi yummak, aptallık ya da suç olur.
Ancak, özel kapitalizmin tersine, sovyet yönetimi altındaki "kooperatif" kapitalizmi, devlet kapitalizminin bir çeşididir ve bu yüzden bugün için elbette ki belirli ölçüler içinde, bizim için yararlıdır. Aynî vergi (vergi şeklinde alınanın üstünde, ve ötesinde kalan) fazla ürünün serbestçe satılması demek olduğuna göre, kapitalizmin bu gelişmesini —çünkü serbest pazar, kapitalizmin gelişmesi demektir— kooperatif kapitalizmi kanalına yöneltmek için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Kooperatif kapitalizmi, muhasebeyi denetimi, gözetimi ve devletle (bu durumda sovyet devletiyle) kapitalist arasında sözleşmeye dayanan ilişkilerin kurulmasını kolaylaştırması bakımından devlet kapitalizmine benzer. Sadece yukarda belirtilen nedenlerden ötürü değil, milyonlarca insanın ve daha sonra nüfusun tümünün birleştirilmesini, örgütlenmesini kolaylaştırdığı için de (ve bu, daha sonraki devlet kapitalizminden sosyalizme geçiş açısından büyük bir kazançtır) kooperatif ticaret, özel ticaretten çok daha yararlı ve kullanışlıdır.
Devlet kapitalizmi biçimleri olarak ayrıcalıklarla kooperatifleri kıyaslayalım. Ayrıcalıklar, büyük makine sanayiine dayanır; kooperatifler, küçük sanayie, el zanaatlarına ve hatta kısmen ataerkil sanayie dayanır. Herbir ayrıcalık anlaşması, tek bir kapitalisti, tek bir firmayı, bir ticarî firmalar birliğini, karteli ya da tröstü ilgilendirir. Kooperatif topluluklar, binlerce hatta milyonlarca küçük mülk sahibini içine alır. Ayrıcalıklar belirli bir süre için yapılan belirli bir anlaşmaya izin verir ve hatta bunların varlığını gerektirir. Kooperatif topluluklar, ne belirli bir anlaşmaya ne de belirli bir sureye izin vermez. Kooperatiflerle ilgili yasayı yürürlükten kaldırmak, bir ayrıcalık anlaşmasını iptal etmekten zordur. Ancak bir anlaşmanın iptali, kapitalist ile yapılan iktisadî ittifakın, ya da iktisadî "birlikte yaşamanın" pratik ilişkilerinde anî bir bozulma anlamına gelir; oysa, kooperatif [sayfa 443] yasasının ya da herhangi bir yasanın yürürlükten kaldırılması, ne sovyet hükümeti ile küçük kapitalistler arasındaki pratik "birlikte yaşamayı" derhal ortadan kaldırır, ne de genel olarak, günlük ekonomik ilişkileri ortadan kaldırabilir. Ayrıcalık sahiplerini "gözetlemek" kolaydır; ama kooperatifçileri gözetlemek kolay değildir. Ayrıcalıklardan sosyalizme geçiş, büyük bîr üretim biçiminden, başka büyük bir üretim biçimine geçiştir. Küçük mülk sahipleri kooperatiflerinden sosyalizme geçiş, küçük üretimden büyük üretime geçiştir, yani daha karmaşık bir geçiştir. Ancak başarıya ulaştığı takdirde, nüfusun daha geniş yığınlarım kapsayabilir, bütün "yeniliklere" inatla direnen, eski, sosyalizm-öncesi ve hatta kapitalizm-öncesi ilişkilerin derin ve daha güçlü köklerini söküp atabilir. Ayrıcalıklar politikası, başarıya ulaştığı takdirde, bize, modern, ileri kapitalizm düzeyi üzerine kurulu, —bizimkilerle kıyaslandığında— mükemmel olan birkaç büyük işletme sağlayacaktır. Birkaç on yıl sonra bu işletmeler tamamen bize geçecektir. Kooperatif politikası, başarıya ulaştığı takdirde, küçük ekonominin yükselmesi ve onun belirsiz bir süre içinde, gönüllü birleşme temeli üzerinde büyük üretime geçişini kolaylaştırma sonucunu verecektir.
Devlet kapitalizminin bir üçüncü biçimini ele alalım. Devlet, kapitalisti, bir tüccar olarak kaydeder ve devlet mallarının satışı ve küçük üreticinin mallarının satın alınması üzerinden ona belirli bir komisyon öder. Bir dördüncü biçim: Devlet, kendisine ait olan bir sınaî kuruluşu, petrol alanını, orman bölgesini, toprağı vb. kapitalist girişimciye belirlibir süre için kiralar. Bu kiralama bir ayrıcalık sözleşmesine çok benzer. Devlet kapitalizminin bu son iki biçimi üzerinde ne sözedilir, ne düşünülür, ne de gözlem yapılır. Bu güçlü ve akıllı olduğumuz için değil, zayıf ve aptal olduğumuz içindir: "çıplak gerçeğin" içine dikine bakmaktan korkarız ye çoğu zaman "büyük bir aldanışa" boyuneğeriz. Durmadan [sayfa 444] kapitalizmden sosyalizme "geçtiğimizi" yineliyoruz, ama "bizim" kim olduğumuza ilişkin açık bir tablo elde etmek sıkıntısına katlanmıyoruz. Bunu unutmamamız için, 5 Mayıs 1918 tarihli makalemde sıraladığım ulusal ekonomimizi meydana getiren bütün unsurların —eksiksiz— bütün listesini daima aklımızda tutmalıyız. "Biz", proletaryanın öncü, ileri müfrezesi, doğrudan doğruya sosyalizme geçiyoruz; ama ileri müfreze bütün proletaryanın küçük bir kesiminden, bütün proletarya ise bütün nüfusun küçük bir kesiminden ibarettir. Ve "bizim" sosyalizme doğrudan geçiş sorunumuzu başarıyla çözebilmemiz için, kapitalizm-öncesi ilişkilerden sosyalizme geçiş için hangi ara yolların, yöntemlerin, vasıtaların ve araçların gerekli olduğunu anlamalıyız. Bütün sorun budur.
RSSFC'nin haritasına bir bakın. Vologda'dan kuzeye, Rostov-on-Don'dan ve Saratov'dan güney-doğuya, Orenburg'-dan ve Omsk'dan güneye, Toms'dan kuzeye, düzinelerle büyük uygar devletlerin yer alabileceği kadar büyük alanlar vardır. Ve bütün bu alanlar üzerinde ataerkillik, yarı-barbarlık ve tam barbarlık egemendir. Köyleri, demiryollarından, yani kültürle, kapitalizmle, büyük üretimle, büyük kentlerle maddî ilişkiden ayıran fersahlarca uzanan patikaların bulunduğu, daha doğrusu patikaları bile olmayan toprakların bulunduğu Rusya'nın geri kalan uzak köylü bölgelerine ne demeli? Ataerkillik, oblomovizm ve yarı-barbarlık bu bölgelerde de egemen değil mi?
Rusya'ya egemen olan bu koşullardan sosyalizme doğrudan geçiş, düşünülebilir mi? Evet, bir dereceye kadar düşünülebilir, ancak, tamamlanmış olan dev bir bilimsel çalışmanın sayesinde niteliğini artık tam olarak bildiğimiz bir koşulla. Bu koşul, elektriklendirmedir. Eğer düzinelerle yerel elektrik enerjisi istasyonu inşa edersek (bunların nerede ve nasıl inşa edileceğini biliyoruz), bu istasyonlardan bütün köylere elektrik enerjisi verebilirsek, yeterli sayıda elektrik [sayfa 445] motoru ve diğer makineleri sağlayabilirsek, ataerkillikle sosyalizm arasında ara bağlantılara ya da geçiş aşamalarına gereksinmemiz olmayacak ya da çok az olacak. Ama biliyoruz ki, bu "tek" koşulun birinci aşamasını tamamlamak için en azından on yıl gereklidir. Bu sürecin kısalması, İngiltere, Almanya ya da Amerika gibi ülkelerde proletarya devriminin zafere ulaşması halinde ancak düşünülebilir.
önümüzdeki birkaç yıl içinde, ataerkillikten, küçük üretimden sosyalizme geçişi kolaylaştıracak ara bağlantılar üzerinde düşünmeyi öğrenmeliyiz. "Bizler" daha hâlâ, sık sık "kapitalizmin kötü, sosyalizmin iyi" olduğu iddiasını yineleyip duruyoruz. Ama böyle bir iddia yanlıştır; çünkü bu iddia, bütün varlığını sürdüren ekonomik biçimleri hesaba katmamakta ve aralarından sadece ikisini seçip almaktadır.
Sosyalizmle kıyaslandığında kapitalizm kötüdür. Küçük üreticilerin dağınıklığıyla ilgili olan ataerkillikle, küçük üretimle, bürokrasiyle kıyaslandığında kapitalizm iyidir. Küçük üretimden doğrudan doğruya sosyalizme geçmemiz mümkün olmadığı sürece, küçük üretimin ve değişimin basit bir sonucu olan bir miktar kapitalizm kaçınılmazdır. Ve, bunun için, küçük üretimle sosyalizm arasındaki ara bağlantı olarak, üretici güçleri artırmanın bir aracı, bir yolu, bir yöntemi olarak kapitalizmden yararlanmalıyız (ve özellikle onu devlet kapitalizmi kanalına yöneltmeliyiz).
Bürokrasinin kötülüklerinin ekonomik yönüne bir gözatın. 5 Mayıs 1918'de bunların hiç birisini görmemekteyiz. Ekim devriminden altı ay sonra, eski, bürokratik mekanizmayı tepeden tırnağa değiştirdikten sonra onun kötülüklerinden hiç birini hissetmedik.
Aradan bir yıl geçti. Rus Komünist Partisinin Sekizinci Kongresinde (18-23 Mart 1919) yeni bir parti programı kabul edildi ve bu programda —tehlikeyi kabul etmekten korkmayarak, onu ortaya koymayı, teşhir etmeyi, gözler önüne sermeyi, ona karşı savaşma fikrini ve iradesini, enerjisini ve eylemini [sayfa 446] uyandırmayı arzu ederek— açıkça "Sovyet sisteminde bürokrasinin kısmî bir canlanışı"ndan sözediyoruz.
Aradan iki yıl daha geçti. 1921 ilkyazında, bürokrasi sorununu görüşen Sovyetlerin Sekizinci Kongresinden (Aralık 1920) sonra, ve bu kötülüklerin tahlili ile ilgili görüş ayrılıklarını toplayan Rus Komünist Partisi Onuncu Kongresinden (Mart 1921) sonra, bu kötülüklerin daha açık, daha belirgin ve daha tehdit edici bir şekilde durduğunu görüyoruz. Bürokrasinin iktisadî kökleri nelerdir? İki temel kökü vardır: gelişmiş bir burjuvazi, birinci olarak, işçilerin (ve kısmen köylülerin) devrimci hareketine karşı kullanılmak üzere öncelikle askerî olan bürokratik bir işleyişe ve ikinci olarak yargısal vb. işleyişe gereksinme duyar. Bizde bu yoktur. Bizim mahkemelerimiz, burjuvaziye karşı yöneltilen sınıf mahkemeleridir. Ordumuz, burjuvaziye karşı yöneltilmiş bir sınıf ordusudur. Bürokrasinin kötülükleri orduda değil, ona hizmet eden kurumlarda vardır. Bu ülkede bürokrasinin farklı iktisadî kökleri vardır: yoksulluğu, kültürsüzlüğü, bilisizliği ile küçük üretimin dağınık ve yayılmış karakteri, yolların olmayışı, tarımla sanayi arasında değişimin bulunmayışı, bu ikisi arasında bağın ve karşılıklı ilişkinin bulunmayışı. Bu, geniş çapta içsavaşın sonucudur. Abluka altında olduğumuz, her yandan kuşatıldığımız, bütün dünyadan ve tahıl yetiştiren güneyden, Sibirya'dan, kömür havzalarından koparıldığımız bir sırada, sanayii yeniden kuramazdık. Hiç duraksamadan "Savaş Komünizmine" geçmek, en tehlikeli aşırı uçlara kadar gitmeyi göze almak zorundaydık. Yarı-aç ve bundan daha da kötü bir yaşamı sürdürmek, ama ne pahasına olursa olsun, görülmemiş yıkıntı ve iktisadî ilişkilerin yokluğuna, işçi ve köylü yönetimini kurtarmak için dayanmak, sosyalist-devrimcileri ve menşevikleri korkutan şeyin, bizi korkutmasına izin vermedik (gerçekte bunlar, daha çok, korktukları için, burjuvazinin peşinden gittiler). Abluka altına alınmış, kuşatılmış bir kalede kazanılan zaferin koşullarından biri, en son beyaz muhafızın [sayfa 447] nihayet RSSFC topraklarından sürülmesinden sonra, 1921 ilkyazında olumsuz yanını gösterdi. Kuşatılmış kalede, bütün ticarete "kilit vurmak" mümkün ve zorunlu idi; olağanüstü bir kahramanlık gösteren yığınlarla bu duruma üç yıl dayanabilirdi. Ondan sonra, küçük üreticinin mahvı arttı, büyük üretimin yeniden kurulması yine gecikti, ertelendi. Bürokrasi "kuşatmanın" bıraktığı bir miras olarak, ezilen ve parçalanan küçük üreticinin üstyapısı olarak kendini tam olarak gösterdi.
Onunla daha sağlam bir şekilde mücadele etmek için, tekrar işe başlamak için bir kötülüğü kabul etmeyi öğrenmeliyiz. Pek çok defa ve çalışmamızın bütün alanlarında tamamlanmamış olanı tamamlamak ve soruna farklı yaklaşım yöntemleri seçmek için, işe, yeniden ta başından başlamak zorunda kalacağız. Büyük üretimin yeniden kurulmasında bir gecikme olduğu açıktır. Sanayi ile tarım arasındaki değişime "kilit vurulması" dayanılmaz bir hal almıştır. Bu yüzden, çabalarımızı, yapılması mümkün olan şeye toplamalıyız: yani küçük sanayii yeniden kurmalı, işe bu taraftan başlamalı, savaş ve ablukanın birlikte yıktığı yapının bu yanını desteklemeliyiz. Kapitalizmden korkmadan, ticareti geliştirmek için ne pahasına olursa olsun mümkün olan her şeyi yapmalıyız. Çünkü kapitalizme koymuş olduğumuz sınırlamalar (iktisadî alanda büyük toprak sahiplerinin ve burjuvazinin mülksüzleştirilmesi, siyasal alanda işçi ve köylülerin egemenliği) yeteri kadar dar, yeteri kadar "ılımlı"dır. Aynî verginin dayandığı temel fikir budur: iktisadî anlamı budur.
"Küçük" araçlarla, küçük çapta olsa da, küçük yerel sanayii geliştirmek suretiyle ona yardım ederek, köylü tarımını hızla yükseltmek amacıyla, bütün parti ve sovyet işçileri, bütün çabalarını, bütün dikkatlerini, iktisadî kuruluş çalışmasında —güberniyelerde, daha da çok uyezdlerde, daha da çok volostlarda ve köylerde— yerel teşvikte toplamalıdırlar. Bütün halindeki devlet ekonomi planı bütün dikkat ve ihtimamın, "ivediliğin" üzerinde toplanması gereken noktanın [sayfa 448] bu olmasını gerektiriyor. Bu alanda en derin ve en geniş "temele" en yakın yerde gerçekleştirilecek belirli derecede bir ilerleme, büyük sanayiin en enerjik ve en başarılı şekilde yeniden kuruluşuna, en hızlı bir geçişe yolaçacaktır.
Bugüne kadar, gıda maddelerinin sağlanması işinde çalışan işçi, tek bir temel talimat bilmiştir: tahıl tahsisatını yüzde 100 topla. Simdi ona başka bir talimat var: verginin % 100'ünü en kısa zamanda topla ve ardından büyük ve küçük sanayiin ürünleri ile yapılan değişim karşılığında bir % 100 daha topla. Verginin yüzde 75'ini ve büyük ve küçük sanayi ürünleri karşılığında (ikinci yüzün) yüzde 75'ini toplayanlar, verginin yüzde 100'ünü ve değişimle (ikinci yüzün) yüzde 55'ini toplayanlardan daha yararlı ve ulusal önemi olan bir iş yapmış olurlar. Besin maddeleri sağlayan işçinin görevi, şimdi daha karmaşık hale gelmiştir. Bir yanda, malî bir görev: yergiyi mümkün olan en kısa zamanda ve en rasyonel bir şekilde topla. Öte yanda, genel ve iktisadî görev: kooperatifleri yönetmeye çalış, küçük sanayie yardımcı ol, tarımla sanayi arasındaki değişimi artıracak şekilde yerel inisiyatifi geliştir ve devamlı olmasını sağla. Bürokratik pratiğimiz bu işi hâlâ kötü bir şekilde yaptığımızı gösteriyor. Bu alanda' kapitalistten pek çok şey öğrenebileceğimizi, ve öğrenmemiz gerektiğini kabul etmekten korkmamalıyız. Çeşitli bölgelerde, uyezdlerin, volostların ve köylerin pratik deneyimlerini kıyaslayacağız: belirli bir yerde, küçük ve büyük özel kapitalistler şu kadar elde etmişlerdi. Bu, onların yaklaşık kârıdır. Bu kâr, kapitalistin yediği haraçtır; ondan "öğrendiğimiz" şeyler karşılığında ödediğimiz ödentidir. Bir şeyler öğrenirsek bu ödentiyi ödemekten kaçınmayacağız. Komşu bölgede kooperatif yöntemleriyle bu kadarı elde edilmiştir. Kooperatiflerin kârları şu kadardır. Ve üçüncü bir yerde, tamamen devlet yöntemleriyle şu kadar elde edilmiştir (bugünkü dönemde bu üçüncü hal, az bulunan bir istisna olacaktır). [sayfa 449]
Her yerel ekonomi merkezinin ve Guberniye Yürütme Komitesinin topladığı her ekonomik konferansın en başta gelen görevi, aynî vergi ödendikten sonra derhal geri kalan fazla stokla çeşitli deneyler ya da "değişim" sistemleri düzenlemektir. Birkaç ay içinde kıyaslama ve inceleme için pratik sonuçlar elde edilmelidir. Yerli ya da ithal edilmiş tuz; en yakın kentten sağlanan parafin yağı; el emeğine dayanan tahta işleme sanayii; belirli, belki de fazla önemi olmayan, ama yine de köylüler için gerekli ve yararlı maddeler üreten ve yerli hammadde işleyen zanaatlar; "beyaz kömür'.' (küçük yerel su gücü kaynaklarından elektriklendirme için yararlanılması) vb., bütün bunları, ne pahasına olursa olsun tarımla sanayi arasındaki değişimi harekete geçirmek için.çalışır hale getirmelidir. Bu ajanda en iyi sonuçları alanlar, özel kapitalizm yoluyla olsa da, kooperatifler olmaksızın olsa da, bu, kapitalizmi doğrudan devlet kapitalizmine dönüştürmese de, komünizmin saflığı üzerinde "kafa yoran", devlet kapitalizmi ve kooperatifler için nizamnameler, kurallar koyan, ama ticareti harekete geçirmek için pratik hiç bir şey yapmayanlardan çok daha fazla, bütün Rusya'da, sosyalizmin kurulması davasına hizmet edeceklerdir.
Özel sermayenin sosyalizme yardımcı olması çelişkili bir durum değil midir?
Hiç de çelişkili değildir; bu, reddedilmez bir iktisadî gerçektir. Ulaşımın son derece altüst bir halde olduğu bir küçük-köylü ülkesi, —ulaşım sistemini ve büyük sanayii denetleyen— proletaryanın siyasal rehberliğinde olan ve savaştan ve ablukadan henüz çıkmakta olan bir ülke sözkonusu olduğuna göre bundan şu sonuçlar çıkar: birinci olarak, yerel değişim bugün için birinci derecede önem kazanır ve ikinci olarak, sosyalizme (devlet kapitalizmi şöyle dursun) özel kapitalizm vasıtasıyla destek olma olanağı mevcuttur.
Laflar üzerinde daha az tartışalım! Daha böyle çok tartışmalar olacak. Daha çeşitli pratik deneyim ve bu deneyim [sayfa 450] üzerinde daha çok inceleme yapmak zorundayız. Belirli koşullar altında, yerel çalışmalara örnek örgütlenme, en küçük çapta olsa bile, merkezî devlet çalışmalarının pek çok dalından daha büyük ulusal öneme sahiptir. Genel olarak köylü tarımı bakımından ve özel olarak sınaî ürünlerin tarımsal fazla ürünle değişimi bakımından bu anda içinde bulunduğumuz koşullar tam olarak budur. Tek bir volostta bile bu alanda örnek örgütlenme, herhangi bir Halk Komiserliğinin merkez örgütlenmesinde yapılacak "örnek" iyileştirmeden çok daha büyük önem taşır; çünkü merkez örgütümüz son üç-buçuk yıl içinde öylesine genişlemiştir ki, belirli bir derecede' zararlı olan bir atalet kazanmıştır. Kısa zamanda bunu her-' hangi bir ölçüde iyileştirmemiz olanaksızdır, çünkü bunu nasıl yapacağımızı bilmiyoruz. Bu durumu kökten iyileştirme işinde, bir taze kuvvetler akını sağlamada, bürokrasiye karşı etkili bir şekilde mücadele ve zararlı ataleti yenmede gerekli olan destek, küçük bölgelerden aşağı katlardan, küçük çapta da olsa bir "bütün"ün örnek örgütlenmesiyle gelmelidir. "Bütün" diyorum ve yalnızca bir çiftliği, sanayiin tek bir dalını, tek bir fabrikayı değil, ama ekonomik ilişkilerin bir bütününü, sadece küçük bir bölgede de olsa ekonomik değişimin bir bütününü anlatmak istiyorum.
Merkezde çalışma zorunda olanlarımız en alçakgönüllü ve kısa zamanda başarılabilir boyutlarla da olsa, örgütü iyileştirme ve onu bürokrasiden temizleme görevine devam edeceklerdir. Ancak, bu görevin yerine getirilmesinde en büyük yardım yerel bölgelerden geliyor ve gelecek. Genel olarak görebildiğim kadarıyla, işler merkeze göre yerel bölgelerde çok daha iyi gidiyor; ve bunun nedeni açıktır, çünkü doğal olarak, bürokrasi belası merkezde toplanmıştır. Bu bakımdan Moskova en kötü durumda olan kenttir ve genel olarak Cumhuriyetin en kötü "yeri"dir. Yerel bölgelerde durum iyi, orta ve kötü arasında değişmektedir ve kötü durumlara, iyi durumlara göre daha az raslanmaktadır. [sayfa 451]
Kötüye yönelik sapmalar, komünistleri kendi çıkarları uğruna pohpohlayan ve arasıra köylülüğe kargı nefret verici vahşet ve zulüm gösterileri yapan daha önceki hükümet görevlileri, toprakbeyleri, burjuvalar ve bütün diğer ayaktakımının neden olduğu zararlardır. Bu, terörist bir temizlik hareketini, ivedi yargılamaları ve vurucu bir gücü gerektirir. Bırakalım. Martov'lar, Çernov'lar ve onlar gibi partisiz küçük-burjuvalar göğüslerini yumruklayarak haykırsınlar: "Tanrım sana şükürler olsun ki ben bunlar gibi değilim ve asla terörizmi kabul etmedim." Bu ahmaklar terörizmi kabul etmezler, çünkü işçileri ve köylüleri aldatan beyaz muhafızların kölece suç ortaklan olmayı yeğlerler. Sosyalist-devrimciler ve menşevikler "terörizmi kabul etmezler", çünkü "sosyalizm" bayrağı altında yığınları beyaz muhafız terörizminin merhametine teslim etme görevlerini yerine getirmektedirler. Rusya'daki Kerenski rejimi ve Kornilov ayaklanması ve Sibirya'daki Kolçak rejimi ve Gürcistan'daki menşevizm bunun kanıtıdır. Finlandiya'da, Macaristan'da, Avusturya'da Almanya'da, İtalya'da, İngiltere’de vb.'deki İkinci Enternasyonal ve "İki-buçukuncu" Enternasyonal kahramanları bunun kanıtıdır. Bırakalım beyaz muhafız terörizminin dalkavuk suç ortakları terörizmin tümünü reddettikleri çamurda yuvarlansınlar. Biz acı ve kesin gerçekten sözedeceğiz. Eski bağların kopması ve 1914-18 emperyalist savaşını —ki bu dünyanın bütün ülkeleri anlamını taşır— izleyen sınıf mücadelesinin yoğunlaşması sonucu, eşi görülmemiş bir bunalımla kuşatılmış olan ülkelerde, ikiyüzlülere ve lafebelerine karşın terörizmden vazgeçilemez. Ya Amerikan, İngiliz (İrlanda), İtalyan (faşistler), Alman, Macar ve diğer tip beyaz muhafız burjuva terörizmi ya da kızıl, proleter terörizmi. Orta yol, "üçüncü" bir yol yoktur ve olamaz da.
İyiye doğru yönsemeyi, bürokrasinin kötülüklerine karşı mücadelede kazanılan başarı, işçilerin ve köylülerin gereksinmelerinin giderilmesinde gösterilen büyük özen, ulusal ekonomiyi[sayfa 452] geliştirmek, emeğin üretkenliğini artırmak ve tarımla sanayi arasında yerel değişimi geliştirmek konusundaki duyarlılık göstermektedir. İyi örnekler, kötü örneklerden çok daha fazla sayıda oldukları halde, yine de bunlara çok az raslanmaktadır. Ama, iyi örnekler vardır. Bütün yerel bölgelerde içsavaşın ve yoksulluğun çelikleştirdiği yeni, genç, taze komünist güçler ortaya çıkmaktadır. Bu güçlerin aşağı konumdan yukarı konuma sistematik olarak yükselmesini sağlamak konusunda halen çok az çalışıyoruz. Bu iş daha ısrarlı bir şekilde ve bugün yapıldığından daha geniş çapta yapılabilir ve yapılmalıdır, Öte yandan, bazı işçiler, merkezden yerel bölgelere nakledilebilir ve nakledilmelidir. Ekonomik çalışmayı örnek bir şekilde bir bütün olarak örgütleyecekleri uyezdlerin ve volostların yöneticileri olarak, merkezde belirli bazı işleri görerek yapacaklarından çok daha fazla ulusal önem taşıyan bir iş yapacaklar ve daha çök yararlı olacaklardır. Çalışmanın örnek bir biçimde örgütlenmesi, yeni işçilerin yetiştirilmesine yardımcı olacak ve diğer bölgelerin daha kolaylıkla izleyecekleri örnekler sağlayacaktır. Merkezde olan bizler, bütün ülkedeki diğer bölgeleri "iyi" örnekleri izlemeye teşvik edebiliriz ve hatta bunu onlar için zorunlu kılabiliriz.
Tarımla sanayi arasındaki "değişimi", aynî vergi ödendikten sonra geriye kalan fazlanın, küçük başlıca el zanaatlarına dayanan sanayi ürünleri ile değişimini geliştirme işi, kendi öz doğası gereği, bağımsız, yetenekli ve akıllı yerel inisiyatifi gerektirir. İşte bu nedenden, bugün uyezdlerdeki ve volostlardaki çalışmaları örnek bir biçimde örgütlemek, ulusal açıdan olağanüstü önem taşımaktadır. Askerî sorunlarda, örneğin son Polonya savaşında, bürokratik hiyerarşi ilkesinden ayrılmaktan çekinmedik. Cumhuriyet Devrimci Askerî Konseyi üyelerinin (bir yandan merkezdeki daha yüksek düzeydeki görevlerini muhafaza ederken) "rütbelerini indirmekten", onları daha aşağı düzeydeki görevlere vermekten [sayfa 453] çekinmedik. Simdi Ulusal Merkez Yürütme Komitesinin üyelerini ya da Kollegyum üyelerini ya da diğer yüksek konumları olan yoldaşları uyezdlerde hatta volostlarda çalışmaya neden göndermeyelim? Kuşkusuz bunu yapmaya utanacak kadar "bürokratlaşmadık". Buna sevinerek razı olacak, merkez organlarında çalışan düzinelerle işçi bulacağız. Bütün Cumhuriyetin iktisadî gelişmesi bundan çok şey kazanacaktır ve örnek uyezdler ya da örnek volostlar sadece büyük bir rol değil, keşin olarak belirleyici ve tarihsel bir rol oynayacaklardır.
Bu arada şu noktayı belirtelim. Küçük ama yine de önemli bir koşul olarak, vurgunculuğa karşı mücadelede gerekli olan ilke değişikliğine dikkat edilmelidir. "Meşru" ticareti, devlet denetiminden kaçmayan ticareti desteklemeliyiz; bu çeşit ticareti geliştirmek yararımızadır. Ama vurgunculuk, siyasal ve iktisadî anlamda, "meşru" ticaretten ayırdedilemez. Serbest ticaret, kapitalizmdir. Kapitalizm, vurgunculuktur. Buna gözlerimizi yummak gülünç olur.
Bu durumda ne yapmalıyız? Vurgunculuğun cezalandırılmayacağını mı ilân edeceğiz?
Hayır. Vurgunculukla ilgili bütün yasaları gözden geçirmeli ve yeniden tasarlamalıyız ve bütün hazırlıkların, devlet denetim, gözetim ve muhasebesinden her türlü doğrudan ya da dolaylı, açık ya da gizli kaçamakların cezalandırılacak bir suç olduğunu ilân etmeliyiz (ve gerçekten üç misli daha ağır bir şekilde kovuşturmalıyız). (Halk Komiserleri Konseyi şimdiden vurgunculuğa karşı yasaların yeniden gözden geçirilmesi işine başlamış, yani Halk Komiserleri Konseyi bu işe başlanmasını emretmiştir.) Sorunu ancak bu şekilde koyarak kapitalizmin kaçınılmaz ve bir ölçüde zorunlu olan gelişmesini, devlet kapitalizmi kanalına sokma işinde başarı kazanacağız. [sayfa 454]


SİYASAL ÖZET VE ÇIKARILAN SONUÇLAR

Kısaca da olsa, siyasal duruma, yukarda özetlediğim iktisadî gelişmelere bağlı olarak gösterdiği şekillenme ve değişmelere değinmek zorundayım.
1921'de ekonomimizin temel özelliklerinin, 1918'deki özelliklerle hâlâ aynı olduğunu söylemiş bulunuyorum. 1921 ilkyazında, öncelikle mahsulün azlığı ve hayvanların ölmesi yüzünden, köylülerin durumu, savaşın ve ablukanın sonucunda zaten son derece kötü iken, daha da kötü bir hal aldı. Bu, genel olarak, küçük üreticinin öz "niteliğini" ifade eden bir siyasal bocalamaya yolaçtı. Bu bocalamanın en göze çarpan ifadesi, Kronstadt ayaklanmasıdır.
Kronstadt olaylarının en karakteristik özelliği, küçük-burjuva unsurun bocalamağıdır. Ortada tam olarak formüle edilmiş, açık ve belirli hiç bir şey yoktu. "Özgürlük", "serbest ticaret", "kurtuluş", "bolşeviklerin olmadığı Sovyetler", parti "diktatörlüğünden" kurtulma, ya da Sovyetlerde yeni seçimler vb. hakkında bulanık sloganlar duyduk. Hem menşevikler, hem de sosyalist-devrimciler, Kronstadt olaylarının "kendilerine ait" olduğunu ilân ettiler. Viktor Çernov, Kronstadt'a bir ulak gönderdi. Bu ulağın önerisi üzerine Kronstadt liderlerinden biri olan menşevik Valk, Kurucu Meclis istedi. Derhal, denebilir ki, bir anda şimşek hızıyla beyaz muhafızlar bütün güçlerini "Kronstadt için" seferber ettiler. Kronstadt'taki beyaz muhafız askerî uzmanları, sadece Kozlovski değil çok sayıda uzman, Oranienbaum'a kuvvet çıkarılması için bir plan hazırladılar. Bu plan, bocalayan menşevikleri, sosyalist-devrimcileri ve partili-olmayan unsurları ürküttü. Yurtdışında yayınlanan elliden fazla Rus beyaz muhafız gazetesi, "Kronstadt için" azgın bir kampanya yürütmeye başladılar. Büyük bankalar, finans kapitalin bütün kuvvetleri, Kronstadt'a yardım için para topladılar. Burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin zeki lideri kadet Milyukov, safdil [sayfa 455] Viktor Çernov'a doğrudan doğruya (ve dolaylı olarak, Kronstadt olayları ile ilgileri yüzünden Petrograt'ta hapis olan menşevik Dan ve Rojlov'a), sabırla, Kurucu Meclis konusunda acele etmeye hiç gerek olmadığını ve bolşeviklerin olmadığı bir sovyet hükümetinin desteklenebileceğini ve desteklenmesi gerektiğini anlattı.
Küçük-burjuva lafazanlığının kahramanı Çernov ya da ''marksizme" benzesin diye boyanmış küçük-burjuva reformizminin şövalyesi Martov gibi kendini beğenmiş bön kimselerden daha akıllı olmak, elbette, kolaydır. Dikkati çekmek istediğimiz konu, Milyukov'un birey olarak, daha zeki olması değil, ama sınıfsal durumu, büyük burjuvazinin parti lideri olması nedeniyle, olayların sınıf sal özünü ve karşılıklı etkileme ilişkisini, küçük-burjuvazinin liderlerinden Çernov'lar ve Martov'lardan. daha açıkça görmesi ve kavramasıdır. Burjuvazi, gerçekten, kapitalist düzende, hem monarşi hem de en demokratik cumhuriyet rejimi altında, kaçınılmaz olarak egemen olan ve yine kaçınılmaz olarak dünya burjuvazisinin desteğini alan bir sınıf kuvvetidir, Ama küçük-burjuvazi, yani İkinci Enternasyonalin ve "İki-buçuk"uncu Enternasyonalin kahramanları, durumun iktisadî niteliği gereği, sınıfsal iktidarsızlığın ifadesinden başka bir şey olamaz. Bocalamaları, lafebelikleri ve zavallılıkları bu yüzdendir. 1789'-da küçük-burjuvalar hâlâ büyük devrimciler olabiliyordu. 1848'de gülünç ve acınacak bir haldeydiler. 1917-1921'de oynadıkları gerçek rol, adları Çernov ye Martov, ya da Kautsky, MacDonald, vb. olsun, gericiliğin iğrenç suç ortaklığı ve düpedüz ona yardakçılıktır.
Berlin'deki gazetesinde Martov, Kronstadt'ın sadece menşevik sloganlar benimsemekle yetinmeyip, tamamen beyaz muhafızların, kapitalistlerin ve büyük toprak sahiplerinin hizmetinde olmayan bir bolşevik aleyhtarı hareketin mümkün olduğunu kanıtladığını ilân ettiği zaman, küçük-burjuva kendini beğenmişliğinin iyi bir örneğini verdi. Gerçekte [sayfa 456] söylediği şuydu: "Bütün gerçek beyaz muhafızların Kronstadt isyancılarına alkış tuttuğu ve Kronstadt'a yardım için bankalar kanalıyla para topladığı gerçeğine gözlerimizi kapayalım!" Çernov'lar ve Martov'larla kıyaslandığında Milyukov haklıdır, çünkü o sadece gerçek beyaz muhafız kuvvetin, kapitalistlerin ve toprak ağalarının kuvvetinin asıl taktiklerini ortaya koymaktadır. Gerçekte şunu söylemektedir: "Bolşevikler devrildiği sürece, ister sağa, ister sola, ister menşeviklere, ister anarşistlere olsun, bolşevikler olmadıktan sonra, iktidarın eldeğiştirmesi sözkonusu olduğu sürece, ister anarşist, isterse herhangi türden bir Sovyet hükümeti olsun, kimi desteklediğimizin önemi yoktur." Ondan sonrasını "biz" Milyukov'lar, "biz" kapitalistler, gerisini "biz" büyük toprak sahipleri "kendimiz" hallederiz. Sibirya'da Çernov ve Mayski'ye, Macaristan'da Çernov ve Martov'lara, Almanya'da Kautsky'ye ve Viyana'da Friedrich Adler ve şürekâsına yaptığımız gibi, anarşistleri tekmeleyeceğiz, Çernov ve Martov'lara iyi bir dayak attıktan sonra onları dışarı atacağız. Gerçek, pratik burjuvazi bu saf kendini beğenmişlerin —menşevikler, sosyalist-devrimciler ya da partili-olmayan— yüzlercesini aldatmış ve bütün ülkelerdeki bütün devrimlerde bunları pek çok kez kapı dışarı etmiştir. Bunu tarih tanıtlamıştır; olaylar doğrulamıştır. Kendini beğenmişler gevezelik edecek; Milyukov'lar ve beyaz muhafızlar iş yapacaktır.
Milyukov şunları söylemekte son derece haklıdır: Biraz sağa, biraz sola olsun, eğer iktidar bolşeviklerden giderse mesele yoktur; gerisi kendiliğinden gelecektir. Bu, bütün ülkelerdeki devrimlerin tarihinin, ortaçağdan bu yana modern tarih dönemini oluşturan yüzyılların doğruladığı bir sınıfsal gerçektir. Dağınık küçük üreticiler, köylüler, iktisadî bakımdan ve siyasal bakımdan ya burjuvaziyle birleşirler (kapitalist düzende bütün ülkelerde ve bütün modern devrimlerde böyle olmuştur ve kapitalist düzende her zaman böyle [sayfa 457] olacaktır) ya da proletarya ile (modern tarihin en büyük devrimlerinin bazılarının doruğunda çok kısa dönemler için, en ilkel biçimle böyle oldu; 1917-1921'de Rusya'da daha gelişmiş bir biçimiyle böyle olmuştur). Ancak kibirli kendini beğenmişler "üçüncü" bir yol, "üçüncü" bir kuvvet hakkında gevezelik edebilir, hayal kurabilirler.
Büyük güçlüklerle ve ölüm-kalım mücadelelerinin ortasında bolşevikler, yönetme yeteneği olan bir proleter öncüsü yetiştirdiler. Proletaryanın diktatörlüğünü başarıyla kurdular ve savundular. Dört yıllık pratik deneyimin sınavından sonra, Rusya'daki sınıf kuvvetleri arasındaki ilişki, gün gibi açık bir biçimde ortaya çıkmıştır: biricik devrimci sınıfın su, verilerek çelikleştirilmiş öncüsü; yalpalayan küçük-burjuva unsur ve ülke dışında hazırol durumda gizlenen ve dünya burjuvazisi tarafından desteklenen Milyukov'lar, kapitalistler ve büyük toprak sahipleri. Herhangi bir "iktidar değişikliğinden" ancak sonuncuların yararlanacağı açıktır.
Yukarıya aktardığımız 1918 tarihli broşürde, şu nokta çok açık bir şekilde belirtilmişti: "Başlıca düşman", "küçük-burjuva unsur"dur. "Ya bu küçük-burjuvaziyi denetim ve gözetim altına alırız, ya da onlar, hiç kuşkusuz ve kaçınılmaz olarak, devrimin, tıpkı aynı küçük mülkiyet toprağından devrildiği gibi, işçilerin iktidarını devirirler. Mesele budur. Başka türlü olamaz." (5 Mayıs 1918 tarihli broşürden alınmıştır.)
Kuvvetimiz, Rusya'daki ve bütün dünyadaki, bütün mevcut sınıf kuvvetleri hakkındaki berrak bilgimizde ve bunlar hakkındaki ciddî tahminlerimizde; ayrıca, bundan doğan enerjide, demirden sağlamlıkta, kararlılıkta ve mücadeleye bağlılıkta yatar. Birçok düşmanlarımız vardır, ancak bunlar dağınıktırlar ya da (bütün küçük-burjuvalar, bütün Martov ve Çernov'lar, bütün partili-olmayan unsurlar, bütün anarşistler gibi) ne istediklerini bilmemektedirler. Ama biz, birlik halindeyiz: doğrudan doğruya kendi aramızda ve [sayfa 458] dolaylı olarak bütün ülkelerin proleterleriyle. Biz tam olarak ne istediğimizi biliyoruz. Dünya çapında yenilmezliğimizin nedeni budur. Ancak, bu, tek tek proleter devrimlerinin uzun ya da kısa süreler için yenik düşmesi olasılığını hiç bir şekilde ortadan kaldırmaz.
Küçük-burjuva unsura, unsur denmesi boşuna değildir. Çünkü bu, gerçekten özelliği olmayan, belirsiz ve bilinçsiz bir şeydir. Küçük-burjuva kendini beğenmişler, "genel oy hakkının", kapitalist düzende, küçük üreticinin niteliğini ortadan kaldırdığını sanırlar. Gerçekte "genel oy hakkı", kapitalist düzende, kilisenin, basının, öğretmenlerin, polisin, militaristlerin ve binlerce çeşit ekonomik baskının desteğiyle burjuvaziye yardım eder. Burjuvazinin dağınık küçük üreticileri kendisine bağımlı kılmasına yardım eder. Yıkıntı, yoksulluk ve zorlu yaşam koşullan yalpalamaya yolaçar: bir gün burjuvaziye doğru, başka bir gün proletaryaya doğru. Bu yalpalamaya dayanabilecek ve onu yenebilecek olan, yalnızca proletaryanın çelikleşmiş öncüsüdür.
1921 ilkyazındaki olaylar, sosyalist-devrimcilerin ve menşeviklerin oynadığı rolü bir kez daha ortaya koymuştur: Yalpalayan küçük-burjuva unsurun bolşeviklerden uzaklaşmasına, kapitalistlerin ve toprak ağalarının yararına olarak bir "iktidar değişikliği "ne yolaçmasına yardım ediyorlar. Menşevikler ve sosyalist-devrimciler şimdi kendilerini partisiz olarak gizlemeyi öğrendiler. Bu, tamamen tanıtlanmıştır. Ancak ahmaklar bunu görmeyebilir, aldatılmamıza izin vermememiz gerektiğini anlamayabilir. Partisizler toplantıları bir put değildir. Siyasal bakımdan henüz olgunlaşmamış yığınlara, politikanın dışındaki milyonlarca emekçiye yaklaşmamıza hizmet ederlerse, bunlar yararlıdır. "Partisizlik" kılığına bürünmüş menşeviklere ve sosyalist-devrimcilere bir platform temin ederlerse zararlıdırlar. Bu kimseler ayaklanmalara, beyaz muhafızlara yardım ediyorlar. Açık ya da partisiz olarak gizlenmiş menşeviklerin ya da sosyalist-devrimcilerin [sayfa 459] yeri partisizler toplantıları değil, cezaevidir. (Ya da beyaz mu hafızlarla yanyana yabancı gazetelerdir; Martov'un yurtdışına gitmesine sevinerek izin verdik.) Yığınların neler hissettiklerini bulmanın ve onlara daha da yaklaşmanın başka yöntemlerini bulabiliriz ve bulmalıyız. Parlamentarizmle, Kurucu Meclislerle, partisizler toplantılarıyla vakit geçirmek isteyenlere yurtdışına gitmeleri gerektiğini öneriyoruz. Martov'un yanına giderek "demokrasi"nin tadına bakabilirler; Wrangel'in askerlerine bunun tadını sorun. "Toplantılardaki" "muhalefetle" kaybedecek vaktimiz yok: "Kendi adamlarını" geri getirmek için, büyük toprak sahiplerini ve burjuvaziyi yerine iade etmek için, her yalpalama işaretini dikkatle izleyen dünya burjuvazisi tarafından kuşatılmış bulunuyoruz. İster bir "partisizlik" kisvesine bürünsünler, isterlerse bunu açıkça ilân etsinler, mengevikleri ve sosyalist-devrimcileri cezaevlerinde tutacağız,
Mümkün olan her yoldan siyaset alanında olgunlaşmamış emekçi yığınlarıyla daha yakın ilişkiler kuracağız, ama menşeviklere ve sosyalist-devrimcilere fırsat veren, Milyukov'a yarayan yalpalamalara fırsat veren yöntemler kullanmayacağız. Milyukov'un o kadar yararına olan menşevik ve sosyalist-devrimci dersleri bir mektep kitabından okuyabilmek için kendilerini partisiz olarak "gizleyenleri" değil, yüzlerce partisizi, yığınlar arasından gerçek partisizleri, işçi ve köylüler arasından en aşağı tabakayı, özellikle sovyetik çalışmaya, öncelikle iktisadî çalışmaya teşvik için büyük çaba harcayacağız. Yüzlerce partisiz bizim için çalışmaktadır. Ve bunlardan düzinelercesi çok önemli ve sorumluluk gerektiren konumdadır. Onların çalışma biçimlerine daha çok dikkat göstermeliyiz. En aşağı düzeyden binlerce işçiyi teşvik etmek için, onları sistematik olarak ve ısrarla sınamak ve bu mevkilere lâyık olduklarını gösterdikleri takdirde onların yüzlercesini daha yüksek mevkilere tayin etmek için daha çok çalışmalıyız. [sayfa 460]
Komünistlerimiz gerçek yönetsel görevlerini daha hâlâ yeterince anlamıyorlar: kendilerini yıpratarak, yeteri kadar iş yapmayarak, yirmi işe birden başlayıp hiç birinin sonunu getirmeyerek, "her şeyi kendileri" yapmaya uğraşmamalıdırlar. Düzinelerce ve yüzlerce yardımcının çalışmalarını denetlemeli, bu çalışmaların aşağıdan yani gerçek yığınlar tarafından denetlenmesini sağlamalıdırlar. Çalışmaları yönetmeli ve büyük üretimi örgütleme konusunda deneyimi (kapitalistler) ve, bilgisi (uzmanlar) olanlardan öğrenmelidirler. Askerî uzmanların onda-dokuzu her fırsatta ihanet etmeye muktedir oldukları halde, akıllı bir komünist, bir askerî uzmandan bilgi almaktan çekinmeyecektir. Akıllı bir komünist (kapitalistin bir ayrıcalık sahibi ya da bir komisyoncu ya da kooperatif üyesi küçük bir kapitalist, vb. olmasına bakmaksızın) kapitalistten öğrenmekten korkmayacaktır; kapitalist, askerî uzmandan daha iyi olmadığı halde, Kızıl Ordu'da ihanet eden askerî uzmanları yakalamayı, namuslu ve vicdan sahibi olanları ayırmayı ve, genel olarak, binlerce ve onbinlerce askerî uzmandan yararlanmayı öğrenmedik mi? (Kendine özgü bir biçimde) aynı şeyi öğretmenler ve mühendisler için de yapmayı öğreniyoruz. Bunu Kızıl Ordu'da yaptığımızdan çok daha kötü bir şekilde yapıyorsak da. (Çünkü Kızıl Ordu'da, Denikin ve Kolçak bizi kamçıladı; daha çabuk, daha gayretli ve daha akıllı bir şekilde öğrenmeye zorladı.) (Yine kendine özgü bir biçimde) aynı şeyi komisyoncularla, devlet için çalışan alıcılarla, küçük kooperatif kapitalistleriyle, girişimci ayrıcalık sahipleriyle, vb. yapmayı öğreneceğiz.
İşçi ve köylü yığınlarının durumu derhal iyileştirilmelidir. Bunu, partili-olmayan güçler dahil yeni güçleri yararlı çalışmalara sokarak başaracağız. Aynî vergi ve buna bağlı olan önlemler, bunu kolaylaştıracaktır. Bu yolla, küçük üreticinin kaçınılmaz yalpalamalarının iktisadî kökünü kurutacağız. Sadece Milyukov'a yarayan siyasal yalpalamalara gelince, [sayfa 461] onlara karşı amansızca mücadele edeceğiz. Yalpalayanların sayısı çoktur: biz ise. azız. Yalpalayanlar dağınıktır; biz ise birlik halindeyiz. Yalpalayanlar iktisadî bakımdan bağımsız değillerdir; proletarya bağımsızdır. Yalpalayanlar ne istediklerini bilmiyorlar: çok kötü bir şey yapmak istiyorlar, ama Milyukov onları bırakmıyor. Biz ise ne istediğimizi biliyoruz.
Ve bunun için kazanacağız.


SONUÇ

Özetleyelim.
Aynî vergi, Savaş Komünizminden ürünlerin düzenli sosyalist değişimine geçiştir.
1920 mahsulünün kötülüğünün doğurduğu geniş çaptaki yıkım, büyük sanayiin hızla yeniden kurulmasına olanak olmaması nedeniyle, bu geçişi ivedilikle zorunlu kılmıştır.
Bu yüzden, yapılacak ilk iş, köylülerin durumunu düzeltmektir. Bunun yolları, aynî vergidir, tarımla sanayi arasında değişimin geliştirilmesi ve küçük sanayiin geliştirilmesidir.
Değişim, serbest ticarettir, kapitalizmdir. Küçük üreticinin dağınıklığını yenmede ve bir ölçüde bürokrasinin kötülüklerine karşı mücadelede bize yardımcı olduğu kadarıyla yararlıdır. Ne kadar yararlı olacağını pratik deneyim belirleyecektir. Proletarya, iktidarı, sağlam bir şekilde elinde tuttuğu sürece, ulaşımı ve büyük sanayii sağlam bir şekilde kendi ellerinde tuttuğu sürece, proletarya iktidarı tehlikede değildir.
Vurgunculuğa karşı mücadele, hırsızlığa ve devlet gözetim, muhasebe ve denetiminden kaçmalara karşı mücadeleye dönüştürülmelidir. Kaçınılmaz ve belirli bir ölçüde bizim için gerekli olan kapitalizmi, bu denetim yoluyla, devlet kapitalizmi kanalına sokacağız. [sayfa 462]
Tarımla sanayi arasındaki değişim teşvik edilirken yerel inisiyatifin ve bağımsız hareketin gelişmesine her türlü olanak tanınmalıdır. Bu, en geniş çapta ve ne pahasına olursa olsun yapılmalıdır. Bu alanda edinilen deneyimler üzerinde çalışılmalıdır ve bu deneyim mümkün olduğu kadar çeşitlendirilmelidir.
Köylü tarımına yardım eden ve onu iyileştiren küçük sanayie yardım edilmelidir. Belirli bir ölçüde bu yardım, devlet stoklarından verilen hammadde şeklinde yapılabilir. Bu hammaddeleri işlenmeden bırakmak en büyük suç olur.
Komünistlerin, tüccarlar, kooperatif üyesi küçük kapitalistler ve kapitalistler dahil, burjuva uzmanlardan "öğrenmelerinden" korkmamalıyız. Farklı bir şekilde olsa da, askerî uzmanlardan öğrendiğimiz gibi onlardan da öğrenmekten korkmamalıyız. "Öğrenilenlerin" sonuçlan, sadece pratik deneyimle ve işleri, sizin tarafınızda olan burjuva uzmanlarından daha iyi yapmakla sınanmalıdır. Sanayide ve tarımda bir ilerleme sağlamak ve aralarında değişimi geliştirmek için her yolu deneyin. "Öğrenim karşılığında ödeyeceğiniz para"yı esirgemeyin: bir şeyler öğrenecek olursak, hiç bir bedel fazla olmayacaktır.
Emekçi halk yığınlarına yardım etmek', onlara yakınlaşmak, iktisadî yönetim işi için onlar arasından yüzlerce ve binlerce partisiz yetiştirmek için elinizden gelen her şeyi yapın. Ancak Kronstadt stilinde son moda, partisiz kılığına bürünmüş menşeviklerden ve sosyalist-devrimcilerden başkaları olmayan "partisizlere" gelince; saf demokrasinin bütün nimetlerinden serbestçe yararlanabilmeleri ve Çernov, Milyukov ve Gürcü menşevikleriyle serbestçe fikir teatisinde bulunabilmeleri için Berlin'e, Martov'un yanına gönderilmeli ya da cezaevlerinde emniyet altında tutulmalıdırlar. [sayfa 463]


21 Nisan 1921
1921 Mayısında, broşür olarak basılmıştır.





Dipnotlar

[1*] K. Marks, F. Engels, Gotha ve Erfurt Programlarının Eleştirisi, Sol Yayınları, Ankara 1976, s. 31. –Ed.
[2*] Friedrich Engels, Almanya'da Burjuva Demokratik Devrim , "Fransa'da ve Almanya'da Köylü Sorunu", Sol Yayınları, Ankara 1975, s. 430. -Ed.
[3*] Pud — yaklaşık olarak 16 kg'a eşit bir Rus ağırlık bîrimi. -Ed.
__________________



Az Olsun Temiz Olsun


DEVLET aygıtımızı yetkinleştirmek konusundaki düşüncem, İşçi ve Köylü Müfettişliğinin nicelik peşinde koşmaması ya da acele etmemesi gerektiği yolundadır. Bugüne dek devlet aygıtımızın etkinliğine dikkat etmek ve bu konuda düşünmek için o kadar az zamanımız oldu ki, eğer onu özel bir özenle oluşturmak ve İşçi ve Köylü Müfettişliğinde yüksek nitelikte bir insangücü, yani onu en iyi Batı modellerine göre geride bırakmayacak bir insangücü toplamak oldukça meşru bir iş olacaktır. Elbette bu, sosyalist bir Cumhuriye için oldukça mütevazı bir şeydir. Ama ilk beş yıllık deneyimlerimiz, kafalarımızı güvensizlik ve şüphecilikle tıka-basa doldurdu. Örneğin "proleter kültürü'' üzerinde çok fazla ve (sayfa 503) çok kolayca inceleme yapanlar karşısında bu duyguya eğilimimiz var: başlangıçta gerçek bir burjuva hükümetiyle yetinmek zorundayız; başlangıçta burjuva öncesi kültürle, yani bürokratik ya da feodal kültürle vb. Dolu olan tiplere gerek duymadan iş yapabilmekten hoşnut olmak zorundayız. Kültür konusunda acelecilik ve yarışma en zararlı olan şeylerdir. Birçok genç yazarımız ve komünistimiz bunu akıllarına çok iyi yerleştirmelidirler.
Dolayısıyla, devlet aygıtı konusundaki geçmiş deneyimlerimizden, daha yavaş ilerlememizin daha iyi olacağı sonucuna varmalıyız.
Devlet aygıtımız o kadar -sefil demezsek- üzücü durumdadır ki, önce, onun kusurlu yanlarını önlemeye çalışma yollarını ciddi olarak düşünmek zorundayız; unutmayalım ki bu kusurlu yanların kökleri, devrilmiş ama henüz ortadan kalkmamış olan geçmiştedir; uzun süredir tamamlanmış bir kültürel aşama sözkonusu değildir. Bilerek kültür diyorum, çünkü bu konularda ancak bizim kültürümüzün toplumsal yaşantımızın, alışkanlıklanlığımızın içine girmiş olanyara gerçekleşmiş gözüyle bakabiliriz. Toplumsal düzenimizde iyi olanın tam anlamıyla incelenmediğini, kavranılmadığını ve hissedilmediğini söyleyebilirim; iyi olana alelacele dörtelle sarıldık; doğrulanmadı ya da sınavdan geçirilmedi, deneylerle desteklenmedi ve dayanıklı hale getirilmedi vb.. Elbette gelişmenin başdöndürücü bir hızla ilerlediği beş yıllık bir zaman aralığında, çarlıktan sovyet sistemine geçtiğimiz devrimci bir dönemde, başka türlüsü olamazdı.
Artık bu konunun çaresine bakmanın zamıanı gelmiştir. Çok hızlı ilerlemeye, övünmeye, vb. karşı etkili bir şüphecilik göstermek zorundayız. Her saat açıkladığımız, her dakika kabul ettiğimiz ve sonradan da her saniye zayıflığını, tutarsız ve anlaşılmaz niteliğini kanıtladığımız ileri adımları sağlamlaştırmak zorundayız. Burada en zararlı şey, acelecilik olacaktır. En zararlı şey, bildiğimiz azıcık şeyin yeterli olduğuna (sayfa 504) ya da gerçekten yeni bir devlet aygıtı, gerçekten sosyalist, sovyetik vb. diye adlandırılmaya layık bir devlet örgütünün kurulması için elimizde önemli sayıda gerekli unsurun bulunduğu varsayımına güvenmemizdir.
Hayır, biz böyle bir aygıta sahip değiliz ve hatta onu yaratabilmek için gülünç derecede az unsura sahibiz. Ve biz onun kurulması için zaman sınırlaması koymamalıyız. Bu, çok çok yılımızı alacaktır.
Bu aygıtı kurmak için elimizde hangi unsurlar var? Sadece iki. Bunlardan birincisi, sosyalizm mücadelesine dalmış olan işçilerdir. Bu unsıırlar yeterince eğitilmemişlerdir. Bize daha iyi bir aygıt kurmak isterler ama bunu nasıl yapacaklarını bilememektedirler. Bu aygıtı kuramazlar. Bunun için gerekli olan kültürü henüz geliştirememişlerdir; ve gerekli olan, kültürdür. İşleri koşturarak, aniden harekete geçerek, pür-telaş ve enerji ile ya da genel olarak insan niteliklerinin en iyilerinden birisinden yararlanmak suretiyle yapmakla bir şey elde edemeyiz. İkincisi, bilgi, eğitim ve öğrenim unsurlarımız var ama bunlar diğer ülkelere göre gülünç derecede yetersiz.
Burada unutmamamız gereken bir şey var: Bilgi yoksunluğumuzu heyecan, acele vb. ile karşılayabilmek ya da karşılayabileceğimizi hayal etmemek için çok gayretliyiz.
Devlet aygıtımızı yenılemek için ne pahasına olursa olsun, ilkönce öğrenmeye başlamamız, ikinci olarak öğrenmeye başlamamız ve üçüncü olarak yine öğrenmeye başlamamız gerekiyor. Ve öğrenmenin ölü bir mektup ya da moda olan günlük bir tümce olarak kalmamasına (ki bunun sık sık başımıza geldiğini açık yüreklilikle kabul etmemiz gerek), öğrenmenin bizim öz varlığımızın bir parçası haline gelmesine, ve öğrenmenin gerçekten ve tam anlamıyla bizim toplumsal yaşantımızı oluşturan unsurlardan biri haline gelmesine dikkat etmeliyiz. Kısacası Batı Avrupa burjuvalarının istemlerini değil ama sosyalist bir ülke olma yolundaki (sayfa 505) bir ülkeye uygun düşen istemleri ileri sürmeliyiz.
Yukarıda söylenenlerden çıkarılması gereken sonuçlar şunlardır: İşçi ve Köylü Müfettişliğini gerçekten örnek bir kurum, bizim devlet aygıtımızı geliştirecek bir araç haline getirmeliyiz.
Onun istenen yüksek düzeye ulaşabilmesi için şu kuralı izlemeliyiz: ''elbisenizi kesmeden önce yedi kez ölçün''.
Bu amaçla, toplumsal düzenimizde en iyi ne varsa ondan yararlanmalı ve yeni Halk Komiserliğini kurmak için ondan en büyük dikkat, düşünce ve bilgi ile yararlanmalıyız.
.Bu amaçla, toplumsal düzenimiz içinde sahip olduğumuz. en iyi unsurlar -örneğin ilk olarak ileri işçiler ve ikincisi lafazanlığa kulak asmayacaklarına ve bilinçlerine ters düşen tek bir söz bile etmeyeceklerine inandığımız gerçekten aydınlanmış unsurlar- zorlukları kabullenmekten kaçınmamalı ve kendilerine göre edindikleri amacı ciddi olarak başarabilmek için hiç bir mücadeleden geri durmamalıdırlar.
Beş yıldır devlet aygıtımızı geliştirme yolunda telaşlı bir çaba içindeyiz ama bu, yalnızca bu beş yıl boyunca yararsızlığı ve hatta boşluğu ve hatta zararı kanıtlanmış bir telaş olmaktan ileri gidememiştir. Bu telaşlı çaba bizim bir şeyler yapmakta olduğumnuz izlenimini yaratmaktaydı ama gerçekte yapılan şey yalnızca kurumlarımızı ve beyinlerimizi doldurmaktan ibaretti.
Her şey değişeli çok zaman oluyor. Şu kuralı izlemeliyiz: az olsun, temiz olsun. Şu kuralı izlemeliyiz: iki ya da üç yıl içinde nitelikli insangücü elde etmek, hiç bir şey elde etme umudu olmaksızın telaşla iş yapmaktan iyidir.
Bu kurala uymanın ve bizim içinde bulunduğumuz koşullarda onu uygulamanın zorluğunu biliyorum. Bunun karşıtı olan kuralın binlerce açık nokta bularak kendine yol açacağını biliyorum. Büyük bir direncin gerekeceğini, müthiş bir inadın gerekeceğini, en azından ilk birkaç yılda bu (sayfa 506) alandaki işlerin çok zor olacağını biliyorum. Bununla birlikte, ancak bu tür bir çabayla amacımıza ulaşabileceğimizden eminim; ve ancak bu amaca ulaşmakla, gerçekten sovyet, sosyalist ve buna benzer isimlerle çağrılmaya layık bir cumhuriyet yaratacağız.
Birçok okur ilk yazımda* örnekleme yoluyla aktardığım sayıların çok küçük olduğunu düşünebilirler. Bunun böyle olduğunu kanıtlayacak birçok hesaplama yapılabilir. Ama bir şeyi, yani gerçekten örnek bir nitelik elde etme isteğimizi her şeyin ve diğer bütün hesaplamaların üzerinde tutmamız gerektiğini düşünüyorum.
* Bkz: V. Lénine, Oeuvres, Paris-Moscou, t. 33, s. 495-500. -Ed.
Devlet aygıtımızı geliştirmek için gerçekten ciddiyetle çalışmak zamanının en sonunda gelip çattığım düşünüyorum. Bunu yaparken acelecilikten daha zararlı bir şeyi az buluruz. Sayıların yükseltilmesine karşı güçlü bir uyarıda bulunmamın nedeni budur. Benim kanıma göre, biz, tam tersine, bu konuda sayıları özellikle idareli kullanmalıyız. Açık yüreklilikle şunu belirtelim: bugün İşçi ve Köylü Müfettişliği Halk Komiserliği en ufak bir yetkiye sahip değildir. Eğer gerçekten, birkaç yıl içinde, birinci olarak, örnek bir kurum olacak, ikinci olarak herkesin mutlak güvenini kazanacak ve üçüncü olarak da herkese ve her bir kişiye Merkez Denetim Komisyonu adlı yüksek kurumun faaliyetlerinin gerekli olduğunu kanıtlayacak bir kurum yaratmak istiyorsak bunu sıkısıkıya kafalarımıza yerleştirmeliyiz. Benim kanıma göre, büro görevlilerinin sayılarına ilişkin genel normları hemen ve kesin olarak reddetmeliyiz. İşçi ve Köylü Müfettişliğinde çalışacak kişileri özel bir dikkat göstererek ve ancak en ciddi testten geçirerek seçmeliyiz. Gerçekten, idare edip giden, en ufak bir güvene bile sahip olmayan ve sözü hiç bir ağırlık taşımayan bir Halk Komiserliğini kurmanın ne anlamı var? Bana göre, bugün kafamızda yer alan Yeniden Kurma işini başlatmanın temel amacı, bütün bunları engellemektedir. (sayfa 507)
Merkez Denetim Komisyonunun üyeleri olarak listemize aldığımız işçiler, kusursuz komünistler olmalıdırlar ve kanıma göre, onlara işlerinin yöntem ve amaçlannı öğretmek için yapılması gereken çok şey var. Üstelik, bu işte yardımcı olmak üzere belirli sayıda sekretere gerek vardır. Bu sekreterlerin, işe alınmadan önce, üçlü bir teste tabi tutulmaları gerekir. Son olarak, kural-dışı durumlarda bizim doğrudan doğruya İşçi ve Köylü Müfetliğinin görevlileri olarak kabul edeceğimiz memurlar aşağıdaki koşullara uymalıdırlar:
Birincisi, birkaç komünist bu kişileri tavsiye etmelidir.
İkincisi, bizim devlet aygıtımız konusundaki bilgilerinin sınandığı bir testten geçmelidirler.
Üçüncüsü, devlet aygıtımıza ilişkir teorinin temel ilkelerini, yönetimin, cansıkıcı büro işleri vb.'nin temel ilkelerini bildikleriri kanıtlayacak bir testten geçmelidirler.
Dördüncüsü, bu kişiler Merkez Denetim Komisyonu üyeleri ve kendi sekreterlikleri ile o kadar yakın bir uyum içinde çalışmalıdırlar ki, biz, bütün aygıtın çalışmasıra kefil olabilelim.
Bunların olağanüstü sert gerekler olduğunu biliyorum ve İşçi ve Köylü Müfettişliğindeki ''pratik'' işçilerin çoğunluğunun bu gereklerin uygulanamaz olduğunu söyleyeceklerinden ve bunlara dudak bükeceklerinden çok korkuyorum. Şimdi İşçi ve Köylü Müfettişliğinin bugünkü önderlerinden birisine ya da bu kuruluş ile ilgili olan herhangi birisine soruyorum: Aynen İşçi ve Köylü Müfettişliği gibi, bir Halk Komiserliğinin pratik amacının ne olduğunu dürüstçe söyleyebilirler mi? Bu sorunun, onların bu önlemin anlamını kavramalarına yardımcı olacaklarını sanıyorum. Ya bu umutsuz iştendolayı kurduğumuz sayısız yeniden örgütlendirmelerden bir fazlasına sahip olmak gereksizdir, ya da biz, gerçekten yavaş, zor ve alışılagelenlerin dışındaki yöntemlerle (sayfa 508) ve bu yöntemleri tekrar tekrar test ederek işe girişmeli gerçekten örnek bir şey, sadece rütbe ve etiketine göre değil ama erdemlerinden dolayı dostun-düşmanın saygısını kazanacak bir şey yaratmalıyız.
Kendimizi sabırla silahlandırmazsak, eğer bu göreve bir kaç yılımızı adamazsak, hiç girişmeyelim daha iyi.
Kanımca, çok acele ederek pişirip kotardığımız en az sayıdaki daha yüksek düzeyli iş araştırma kurumlarını seçmeli, bunların doğru dürüst örgütlenip örgütlenmediklerine bakmalı ve ancak modern bilimin yüksek standartlarını sağlayan ve bizi onun bütün kazançlarıyla donatan bir biçimde çalışmalarını sürdürmelerine izin vermeliyiz. Eğer böyle yaparsak, birkaç yıl içinde, işlevlerini yerine getirebilecek devlet aygıtımızı geliştirmek üzere sistemli ve kararlı bir biçimde çalışabilecek, sırtını işçi sınıfının, Rus Komünist Partisinin ve Cumhuriyetimizin bütün halkının güvenine dayamış bir kuruma sahip olacağımızı umut etmek hayalcilik olmayacaktır.
Bunun hazırlık hareketi bir an önce başlatılmalıdır Eğer İşçi ve Köylü Müfettişliği Halk Komiserliği bugünki yeniden örgütlendirme planını kabul edecek olursa, görev tamamlanıncaya dek, acele etmeksizin ve yapılmış olanı değiştirmek için duraksamaksızın, şimdi hazırlık adımları atabilir ve sistematik olarak çalışabilir.
Bu konudaki herhangi bir yarı-gönüllü çözüm tamamıyla zararlı olacaktır. İşçi ve Köylü Müfettişliği kadrosunun büyüklüğü konusunda, bundan başka bir hesaba dayalı bir önlem, aslında, eski bürokratik hesaplara, eski önyargılara mahkum edilen, evrensel olarak küçük düşürülen vb. ne varsa ona dayalı olacaktır.
Kısaca sorun şudur:
Ya biz gerçekten devlet örgütlenmesi konusunda bir şeyler öğrendiğimizi kanıtlayacağız (ki beş yılda bir şeyler öğrenmiş olmamız gerekir), ya da bu konuda yeterince olgun (sayfa 509) olmadığımızı kanıtlayacağız. Eğer durum ikincisine uyuyorsa, o zaman görevi hiç yüklenmeyelim daha iyi.
Kanımca, en azından bir Halk Komiserliğini uygun insan-gücü ile sistematik olarak yeniden kurabilecek kadar şey öğrendiğimizi düşünmek, kendini beğenmişlik olmaz. Gerçekten, bu tek Halk Komiserliği bizim bütün devlet aygıtımızın modelini oluşturacaktır. Bir an önce, genel olarak emeğin örgütlenmesi ve özel olarak da yönetim konusunda iki ya da daha fazla ders kitabının derlenmesine ilişkin bir yarışma açmalıyız. Yermanki'nin basılı bulunan kitabı temel olarak alınabilir. Bununla birlikte, parantez içinde şunu söyleyelim: Yermanki açık açık menşevizme yakınlık duymaktadır ve sovyet düzeniyle ilgili ders kitapları düzenlemek için uygun bir kişi değildir. Kerjentsev'in yakında yayımlanan kitabını da temel olarak alabiliriz ve kullanılabilecek durumda olan diğer kısmi ders kitapları da yararlı olabilir.
Birçok kalifiye ve çalışkan kişileri dokümanlar toplamak ve bu sorunu incelemek üzere Almanya'ya ya da İngiltere'ye göndermeliyiz. Amerika'ya ya da Kanada 'ya insan yollamak mümkün olmaz diye İngiltere'den sözettim.
İşçi ve Köylü Müfettişliğinin müstakbel görevlileri için; ve aynen Merkez Denetim Komisyonu adayları için bir ön sınav programı hazırlayacak bir komisyon atamalıyız.
Elbette, bu ve buna benzer önlemler halk komiserine ya da İşçi ve Köylü Müfettişliği yüksek okuluna ya da Merkez Denetim Komisyonu Prezidyumuna hiç bir zorluk çıkarmayacaktır.
Buna paralel olarak, Merkez Denetim Komisyonu üyeliği için aday seçecek bir hazırlık komisyonu atanmalıdır. Bu görev için, bizim sovyet yüksek okul öğrencileri arasından olduğu kadar, bütün bölümlerde çalışan deneyim sahibi işçiler arasından da yeterli sayının üstünde aday bulacağımızı umuyorum. Önceden şu ya da bu kategoriyi dışarda (sayfa 510) bırakmak yanlış olur. Büyük bir olasılıkla, bu kurum için, birçok niteliği ve birbirine benzemeyen erdemleri birleştiren karmaşık bir bileşim yeğlenecektir. Sonuç olarak, aday listelerinin oluşturulma işi çok yüklü bir çalışma gerektirecektir. Örneğin, yeni Halk Komiserliği kadrosunun tek tip kimselerden, sadece memurlardan oluşması ya da propagandacı tipteki kişiler ya da temel niteliği girişkenlik olan ya da bu alanda memurların hiç alışkın olmadıkları çevrelere sızma yeteneği olan kişileri bu kadronun dışında tutmak en az istenen bir durumdur.


*

Eğer planımı akademik kurumların planı ile karşılaştırırsam, düşüncemi en iyi şekilde anlatmış olacağımı sanıyorum. Onların prezidyumlarının rehberliginde, Merkez Denetim Komisyonunun üyeleri, sistematik olarak Politbüronun bütün kağıtlarını ve dokümanlarını incelemek zorundadır. Üstelik, zamanlarını, en küçük ve özel mülk olan bürolardan en yüksek devlet kurumlarına dek, bizim kurumlarımızdaki rutini araştırmak üzere, çeşitli işler için doğru bir biçimde bölmek zorundadırlar. Ve son olarak, işlevleri, teorinin incelenmesini, yani kendilerini adamaya karar verdikleri işin örgütlenme teorisini ve emeğin örgütlenmesi için kurulmuş daha yüksek düzeyli kuruluşlardaki daha yaşlı yoldaşların ya da öğretmenlerin rehberliginde gerçekleştirecekleri pratik çalışmayı içerecektir.
Bununla birlikte, kendilerini bu türden akademik çalışmayla sınırlamanın gerekli olacağını sanmıyorum. Bunun yanısıra, kendilerini, dolandırmaları demeyeyim ama ona benzer şeyleri yakalamayı öğrenmek diye adlandırmaktan çekinmeyeceğim göreve hazırlanmaları ve kendi hareketlerini, kendi yaklaşımlarını vb. maskelemek için kendine özgü düzenler bulmaları gerekecektir. (sayfa 511)
Eğer bu tür öneriler Batı Avrupa hükümet kurumlarında ortaya konulsaydı, korkutucu bir dargınlıkla, moral bir kızgınlık duygusuyla vb. ayağa kalkarlardı; ama bizim bunu yapabilecek kadar bürokratikleşmediğimize inanıyorum. NEP, henüz bir kimsenin yakalanabileceği düşüncesinden şaşkına dönmemize neden olacak kadar saygı kazanmayı başaramamıştır. Sovyet Cumhuriyetimizin o kadar yakın geçmişte bir kuruluşu vardır ki ve etrafı öyle eski, kullanılmayan eşya yığınları ile doludur ki, dolaplarla, ıssız kaynaklara yöneltilen araştırmalarla bazan daha çok onları incelememiz gerektiği düşüncesi karşısında şaşırmayı aklından geçirecek kişi az bulunur. Ve bu düşünce ile şaşkına dönecek kişi olsa bile, kendisini gülünecek bir kişi yapacağından emin olabiliriz.
Umalım ki, yeni İşçi ve Köylü Müfettişliğimiz Fransızların pruderie* dedikleri, bizim ise gülünç yapmacık ya da gülünç böbürlenme diyebileceğimiz tamamıyla sovyet ve parti bürokrasimizin çıkarlarına yarayacak davranışlarda bulunan şeyi terketsinler. Parantez içinde şunu söyleyelim: Sovyet ofislerinde olduğu gibi Parti ofislerinde de bürokratlarımız var.
* Erdemlilik taslama. -ç.
Yukarda, emeğin daha yüksek örgütlenmesi, vb. için enstitülerde çalışmamız, çok çalışmamız gerektiğini söylediğimde, hiç bir şekilde bir okul odasında olduğu gibi ''çalışma"yı kastetmedim ya da kendimi ancak bir okul odasında olduğu gibi çalışmak düşüncesi ile sınırlamadım. Tek bir gerçek devrimcinin bile, bu durumda, bazı yarı-mizah yollu hileye, kurnazca hileye, biraz dolap çevrime ya da benzer bir şeye sapmayı içine alan ''çalışmaları'' reddettiğimi [düşünerek -ç.] kuşku duymayacağını umarım. Batı Avrupa'nın ağırbaşlı ve ciddi devletlerinde böyle bir düşüncenin herkesi dehşete düşüreceğini ve tek bir dürüst memurun gözönüne bile almayacağını biliyorum. Böyle olmakla birlikte, (sayfa 512) henüz bu denli bürokratik olmadığımızı ve böyle bir düşüncenin aramızda tartışılmasının eğlenceden öteye bir şey doğurmayacağını umuyorum.
Gerçekten, niçin yarar ile zevki birleştirmemeli? Saçma olan, zararlı olan, yarı-saçma ve yarı-zararlı vb. olan bir şeyin gerçek yüzünü açığa vurmak için niçin biraz şakacı ya da yarı-şakacı bir hileye sapmamalı?
Eğer İşçi ve Köylü Müfettişliği bu düşünceleri incelemeyi üstlenirse, kanımca, çok kazançlı çıkacaktır ve Merkez Denetim Komisyonumuzun ve onun İşçi ve Köylü Müfettişliğindeki meslektaşlarının kazandıkları en parlak birçok zaferin listesi, Merkez Denetim Komisyonumuzun ve İşçi ve Köylü Müfettişliğimizin gelecekteki üyelerinin akılkârı ve ciddi ders kitaplarında değinilmesi hiç uygun olmayan yerlerdeki oldukça fazla sayıdaki kahramanlıkları ile zenginleşecektir.


*

Bir parti kurumu bir sovyet kurumu ile nasıl birleştirilebilir? Bu öneride uygun düşmeyen bir şey yok mudur?
Ben bu soruları kendi payıma değil ama yukarda aynen sovyet kurumlarındaki gibi parti kurumlarımızda da bürokratlar olduğunu söylerken belli belirsiz bir biçimde değindiğim kişiler adına soruyorum.
Ama bu, gerçekten, yaptığımız işin yararına ise niçin ikisini birleştirmeyelim? Böyle bir birleştirmenin henüz başlangıçta gerçekleştiği Dış İlişkiler Halk Komiserliğinde çok yararlı olduğunu hepimiz görmedik mi? Politbüro, parti görüş açısından hareket ederek, yabancı güçlerin daha saygısızca bir terim kullanmaycak olursak, hilekarca "hareketler"ini önceden önlemek için bizim karşılık olarak yapmamız gereken "hareketler"le ilgili önemli ve önemsiz birçok sorunu tartışmıyor mu? Bir sovyet kurumu ile bir parti kurumunun (sayfa 513) bu esnek birleşmesi, politikamızda, çok büyük bir güç kaynağı değil midir? Kanımca, yararlılığını kanıtlamış olan, dış politikazımda tamamıyla benimsenmiş olan ve bu alanda hiç bir kuşkuya yer bırakmayacak bir biçimde alışılagelmiş olan her şey, devlet aygıtımız için bir bütün olarak hiç olmazsa uygun (gerçekten, kanımca çok daha fazla uygun) düşecektir. İşçi ve Köylü Müfettişliğinin işlevleri devlet aygıtımızı tüm olarak içine almaktadır ve eylemleri ise hiç istisnasız olarak: yerel, merkezi, ticari, tamamen yönetimsel, eğitimsel, arşiv, tiyatro ile ilgili vb. - kısacası hiç istisnasız olarak tek tek ve bütün devlet kurumunu etkileyecektir.
O halde, eylemleri bu kadar geniş bir alana yayılan ve üstelik bu kadar olağanüstü biçim esnekliği gerektiren bir kurumun, bır partı denetım kurumu ile bır sovyet denetim kurumunun bu garip birleşmesini benimsemesine niçin izin verilmesin?
Ben buna engel olan bir şey görmüyorum. Daha ötesi var: kanımca, böyle bir birleşme işimizdeki başarının tek güvencesidir. Bu alandaki bütün kuşkuların hükumet bürolarımızın en tozlu köşelerinden yükseldiği ve bunların mizahtan başka bir şey olarak işlem görmeye layık olmadıkları kanısındayım.


*

Diğer bir şüphe: eğitimsel eylemler ile büro eylemlerini birleştirmek uygun mudur? Ben bunun yalnızca uygun değil ama zorunlu olduğu kanısındayım. Genel olarak konuşacak olursak, Batı Avrupa devlet biçimine karşı devrimci tutumumuza karşın, onun birçok zararlı ve gülünç önyargısıyla zehirlenmemize izin verdik; bu önyargılarla, bir ölçüye kadar, bu önyargıların çamurlu sularında bir kez daha balık avlamak hesapları yapan sevgili bürokratlarımız tarafından, (sayfa 514) bilerek şekillendik. Ve bu çamurlu sularda balık tutmayı o denli ileri götürdüler ki, onların bu eylemlerinin ne kadar kapsamlı olarak uygulandığını ancak aramızdaki körler göremedi.
Toplumsal, iktisadi ve siyasal ilişkilerin biliün alanlarında "dehşetli" devrimciyiz. Ama büro yönetiminin biçimleri ve usullerinin yerine getirilmesi üstünlüğüne gelince, "devrimciliğimiz"in yerini sık sık en küflü rutin alır. Çok ilginç bir olaya, toplumsal yaşantıda yer alan büyük bir sıçramanın, ne zaman en ufak bir değişiklik önerisi getirilse, insanı dehşete düşüren bir çekingenlikle birlikte gittiğine birden çok daha fazla kez tanık olduk.
Bu doğaldır, çünkü ileri doğru atılan en cesur adımlar, uzun süre teorik çalışma için saklı tutulmuş, temelde ve hatta tamamıyla teori içinde değeri yükseltilmiş olan bir alanda atılmıştır. İşten uzak olduğu zaman, Rus, olağandışı cesur teorik yapıtlar konusunda, bürokratik gerçeklerle teselli buldu ve bizim ülkemizde bu olağandışı cesur teorik yapıtların olağandışı oransız karakter taşımasının nedeni budur. Genel yapıtlardaki teorik pervasızlık, büro işlerindeki çok önemsiz reformlar konusunda gösterilen dehşet verici çekingenlikle birlikte gitti. Büyük evrensel tarım devrimi hiç bir ülkede örneği görülmeyen bir pervasızlıkla yürutüldü ama bunun yanında büro rutininde onuncu dereceden bir reformun çözümüne gelindiğinde hayaller yıkıldı; genel sorunlara uygulandığı zaman böylesine "parlak" sonuçla, doğuran genel önerileri bu reforma uygulayacak hayalgücü ya da sabır yoksunluğu vardı.
Günlük yaşantımızda, pervasızca cesaretin, çok önemsiz değişiklikler sözkonusu olduğu zaman şaşırtıcı bir ölçüde bir düşünce çekingenliği ile birlikte gitmesinin nedeni budur.
Gerçekten büyük bütün devrimlerde bu durumun görüldüğünü sanıyorum, çünkü büyük devrimler , eski ile, eskiyi geliştirmeye yönelik olan ile yeni uğruna çok soyut bir (sayfa 515) çabalama arasındaki çelişkilerden doğarlar ki, bu yeni, eskinin en ufak bir parçasını bile kapsamayacak kadar yeni olmalıdır.
Ve devrım ne kadar köklü olursa, bu çelişkilerden birçoğu da o kadar uzun süre devam eder.


*

Bugünkü yaşantımızın genel nitelikleri şöyledir: Kapitalist sanayii yıktık ve ortaçağa ait olan kurumları ve toprak mülkiyetini en derine gömmek için elimizden geleni yaptık. Dolayısıyla onun devrimci çalışmasının sonuçlarına inandığı için proletaryanın ardından giden küçük ve çok küçük köylülük yarattık. Bununla birlikte, daha gelişmiş ülkelerde sosyalist devrim zafere ulaşıncaya dek dayanmak, sadece bu düşünceye olan güvenin yardımıyla dayanmak kolay değil, çünkü özellikle NEP sırasındaki ekonomik zorunluluk, küçük ve çok küçük köylülerin emek üretkenliklerini çok düşük bir düzeyde tutmaktadır. Üstelik, uluslararası durum da Rusya'yı geri itmiş ve halkın emek üretkenliğini enine boyuna, savaş-öncesi düzeyden çok daha aşağı bir düzeye indirmiştir. Batı Avrupalı kapitalist güçler, kısmen bilerek, ve kısmen bilinçsizce, ülkeyi ellerinden geldiği kadar yıkıma uğratmak için Rusya'daki iç savaş unsurlarını kullanarak bizi geriye püskürtmek için yapabilecekleri her şeyi yaptılar. Emperyalist savaşın birçok avantaja sahip gibi görünen tek çıkış yolu kesinlikle buydu. Biraz da şöyle tartışıyorlardı. "Eğer Rusya'daki devrimci düzeni yıkamazsak, her halükarda, onun sosyalizme doğru ilerlemesini engelleyeceğiz:" Ve onların açısından başka türlü düşünmek olanaksızdı. Sonunda sorunları yarı yarıya çözüldü. Devrimin yarattığı yeni düzeni yıkamadılar ama onun, bir an önce, sosyalistlerin tahminlerini doğrulayarak, sosyalistlerin üretici güçleri geliştirmelerine, bütünüyle ele alındığı takdirde (sayfa 516) sosyalizmi oluşturacak olan bütün potansiyelleri büyük bir hızla geliştirmelerini olanaklı kılacak olan ileri adımı atmasına engel oldular; [bu adım atılsaydı -ç] sosyalistler sosyalizmin, kendi içinde, dev güçlere sahip olduğunu ve bugün insanlığın olağanüstü parlak umutlarını yeni bir gelişim aşamasma girdiğini dosta-düşmana kanıtlamış olacaklardı.
Bugün şekillenmiş olan uluslararası ilişkiler sistemi öyledir ki zaferi kazanmış ülkeler bir Avrupa ülkesini, Almanya'yı, köleleştirmişlerdir. Üstelik, Batının en yaşlı devletleri olan birkaç devlet, kazandıkları zafere dayanarak, kendi ülkelerindeki sömürülen sınıflara bazı önemsiz ayrıcalıklar tanımak durumundadırlar. Bu ayrıcalıklar önemsiz de olsalar, o ülkelerdeki devrimci hareketi geciktirmekte ve "toplumsal barış"a benzer bir durum yaratmaktadır.
Aynı zamanda, son emperyalist savaşın bir sonucu olarak, Doğunun bazı ülkeleri, Hindistan, Çin vb. tamamıyla yolundan çıkarıldı. Gelişmeleri kesinlikle Avrupa'nın genel kapitalist çizgisine uydu. Avrupa'nın genel kargaşalığı onları etkilemeye başladı ve bugün, bu ülkelerin dünya kapitalizminin tümünde yer alacak olan bir bunalıma yolaçmalarının kaçınılmaz olduğunu bütün dünya açıkça görmektedir.
Böylece, günümüzde karşılaştığımız sorun şudur: bugün içinde bulunduğumuz yıkım ile ve küçük ve çok küçük köylü üretimimiz ile, Batı Avrupalı kapitalist ülkeler sosyalizme doğru gelişimlerini tamamlayıncaya dek dayanabilecek miyiz? Ama onlar bu gelişmelerini, bizim önceden beklediğimiz gibi tamamlamıyorlar. Onlar bu gelişimlerini, sosyalizmin yavaş yavaş "olgunlaşması" yoluyla değil, bazı ülkelerin diğerlerini sömürmesi yoluyla, emperyalist savaşta yenilen ülkelerden ilkinin sömürülmesi ile birlikte Doğunun tümünün sömürülmesi yoluyla tamamlıyorlar. Öte yandan, kesinlikle birinci emperyalist savaşın sonucu olarak, Doğu tamamıyla devrimci hareketin içine çekilmiştir, tamamıyla dünya (sayfa 517) devrimci hareketinin genel girdabı içine çekilmiştir.
Bu durumda ülkemiz için hangi taktikler salık verilebilir? Elbette; şunlar: İşçi hükümetimizi muhafaza etmek ve küçük ve çok küçük köylülüğü onun öncülüğünde ve yönetiminde tutmak. Bizim avantajımız, bugün, bütün dünyanın, bir dünya sosyalist devrimini kaçınılmaz olarak doğuracak olan bir harekete geçmekte oluşudur. Dezavantajımız ise, kapitalistlerin dünyayı iki kampa bölmeyi başardıkları [bir ortamda -ç.] çalışmakta olmamızdır. Ve bu bölünme, gerçekten ileri, kültürlü, bir kapitalist gelişim ülkesi olan Almanya'nın [yeniden -ç.] ayakları üzerinde doğrulmasının çok güç olması olgusu nedeniyle daha karmaşık bir hal almaktadır. Batı dediğimiz bütün kapitalist güçler onu gagalamakta ve onun yükselmesini önlemektedirler. Öte yandan, sömrülen yüzmilyonlarca emekçi halkı ile birlikte, insanın çekebileceği acının son derecesine getirilmiş olan bütün Doğu, fiziksel ve maddi gücünün, daha küçük olan Batı Avrupa devletlerinden hiç birisinin fiziksel, maddi ve askeri gücü ile karşılaştırılamayacağı bir duruma zorlanmıştır.
Bu emperyalist ülkelerle gelecekteki çatışmadan kendimizi kurtarabilir miyiz? Batının zengin emperyalist ülkeleri ile Doğunun zengin emperyalist ülkeleri arasındaki iç çelişkiler ve çatışmaların, ilk kez olduğu gibi, bize ikinci bir çözüm getireceğini umabilir miyiz? Rus karşı-devrimini desteklemek üzere açılan Batı Avrupa karşı-devrım kampanyası, Batı ve Doğunun karşı-devrimcileri kampındaki, Batılı ve Doğulu sömürgecilerin kampındaki, Japonya ve Amerika kampındaki çelişkiler sayesinde yıkılmıştı.
Bana öyle geliyor ki, bu soruya, çözüm çok sayıda etkene bağlıdır diye yanıt vermek gerek; kısaca, mücadelenin sonucunu öngörmeye izin veren şey, eninde sonunda kapitalizmin kendisinin dünyanın ezici çoğunluğunu mücadele için eğittiği olayıdır.
Mücadelenin sonucu Rusya'nın, Hindistan'ın, Çin'in vb. (sayfa 518) dünya nüfusunun ezici çoğunluğunu meydana getirmeleri olayına bağlıdır. Ve birkaç yıldan beri de inanılmaz bir hızla kurtuluşu için mücadeleye sürüklenen bu nüfus çoğunluğudur; bu bakımdan, dünya çapındaki mücadelenin sonucundan hiç kuşku duyulamaz. Bu anlamda sosyalizmin kesin zaferi, mutlak bir biçimde ve bütünüyle güvence altına alınmıştır.
Ama bizi ilgilendiren hiç de sosyalizmin kaçınılmaz nihai zaferi değildir. Bizi, Rusya komünist partisini, Rusya Sovyetleri iktidarını ilgilendiren, Batı Avrupa'nın karşı-devrimci devletlerinin bizi ezmesini engellemek için izlememiz gereken taktiktir. Karşı-devrimci emperyalist Batı ile devrimci ve ulusalcı Doğu, dünyanın en uygar devletleri ile Doğu devletleri gibi en geri kalmış ve çoğunluğu oluşturan ülkeler arasındaki bundan sonraki askeri çatışmaya kadar yaşayabilmemiz için, bu çoğunluğun uygarlaşmaya zamanı olması gerekmektedir. Biz de siyasal öncüllerine sahip olmamıza karşın, doğrudan sosyalizme geçecek kadar uygar değiliz. Bu taktiği izlememiz, ya da kurtuluşumuz için aşağıdaki politikayı kabul etmemiz gerekiyor.
İşçilerin köylüler üzerindeki yönetimi uygulamaya devam edecekleri, köylülerin güvenini sarsmayacakları, ve sıkı bir tutumlulukla toplumsal yaşamın bütün alanlarından en ufak aşırılıkları (ifratları) kovacakları bir devlet kurmak için çaba harcamamız gerekiyor.
Devlet aygıtımızda en fazla tasarrufu gerçekleştirmemiz gerekiyor. Devlet aygıtından, ona çarlık Rusyası'nın, kapitalist ve bürokratik aygıtından kalan bütün aşırılık (ifrat) izlerini silmemiz gerekiyor.
Bu, köylü orta-halliliğinin egemen olması demek olmayacak mıdır?
Hayır. Eğer işçi sınıfının, köylülüğün yönetimini muhafaza etmesini sağlarsak, devletimizin iktisadi yaşamında olanaklı olan eli sıkılığı uygulayarak, yaptığımız her tasarrufu, büyük makine sanayiini geliştirmek, elektriklendirmeyi, (sayfa 519) hidrolik kömür çıkarmayı geliştirmek, Volhov hidro-elektrik santralının yapımını bitirmek vb için, kullanabileceğiz.
Umudumuz, tek umudumuz burada. Sadece o zaman, bir benzetme yaparak, at değiştirebilir, köylünün, mujiğin zayıf atını bırakabilir, iflas etmiş bir tarım ülkesinde zorunlu ekonomilerden vazgeçebilir, ve proletaryanın aradığı ve aramadan edemeyeceği ata, yani büyükölçekli makine sanayii atına, elektriklendirmeye, Volhov hidro-elektrik santralına vb.'ye atlayabiliriz
İşte işimizin, politikamızın, taktiğimizin, stratejimizin genel planını, aklımda, yeniden örgütlenmiş İşçi ve Köylü Müfettişliklerinin görevlerine böyle bağlıyorum. İşte benim gözümde İşçi ve Köylü Müfettişliğini onu istisnai bir yüksekliğe çıkararak, onun yöneticilerine Merkez Komitesinin haklarını vererek, vb., vb. göstermemiz gereken istisnai özeni, dikkati haklı çıkaran budur.
İşte kanıtı: sadece aygıtımızı en iyi bir biçimde temizleyerek, mutlaka gerekli olmayan en asgariye indirerek kesinlikle kendimizi koruruz. Ve bunu, bir küçük köylü tarım ülkesinin düzeyinde değil, şu genelleşmiş darkafalılık düzeyinde değil, gittikçe büyük makineleşmiş sanayie doğru yükselen bir düzeyde yapabiliriz.
İşçi ve Köylü Müfettişliğimiz için düşlediğim büyük görevler bunlardır. İşte bunun içindir ki, bu Müfettişlik için partinin en üst organının "basit" bir Halk Komiserliğiyle birleştirilmesini tasarlıyorum. (sayfa 520)

2 Mart 1923

Pravda, n° 49.
4 Mart 1923
İmza: N. Lenin

Bu Blogda Ara